28 Ağustos 2021 Cumartesi

Gündelik hayatın edebiyatı - II

Hayatı o denli hızlı, yoğun ve ciddi ve yaşıyoruz ki, adeta yaşamayı ıskalıyoruz. Hepsi, ‘bize göre’ olan derin analizler, kocaman anlamlar, tumturaklı gerekçeler arasında boğuluyoruz. Oysa hayat, onu cazip kılan, güzelleştiren hatta rehabilite eden ‘basit’ detaylarla dolu. İncelik, nahiflik, letafet çoğu zaman o basit detaylarda gizli. Onları görmek, hissetmek, hayatın içine katmak için ne yapmak gerekir tam olarak bilemiyorum fakat, genelde sanatın ama özellikle edebiyatın bu konuda önemli bir işleve sahip olduğunu düşünüyorum.

Gündelik hayat içindi yaşadığımız lakin fark edemediğimiz detayları bir şiir, öykü ya da romanda görmek, hissetmek, anlamak iyi geliyor. Her ne kadar fıtrî eğilimimiz gereği algıda seçicilik yaşadığımız gerçekliğin yıkıcı ve yakıcı yönlerini öne çıkarsa da, görmekten imtina ettiğimiz hayatı yaşanabilir kılan güzellikler orada; hayatımızın içinde.

Edebiyat, yaşamın sıkışıklığı içinde hayatı yavaşlatan, soğutan, hafifleten detaylara açılan bir kapı oluyor. Kendi hâlinde bir okur olarak kurgudan ziyade kuram kitaplarıyla haşır neşir oluyorum lakin kurgu kitapları olmayınca okuma serüveninin yavanlaştığını, tatsızlaştığını hissediyorum. O sebeple arada kaçıp bir roman, öykü ya da şiir kitabıyla yola devam ediyorum. Öyle ki, elime aldığım meselesini kendi hâlinde anlatan asude bir kitapsa verdiği dinginlik bir başka oluyor.

Emre Şahin’in Hurdacı Lirası onlardan biri. Benzer yaşanmışlıklar nedeniyle beni alıp maziye götürdü lafı hafif kalır. Dolayısıyla daha fazlasını verdi diyebilirim. Şule Yayınları’ndan çıkan yüz üç sayfalık eser yukarıda değinilen o ‘basit’ detaylar üzerine inşa ediliyor. Bu durum arka kapak yazısında, “Gözün değil sezginin yakalayabileceği sahnelerdi bunlar.” şeklinde ifade edilmiş. Şahsen, o sahneleri -ya da detayları- yakalamak için sezgi kadar gören gözün ve düşünen zihnin de elzem olduğu kanaatindeyim. Emre Şahin iyi bir gözlemci.

Bir okur; öyküden ya da romandan, genel olarak bir kurgudan ne bekler, ne beklemeli? Hurdacı Lirası’nı okurken zihnimde sık sık bu soru belirdi. Ayrıca yukarıda değinilen konunun, yani hayatı yaşanabilir kılan detay ve onların ortaya çıkmasına vesile olanların dışında nostalji meselesine de düşündürdü. Belirli bir yaşa gelen birey istemese bile nostaljiye duçar oluyor. Muhtemelen çocukluk ya da ilk gençlikteki pek sorumluluk gerektirmeyen dönem özleniyor. Eskiler yad edilerek yaşanılan günle karşılaştırma yapılıyor. Sonucunda ise geçmişteki yaşam daha mutlu ve daha huzurlu bulunarak şimdiye kem gözle bakılıyor. Çocukluğun ya da gençliğin serde, bütün sorumluluğun elde olduğu zamanı yücelten nostaljiyi kim sevmez? Oysa, bir yetişkin bugünü ne kadar yaşanılmaz görüyorsa, geçmişte de aynı düşünceye sahip yetişkinler bulunmaktaydı. Zira o ân’a kem bakan yetişkin de kendi çocukluk ve gençliğine özlem duyar. İlginçtir, Hurdacı Lirası bunu yapmıyor. Evet, alttan alta melankolik bir esinti geliyor lakin ‘nerede o eski…’ dedirtmeyen nostaljik bir rüzgâr bu. Hasılı, Emre Şahin geçmişi nostaljik bakışla yad ediyor fakat kesinlikle ne idealize ne de romantize ediyor. İnsan için yaşanan her ân’ın kendine ait güzelliği var dedirtiyor.

Hurdacı Lirası, Anadolu’dan İstanbul’a göçüp kentleşme duvarına çarpan taşralıyı anlatıyor. Her ne kadar öyküler birey özelinde ele alınsa da, hiçbir zaman kentli olamayan ama köylü de kalamayan bir toplumsal gerçeklik göze çarpıyor. Bu bağlamda öykülerin genelinde -belirli bir dönemin- mahalle kültürünü görmek mümkün.

Birey demişken, öykülerdeki asıl önemli nokta, toplumda öne çıkan figürler yerine gündelik hayatın gölgede kalmış karakterlerinin boy göstermesi denilebilir. Okurken, toplumun o ‘önemsiz’ üyesinin çekingenliğini, tedirginliğini, burukluğunu hissediyorsunuz. Yazar o anlarda, günlük hayatı yaşarken aklımıza gelen ama kendimize bile söylemekten imtina ettiğimiz şeyleri söyleyebilen bir iç ses oluyor. Yüzleşme de diyebileceğimiz bu durum, dışına taşıp geri yatağına dönen bir anlatımla karşı karşıya bırakıyor. Tüm bunların yanında, öykülere sirayet ederek genel çerçeveyi belirleyen en önemli unsurun din olduğunu söyleyebiliriz.

Emre Şahin, Hurdacı Lirası’nda çocukluk ve gençlik döneminde biriktirdiği görüntüleri edebi bir üslupla (ve yazdığı ân’ın ruhuyla) seslendiriyor. Bazen iç ses olup kendiyle konuşurken, bazen cansız varlıklara kişilik kazandırıp konuşturuyor. İçinde yaşadığı kültürü, sosyal ortamı, zamanı ve mekânı sündürmeden aktarıyor. Nihayetinde anlatımını nahif bir mizahla birleştirerek keyifli bir okuma sunuyor. Kurguyu hayatın gerçeklerine yaklaştıran bu üslubun ortaya çıkardığı ironi tebessüm ettirirken düşündürüyor. Hurdacı Lirası’nda hayatın içindeki detayları damıtarak aktaran ince bir ruh var.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Bir mürşidin içimizi ısıtan mektupları

"Seni kaybeden neyi bulmuş, seni bulan da neyi kaybetmiştir?"
- Atâullah el-İskenderî, Hikem-i Atâiyye

Ten kafesine giren insan, göğsündeki ateşin ocağını harlayıp yangınların içinden geçmek pahasına özündeki cevheri de bulabilir, kafesin demir parmaklıklarına kafasını vura vura kendini helâk da edebilir. Kulun imtihanı bu seçimle başlar. Gönlünde İlâhî bir nur olduğunu idrak eden insan, bu nurun kaynağını aramaya başlar. Bu arama ve bulma yolculuğunda mürid ve mürşid ilişkisi oldukça mühimdir. Bu hususta tasavvuf büyükleri, “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.” buyurarak menzile varmanın rehbersiz olamayacağını vurgulamışlardır. Bir mürşidin kapısına varmak, nasibince o kapıdan feyz ve bereket almak, bir mürşidin sözlerine kulak misafiri olmak ve yine nasibince o sözlerden ibret almak gönüllerdeki aşk ateşinin harlanmasına vesile olur.

Şeyh el-Arabî ed-Darkavî’nin eşitli vesilelerle kendisine sorulan sorulara dair cevapları ve izahı istenen konularla ilgili açıklamalarını bir araya getiren Bir Mürşidin Mektupları adlı kitap İnsan Yayınları arasından çıkmış. İlk baskısı 1996’da yapılan kitap 2020’de yedinci baskıya ulaşmış. Açık ve anlaşılır bir dille çevrilmiş olan eser, taliplilerine nice sırları açacak derin bir anlama sahip sanatlı bir dile de sahip. Takdir olunmalıdır ki mektup dahi niyete göre okunur. Niyeti salih olanın gönlüne aydınlık dolar. Kitaptaki mektupların bir nevi sarhoşluk hâli içinde okunması, mektuplardan alınacak lezzeti artıracaktır. Kuşeyrî Risalesi’nde sarhoşlukla ilgili yapılan şu açıklama ne demek istediğimizi daha iyi açıklar: “Kul, sarhoşluk durumunda hâli, uyanıklık durumunda ise bilgiyi müşâhede eder. Dolayısıyla sarhoşluk, manevî halin kişiye tamamen hâkim olması, onu bütünüyle ele geçirmesidir.” Manevî sırlara vakıf olmak isteyen kişinin iradesini Allah’ın iradesine teslim etmesi gerekir. Bu konuya dair Darkavî şunları söylüyor: “Kim Allah’ın olursa Allah da onun olur. Ne mutlu ona ki o Allah’ın, Allah da onun olmuştur.” Burada “Allah’ın olmak” ifadesiyle kastedilen, iradesini Allah’ın iradesine teslim etmektir. Ayrıca Sîdî Atâullah’tan yaptığı bir alıntıda şu ifadelere yer veriyor: “Allah’ın kendisini arzularından kurtaracağını ve gafletten uzaklaştıracağını uzak gören kişi, ilâhî kudreti küçük görmüş olur; Allah ise her şeye muktedirdir.” Darkavî bir başka örnekte Ebu’l-Abbas el-Mersî’nin şöyle dua ettiğini belirtiyor: “Allah’ım! Basiretimizi aç, sırlarımızı aydınlat, bizi bizden geçir, bizi kendinle baki kıl, bizimle değil.” Mektupların bu idrak ile okunması okuyucuda da nice sırların açılmasına vesile olacaktır.

Tasavvuf ehli zikre ayrı bir ehemmiyet vermiş ve sohbet halkalarını, ilim halkalarını ve zikir halkalarını daima canlı tutmuştur. Mürşidin sohbeti ustanın çekiç darbesi gibi tatlı ama kararlı bir biçimde çivinin tahtaya sabitlenmesi gibi sırrın dervişin gönlüne sabitlenmesini sağlar. Bir kutsi hadiste Cenab-ı Hakk, “Ben, beni zikredenin dostuyum.” buyuruyor. Darkavî de mektuplarda sıklıkla Allah’ı zikretmenin ehemmiyetine değiniyor. Sufilerin şöyle söylediğini belirtiyor Darkavî: “Sen sadece tek kapıyı çal, sana kapılar açılır! Tek bir efendiye boyun eğ, sana bütün boyunlar eğilecektir!

Mektuplar, hem kişinin iç dünyasını hem de sosyal ilişkilerini şekillendirebileceği öğütleri barındırıyor. Bir mektupta şunları söylüyor: “Düşmana gerçekten düşmanlık etmek, dostun sevgisiyle meşgul olmakla olur. Eğer sen düşmanına düşmanlık etmekle uğraşırsan o seninle ilgili muradına ermiş, sen de dostun sevgisinden mahrum olmuş olursun.” Bir başka mektupta ise Tâceddin b. Atâullah’a ait şu ifadelere yer veriyor: “Allah’ın halkın eliyle sana ezâ ettirmesi senin onlarla oturup kalkmaman içindir. Seni her şeyin rahatsız etmesini istiyor, ta ki hiçbir şey seni meşgul edip ondan alıkoymasın.” Dünyanın bir imtihan yeri olduğunu akıldan bir an bile çıkarmamak gerek. Bir anlık gaflet, gönülde bir şüphe tohumunun filizlenmesine neden olur ki bu filiz büyür ve kökleşir. Bir bahçıvan titizliğiyle bu filiz gönül bahçesinden temizlenmezse zamanla bütün bahçeyi mahveder. Darkavî bir mektubunda dünya sevgisine dair şunları söylüyor: “Kalbinden dünya sevgisini atmadıkça hiç kimse, geceleri namaz kılsa, gündüzleri oruç tutsa, dediğimiz gibi, yine de dosdoğru olamaz.

İnsanın manevî sırlara ermesi benliğinden sıyrılmasıyla mümkün olabilir, bu da nefsi öldürmeyi gerektirir. Hikem-i Atâiyye’den şöyle bir alıntı yapıyor Darkavî: “Vücudunu bir tek araziye göm! Gömülmeyenden bir şey yetişmez ve sonuç alınmaz.” Sahabilerden bazılarının şöyle dediğini belirtiyor Darkavî: “Bütün amelleri izledik, ahiret işi için dünyadan zühd etmek kadar tesirli olanını görmedik.” Dünyadan el ekmek, nasibini Allah’tan istemek olacağı için Allah böyle kullarına kendi sırlarının kapılarını açacaktır. Sîdî Bûsrî’nin şu dizeleri de nefse karşı koymanın ehemmiyetini gösteriyor: “Nefsine, isteklerini mübah gören / hevasını ilahlaştırmış olur.

Her cübbe giyip sarık saran derviş olamayacağı gibi her öğüt de dinleyene ya da okuyana tesir etmez. Darkavî’nin mektuplarının manevi gücü sözün sahibinin gönül paklığından geliyor. Atâullah el-İskenderî, Hikem-i Atâiyye’de şöyle söylüyor: “Söylenen her sözün üzerinde içinden çıktığı kalbin kisvesi, elbisesi vardır.” Nitekim tasavvuf büyüklerinin de şöyle söylediğini belirtiyor Darkavî: “Zahirine itina göstereni gördün mü? Anla ki bâtını haraptır.” Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav) Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmış ve “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” buyurmuştur. Kulluk imtihanından geçmenin yolu da Muhammedî bir ahlâka sahip olmaktır. Hikem-i Atâiyye’de, “Kim ilâhî rahmetle ahlâklanmadan kulların sırlarına muttali olursa bu bilgisi onun için bir fitne ve vebal kazanma sebebi olur.” denilmektedir. Kulların sırlarına dahi ilâhî bir ahlâka sahip olmadan erişilmemesi gerekirken ilâhî sırlara mazhar olmak için nasıl bir ahlâka sahip olunması gerekir, iyice bir düşünmek lazım.

Mektupların özünde, Hikem-i Atâiyye’den alıntılanan şu ifadelerinin yer aldığını söylemek mümkün: “Seni kaybeden neyi bulmuş, seni bulan da neyi kaybetmiştir? Senin dışındaki bir şeye razı olan kesin kaybetmiş, senin yerine başka bir şey isteyen de kesin hüsrana uğramıştır.

Allah kaybedenlerden değil, bulanlardan eylesin cümlemizi.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

22 Ağustos 2021 Pazar

Derdimiz hayat mıydı? Hayatımız ders miydi?

"Gelsin, hayat bildiği gibi gelsin
İşimiz bu, yaşamak
Unuttum bildiğimi doğarken
Umudum, ölmeden hatırlamak."
- Sezen Aksu

İnsanoğlu, yaşı kaç olursa olsun önünde hep uzun bir yol olduğunu düşünür. Bilhassa gençler için bu yol tarifi mümkün olmayan yerlere ulaşacak kadar uzun, geniş ve parlaktır. Oysa hayat, içinde barındırdığı dertlerle insanı karşılar. Ta en başından bu böyledir. Doğarız ve sanki nice dertlerle çevrili bir hayat dairesinin içinde hapsoluruz. Başımıza gelenler karşısında şaşkınlığa uğramamız hep bundandır. Halbuki biraz kalp gözüyle bakıp da görebilsek, bu dert denen şeylerin bizi olgunlaştırmak, yürüdüğümüz yol boyunca istikametimizi korumak için verilmiş birer fener olduğunu yakalayabiliriz. Böylece sürekli şikayet etmek yerine şaşırmanın vadisinde biraz dinlenip, kendimize hayat dersleri çıkarabiliriz. Hani Sâmiha Ayverdi, Ateş Ağacı'nda "Hayatta olan şeylere 'neden' diyen kimse acemidir" diyor ya, eh, durum biraz böyle bizler için. Çoğu zaman dersimizi hayatın ta kendisinden alıyoruz.

Belki de en çok ihtiyaç duyduğumuz şey soru sormak. Çünkü sormadıkça, birilerinin bizim adımıza çoktan hazırlayıp sunduğu cevapların üzerine düşüveriyoruz. Ancak hazır cevaplarla ayağa kalkabilen kimseler olduğumuzda düşeceğimiz bir sonraki istasyon da hazır biçimde bizi bekliyor. Oldukça velud bir yazar olarak oldukça düşündüğü her hâlinden belli olan Necdet Subaşı, Derdimiz Hayat'ta kendisinin uzun yıllar evvel sorduğu besbelli olan sorulara şimdiki tecrübesiyle cevaplar veriyor. "Anladık ki ağlamadıkça bize bir şey vermiyorlar, anladık ki sızlamadıkça bizi gören yok; ama işin gerçek fasıllarını kavramak için yaşımızın bir hayli ilerlemesi gerekiyormuş" demesi de bundan olsa gerek. "Sosyolojiye ilgim vardı, psikolojiye uzak değildim, dinî inançlarım tartışma dışıydı, pazarlığa tabi olmayacak kabullerim, kimseye ödünç verilmeyecek hayallerim ve henüz bir Allah'ın kuluna açılmamış itiraflarım vardı. Sırtımda binbir meşakkatle taşıdığım yüklerin semeresi hayatın denklerini çözmeye yetiyor muydu?" sorusu, okurları henüz ilk sayfalardan itibaren 'tebessümünü koruyan bir ciddiyet' halkası içine alırken, onunla hemdert olacağını da belli ediyor. Zira Subaşı'nın kendisini yaktığını söylediği soru, bu kitapla buluşan tüm okurlar için de önemli bir başlangıç istasyonu: "Derdimiz hayat mıydı? Hayatımız ders miydi?"

Necdet Subaşı, Derdimiz Hayat'taki her makalesine sıradan bir konu başlığı değil, hayatımıza yön veren ve dolayısıyla bizim de sık sık yönümüzü belirleyen meseleleri seçmiş. İmtihan, zaman, coğrafya, masumiyet, fıtrat, irade, ruh, nefis ve beden, kalp, idrak, anne, cinsiyet, dil, din, zamanın ruhu, kökler, kültür, tarih, göç, kabile, kuşak, gelenek, ahlak, düzenlilik, yetişme süreçleri, müfredat, muhit, güvenlik, anlam arayışı, bilme biçimleri gibi meseleler; farkında olarak ya da olmayarak hayata bıraktığımız izi belirlerken aynı zamanda bizde iz bırakmış meseleler. Subaşı belki de bu başlıkların sık sık yapıldığı gibi birbirinden ayrı olarak değil, yekpare biçimde değerlendirilmesi gerektiğini ortaya koyuyor. Kendi fıtratımızdan bahsederken üzerinde doğup büyüdüğümüz coğrafyadan bahsetmemek mümkün mü? Ailemizden bahsederken köklerimize, oradan da kültür ve tarih mirasımıza değinmemek olur mu? Bir düzenlilik arıyorsak bu aynı zamanda güvenlik ve muhit arayışımızla da ilgili değil mi? Ruh, nefis ve beden; kalpten ayrı düşünülebilir mi? Zamanın ruhunu anlayabilmek için tarihle ilgilenmemiz gerekmiyor mu? İşte tüm bu soruların peşine düşüyor Subaşı. Derdi bir cevap aramak, net bir sonuca ulaşmak değil. Ne kestirme ifadeler ne de buyurgan bir dile yanaşıyor. O, okuyucuyu bir dost bilerek, oldukça dostane dille ve "iki keklik bir derede su içer / dertli de keklik dertsizlere dert açar" misali bir anlam çemberi kuruyor.

Yaşı kaç olursa olsun, nasıl bir geçmişe ya da geleceğe sahip olursa olsun insanların sık sık başladığı yere döndüğü bazı kavramlar vardır. Bu kavramlar gün olur hayatımıza coşku, tutku, neşe, huzur ve kuvvet katar, gün olur; durgunluk, bezginlik, yorgunluk, anlamsızlık, bedbahtlık verir. İki arada bir derede kaldığımız gibi iki ileri bir geri gidişimiz de hayatın en olağan hâlidir. Asıl mesele şekilden ziyade derttedir. Mesele durmak değil, neden durulduğudur. Gitmek değil, neden gidildiğidir. Anlam boşluğuna düşmek herkes için mümkündür ama bu boşlukta olduğunu dahi bilmemek büyük gaflettir. Feraset, yediğini içtiğini bildiğin kadar kendini ve hatta çevreni de iyi gözlemlemektir. İnsan bir şey bilecekse eğer bu her şeyin kendinde dağıldığı ve kendinde toplandığı olmalı. Anlam peşine düşmek kadar anlam boşluğuna düşmek de değerlidir ama mesele nereye düştüğünü bilmektir. Yeryüzü kaymak gibi yollar, manzaralı köprüler ve tertemiz konaklama yerlerinden ibaret değildir. Bataklıklar da vardır yokuşlar da, kuyular da vardır karanlıklar da. Dimdik durup dümdüz yürümek her insan için erdemli yahut havalı görünebilir ama her şey göründüğü gibi değildir. Hayat derdi içinde yeniden ayağa kalkıp daha isabetli fikirler edinmek, güzeli ve iyiyi tespit edip kuyudan su çıkarmak, bir çeşmede yüz yıkayabilmek için eğilmek de vardır, düşmek de, yuvarlanmak da. Nihayetinde "insan acizdir muhtaçtır fazla artistlik yapmamalıdır". Şair sözüdür ve elhak doğrudur.

"Bir anlam arayışının içinde doğarız ve ömrümüz bizi mütemadiyen tatmin edecek güçlü bir açıklama trafiğinin peşinde geçer. Hayat, bizi bulan sorularla ve bunları karşılayacak cevaplarla her dem yeni bir anlam kazanır" diyor Subaşı. Çoğu zaman insan, varoluşunu fiziki ve maddi yapısıyla kurduğunu, sürdürdüğünü düşünür. Oysa manevi yapı her şeydir. Din, ahlak, kalp günümüzde her ne kadar burun kıvrılan, dudak bükülen, 'bu çağa bir şey söyleyemeyen' duruma indirilse de insan için evet, her şeydir. Fakat bu her şey olan meseleler kolay cevaplanabilir sorular sunmaz. Samimiyet ister. Kimileri felsefeyle kimileri dinle "ben neden varım?" sorusunu cevaplamaya çalışır. Bir yandan da ahlak gelir, "gel de bana bir anlam ver ve hayatında bir yere koy!" der. Zordur ama şarttır bu kavramlarla dost olmak. Bir de kalp vardır ki o bozulunca her şey bozulur. Bu yüzden bir kalp taşıdığının bilincinde olmak ne kadar kıymetliyse o kalbi korumaya çalışmak da o kadar kıymetlidir:

"Kalbi kararmış bir dünyada değerli kalabilmek önemlidir ve aklı başında olan biri için iyi bir kalbe sahip olmaktan daha önemli bir şey yoktur. Kalbimiz varsa insanızdır, ondan yana rahatsak ancak o zaman hakiki bir öze ve sahici bir cevhere sahip olduğumuzu düşünüp kendimizi mutlu hissedebiliriz. Onu taşımakla yüreklenir, onu korumakla kendimizi mutlu ve huzurlu hissederiz" diyor Subaşı ve bu önemli konuyu şöyle derinleştiriyor: "İyi, güzel ve doğru olana erişmek ve bütün bunları varlığımızla bütünleştirmek için sahip olmamız gereken tek şey sağlam ve canlı bir kalbe sahip olmaktır. Aklımız bize yol gösterir, gönlümüz bir şeylere meyleder, vicdanımız bizi adil kılar ama bunlarla bir ömür yol alabilmenin ön koşulu sağlam ve diri bir kalbe sahip olmaktan geçer. Kalbi kara olanın da kalbi fesat olanın da insan için iyi gelecek hiçbir yanı yoktur. Rezillikler orada pompalanır, bilumum kargaşalar onunla hayat bulur. Kötü kalp kendini dışarı vurduğunda ortada sadece fitne ve fesada bir yol bulunur. Oysa temiz ve hassas bir kalple biz, insanlığımızın her daim sınandığı bir imtihan alanında kendimizi bulmanın, fıtratımıza yönelmenin imkân ve ihtimallerini sürekli yoklar, iyi, doğru ve güzele karşı her daim hareket hâlinde olan bir duyarlılıkla hayatta yerimizi alırız."

COVID-19 pandemisiyle birlikte yediden yetmişe büyük bir boşluğun içine düştük. Cinsiyet, dil, din, ırk gözetmeden insanları ölümle burun buruna getiren ve sırf bu yüzden en insani, en demokratik virüs olarak gösterilen koronavirüs bazı şeyleri gözden geçirmek, yeniden değerlendirmek için belki de bir imkân yarattı. Yine hepimiz; dinle, felsefeyle, kişisel gelişimle, psikolojiyle bir şeylere cevap aramaya başladık. Derdimiz Hayat, bana derdimizin her zaman hayat olacağını yeniden hatırlattı. Kitabı okurken, 'herkes bin bir şey yazıp söyledi şu süreçte, esas böyle kitaplar üzerinde durulmalı' diye düşündüm. Bunca zaman okuduğum binlerce kitap arasında çok ayrı bir yere koydum. Tıpkı Engin Geçtan'ın İnsan Olmak'ı, Hermann Hesse'nin Siddhartha'sı, Kuşeyrî'nin Risâle'si gibi. Özellikle hayata böyle farklı gözlüklerle bakmayı sevenler için bu örnekleri veriyorum. Derdimiz Hayat, Necdet Subaşı'nın bu coğrafya insanına ve bilhassa gençlere çıkardığı, günlük yaşamla iç içe geçmiş, oldukça samimi bir harita. Bir haritayla hayatın anlamına kavuşulmaz ama güzel bir hikâye kurulabilir. Tıpkı tam tersinin de olabileceği gibi.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

İstanbul’u İstanbul yapan izler

İstanbul’u müşahede etmek, çoğu zaman İstanbul’un yerlisine, meskûnuna bile nasip olmuyor ne yazık ki ama, İstanbul’u müşahede eden, gezen de sadece seyre kanmıyor, sayfalar, satırlar arasında arıyor bir nazlı sevgili edasındaki İstanbul’u. Şimdi yıllar içinde pek değişmiş olan İstanbul’un geçmişini, İstanbul’u İstanbul yapan izleri merak ediyor insan bu şehrin civcivli caddelerinde dolaştıkça. Bebek’ten birinci köprüye doğru aheste yürürken, ekleme yolun iç tarafında kalan yalıların kirli pencerelerinden içeriyi görmeye çalışan, o yalılarda yaşamış eski insanları merak eden bir tek ben değilimdir herhalde. Bir mimari eseri olan yalıya bakınca bile insanları merak ediyorsak, şehre bakınca neyi merak ederiz? Şehri şehir yapan pek çok şey olsa da, şüphesiz bir şehrin temel taşlarını o şehrin insanları oluşturur. Sadece eski değil, şimdiki İstanbul’da da semtler arasındaki farkı yaratan insanlardır. Sahil kesiminde yaşayan insanlar ile Fatih’te yaşayan insanlar arasında, Üsküdar’da yaşayan insanlar ile, Şişli’de yaşayan insanlar arasında bazı keskin ayrımlar vardır. Bu ayrımlar da, semt ile değil, insanlar ile oluşur. Sâmiha Ayverdi, kendi deyişiyle de, İstanbul’u sıralı bir şekilde gezdirmiyor okura bu kitapta, ya da bir İstanbul tarihi kaleme almıyor. İstanbul’u İstanbul yapanlardan, İstanbul’un insanlarından bahsediyor en çok. İstanbul’un zaman değirmeni içinde dönerken kaybettiklerinden de...

Burnumuza bir koku çalınır, hoş bir anımız zihnimizde bu kokuyla kayıtlıdır ve o kokuyu her duyduğumuzda zihnimizde mevcut olan o anıyı tekrar yaşamış gibi oluruz. Şehirler ve semtler de böyle. Bir Eyüp Sultanlı olarak, Eyüp Sultan’a her gittiğimde çocukluğumu hatırlar, yeniden çocuk olurum. Samiha Ayverdi de, kendi hâtıratındaki İstanbul’u anlatıyor okura. Kitabın sayfaları arasında çıktığınız yolculukta bazen hayranlığa, bazen de sitemkar cümlelere rastlayabiliyorsunuz:

Sanki İstanbullu, kış yaz çiçeklenen bir ağaçtı da, gün geçmez her bir dalında bir başka ahenk,bir başka revnak ve taravet suret bulurdu. Böylece de o, güzelliğine güzellik kata kata elinden, dilinden taşan zevk ve san’at kudretini daha üstünü olmayan bir hadde ulaştırdı.

Beyoğlu’nun kırk sene evvelki halini yazmaya ne diye özenmeli? O, eskiden de bizim değildi; şimdi de öyle. O, eskiden de havasını alıp suyunu içtiği bu toprağı küçümserdi; şimdi de öyle. O,eskiden de adetleri, zevkleri, görüşleri, görünüşleri, hulâsa bir sıra hayat icapları ile bize benzemezdi; şimdi de öyle.(…)

İstanbul Geceleri’nin bazı satırlarını okurken, bugünden bakıldığında hemen hemen yüz yıl gibi çok uzun denemeyecek bir zaman dilimi içinde İstanbul’un ve insanının ne kadar çok değişime uğradığı görülüyor:

Eski İstanbul’un eski insanının bahâ biçilmez bir hususiyeti de, yolu üstünde rast geldiği bir yabancıyı, bir dost bir âşina kabul ettiren selamlaşmak âdeti idi. O kimse, kan ve din birliğinin insanlık duygusuna kattığı hasbî bir muhabbet ve âşinalık ile, karşıdan gelen, yanından geçen sîmaya cömert bir yakınlıkla bakar ve “selamün aleyküm” derdi. Mimarisi ne basit, esâsı ve örgüsü ne sağlam bir köprü… Topun da tüfengin de yıkıp sarsamayacağı, gönülden gönüle atılan bir kement…

Kitapla anlatılan eski İstanbul insanını bu denli kıymetli meziyetlerle donatan, yazarının da belirttiği gibi şüphesiz eski insanların sevgiye, sevmeye şimdikinden daha vakıf olmasıydı. Hamuru sevgiyle yoğurulmuştu eski İstanbul insanının. Toplum içindeki küçükten büyüğe tüm aksaklıkların el birliğiyle ve muhabbetle bertaraf edildiği bir şehirdi İstanbul. Hatta öyle ki, vaktini geçiren misafire gitme vaktini hatırlatma işinin bile kahve ikramıyla, muhabbetle yapıldığı bir şehirdi. Şimdinin insanı hep bardağın boş tarafını görmeye meyyal olsa da, eski İstanbul’un insanı beşikteki günahsız bir çocuk gibiydi. İnsanlar arasında dostluk, samimiyet, yardımlaşma hakimken, bu aşa soğuk su katıldı ve toplum bu pek kıymetli hususiyetlerini zamanla kaybetti.

O zamanlar bir zamandı ki,ne makineler insan vazifesini görüyor, ne insanlar makineye benziyordu. Henüz kasnaklar ve gergefler duvarlarından inmemiş, ninelerimizin maharetli kolları tezgah çözmekten usanmamış, güneşte pişirilen ilaçlar dolaplardan eksilmemiş, dostluk, saffet ve samimiyet aşına soğuk su katılmamıştı.

İstanbul Geceleri’nin sayfaları arasında dolaştıkça okur, şimdi elinde olmayan, şimdi ya da belki hiç şahit olamadığı bu çeşitli toplumsal meziyetlere özlem duyacaktır. Çünkü şehir ve şehrin insanı zamanla maddeselleşti, üstün alışkanlıklarını kaybetti, çekirdekten zara doğru neredeyse tamamen değişime uğradı. Yazarın da belirttiği gibi şüphesiz eskiden “ruh hijyeni”ne sarfedilen bir enerji, bu temizliği elde etmek için gösterilen bir çaba vardı. Bu tezkiye boşverildikçe ruh kirlendi, kirlendi, ve en sonunda kaskatı bir nesneye dönüştü. Sâmiha Ayverdi, bu bağlamda çok mühim bir meseleye değiniyor: Batı medeniyeti, maddecilikle efendilik kesbetti. Bununla birlikte taassup içerisine düşmüş olan doğu ise, içinde bulunduğu taassuptan kurtulması gerektiği halde, tasavvufu geri plana itti. Yanlışlıklar içerisinde çırpınırken, iyiyle kötüyü birbirinden ayırt etmeyi unuttu.

Beri tarafta taassup ninnisi ile sersemletilerek uyutulan şark ise, kan gövdeyi götüren yirminci asır medeniyetinin patırtısı ile gözlerini ovuştura ovuştura uyanmaya çabalarken, taassup, bu defa da yalancı şahit dinletmekte tereddüt etmeyen bir iki yüzlülükle, suçlunun kendisi değil de, tasavvuf olduğunu yüzü kızarmadan iddia etti. Çeşnisini bilmeyen için şeker kamışı ile, talaştan ibaret adi kamışı ayırt etmek ne mümkün?

İstanbul Geceleri, sadece İstanbul değil, Türk insanına ve toplumuna kendi medeniyet güzelliklerinden kaybettiklerini hatırlatan ve özleten bir kitap. Sadece gezmekle İstanbul’a doymayan, satırlarla ve anılarıyla da İstanbul’u dolaşmak isteyenlerin İstanbul Geceleri’ni çok seveceğini umuyor, okuyacak olan herkese keyifli okumalar diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

18 Ağustos 2021 Çarşamba

Bir köy özelinde toplumsal değişme

1960 yılında, bir programda Fakir Baykurt, Kemal Tahir, Mahmut Makal, Orhan Kemal ve Talip Apaydın bir araya gelmiş ve “Beş Romancı Köy Romanı Üzerine Tartışıyor” başlığı altında, hem genel roman anlayışları hem Türk ve Dünya romanı hem de daha çok olmak üzere köy romanı üzerinde tartışmışlardı (Yakup Kadri ve Yaşar Kemal davet edilmelerine rağmen katılmamıştı). Bu tartışmanın metni de bir kitapçık halinde o yıllarda Düşün Yayınevi tarafından basıldı (İsteyenler sahaflardan zor da olsa bulabilir). Bu tartışmada diğer yazarlar Kemal Tahir’e, köyü bilmeden köy romanı yazdığı gerekçesiyle, deyim yerindeyse saldırmış ve onu, hayatında hiç köyde yaşamamış, köyü görmemiş, köye dair sadece hapishanelerde köylülerden duydukları nispetinde romanlar yazdığı gerekçesiyle eleştirmişti. Hatta Mahmut Makal düşüncelerini “köylüyü mahpushanede tanıyan ve izlenimlerini roman şeklinde, memleket aydınına, millete sunan bir romancının, Orhan Kemal, Fakir Baykurt anlayışında bir romancı olmaması gayet olağan” şeklinde dile getirmişti. Kemal Tahir ise “Suç ve Ceza’daki adamı anlayabilmek için katil mi olacağız?... Allah Allah, gidip adam mı öldüreceğiz, katil romanı yazmak için” şeklinde ironik bir cevap vermişti. Tabiî ki kitapta her yazarın değerli düşünceleri olsa da bu konuda Mahmut Makal’ın zırvaladığını kabul etmek gerekir. Eğer herkes yaşadığı yeri veya hayatı yazsaydı, yazabilseydi öykü veya roman diye bir tür olmazdı. Kitapta, kurgu üzerinden bir kariyer edinen insanların kurguyu dışarıda bırakacak şekilde düşüncelerini savunmaya çalışmalarını okuduğumda komik bulmuştum. Çünkü o tartışmadan altmış yıl sonra birçok kişi görüyor ve savunuyor ki Kemal Tahir bu toprakların en büyük köy romancılarından biridir. Köy insanını en iyi anlatan, köye dışarıdan değil köy insanını bir yığın olarak değil insan teki olarak görebilen ve anlatabilen büyük bir yazardır. Bunun en büyük ispatı Sağırdere ve Körduman romanlarıdır. İkinci olarak da Yediçınar Yaylası üçlemesidir.

Körduman, Sağırdere’den iki yıl sonra neşredilir (1957) ve onun devamı niteliğindedir. Dört ana bölümden oluşur. İlk bölüm olan Dönüş’te, Sağırdere’de Ankara’ya çalışmaya giden Kulaksızın Mustafa’nın (bu kitabın da başkahramanıdır) Yamören Köyü’ne dönüşünü görürüz. Bu dönüş, köy şartlarında baktığımızda kudretli bir dönüştür. Çünkü parayla dönmüştür Mustafa ve bu para köy yerinde, bilinenin aksine her şey demektir: “…Para getirmedik sandı herif… Parayı sen bilir misin? Para, dünyanın çivisi…”. Bu açıdan köyün bazı dinamiklerini göstermesi açısından önemlidir.

Sağırdere’de köy-kent arasındaki ekonomik işleyişi ön plana almıştı Kemal Tahir. Tabiî sosyal yapı da bununla birlikte yer bulmuştu kendine. Bu kitapta özellikle ilk bölümde bu tür tezlerini çok fazla ön plana çıkarmamış Tahir. Köydeki gündelik yaşam ve Mustafa üzerinden köylünün “aşk” hayatı daha doğrusu cinselliği işlenmiş yoğun olarak. Bu durumu Kemal Tahir’in romanlarında çok görürüz. Onun özellikle köy romanlarını okuyanlar, köyün özellikle gençlerinin aklının her an cinsellikte olduğunu düşünür. Belki de onun hapishane gözlemleri bu yöndedir ki Namuscular kitabına baktığımızda pek haksız da değildir. Mustafa’nın da kafası karışıktır. Aşkı (Fadik) ve babasının küçük bir hesap için intikam uğruna “ayartmasını” istediği Ayşe arasında kalmıştır. Köyde intikam sadece mala zarar vermeyle olmaz çünkü. Babası Yakup ağa böyle buyurmuştur: “…Cana değmek salt vurmakla olmaz. Sözgelimi karısını kızını baştan çıkarırsın, alırsın öcünü tatlıca. Köy yerinde barınamaz olur, karıyı boşar, evlenir yeniden… Bunlar hep masarif! Bir de şaşar, karıyı vurursa, yallah mahpusa… Anladın mı?” Kitabın Mustafa açısından başka bir ayırt edici vasfı, onun Sağırdere’de daha çok gördüğümüz batıl inançlara olan bağlılığının bu romanda biraz daha gerçekçi bir hâl almasıdır. Kitapla birebir örtüşen bir durumdur bu. Ne de olsa Körduman, son derece realist bir köy romanıdır. Mustafa da bu şekilde evrilmiştir. Bocalaması da vardır ancak realist bir karakterdir diyebiliriz onun için.

Kitapta ikinci bölümde toplumsal bozulmayı bir nevi bir köy âdeti üzerinden gösterir yazar. Kemal Tahir köyü ve insan tekini anlatır ama toplumsal durumu anlatmaktan kopmaz. Kitabın kötü diyebileceğimiz karakterlerinden Topal İsmail’in köyün büyük başağa’sı (yarenlik kurumu) olabilme durumundan, Yamören’in bazı şeyleri fark etmediğini ve toplumsal çözülmenin başladığını anlayabiliriz: “Millet işin alayında… Güler Allah güler. Yamören’in delikanlısı Topal İsmail’e kalmış. Görürsün, yakında Hırsız İsmail, büyük başağa olur.”. Bu durum 1930’lu yılların sonlarında köyün geçirdiği değişimi ve ahlaki çözülmeyi anlatması bakımından önemlidir.

Bu bölüm de yine Mustafa’nın intikam peşinde koşup Ayşe’yi ayartmaya çalışması üzerine işlenir. Köy adetleri, folklorik yapı, köyün ekonomik işleyişi, köyün sosyal hayatı ön plana çıkan diğer şeylerdir. Ezanın Türkçe okunmasına atıf yapan Tahir, zaman konusunda da bize bilgi verir. Ayrıca şu anda köylerde pek hükmü kalmayan ama o zamanların bir nevi küçük devleti olan muhtarlık kurumunun despotizmi ve iktidarlığı net işlenmiş. Anadolu’nun beş yüz haneli bir köyünü de anlatsa Kemal Tahir toplumun üzerindeki Demokles’in Kılıcı olabilecek her şeyi romanlarında işlemiştir zaten.

Kitabın genel akışı ilk iki bölüm gibidir. Diğer bölümlerde de az farklarla aynı konu devam ettirilir. Köylünün adalet anlayışı, tarımda makineleşmeye bakış, okumanın önemi veya önemsizliği (Murat karakteri üzerinden)… Bazı bölümlerde Topal İsmail öne çıksa da Mustafa hep başkahramandır ve hemen her olay 16-17 yaşındaki bu delikanlıya bağlanır. Adalet ve dürüstlük kavramları iyi işlenmiştir romanda. Ahlaki açıdan baktığımızda Mustafa başkahramandır ama salt iyi midir? Topal İsmail nasıl salt kötüyse Mustafa arada kalmış bir karakterdir. Çocukluk arkadaşı Vahit’i kandırır ama iyi yönleri de öne çıkarılır. Hatta Vahit daha dürüsttür Mustafa’dan fakat Kemal Tahir sanki Vahit’i pek sevmemiştir. Okuru da ısındırmaz Vahit’e. Sonunda, toplumsal yapının da çözülmesiyle birlikte bu iki can ciğer dosttan biri ötekini vurur ve elli yıldır öldürme görmeyen köy dirliğini kaybeder.

Hem Sağırdere hem Körduman köylüyü aydınlatma çabası, onu dönüştürüp devletin kendi politikasına yönlendirme çabası, tarımdaki değişimi gösterme, geleneğin çözülmesi, makineleşme, köyden kente göçü gösterebilme bakımlarından önemlidir. Dönemin siyasi durumunu da gösterir ama bu durum saydığım özelliklerden daha az öne çıkar. Evet, dünyayla birlikte köy de dönüşür ama bunu Türkiye genelinde göstermez bize Tahir. Onun dünyası Yamören ve çok az da olsa Ankara’dır bu romanlarda. Ayrı ayrı da okunabilir bu iki roman, ama önce Sağırdere’nin okunması bütünlük açısından önem arz eder.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

13 Ağustos 2021 Cuma

Fikrî ve toplumsal sorunları hicveden bir mesnevi

“Bir eşek var idi zaîf ü nizâr
Yük elinden katı şikeste vü zâr.”

İnsanlar yüzyıllar boyunca birbirlerini grup grup ayırmışlar, burjuvazi, derebeylik, kast gibi birçok siyasal sistemde bu toplumsal vahdeti bozucu gruplaşmayı görüldüğü gibi, hayatın en günlük ve basit olaylarında bile görülüyor. Meşhur bir sanatçının konserine sahne önünden bilet alabilmek için neredeyse bir aylık maaş ödenirken, altıncı kategoriden bilet alabilmek için daha cüzi meblağlar ödeniyor. Zenginlik, makam mevki sahibi olmak, yaptığı meslek, mensup olduğu aile kişinin sosyal hayatında sahne önünde mi oturacağını, yoksa en arkadaki kategorilerde mi yer alacağını çok net belirliyor. Maalesef zaman zaman kişilere ehliyet ve liyakate göre değil, sosyal statüye göre ödül veriliyor. Oysa böyle olmamalı. Şeyhî, toplumsal ve bireysel hayatta çok ciddi problemlere yol açan bu ayrımcı sistemi Harnâme adlı mesnevisinde alay ederek, sağlam şekilde eleştiriyor.

Şeyhî’nin Harnâme’yi kaleme alma serüveni edebiyatçılarca iki ayrı hikaye olarak anlatılır; Sultan II. Murad, Şeyhî’yi vezir yapmak ister, fakat birtakım kimseler Şeyhî’ye kıskançlık besleyerek, böyle bir vezaretin ancak Şeyhî’nin Nizâmî gibi hamse sahibi olmasıyla mümkün olduğunu dile getirirler. Şeyhî böylelikle Hüsrev ü Şîrin adlı mesneviyi Farsçadan Türkçeye tercüme eder, yaptığı çevirinin bir kısmını padişaha arz eder, padişah da bu ahvalden memnun kalıp Şeyhî’ye ihsanlarda bulununca, eşkıyâ Şeyhî’nin yolunu çevirir, padişahın verdiği hediyeleri yağma eder, bu kimselerden Şeyhî zor kurtulur.

Diğer hikaye ise şöyle anlatılır: Hekim Sinan olarak bilinen Şeyhî, Çelebi Mehmed’in hakkında pek muzdarip olduğu bir göz rahatsızlığını tedavi ettiği için, şaire Tokuzlar köyü tımar verilir. Şeyhî tımarına doğru giderken bu köyün eski sahipleri şairin yolunu keser, elinde avcunda nesi varsa alırlar.

Her ne kadar Şeyhî yaşadığı talihsizlikler üzerine bu mesneviyi nazmetmiş olsa da, bu mesnevi sadece Şeyhî’yi kapsayan bir konuyu işlemiyor. Teşhis ve intak sanatlarıyla hayvanları konuşturarak, sadece bireyi değil, toplumun tamamındaki statü ayrımını kapsayan bir tenkit yapıyor. Bu tenkit de elbette, statünün değil, gösterilen çabanın ve sarf edilen emeğin karşılık görmesi gerektiği ana fikrini veriyor okura. Mesneviye göre eşek, sahip olduğu zayıf ve çelimsiz bedeniyle gün boyu yük taşımasına rağmen, bunun karşılığında herhangi bir ödül göremiyor. Oysa çimenlikte otlayan öküzler öyle değil. Sabahtan akşama kadar otlayıp uyuyorlar. Bu öküzler gibi yaşamayı, yaptığı işlerin karşılığında hak olarak gören eşek, sahibinin onu saldığı bir gün bir tarlaya girip ekinleri yiyor, öküzler gibi hiçbir iş yapmadan duruyor. Ancak girdiği tarlanın sahibi ekinlerini yenmiş bulunca, öfkesine hakim olamayıp eşeğin kuyruğunu ve kulaklarını kesiyor. Haliyle boynuz sahibi öküzlere özenen eşek, kuyruğundan kulağından da oluyor. Karakterler Şeyhî’nin hikayelerinde yerlerine konulunca taşlar yerine oturuyor. Şeyhî’yi çekemeyenler, onun vezaretini istemediler, hediyelerini yağma ettiler, ya da diğer hikayeye göre kendisine padişah tarafından verilmiş tımarına doğru giderken soygun yapıp elinde avcunda neyi var neyi yoksa aldılar. Oysa, Şeyhî padişah tarafından ona ihsan edilen her şeyi kendi çabası, kendi başarısıyla elde etmişti. Mesnevinin aşağıya aktardığım beyitleri bu konuda okura yüksek bir ilham sunuyor:

76. Niçün oldı bunlara erzânî
Bize bildür şu tâc-ı sultânî
“Bunlara sultan tacı/boynuz neden layık görüldü? (Biz de hayvan isek onlardan farkımız ne?); Bunu bize bildir.”
77. Yok mudur gökde ıldızumuz
K’olmadı yiryüzünde boynuzumuz
“Bizim gökyüzünde (talih) yıldızımız mı yok ki, yeryüzünde de boynuzumuz olmadı?”
78.Çün sığırdan eşek nite ola kem
Çün meseldür ki der benî âdem
“Eşek sığırdan niçin daha kötü olsun; insanoğlu bunu atasözü olarak söyler ki:..”
79.Har eger hor u bî-temiz oldı
Çünki yük tutar ol azîz oldı
“Eşek her ne kadar hor ve anlayışsız ise de, yük çektiği için şerefli ve hürmet hak eden bir hayvandır.”
80.Bâr-keşlikte çün biziz fâyık
Boynuza niçün olmaduk lâyık
“Madem ki yük çekmekte biz sığırdan üstünüz; öyleyse boynuza neden layık olamadık?”
81. Böyle virdi cevâbı pîr eşek
K’ey belâ bendine esîr eşek
“Görmüş geçirmiş ihtiyar eşek şöyle cevap verdi: Ey bela bağına esîr olmuş eşek,..”
82. Bu işin aslına işit illet
Anla aklında yok ise kıllet
“Eğer aklında noksan yoksa anla! Bu işin aslına sebep şu:..”
83. Ki öküzü yaradıcak hallâk
Sebeb-i rızk kıldı ol rezzâk
“Yaratıcı öküzü yarattığında, o rızık verici, onu rızık sebebi yaptı.”
84. Dün ü gün arpa buğda işlerler
Anı otlayup anı dişlerler
“(Öküzler) gece gündüz arpa ve buğdayla uğraşırlar, onu otlayıp dişlerler.”
85.Çün bular oldı ol azîze sebep
Virdi ol izzeti bulara Çalap
“Bunlar böyle bir mukkaddes nimetin(ekmeğin) meydana gelmesine sebep oldukları için, yaratıcı o şeref ve kıymeti bunlara verdi.”

Kitabın başında Enis Batur tarafından yapılan takdimde, toplumsal ayrıksılaşma şu paragrafla dile getirilmiş:

Osmanlıda at, pek çok diyarda olduğu gibi yüksek statülü hayvandır. Buna karşılık eşek, tıpkı amcazadesi katır, alçakgönüllü bir statüyü temsil ediyordu. Çilekeş, dayanıklı hizmetkar. Anırması sevilmemiş, tepmesinden çekinilmiş, inatçılığından yakınılmış, ola ki bu ayrıksılıkları nedeniyle durmadan sırtına yük ve sopa bindirilmiş, yetmemiş, insan kendi hemcinsini aşağılarken onu eşeklikle oklamıştır.

Harnâme küçücük, yarım saat içerisinde bitirilebilecek, ama üzerine düşünmenin çok uzun süreceği bir mesnevi. Fikrî ve toplumsal sorunların incelenmesi yanında şekli ve edebi olarak da üslubun çok sağlam olduğu bir eser. Bazen, bazı metinler manzume şeklinde olduğunda verilmek istenen ana fikir zihinlerde daha kolay yer ediyor.

Canla başla çalışanın hakkını alamaması, alamadığı gibi türlü tahkirlere uğraması ne acı. Harnâme'nin ihtiva ettiği komedyayı gülerek okuyoruz, ancak bu komedyanın altında yatan trajedi içler acısı. Naçizane öyle inanıyorum ki, kimsenin hakkı kimsede kalmayacaktır. Muhtevası pek dolu olan bu mesneviyi okuyacak olan herkese keyifli okumalar diliyorum.

Nidâ Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

12 Ağustos 2021 Perşembe

Mustafa Kutlu hikâyelerinden bir toplum okuması

Edebiyata bağlı kalmaksızın sanat eserlerinin tümünde bulunan dört unsur vardır: sanatı ortaya koyan kişi, sanatın muhatabı, sanatın kendisi ve sanatın içinde yer aldığı toplum. Kuramcılardan bir kısmı ortaya çıkan eserin kaynağının izlerini sanatçının hayatında ararken, bir başka grup eleştirmen sanatın okur merkezli olabileceğini savunabiliyor. Antik Yunan'ın Yansıtma Kuramı'ndan itibaren edebiyatın da asıl kaynakları bir muamma halinde günümüze dek gelmeye devam etmiştir. Bu kuramlardan bazıları (yansıtma, Marksizm, sosyolojik) sanatçının mutlak surette içinde bulunduğu toplumdan faydalanıyor olduğunu ileri sürmektedir. Ben de edebiyatın bu dört unsurun hiçbirinden bağımsız olamayacağını düşünmekle birlikte eserin özellikle sanatçının deneyimleri ve kültürel ögeleri olmadan okunamayacağını düşünüyorum.

Bu kapsamda çağımızın en başarılı öykücülerinden biri olan Mustafa Kutlu'nun eserlerinde yaşamının ve içinde bulunduğu toplumun izini tüketim perspektifinden kolaylıkla sürebileceğimizi göreceğiz. Gündelik dilde, konuşmalarımızda sık sık işittiğimiz ya da söylediğimiz durumları Kutlu'nun öykülerinde gözlemleyeceğiz. Yazarın bir tüketim ülkesi olarak gördüğü Türkiye okumalarında; Huzursuz Bacak, Uzun Hikâye, Sıradışı Bir Ödül Töreni ve Rüzgârlı Pazar isimli anlatılarından faydalanacağız.

Yukarıda ismini andığımız bu dört kitabın hepsinde tüketim alışkanlıklarının hayatımızın her yerine imza attığını gösteriyor anlatıcı bize. Geleneklerimiz, vicdanımız, yaşadığımız şehir, globalleşme ekseninde kaybolan hassasiyetlerimiz ve çok daha fazlası. "İnsanlık kapitalizm karşısında teslim bayrağını çekti, tarihin sonu geldi." (Huzursuz Bacak, 162) diyerek noktayı koyuyor yazar bu vahim duruma.

"Mevsimler neler anlatır insanlara? Dünyanın ne menem bir şey olduğunu anlatır. Başlangıcı ve sonu fısıldar. İyiliği ve güzelliği mırıldanır. Hayatı ve ölümü ifşa eder. İşlerinin, aşklarının, alacak-vereceklerinin, ihtiraslarının peşinden kendini kaybedip koşanlara seslenir. Eeey!... Ademoğlu!... Dur biraz. Biraz nefes al. Etrafına bak. No'luyor. Nedir derdin diye sorar." (Rüzgârlı Pazar, 50)

Günümüz insanı -ki kendisine modern deniliyor- sık sık eleştiriliyor anlatılarda. Her gün bir öncekinin aynını yaşayan, bir robottan farksız canlılardan söz ediliyor. Yaşama amacını, ama öyle hedefinden, hayalinden söz etmiyorum bunu söylerken, esas varacağı yer olan yaratılma gayesini sorgulamadan günleri kovalayanlar. "İnsanlar nereye gittiklerini biliyor mu acaba? Nereden gelip nereye gittiklerini. Duran çocuk; şunu bil ki, işte bu yollar, bu arabalar, bu sel olmuş akan sarı-kırmızı ışıklar arasında ademoğlu bu sorunun cevabını unuttu. Hatırlamak da istemiyor. Hatırlamak isteyenleri tersliyor, saf dışı bırakıyor." (Rüzgârlı Pazar, 33)

Bu koşturmacanın içinde yolsul-orta-zengin sınıfların birbirlerine bakış açıları yansıtılıyor kitaplarda. Bu insanların kendi dünyalarından birbirlerine nasıl baktıklarını, ne amaçla yaklaştıklarını, ilişkilerin nasıl tüketildiğini anlatıyor. Ve muhatap tarafından görünce, bu yazılarınları yalanlayamıyoruz ne yazık ki. "Artık üniversitelerin bir kıymet-i harbiyesi kalmadı. Hocalık da öyle. Kendini mektebe hapsedip harcama. Senin gibi donanımlı bir elemanı piyasalar arasa bulamaz. Açıkçası havada kaparlar seni. Burada kazandığının on mislini kazanır, bir büyük şirkete kapağı atarak kısa sürede CEO olursun. Dinliyorsun beni değil mi? CEO dedim, CEO!.." (Huzursuz Bacak, 73) diye düşünen ve kimliğini, kazancını, ilişkilerini tamamen kapital üzerinden belirleyen bir akademisyenin sözleri bunlar. Ne varsa parada var. Bu para ile akrabalık ilişkilerinin bile maddiyat üzerinden nasıl konumlandığına şahit oluyoruz başka satırlarda. "Yukarıda ablam var. Ama görüşmeyiz hiç, anca bayramdan bayrama. Yani sokakta görse beni görmezlikten gelir, hani para filan isteriz diye." (Rüzgârlı Pazar, 42) İşte bu zümreler arasındaki farklılık sosyal hayata da hepimizin aşina olduğu bir örnekle yansıtıyor: "Bazen ailece işte mutfakta ne varsa; peynir-ekmek-domates alıp çevre yolu kıyısına gideriz. Bir akasya gölgesi bulursak ne âlâ. Arabalar geçip gidiyor; bakar, oyalanır, güya piknik yaparız. O böyle anlatırken ben de tam bu sırada çevre yolundan arabaları ile geçen işi tıkırında adamların, bunlara baka baka ağızlarında geveledikleri yaveleri hatırlıyorum. 'Yahu yolu gözlemek nasıl bir şey. Yani ne anlıyorlar bundan. Yok arkadaş bu millet pikniğe çıkmayı da bilmiyor. Sığır bunlar sığır.' " (Rüzgârlı Pazar, 81)

"Hâkim sermaye ile hâkim kültürün dümen suyuna girip bir de dışarının acentası oldu mu, hapı yutuyoruz. Davul bizim boynumuzda, tokmak başkasının elinde." (Huzursuz Bacak, 102) Huzursuz Bacak kitabında yer alan bu satırlarda aslında çok net bir kapitalist kültür eleştirisi yer alıyor. Birileri çalışıyor, emek veriyor, alın teri döküyor ancak bu birini çalıştıranın elinde bir tokmak, davul misali çalışana vuruyor da vuruyor. Uzun Hikâye'de cevap veriyor yazar bu duruma, böyle düşünenler nasıl mı karşılık görüyor, buyrun: "Bütün bu işleri yapıp çatan, alın teri döken babam ile hademelere de arada bir 'Buyurun siz de alın' demek gerekmez mi?", "Madem biz bu bahçeyi alın teri dökerek yetiştirdik, ürünü de eşit olarak bölüşmeli değil miyiz", "Eşit bölüşüm de ne demek? Yoksa sen sosyalist misin?" (Uzun Hikaye, 20) Bilindiği gibi toplumuzda adalet ve eşitlik gibi kavramlar çoğu zaman sosyalizm ideali üzerinden eleştirilmiştir ve sosyalist olma etiketinin en azından insanlarımızın çoğunca iyi karşılanmadığını tarih de bize öğretti, günümüz de göstermeye devam ediyor.

Vicdanımız da tükeniyor bu çılgın harcama ve harcatma kültüründe. Çok uzağa gitmeden kendimizden örnekler verelim. Dünyanın dört bir yanındaki savaşları ele alalım. Filistin'in on yıllardır gördüğü zulmü, Saraybosna'yı, Myanmar'ı, Suriye'yi, Mısır'ı... Gündemimizde en çok bunlara yer verildiği için anıyorum bu isimleri. Yoksa dünyanın nasıl bir kazan gibi fokur fokur kaynadığını hepimiz biliyoruz. Hangimiz zulme ilk günlerdeki vicdani tepkiyi gösterebiliyor hâlâ? Televizyonlar için bu haberler artık eskimedi mi sizce de? Güneydoğu bölgemizde Suriyelilerin ve yerel halkın çatıştığını, mülteci kadınların bir tas çorbaya "satıldığını" haberlerde okumadık ya da bire bir şahit olmadık mı? Ya da bir Türkiye gerçeğini, dilencileri ele alalım. Her gün önünden geçtiğiniz bir dilenciyi düşünün, belki bir belki beş gün kendisine yardım edeceksiniz. Bir ay sonra aynı kişiyi gördüğünüzde kalbinizin aynı yeri ağrıyacak mı? Sanmıyorum. Çünkü normalleşecek artık. Biz normalleştireceğiz. Medya ile, "bir şey gelmiyor ki elimden" bahanesi ile, çok konuşarak, çok tüketerek vicdanlarımızı, normalleştireceğiz. Bakın, Rüzgârlı Pazar'da nasıl yer veriyor bu konuya Kutlu.

"Ekranlarda göre göre, gazetelerde okuya okuya alıştık sanki. Yüreğimiz nasır tuttu. Biri yoksulluktan bahsedecek olsa suratımız buruşuyor, dinlemek istemiyoruz." (40)

"Yoksulun evi uzaktadır, kimseler görmez. Yoksulun sesi kısılmıştır kimseler duymaz. Yoksulun yüzü soğuktur kimseler bakmaz; bakan olsa da başını çevirip gider." (40)

"İnsanlar bizi anlamıyor, bizden tiksiniyor. Bazıları dilenci sanıyor. Küfreden var, tekmeleyen var. Hele mendilcilere çok kötü davranıyorlar." (166)

"Yoksullar artık bir tehdit unsuru gibi algılanıyor." (167)

Ve bir başka tüketim mecrası bulmak hiç zor değil. Hayatlarımızda da kitaplarda da. Caddelere bir göz gezdirmek bunun için kâfi olacaktır. Yerel esnaf, yerli tüketim, çarşı-pazar alışverişi... Bütün bu kavramlar yavaş yavaş da değil üstelik, hızla el çekiyor hayatlarımızdan. Belki de en başında dediğimiz gibi "teslim bayrağını çekmiş"izdir, kim bilir? Sınıfsal ayrımlar mühim değil, ya gerçeği ya bire bir imitasyonu ya da sahtesi çarpmıyor mu gözümüze dünyaca ünlü markaların? Tükettikçe, bu markaların ufacık da olsa amblemlerini üstümüzde taşıdıkça "adam" olduğumuzu zanneder olduk. Bunu yapan sadece yetişkinler zannediyoruz ama hiç öyle değil. Kendi sınıfımda ufacık çocukların okul alışverişlerini mahalle kırtasiyelerinden değil de hepimizin bildiği kitap-kırtasiye zincirlerinden yapmaları, bunu da bir övünme aracı olarak görmeleri içimi sızlatıyor. Bir öğrencim, sınıf arkadaşına "Dikkat ediyorum da üç haftadır aynı ayakkabıyı giyiyorsun, neden?" diye sorabiliyor. Kutlu'nun da kitaplarında değindiği bir diğer konu bu:

"Gençler lüks mağazaların lüks vitrinlerinde sergilenen lüks mallara bakar bakar iç çeker. Sonra gidip işportadan onların taklitlerini alırlar. Kalabalık, şu tüketime doğru savrulan kalabalık tüketimin hasını tüketemez." (Rüzgârlı Pazar, 19)

"Sahanlığın bir yanında gözlükçü var. Ucuz gözlük satıyor, güneş gözlüğü. Hele yaz başında o yılın moda gözlüklerinin taklitlerini sıralıyor ki can dayanmaz." (Rüzgârlı Pazar, 23)

"Gözlükçünün karşısında çantacı. Senenin modası ne ise onun taklidi, ucuzun ucuzu kadın ve çocuk çantaları satıyor, işi iyi." (Rüzgârlı Pazar, 24)

Durum tespitleri Rüzgârlı Pazar'dan gelirken bu durumun karşısındaki bir anlatıcının sesi Huzursuz Bacak'tan yükseliyor:

"Marka giymenin hususi değil umumi bir şey olduğunu; marka ve imzanın iki ayrı zihniyeti temsil ettiğini söylesem. Zevki olanların terzisi olduğunu desem. Terziler birer sanatkârdır ve imzaları vardır değil mi? Oysa marka kolektif bir çabanın ürünüdür. Aslına bakarsan o da bir nevi konfeksiyon. Marka sahibi şirket, markalı pantalonu giyen erkeği veya marka parfüm sürünen kadını bütün dünyadan devşirdiği sürüsüne katıyor. Kovboyların sığırları damgalaması gibi. Marka hegemonik bir şey. İnsanlar makineye nasıl güle-oynaya teslim olmuş ise markaya da öyle tapıyor. Bu tam bir mistifikasyon. Marka giyerek sürüden ayrıldığını sanıyorsun. Farkı farkedin, diyorsun. Heyhat! Bu aldanışın daniskası. Gerçekte sen de bu markanın bir neferi oluyorsun." (98)

Sıradışı Bir Ödül Töreni'nde ise bizim tükenmekte olan saf, hakiki ve bize özgü bir kumaşın dünyaca ünlü bir Türk modacısının defilesinde kullanılması üzerine dünyanın gündemine geldiğini görüyoruz. "Bu hanım bu defileyi buradan aldığı bez kumaşlar ile yaptı. Çok itibar gördü. Avrupa'da göklere çıkardılar." (Sıradışı Bir Ödül Töreni, 104) Kendi ürünlerimizin kıymetinin farkına varabilmemiz için Batı'nın tesciline ihtiyaç duymak... Ne acı! Sonra da kendini medenileşmiş (!) toplumlar üzerinden tanımlayan bir kimliğe dönüyor köklü ve zengin kültürümüz: "Çıkara çıkara Türk Einstein'ini, Sivaslı Sindi'yi çıkarıyoruz. Gelişen bir şehrimizi 'Doğu'nun Paris'i ilan ediyoruz. Kendi varlığını, inancını, kültürünü, tarihini inkâr eden, redd-i miras edenin sonu budur. Kendini hor görenin hali budur." (Huzursuz Bacak, 81)

İstanbul da sık sık konu ediliyor anlatılarda. Tüketim ekonomisini destekleyen en önemli etken belki de şehrin yüzünün bu denli değişmesi. 80'lerin sonunda doğmuş bir Y kuşağı olarak içinde büyüdüğüm çevreden İstanbul'un eski siluetini dinlediğimi hatırlıyorum. Komşu teyzeler, biz sokakta oynarken kendi çocukları olmasak da su sallarlardı sepetlerinde bize. İstanbul'un müzelerini gezmek bizim için büyük bir entelektüel hareketti o yaşlarda. Binalar yine yüksekti ama insanlar üç-dört sokak ötesindeki komşusunu bile tanır, derdini dert edinirdi. Sadece yirmi yıl öncesinden söz ediyorum, çok uzak değil. Elli yıllık bir binasında büyüdüm Fatih'in, annemden dinliyorum 60'lı yıllarda oturduğumuz binanın avlusu olan müstakil bir ev olduğunu. Osmanlı mimarisinin ne kadar hızlı dönüştüğünü görmem için yetiyor bu bilgi. Kutlu da söylüyor kitabında: "İstanbul yirminci yüzyılda büyük bir travma yaşadı. Ve bunun izleri derin mi derin." (Huzursuz Bacak, 35)

"Türk İstanbul nedir? Bodur minaresi ile bir mescit, yanında bir ihtiyar çınar, onun gölgesinde bir çeşme, iki dükkân, bir sıbyan mektebi ve mektebin altında bir kuş evi." (Huzursuz Bacak, 115)

Şimdi kaldı mı bu Türk İstanbul'undan bir iz? "Gökdelenlerin Pera-Maslak hattında oluşturdukları siluet, suriçi İstanbul'un kubbe ve minarelerden oluşan siluetine meydan okuyarak 'güç bende' diyor.", "Yağlı müşterilerimizi gezdirecek, mistik-egzotik-otantik bir müze." (Huzursuz Bacak, 118) Şehir de tüketimden nasibini aldı, bir köşe yazısında dile getiriyor Kutlu İstanbul'un lüks tüketimde Paris'in önüne geçtiğini. Buna övünmeli miyiz diye soruyor. Övünmeli miyiz sizce? Uzaktan baktığımız, önünden geçerken belki de ulaşılmaz ve gizemli olduğu için bakıp da rüyalara daldığımız bir yer için de ekliyor anlatılarında: "Bu 'taşı toprağı altın' şehir, her şey satılık fehvasınca ihaleye çıkarılmıştır. Kızkulesi dahi ihaleden nasibini almış, yeniden dizayn edilmiş, masumiyetini kaybederek işletmeye açılmıştır." (Huzursuz Bacak, 117)

Mustafa Kutlu'nun eserlerinin her birinde tüketim eleştirisi yer alıyor. Bazen başrolünde oluyor kitabın bazen figüran ama her daim mevcut. Huzursuz Bacak'taki bir paragrafında sosyal hayata indirgiyor tüketimi ancak biz bunu genele vararak da okuyabileceğimizi biliyoruz.

"Bazı şeyler hayatımızdan sessizce çıkıp gidiyor. Nasıl da kolayca razı oluyoruz. Hayır, belki direniyoruz bir zaman biz değilse hala gelincik şurubu şişeleyen ninelerimiz direniyor. Ama işte ellerimiz yana düşüyor. Nineler masallara bürünüp şuruplar böğürtlen reçelleri ayva tatlıları ile birlikte gidiyorlar. Biz buzdolabının buz gibi yüzüne bakakalıyoruz, silkinip bir kola açıyoruz." (Rüzgârlı Pazar, 128)

Kutlu eleştirilerini olduğu gibi de bırakmıyor anlatılarında. Hem kitaplarında hem köşe yazılarında yer alıyor önerisi: "Onların vardığı netice 'tüketim ekonomisi' ise; benim teklifim 'kanaat ekonomisi'dir." (Huzursuz Bacak, 112) diyor.

Belki de herkesin kendince bu kaosa dur diyebilmek için kendi çözümünü üretmesi gerekiyor. Hayatımızdan daha fazla şey sessizce çıkıp gitmesin diye...

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler