12 Ağustos 2021 Perşembe

Timur'un devlet ve yaşam felsefesi

Çeşitli dillerde Tēmür, Temur, Tömür, Teymur gibi isimlerle anılan, Osmanlıların Timür, Bizanslıların Demir-is dedikleri, tarihin en hiddetli ve otoriter hükumdarlarından biri, Timur İmparatorluğu'nun (Tamerlan, Timour le Boiteux, Timour le Grand) kurucusu olan Timur'dur. Birçok kaynağa göre Çağataylıları meydana getiren kabilelerden biri olan Barlaslar'ın reisi olan Turagay ile Tekira Hatun'un çocuğu olarak 1336'da Semerkant yakınlarındaki bir köyde dünyaya gelen Timur, 1370 yılında Çağatay Hanlığı'nın batısını zaptederek askerî tarihte bir lider olarak kendini gösterdi. 1398'de Delhi Sultanlığı'na, 1401'de Memluklar'a ve 1402'deki Ankara Savaşı'nda Osmanlılara karşı kazandığı zaferlerden sonra Türk-İslâm dünyasında adı en çok anılan isim oldu.

Timur'un Batı Asya üzerine düzenlediği seferler, tarihin en kanlı seferleri olarak geçmiştir. Bu seferlerde ortalığı yakıp yıkan ordusuna sanatkârlara, tarihî eserlere ve âlimlerin kitaplarına asla dokunulmamasını emreden Timur, birçok ilim insanını Semerkant'ta toplayarak şehri bir ilim merkezi hâline getirmeye çalışmıştır. En büyük seferi 1399-1404 yılları arasında gerçekleşmiş, asayişi temin etmek için ön Asya taraflarına yapılmıştır. Azerbaycan, Gürcistan ve Irak topraklarında ciddi yerler zapteden Timur; Malatya, Kâhta, Divriği, Sivas ve Antep'i topraklarına katmıştır, 30 Ekim 1400'de Halep şehrini de almıştır. Halep'i aldıktan sonra kadıları ve âlimleri bir mecliste topladı.

İbn-i Şahne, Ravzât’ûl-Menazır adlı eserinde bu mecliste yaşadıklarına dair şunu anlatır: "Bizi çağırttı, huzuruna geldik ve oturmamız emredildi. 'Size Semerkand, Buhara, Herat şehirlerindeki ulemaya sorduğum ve cevap veremedikleri soruyu soruyorum. En iyiniz ve en bilginizden başkası cevap vermesin ve ne konuştuğunu bilsin' dedi ve 'Dün sizden ve bizden ölenler oldu, peki hangileri şehittir? Sizden ölenler mi, bizden ölenler mi?' diye sordu. Herkes susmuştu ki Allah bana cevabı hemen gösterdi. 'Dün sizden ve bizden kim Allah adını yüceltmek için savaşıp öldüyse o şehittir' dedim. Bunun üzerine Timur 'güzel, güzel' dedi. Son sorusu 'Hz. Ali, Muaviye ve Yezid hakkında ne diyorsunuz?' şeklinde oldu. Kadı Alemuddin el-Kufsî, 'üçü de müctehiddir' deyince Timur çok kızdı ve 'haklı olan Hz. Ali’dir, Muaviye zalim, Yezid ise canidir. Siz Halepliler Hüseyin'i katleden Şamlılar kadar suçlusunuz' dedi."

Halep'ten sonra Şam üzerine yürüyen Timur, Mart 1401'de şehrin yağmalanmasını emretti, şehir harabeye döndü. Bir Timur tarihi olan Zafernâme'de Nizamüddin Şamî, Şam'da yaşananları şöyle nakleder: "Timur Şam'a girince devlet erkanına ve emirlere; biz işitmiştik ki bu memleket bir müddet Muaviye ve Yezid'in idaresi altında idi Bunlar daima ehl-i beyt'e ve peygamberin kızı Hz. Fatma ve damadı Hz. Ali'ye ve onların oğullarına zulmettiler. Şam ahalisi bunlarla beraber oldular. Bir taife peygamberlerinin ulusunun ümmetinden olsun, cehennem zindanı olan şirkten kurtulup cennet bahçesi gibi olan İslamiyete kavuşsun sonra da onun ailesine böyle zulümler yapsın. Bunu aklım almazdı. Ama Şam'ı görünce bu hakikat şimdi meydana çıktı. Çünkü böyle büyük bir şehirde sırf hava ve heves uğruna bu kadar büyük binalar, köşkler, bahçeler, semaya serçekmiş saraylar yaptıkları halde burada yatan peygamberin zevcelerinin kabirlerine bir adam çıkıp ta dört duvar bile çekmemiş. Allah böyle bir milletin başına bela vermeyip de kime versin."

Edirneli Oruç Beğ'in Tevârîh-i Âl-i Osman'ında ise ilginç bir konu aktarılır: "Şam’ı alan Timur, üzerlerine derme çatma kulübelerin yapılmış olduğu bazı mezarlar gördü. Kime ait olduklarını sorunca Sahabe'nin yani Hz. Muhammed’in (sav) yanında bulunmuş bazı kişilerin mezarları olduğunu öğrendi. Ama bu mütevazı mezarların hemen ilerisinde, Emevî Camii’nin yakınında bulunan Bâbü’s-sagîr Mezarlığı’ndaki kubbeli ve son derece gösterişli bir mezarın da ilk Emevi halifesi Muaviye’nin oğlu olan ve Hz. Muhammed’in torunu Hz. Hüseyin ile yakınlarının Kerbela’da şehit edilmesine sebebiyet veren Yezid’e ait olduğunu öğrenince hiddetlendi ve 'Sahabe mezarlarının üzerine kulübeler kondurmuş, Peygamber efendimizin torununu katletmiş bu adama saray gibi mezar yapmışsınız' diyerek Yezid’in türbesinin derhal yıkılmasını, toprağının elli arşın kazılarak Kızıldeniz’e dökülmesini buyurdu. Bununla yetinmeyip askerinden binlercesini Yezid’in mezarının üzerine işetti. Muaviye’nin mezarını da ortadan kaldırdı.

1400-1403 yılları arasındaki Anadolu Seferi esnasında birçok çizime, tasvire, minyatüre ve resme konu olmuş hadise ise Ankara Savaşı'dır. Osmanlıları yenip Yıldırım Bayezid'i esir alan Timur bununla yetinmemiş; oğlu Mirza Muhammed'i, Bayezid'in oğlu Süleyman Çelebi'nin peşine takıp hem hazineye hem de Osmanlı başkenti Bursa'ya göz koymuştur. Neşrî Tarihi'nde Mirza Muhammed'in Bursa'yı talan ettiği ve saraydaki Osmanlı hazinesini aldığı yazar. Mirza, Ulu Cami'yi ahır yapmış, koyduğu adamlara ateş yaktırıp orada yemek yaptırmıştır.

Neşrî, Bursalıların bu hadise karşılığında kahrolduklarını, haftanın günlerini dahi unuttuklarını ve cuma namazlarını da kılamadıklarını belirtir. Timur'un İzmir'i de fethetmesinin ardından bazı rivayetlere göre Bayezid eleminden vefat etti. Ondan birkaç gün sonra da Timur'un veliaht ilan ettiği torunu Muhammed Sultan, 29 yaşında öldü. Timur hem Bayezid hem de torunu sebebiyle hiddetine ara verdi. Bayezid'in oğullarından Musa Çelebi'ye hilat, kemer, kılıç verip ona Bursa'yı bağışladı, eline yarlıg verdi. Babası Bayezid'in na'şını, Bursa'ya götürmesi için Musa Çelebi'ye teslim etti.

Aile, toplum, devlet gibi meselelerde Moğol kanunlarını uygulayan, gelenek ve göreneklerine son derece bağlı olarak bilinen Timur; hükümdarlar arasında en fazla tarih bilgisine sahip olanlardan biri olarak bilinir. İsmail Aka'nın Timurlular'ında üç dil bildiği (Türkçe, Moğolca, Farsça) yazar. Bazı rivayetlere göre Şam'da İbn Haldun ile görüşmüş ve tarih bilgisiyle onu fazlasıyla şaşırtmıştır. Hocalara, âlimlere ve sanatkârlara büyük hürmeti olan Timur'un bazı kaynaklarda Nakşibendî tarikatının kurucusu Bahâeddin Nakşibend'in hayır duasını aldığı yazar. İmâm-ı Rabbânî'nin Mektûbât'ında Timur'la ilgili bir bölüm şöyledir: "İşittim ki: Emir Timur Allah Rahmet eylesin; bir gün Buhara sokaklarından geçerken Hace Nakşıbendî'nin dervişleri, dergâhın halılarını temizliyorlardı. Emir burada durdu, dergâhın tozlarını dervişlerin feyizlerinin bereketiyle kendisi için, amber (güzel koku) kıldı. Mümkündür ki bu alçak gönüllülüğü onu iyi bir sonla şereflendirmiştir."

Orta Asya göçebelerinin İslâmlaşmasında büyük bir pay sahibi olan Timur, Bîbî Hanım Mescidi (Semerkant Camii) ve Ahmed Yesevî Hankâhı gibi iki önemli eser inşa ettirmiştir. Seferlerinden fırsat buldukça Şah-ı Nakşibend'in şeyhi Emîr Külâl'ı ziyaretine gittiği belirtilen Timur'un hocası ise Şemseddin Külâl imiş.

İnsan Yayınları tarafından ilk baskısı 2010 yılında yapılan Tüzükât-ı Timur'un (Timur'un Günlüğü), yalnız tarihçilerin değil tarihe meraklı herkesin yoğun ilgisine mazhar oldu. Kutlukhan Şakirov'un ve Adnan Aslan'ın titizlikle hazırladığı kitapta evvela çalışmanın şeceresi ortaya çıkarılmış. Hangi yolla temin edildiği, gerçekten Timur'a ait olup olmadığı açıklanmış. Kitabı tercüme eden Alihan Töre Sağuni, 'tercümandan' diyerek yazdığı kısa girişte şöyle demiş: "Timur'un otuz altı yıllık saltanatında yaşadığı olayları öğrenmek için bu kitap yeterlidir. Şimdi okuyucu kendi kaleminden Timur'u okuyucunda onun hakkında kararını kendisi verecektir."

İki bölüme ayrılan kitabın 'melfûzat' adlı ilk bölümünde Timur, Tuğluk Temir Han'la başlayan saltanat kavgasından Ankara Savaşı'na kadar gerçekleşen olayları otuz bir fasıl (kengeş) olarak yazar. 'Tüzükât' adlı ikinci bölümdeyse devlet kurma ve yönetme ilkeleriyle bazı uygulamaları yer alır.

Farsça metinde geçen bazı kavramların Türkçelerinin dipnot olarak belirtilmesi okumayı zevkli bir hâle getiriyor. Timur yazılarını birinci tekil şahısla kaleme almış ve bazı durumlar karşısında "bunda hata etmedim" diyerek duygusal yaklaşımlarda bulunmuş. Ceta leşkerini kırmada kullandığı tedbirleri anlattığı bir bölümde manevî dünyasını keşfetmek de mümkün: "Ben o gece dağın tepesine çıkarak âcizane Allah'â çok yalvardım. Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm'a salavât söyleyip uyumadan oturuyordum; uyku ile uyanıklık arasında "Timur, fetih/zafer senindir" diyen ses duyuldu."

İkinci bölüm (tüzükât) özellikle devlet yönetimi tarihîne meraklı olanlar için oldukça önemli bir bölüm. "Kahraman oğullarıma, devletli torunlarıma malûm olsun ki Tanrı Teâlâ'dan ümidim vardır; benim evlâd ve nesillerimden çok kişiler uzun yıllar saltanat tahtına oturacaklardır" diyerek başlar Timur. "Bu on iki şey yardımıyla büyük ülkeler fethedip cihangirlik kıldım" sözüyle şunları belirtir:

1. Hudâ'nın dinine, Muhammed Mustafa'nın şeriatına dünyada revaç idim.
2. On iki tabaka kişilerden ordu kurup cihangirlik kıldım.
3. Bütün işlerimi kengeşe bağladım. Dikkat ve uyanıklılık ile tedbirler yürüttüm.
4. Saltanat müessesesini töre ve tüzüğe sıkıca bağladım.
5. Emîrler ve sipahilerime unvan verip, onlardan altın ve gümüşü esirgemeden gönüllerine rağbet verdim.
6. İnsaf-adalet yolunu tutup halkı kendimden razı kıldı. Günahlı ve günahsıza şefkat edip hakla hükmettim.
7. Peygamber evladı seyyidler, ulemâ ve meşâyih, âkil, bilgiç, danişmentler, müfessir, muhaddislerden iyilerini seçip alıp, onların izzet ve hürmetlerini yerine getirdim. 8. Her sözde ve her işte sebat, ciddiyetlilik, yolunu tuttum. Ne işi yapmaya kastetmiş isem, gönlüm ona bağlanıp onu bitirmedikçe ondan elimi çekmedim.
9. Raiye haliyle iyice tanışırdım. Büyükleri ağabeyler safında, küçüklerini çocuklarım yerinde görürdüm. Her yerin tabiatını, her halkın mizaçlarını, adet ve geleneklerini incelerdim. Her yerin, her şehrin ileri gelenleri ve ulularıyla dost ve biraderlik kıldım.
10. Türk-Tacik, Arap-Acem'den herhangi bir taife veya kabile olsun eğer benim devlethaneme girdiyseler, büyüklerine hürmet ettim.
11. Çocuklar, akrabalar, dost biraderler, komşular, benimle bir zamanlar dostlukta bulunan kişileri, bunları devlet nimet zamanında unutmadım. Daima yoklayıp sorup, haklarını eda ettim.
12. Dost düşmanlığa bakmadan her erde sipahilere hürmet ettim. Çünkü bunlar hürmete layık kişilerdir. Değerli canlarından fâni dünya için vazgeçerler.


160 sayfalık Tüzükât-ı Timur sadece bir günlük değil; içinde stratejiden liderliğe, aile yönetiminden devlet adamlığına önemli ilkeler barındıran rehber niteliğinde kitaplardan biri. Timur'un üzerinde sıklıkla durduğu ilkelerden biriyle yazıya son vermeyi münasip buldum:

"Hangi devlet eğer dinî ve ahlâkî temel üzerine kurulmazsa ve onun siyasî işleri töre-tüzük kanunlarına sıkı bağlanmaz ise, öyle devletin câzibesi gider, heybeti yok olur. Böyle devlet çıplak kişiye benzer ki onu görenler iğrenip gözlerini yumarlar. Veya bir eve benzer ki onun üstü açık, kapısı, perdesi yoktur; insanlar, insan olmayanlar sık sık girerek ayakaltı ederler."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

10 Ağustos 2021 Salı

Okuma-yazma eylemine profesyonel bir bakış

Okuma deneyimi, yazma deneyimi, kitaplar, dünyada çeviri sorunu, edebiyat ödülleri vb. konularda yazılan metinler, bana bazen güzel bir roman okumaktan daha çok keyif veriyor. Edebiyatı daha profesyonel bir bakış açısıyla değerlendirdiğini düşünüyorum bu tür metinlerin. Tabiî bu metinleri işi edebiyat kuramcısı, araştırmacı, editör ya da buna benzer, kitaplarla profesyonel ilişki kurabilen kişilerin yazmasını önemsiyorum. Bu tür kişilerin edebiyat veya edebiyat sorunları hakkında yazmasının bir riski var elbette. Bu da kuru, zevksiz bir metnin ortaya çıkması. Ama bu riski ortadan kaldırabilecek bir yazarla karşı karşıya kaldığımızda okunan kitabın keyfi kat kat artıyor. Tim Parks bence bu işi iyi yapanlardan biri. Öznel bakışını zaman zaman bilgilerle donatıp nesnel bir metin ortaya çıkarması, okuma deneyimlerini sık sık yazıya katması, somut olması gereken yerlerde direkt yazar ve kitap ismi vermesiyle Ben Buradan Okuyorum, “kitapların değişen dünyası” alt başlığıyla nefis bir metin olarak karşımızda duruyor.

Metis Eleştiri kategorisinden basılan kitap Roza Hakmen çevirisine sahip. Toplam dört bölüm ve otuz yedi denemeden oluşuyor kitap. Bölümlerin isimleri ise şöyle: Kitabın Çevresinde Dünya, Dünyada Kitap, Yazarın Dünyası, Dünyalar Aşırı Yazmak. Tabiî bu bölümlere ek olarak bir ön söz de yazmış Parks ve bu ön sözde kitabı yazma sebebiyle birlikte “kitap” olgusu hakkında genel bir değerlendirme yapmış.

Öncelikle şunu söylemek istiyorum. Denemeler samimi bir dille yazılmış ve birbiriyle ilintili değil. Konu bağlamında elbette genel bir başlık altında toplanmış ama herkes ilgisini çekecek bölümleri önce okuyup diğer bölümleri sonraya bırakabilir. Zaten kitabın en sevdiğim özelliklerinden biri, herkesin ilgisinin çekeceği yerlerin farklı farklı olması. Kendi adıma bazı “takıntı”larıma da cevap buldum diyebilirim. Okumayla ciddi bir şekilde ilgilenen, okumayı hayatının ortasına koyan herkese bir şeyler söyleyebilecek bir kitap bu. Meraklarımızı giderebilir, okuma hastalıklarımıza bir cevap olabilir ya da sadece iki okur olarak sohbet havası da oluşturabilir. Bu açıdan oldukça samimi. Bu samimiyetle beraber ben de bir kitabı sonuna kadar okuma, başladığım kitabı mutlaka bitirme problemime bir cevap buldum diyebilirim. Gerçi buna Mîna Urgan’ın şöyle de bir söz var: “Karpuzu kestin. Baktın ki kabak. Gene de zorla yiyecek misin o karpuzu? Canım Fethi Naci’nin bu cümlesinden sonra başladığım her ne ise hoşlanmadığım yerde bırakmaya karar verdim. Kitabı da insanı da.” Ama bu söz bana fazla havada ve fazla amatör geldiği için (okuma anlamında Fethi Naci’yle de aram pek hoş olmadığı için) Parks’ın incelemesi daha yerinde geldi. Parks duruma estetik kitaplar açısından yaklaşıyor haklı olarak ve kitap sonlarını denemesinin merkezine koyuyor. Yani estetik bütünlük olması gereken, bu bütüne göre yorumlanması gereken bir kitabın hepsini okumazsak nasıl doğru karar vereceğiz? Bu soru peşinden gidiyor ve denemesine Kafka’yla Schopenhauer başta olmak üzere birkaç yazarın eserlerini de konuk ediyor. Parks ve destekçisi diğer yazarlara göre bir kitap herhangi bir noktada terk edilebilir. Ona göre Kafka’nın birçok eseri böyledir. Ya bir anda bitirilmiş ya da olaylar “bu kadar yeter” denerek alelacele toparlanmıştır ama bu kitaplar değerinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Dediğinden şunu anlıyorum: Yeşilçam filmleri gibi mutlu veya mutsuz bir sona bağlanmak zorunda değiliz. Herkes alternatif sonlarını oluşturabilir. Hikâyeyi en sevdiği noktada bırakabilir ve bundan sonrasını kendi kafasında yaşayabilir ve böylece o kitap en güzel hâliyle kalmış olur. Çünkü Parks, bir son yazmanın yazar için işkence olabileceğini iddia ediyor: “Bir kez yapı kurulduktan ve anlatı topu yuvarlanmaya başladıktan sonra, bir sonun gerekliliği talihsiz bir yükten, bir utançtan, onca imkânın önünün ne yazık ki kapatılmasından ibarettir. Birçok yazarın romanı sonlandırmak için kendini yaratmak zorunda hissettiği elli sayfalık gerilimi psikolojik bir işkence olarak yaşarım bazen; yarı yarıya da olsa inandığımız sonlar elbette mutsuz sonlar olduğu için hayatı patos ve trajedi üretme makinesi olarak görmeye mecbur ederler beni. … Sonların esiri oluşumuz bir tür zorbalıktır. Bitirmediğim birçok romanı bitirmiş olsam, gözümdeki değerinin daha düşük olacağından kuşkum yok.

İlk bölümdeki denemeler bence kitabın en dikkat çekici denemeleri. Bunun sebebi daha genel okuma problemlerine değinmesi. Örneğin son bölümlerde daha spesifik ve derin konulara değinirken (roman-kültür ilişkisi gibi) bu bölümde daha çok e-kitaplar, okuma mücadelesi, okuma-zaman-teknoloji ilişkisi (ki kitabın en güzel denemelerindendir) gibi konuları işlemesi.

Tim Parks ikinci bölüm olan Dünyada Kitap’ta uzun uzun yerel edebiyat ve evrensel edebiyat karşılaştırması yapıyor ve bunları çatıştırıyor. Yerel edebiyatın dünyanın her yerinde göz ardı edilmeye başlandığından yakınan yazar bunun sebebini ise İngilizceye bağlıyor. Çünkü bir kitap hangi dilde yazılıyorsa aslında o dilin kültürüne göre şekil alır. Bazı yerel olarak İngilizcede açıklanamayan şeyler, İngiliz kültürüne adapte edilerek kâğıda geçirilir. Bu da bizi tektip bir edebiyata götürmeye başlar. Hint yazarlarının İngilizce yazdığı kitapları ne kadar Hint edebiyatı ya da kültürü içerisindedir ya da Orhan Pamuk’un İngilizce yazdığı kitaplar Türk edebiyatına mı aittir? Bu tür sorulara cevap arıyor Parks. Elbette yazarlara da hak ettikleri iğneyi batırarak: “Birbiriyle ilgili ve rekabet halindeki dünya görüşlerinin var olduğu, yazarların da kendi yoğun anlatısal katkılarını eklediği bir toplumun içinde bulunma hissi yavaş yavaş zayıflıyor; bunun yerini evrensel çekiciliği olan bir ürün, kendi kültüründeki insanların doğrudan yaşantısına bağlanmaktan çok dünya karışımında batmadan yüzebilecek bir şey yaratmanın yolunu öğrenmek için eğitim gören yazarlar alıyor.

Elbette bu durum sadece edebiyatta değil hayatın her alanında artık bu şekilde işliyor. Dünyanın kocaman bir köy olduğu gibi ifadelerle yumuşatılmaya çalışılan durumun, maalesef edebiyattaki karşılığı tam olarak. Farklı görüşleri, kültürleri aradan çıkararak tek tip bir Anglosakson dünyaya çevirme işlemi. Edebiyat da bundan geri kalmadı ne yazık ki. Ne diyelim, belki yazarlar da haklıdır. Sonuçta bu iş meslekleri ve mesela Hintçe yazılmış bir eserle İngilizce yazılmış bir eser arasındaki satış sayıları oldukça farklı olacaktır.

Parks’ın denemeleri sadece edebî denemeler değil. Aynı zamanda psikolojik tespitlerin (doğru veya yanlış) yapılmaya çalışıldığı denemeler de var kitapta. Okurlar Niye Fikir Ayrılığına Düşer böyle bir deneme. Dostoyevski, Per Petterson ve Coetzee üzerinden örneklerle oluşturulan bu metinde yazar, beğenilerimizin çocukluk döneminde ailemizdeki değerlere göre oluşturulduğunu savunuyor. Kendi hayatını sık sık yazılarının içine dâhil eden Parks’ göre romanlara verdiğimiz tepki, büyük ölçüde içinde yetiştiğimiz, kendimize içinde bir konum bulup bir kimlik oluşturmak durumda kaldığımız “sistem” ya da “diyalog”la ilgili olabilir.

Bu yüzdendir ki herkesin favori yazarları farklıdır çünkü herkesin arayışı farklıdır. Dostoyevski’yi herkes sevmek zorunda değildir mesela. Türkiye’deki sorun, okurluğun bile fanatikliğini yapmakta aslında. Parks, Türkiye’de biraz gözlem yapabilseydi Dostoyevski-Tolstoy diye bile ikiye bölünebildiğimizi görüp şaşkınlıktan ölebilirdi. Son iki bölüm biraz daha edebiyatın detaylarının kurcalandığı bölümler. İlk iki bölüm genel okuyucuya hitap ederken son iki bölüm okuma eyleminin farklı alanlarına da ilgi duyan kişiler için yazılmış gibi. Genel olarak kitaba baktığımızda ise, Türk okuyucular için bazı bölümlerin ülkemiz şartlarıyla bağdaşmadığını görebiliyoruz. Örneğin e-kitapların incelendiği bölümde yazar e-kitapların basılı kitaplardan daha ucuz olduğunu söylüyor ancak ülkemizde saçma sapan bir şekilde, bir kitabın e-kitabı basılı hâlinden daha yüksek fiyata satılıyor. Üstelik hiçbir mantıklı sebep gösterilmeden. Bu tür ufak, ülkelerin kendine has bazı özelliklerinin dışında, dünya üzerinde her zaman ilgi çekici bir kitap olacaktır Ben Buradan Okuyorum. Tek bir sorun çeviriyle ilgili. Çeviri bana çok akıcı gelmedi. Belki de yazarın üslûbuyla ilgilidir tam olarak bilemiyorum. Fakat nefis bir deneme-inceleme kitabı okuduğum gerçeğini değiştirmiyor bu.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

9 Ağustos 2021 Pazartesi

İbrâhim Efendi Konağı'nın kahramanları

Eyüpsultan’da tarihin tozlu sayfaları arasında dolaşmaya, ibret ve ilham almaya devam ediyoruz. Bugünkü durağımız yaklaşık beş yüz yıllık hikâyesi olan Saçlı Abdülkadir Efendi mescidi haziresi. Saçlı Abdülkadir Efendi mescidi; Kalenderhane Caddesi üzerinde ve Eyüpsultan Camii Şerifi kıble yönüne göre meydanın sağ tarafında, 1957 tarihinde açılan Eyüp Sultan-Edirnekapı Bulvarı’nın da karşısında yer alır. Meydan tanzim edilirken sol tarafındaki Eskikavaflar Sokağı kaldırıldığından mescit köşede kalmıştır.

Günümüzde Saçlı Abdülkadir Camii Şerifi olarak bilinen mekân Şeyhü’l-İslâm Hoca Sa’düddîn Efendi tarafından 16. yy. sonlarına doğru “Dar’ül-Kurra” olarak yaptırılmıştır. Daha sonra oğlu Şeyhü’l-İslâm Hacı Mehmed Es’ad Efendi tarafından Kastamonulu Şeyh Şaban Efendi’ye tekke olarak tahsis edilmiştir. Kare planlı olup iki katlıdır. Esas Abdülkadir mescidinin harap olması ile burası geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısından itibaren ibadet mekânı olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Günümüze dış duvarları ulaşan asıl Abdülkadir mescidi ilk olarak “Şeyhi” lakabı ile meşhur Şeyhü’l-İslâm Abdülkadir Efendi tarafından 1537 tarihinde vefat eden babası, Sivasi tekkesi şeyhi Abdürrahim Efendi’nin kabri üzerine yaptırılmıştır. Bugünkü mescidin kemerli avlu kapısının sağ tarafındadır. Alt katı türbe, üst katı ibadet sahnı olarak planlanmıştır. Vefatından sonra Abdülkadir Efendi de babasının buradaki kabrinin yanına defnedilmiştir. Türbe de baba-oğul dışında kime ait olduğu bilinmeyen, etrafı demir korkuluklarla çevrili, kaidesi olmayan üçüncü bir mezar yeri daha vardır. Buradaki mezarlar Dar’ül-Kurra’nın [bugünkü mescid] Eyüp Sultan yönünde ayrı bir bölümde yer alan üç sanduka ile karıştırılır. Oysa buradaki kabirler yakın dönem Rufaiyye tarikatı şeyh ve yakınlarına aittir.

Türbenin üstünde yer alan ibadet bölümü çökme tehlikesi baş gösterdiğinden 1957 yılında yıktırılmıştır. Kapı üzerinde vaktiyle var olan kitabe de günümüze ulaşmamıştır. Alt kısımdaki türbede yer alan sandukalar zaman içerisinde yok olmuştur. İki mezarın kaideleri duruyor. Ancak üçüncü mezar da dâhil olmak üzere kime ait oldukları hakkında tanıtıcı bir bilgi bulunmamaktadır. Bu üç mezarın yer aldığı türbe alanı, günümüzde mescidin şadırvanı(!) olarak kullanılmaktadır.

Saçlı Abdulkadir Efendi Mescidi haziresinde 16.-19. yüzyıllara ait devlet ve din büyüklerinin mezarları bulunmaktadır. Bunlar arasında ünlü Türk Atabeyi Şeyhülislâm Hoca Sa’düddîn Efendi’de vardır. Hoca Sa’düddîn Efendi’nin medfun olduğu Saçlı Abdülkadir Mescidi haziresinde dört Şeyhü’l-İslâm daha medfundur. Mehmet Nermi Haskan’ın Eyüp Sultan Tarihi isimli eserinde verdiği bilgilere göre bunlar mescidin banisi Müeyyet-zade Abdülkadir Şeyhi Efendi, Hoca Sa’düddîn Efendi’nin oğlu Şerif Mehmed Efendi, diğer oğlu Hacı Mehmed Es’ad Efendi ve torunu Ebu Said Mehmed Efendi’dir. Hazirede yer alan devasa boyutlardaki sütun mezar taşları gerçekten görülmeğe değerdir.

Ancak bizim üzerinde durmaya çalışacağımız mezarlar, Yahya Kemal Beyatlı’nın: Türkçe, ağzımda annemin sütüdür” ifadesine denk düşen bir üslupla, rahmetli Sâmiha Ayverdi Hanımefendinin kaleme aldığı İbrâhim Efendi Konağı isimli eser ve onun kahramanları ile ilgilidir.

Edebiyat tarihimize haklı olarak damgasını vuran bu şaheser aynı zamanda fakirin de okumayı sevmesine vesile olmuştur.

Saçlı Abdülkadir Efendi mescidi haziresi denen bu hazirede Osmanlı devlet ricalinden İbrahim Ata Efendi’nin kendisi, annesi, babası ve halasının, büyük bir ihtimal ile büyük kızı Şevkiye Hanım’dan olan torunu Ratibe Hanım'ın mezarı da vardır. Hamidi fesli mezar taşındaki yazılardan Kadiri olduğu anlaşılan İbrahim Efendi’nin, komşusu Hattat Aziz Efendi tarafından celi sülüs hat ile yazdığı mezar taşında şu ifadeler yer almaktadır:

Hüve’l-Baki
Memuriyn-i Mülkiye Komisyonu Azalığından mütekaid
Kudema-yı memuriyn-i mülkiyeden İbrahim Ata Efendi el-Kadiri
Ruhu içün el-Fatiha 26 Receb 1328 (3 Ağustos 1910)

Merhume Sâmiha Ayverdi’nin kaleminden bir şaheser olarak edebiyatımıza mal olan İbrâhim Efendi Konağı adlı eserde sözü edilen İbrahim Efendi bu zattır. Bu eserde İbrahim Efendi ve kızları Şevkiye, Şükriye, kardeşi Hilmi Bey ile eşi Halet Hanım başta olmak üzere yerine ve makamına göre daha pek çok kişi fevkalade bir üslupla hikâye edilmiştir. Hilmi Bey’in oğlu Dr. Server Bey ile kızı Meliha Hanım ise bu eserde biraz geri planda kalmış gibidir.

Aslında Server Bey, Ekrem Ayverdi ve Sâmiha Ayverdi’nin dayıları, Meliha Hanım ise anneleridir. Zaman zaman mesela I. Dünya harbi yıllarında küçük bir çocuk, daha sonraki yıllarda Şevkiye Hanım'a yardım götüren genç kız ise Samiha Ayverdi’nin bizzat kendisidir [Bkz: Haksan, Mehmet Nermi: Eyüp Sultan Tarihi, Eyüp Bel. Yay. İstanbul, 2009].

İbrahim Efendi’nin babası tüccardan Ali Bey’in celi sülüs hat ile yazılan sütun mezar taşında ise şu ifadeler yer alır:

Hüve’l Hayyü’l-Baki
Merhum ve meğfur el-muhtac İla rahmet-i Rabbihi’l-Gafur
Gedos (Gediz) tüccarlarından El-Hac Ali Bey’in
Ruhiyçün Fatiha 20 Cemaziyelahir 1288 (6 Eylül 1871)

İbrahim Efendi’nin annesi Fatima Hanım’ın celi talik hat ile yazılmış kitabesi:

Hüve’l-Baki
Fenadan beka’ya eyledi rıhlet
Hak ede kabrini ravza-i Cennet, Gediz tüccarı el-Hac Ali Bey zevcesi
Fatımatüzzehra Hanım’ın ruhu için Fatiha
23 Şevval 1275 (26 Mayıs 1859)


İbrahim Efendi’nin kız kardeşi Hatice Atiye Hanım’ın mezar taşı kitabesi:

Hüvel’l-Baki
Beni kıl mağfiret ey Rabbi Yezdan
Bi Hakkı arşı azam-ı nur-u Kur’an
Gelip kabrimi ziyaret eden ihvan
Edeler ruhuma bir Fatiha ihsan
Gediz tüccarlarından el-hac
Ali Bey Efendi hemşiresi
Merhum ve Meğfur leha
Hatice Atiye Hanım
Ruhiyçün el-fatiha H.1282 (M.1865/66)


İbrahim Efendi’nin mezarının baş ve ayak taşlarının ortasına gelecek şekilde yerleştirilmiş bir mermer levha daha bulunmaktadır. Tepesinde iki dal çiçek motifi bulunan bu levhanın üzerinde celi talik hat ile şu ifadeler yer almaktadır:

Tabib Miralay Salih Bey’in kerimesi (kızı)
İbrahim Efendi’nin hafidesi (kız torun)
Ratibe Saliha Hanım’ın ruhiyçün el-Fatiha
Tarih veladeti 1316 (1898/99) Tarih vefatı 1332 (1914)

Eyüp Sultan Tarihi isimli eserde bu kitabeden “Ratibe Hanım’ın kayıp çeşmesinin kitabesi” olarak bahsedilmektedir. Ancak kitabedeki ifadelerden de anlaşılacağı üzere burada bir çeşme taşını çağrıştıracak unsura rastlanmamaktadır. Bu ifadeler klasik Osmanlı mezar taşı yazısı formunu yansıtmaktadır. Büyük bir olasılıkla bu kitabe, 16 yaşında henüz bir nazenin iken Rahmet-i Rahmân'a kavuşan Ratibe Hanımefendi'nin mezar taşıdır. Kitabe İbrahim Efendi’nin mezarının üzerine sonradan konulmuş olabilir, fakat orijinal yeri bu çevrili hazirede olmalıdır. İbrahim Efendi Konağı isimli eserde de zaten Ratibe Hanım’ın mezarının Eyüpsultan’daki İbrahim Efendi haziresinde olduğu yazılıdır.

Rahmetli Sâmiha Ayverdi, İbrahim Efendi Konağı isimli eserinde Ratibe Hanımefendi'yi şöyle tasvir ediyordu:

… İbrahim Efendi ailesinin hiçbir ferdinde bulunmayan müstesna bir cevherin, asil bir ruhun, bir duygu iffetinin, kemalli ve zengin bir yaratılışın bütün saltanatına sahip olacaktı. Bu, doğuştan zarif, mütevazı, müşfik ve gani çocuk, sanki semalardan inmiş bir göktaşı gibi, bu ananın bu babanın bu dedenin hatta bu kürenin malı değildi. Tabii, sade ve rahat bir gönlü, ince bir terbiye kabulüne müsait zengin bir ruh malzemesi olacaktı. Fakat en küçük yaşında bunun ıstırabını çekecek, derinliklerine inemeyen, duygularının zembereğini açamayan muhiti, bu yüzden ona, bilerek bilmeyerek, eza edecekti. Öyle ki nefesine kurban kesen, arzularını emir sayan bir kalabalığın ortasında yapayalnız olduğunu hissetmeye başlayacak, kendisine arz edilen debdebenin azabını çekerek varlıktan da dirlikten de bir çeşit utanç duyacak, lakin en kötüsü, bu duygusunu etrafındakilere anlatamayacaktı…

Nidayi Sevim 

6 Ağustos 2021 Cuma

Her hâliyle İstanbul

İstanbul’un ülke için anlamı büyük. Yaşanan acılar, başarılar, zenginlikler, yükselişler çöküşler bu şehirde hep büyük yaşanır bu yüzden. Kendini ülkenin üzerinde gören şişkin ve şımarık bir yanı da hep olagelmiştir. Anadolu ne denli muzdarip bir çehreyse İstanbul da bir o kadar zevk düşkünüdür, denebilir.

Dinen de anlamı şüphesiz büyüktür. Kutsal bir mabet gibi üzerindeki gök kubbe salt bu şehre özgüymüş gibi bir hava verir ve bu şehrin Müslümanlığı da her zaman Anadolu’dakinden epeyce farklı bir hırsla yüklüdür. İslam burada daha İslamcıdır. İçinde yaşayanlar onunla özdeşleşmek, onu kendilerine mal etmek ve bu sayede taşralılıklarını unutarak bu kutsal havadan biraz daha fazla beslenmek -ve de böbürlenmek- istemişler, dahası bunun böyle olduğunu her halleriyle göstermekten çekinmemişlerdir. İstanbul süslü bir şehirdir. En kutsal mekânlar İstanbul’dadır o halde insanlar burada daha Müslümandır!

Dünyanın en güzel şehri olduğunda birleşenler de çoktur. Entrikaların başkenti olduğu da söylenir. Bizans oyunlarının hâlâ geçerli olduğu bir soyut mekân gibidir. Hiç şüphesiz ayakta kalması daha zor bir zemindir. Ve ülkenin kaderinde değilse bile siyasetinde hep etkili olmuş bir şehirdir İstanbul. Doğasına, kültürüne ve medeniyetlerle yüklü tarihine zıt bir şekilde fazlaca siyasidir. Her şey burada siyasi bir hüviyete bürünür. Şairi bile daha siyasidir. Belki de ülke gerçeklerini tam olarak yaşayamama aşırı siyaset olarak kendini göstermektedir.

Nihayet bitirdim Mithat Cemal’in Üç İstanbul’unu (Oğlak Yayınları) ve bu şehrin inişli çıkışlı tarihinden süzülüp gelen iç karartıcı bir yanının olduğunu düşündüm. Konaklar, halayıklar, uşaklar, paşalar, bitmek bilmez bir kendi kendiyle meşgul olma halindeki gösterişli ve sefaletlerle dolu, okurken içimi sıktıkça sıkan içi boş süslü hayatlar…Hareket kabiliyetini ve tevazusunu kaybettiği için kendi kendine dönerek kendinden yemenin tüketici zevkiyle sarhoş, kendisi dışındaki dünyayla ilişkisi hayli kopuk bir yerin insanlar üzerindeki ağır etkisi… Ülkenin genel kaderinin uzağında bir konfor alanından yazılan, ortalama insanlarda neredeyse hiç karşılığı olmayan tuhaf -ve hicranlı tabii!- aşkların anlatıldığı, canlılığı hep eksik, benzi soluk kahramanlı romanlar. Sıkıcılığını azaltmak için habire şiirlerle tamamlanan Boğaziçi gezintileri, mehtap güzellemeleri ve elbette Avrupa seyahatleri. Tam da Tanpınar’ın Huzur’unda olduğu gibi bir “huzursuzluk şehri”.

Üç İstanbul, Abdülhamit’in istibdat dönemiyle başlayan ve önceleri konaklarda özel dersler vererek hayatını kazanırken İttihat ve Terakki’nin İstanbul’daki gizli teşkilatına girmesiyle kaderi büsbütün değişen dava vekili Adnan’ın şahsında II. Meşrutiyet’in ve sonrasında gelen Mütareke döneminin görünen ve görünmeyen yüzü. Fakir bir kenar mahalle çocuğunun Osmanlı’nın kaderine yön verecek kadar eriştiği iktidar temerküzünün sonra bir anda yerle bir eden trajedisi.

Mithat Cemal belli ki büyük bir yazar. Ruh tahlilleri, ince gözlemleri ve insanların zihninden geçenleri kağıda dökebilmesi zamanının çok ötesinde. Gerçek anlamda hiç roman yazmamış olsa da iyi bir roman yazarı olduğu belli. Üç İstanbul da tam anlamıyla bir roman sayılmayabilir. Dönemin gerçek karakterlerine fazlasıyla gerçekçi bir biçimde yer verir çünkü. Kimilerine göre bu kitap kendi biyografisidir. Bir dönemin tarihsel bir anlatısı gibi de düşünülebilir. Normalde altı yüz sayfalık böylesi bir kitabın işin uzmanı ve meraklısı değilseniz oldukça sıkıcı olması beklenir ama öyle değildir çünkü tam da burada bir roman yazarı Kuntay çıkar karşımıza ve her gerçeğin arasına kattığı sanatıyla ve sayısız kez yaptığı ince yazar dokunuşlarıyla metnin ağırlığını alarak onu bizim kılar. Hiç bu şehirde yaşamamış ve hayatında hiç halayık görmemiş insanlar dahi kendini kitaba katabilecek bir kapı aralar. Ülkeyi yönetenlere getirdiği sert eleştirileri estetik bir hicve dönüştürerek düşünmemizi sağlar.

İşinden bezmiş ama bulunduğu makamın, vasıflarının üzerinde sağladığı payelerden hayli memnun sayısız örnekten bildiğimiz, tipik bir devlet memuru olan Tapu Müdürü Senih Efendi işi yoğun değilken elbette ki şiirle ve zaman içinde edindiği başkaca -mutlaka işiyle ilgisiz ve de gereksiz!- zevklerle meşguldür. Odacı kapıda belirir. “Fuzuli’nin bir beytini başkâtibine anlatacakken odacının elindeki mektubu gördü, keyiflendi. Misafirler, mektuplar…Şahsını makamlaştıran bu iki şeye Senih Efendi bayılırdı…odaya katip resmi bir yazıyla girdi. Senih Efendi resmi şeyleri aşağısından okurdu; bunun da son satırlarını görünce işi anladı.

Abdülhamit döneminin baskılarına, politikalarına ve hükümet etme tarzına bütünüyle karşı olan muhalif baş karakterin, yazdığı bir kitap nedeniyle bir gün kapısına polis gelir ve Adnan taslak halindeki kitabını sayfalar halinde ölüm döşeğindeki anasının koynuna saklayarak durumdan güç bela kurtulur. Kuntay polisin gelişini ise şöyle anlatır: “Sokak kapısı çalındı. Hizmetçi Şefika kapıyı açınca fenalaştı: Polis!..Bir tek adamın devlet olduğu memleketlerde küçük evlerin kapısında gece ve polis, hizmetçi Şefika için de korkunçtur. Kadın korktu.

İktidarın nimetlerinden faydalanmakta pek mahir, her dönemin adamı olmaya hayli yatkın kesimin haline şaşıran Adnan bir keresinde hayret eder. “Hüsrev, Erkânıharp Müşiri’nin damadıydı, Bahriye Müşiri’nin oğluydu; yirmi üç yaşında miralaydı, Hünkâr yaveriydi; memlekete acımayı Adnan’dan iyi biliyordu. Abdülhamit’e Adnan’dan daha temiz bir ağızla sövüyordu. Rütbeden, nişandan, paradan, konaktan, güzel kadından sonra hükümete sövmek saadeti de bunlarındı.

Adnan, iktidarı ele geçirince her şeyin değişeceğine inanan, tam bir İttihatçıydı. Gücün her şeyi çözebileceğine inanan her insan gibi iktidara gelince kendini yeterince güçlü hissedemeyen ve her defasında gücünü hissetmek için onu denemesi gereken de biriydi. Bir keresinde Dağıstanlı Hoca’yla Adan arasında şöyle bir konuşma geçer: “Adnan: ‘Hükümetin kuvvetinin karşısında sarığın lafı mı olur hocam? Bin softayı bir jandarma önüne katar.’ Hoca: ‘Yanılıyorsun: Hükümet kuvvet değildir; vasıtadır. Bir memlekette asıl kuvvet, bir fikri temsil edenlerdir. Başka memleketlerde sahici ‘fikir’ zümreleri var. Bizim memlekette hakiki ‘fikir’ yok; bizde üç yüz seneden beri ‘fikir’ diye bir tek şey var: Taassup!

İttihatçılar iktidara gelince Adnan da tez zamanda zenginliğe ulaşacaktır fakat bu hiç de kenar mahallede hayal ettiği gibi zevkli bir zenginlik hali değildir. Daha çok, hak edilmemişlik duygusuyla yüklü bir korku ve keyifsizlik içermektedir. Hak edilmemiş olan kolayca kaybedilebilir hissi zevkine baskın gelmektedir: “Gözlerini kapamazsa, kimse hayatta güzel rüya göremezdi. Adnan da servetine dikkatle bakmaktan vazgeçiyor, çok zengin adamlar gibi onun da gündüzleri, gece vakalarıyla doluyordu: Uyku, içki, oyun, kadın. Bazı günler servetinden başka türlü korkuyordu: Bir gün parasız kalırsa, kaybedecek saadetleri olmayan orta halli insanlara imreniyordu. Çeksiz erkek, incisiz kadın, Suvaresiz konak, kumarda para kaybedemeyen insan…Parayı bu kadar yakından tanımasaydı, ne kadar bahtiyar olacaktı. Para [tıpkı iktidar gibi] başkasında anlaşılmıyordu: Parayı insan kendinde anlıyordu. Paraya, anlamayarak uzaktan baktığı eski günlerine imrendi.

Adnan, İttihat ve Terakki’nin zirvede olduğu dönemde gücünün zirvesine ulaşır ve bir süre sonra vaktiyle bir sığıntı gibi girdiği ihtişamlı konakta ders verdiği evin erişilmez kadını Belkıs’la evlenir. Belkıs fiziken İstanbul’da olsa da kafaca hep Avrupa’da yaşamaktadır. Giyimi, konuşması, zevkleri ve insanları görme şekli hiç fark etmeksizin bir İngiliz, bir Rus, bir Macar gibidir (yeter ki buralı olmasın!). Avrupa’ya gidemiyorsa bile sefaretlerde verilen davetlere Adnan’la birlikte gidebilmek ayaklarını yerden kesmek için yeterlidir. Adnan’la zaten biraz da bu yüzden evlenmiştir. Bir keresinde yine böylesi bir davette Belkıs adeta kendinden geçer: “Kadın her adımda ‘arz-ı mev’ud’a basıyordu. Adnan’ı unuttu; tek başına koridorlarda hızlı hızlı ilerliyordu: Sefarethane’ye girmişti, Adnan artık lüzumsuzdu, bilet gibi. Dans salonunda sevincinden bayılacaktı. O kadar çok bayılacaktı ki Adnan’ın kollarına düşebilirdi. Bu salondaki bütün insanlar onun elmaslarına, ipeklerine lazım olan kalabalıktı. Burada onun incileri anlaşılıyordu.

Adnan artık bir zamanlar istibdata karşı içinde hissettiği davayı tam olarak duyamıyor, zenginleştikçe yapay kaygılardan besleniyordu: “Zengin olduğu günden beri, Adnan, on üçten -tıpkı Hidayet gibi- korkuyordu: Büyük refahların yapma ıstıraplara ihtiyacı vardır.”. Oysa bu, yapma bir ıstıraptan çok içten içe duyulan bir korkunun kehanetiydi. Çok geçmeden İttihatçı ülke büyük topraklar kaybedecek, Abdülhamit’e rahmet okutacak bir baskının altına girecek, iktidarın her türlü yozlaşmasının acı örnekleri İstanbul’un her yanında görülecekti. Adnan da payına düşeni fazlasıyla alacak, yıkımı en dibine kadar yaşayacaktı. Her ikbal görmüş ve düşmüş insan gibi yeni gelecek ikballerin hayaliyle yaşamaya başlayacak, bu kez Milli Mücadele’ye yardım eden ‘Gizli İstanbul’un parçası olmaya çalışacak, Cumhuriyet’le birlikte fesini fırlatıp kalpağını giyerek mebusluk bekleyecek, Ankara’dan gelecek her seste mebus oluyorum sanacak ama sarık-fes-kalpak’tan hiçbirini bir daha takamayacaktır. Ve sonuçta tıpkı Osmanlı gibi uzun süre veremden çekmiş, zayıf düşmüş bir vücutla direnemeyerek ölecektir.

Mithat Cemal için onun Mehmet Akif biyografisini okumadıysanız Mehmet Akif’i tanımış sayılmazsınız denir hep. Bu kitabı okuyunca bunun ne denli doğru olabileceğini de hissediyor insan. Gerçeğin sanatla birleşmesinin verdiği teselli için de okumak istiyor.

Kitabın ruhuna uygun olması bakımından fazlaca tarihsel gerçekliklerle başlayıp bir roman gibi bitirmek gerekirse, sonlara doğru her şeyden umudunu kesen, hayatını boşuna yaşadığını düşünen Adnan, Belkıs’dan sonraki eşi Süheyla’ya şöyle der: “Hiçbir şey yapmamak için otuz beş sene çalışmak, buna derler Süheyla!’ Gözleri doldu. Şimdi her şey gibi ‘sanat’ı da inkâr ediyordu. ‘Sanat’, ‘hayat’ dediğimiz yalanı gerçek sanmak için uydurduğumuz ikinci bir ‘yalan’dı.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

Prestijli bilim şemsiyesi ve Müslüman psikologlar

1970'ler, Müslüman coğrafyasında doktorlardan öğrencilere kadar hem tıpta hem de eğitimde önemli gelişmelere sahne olduğu bir dönem. Amerika Birleşik Devletleri ve Kana Müslüman Sosyal Bilimciler Derneği (AMSS) içinde İslami Psikoloji dalının oluşturulması, ABD'de İslam ve Psikoloji üzerine ilk sempozyumun düzenlenmesi, er-Reşat Enstitüsü'nün kurulması, Riyad Üniversitesi'nde Psikoloji ve İslam üzerine ilk kez uluslararası bir sempozyum düzenlenmesi bu döneme rastlar. İşte Malik Bedri de bahse konu edeceğimiz ve sonradan kitaba dönüşen tebliğini 1975 yılındaki AMSS kongresinde sunar. Başlığı da şöyledir: Kertenkele Deliğindeki Müslüman Psikologlar.

Bedri, bu başlıktaki 'kertenkele deliği'ni, Peygamberimizin (sav) bir hadisinden alır. Resûl-i Ekrem, bazı Müslümanların, Yahudilerin ve Hıristiyanların özelliklerini taklit etmeyi âdet hâline getirmesi konusunda şu uyarıyı yapar: "Onlar bir kertenkele deliğine girseler, sizler de onları takip edeceksiniz." [Sahihi Müslim, Kitabu'l-İlm, Bâb Etbau's-Sünen, Hadis no: 2669]

Müslüman psikologların özellikle dünyanın farklı coğrafyalarında psikoloji eğitimi gördükten sonra dinlerini arka plana atıp prestijli bir yaşam uğruna batı kavramlarına körü körüne bağlanması karşısında Bedri bu tebliği hazırlar. 'Prestijli bilim şemsiyesi' özellikle kendi ülkelerine döndüklerinde Müslüman psikologların afallamasına sebep olur çünkü gerçek, batının dikte ettiği ve mutlak gerçek olarak sunduğu bilgilerden, pratiklerden çok daha ötede bir yerdedir. Söz konusu tıp olduğunda doktorların alanları, aldıkları eğitimin kendi coğrafyalarında uygulanması konusunda zıtlık teşkil edebilmektedir. Örneğin İngiltere'de cerrahi eğitimi gören bir Pakistanlı ülkesine döndüğünde hiç adaptasyon sorunu yaşamaz. Ancak Almanya'da psikoloji eğitimi gören bir İranlı ülkesinde kollarını sıvadığında büyük bir çukurun içine düştüğünü hissedecektir. Bedri bu noktada tıpkı Freud'un öğrencisi olmasına rağmen farklı bir ekol inşa eden Jung ya da Karen Horney ve Erich Fromm gibi düşünür: Kültürel değişiklikler kitlelerin psikolojisini ciddi biçimde etkilemektedir.

Batı, ruhu devre dışı bıraktığından beri onun psikolojisi de ruhsuz bir ruhbilim hâline dönüşmüştür Malik Bedri'ye göre. Dolayısıyla pekiştirme, edimsel koşullanma, yansıtma, nefret ettirme, duyarsızlaştırma gibi pratiklerle başta Oedipus kompleksi olmak üzere Freudyen kuramlar üzerine çalışırken Müslüman psikologlara çok önemli bir hatırlatma yapar: "Müslüman davranış bilimcileri kendi ideoloji ve inançları hususunda mahcubiyet duymamalıdırlar."

Mahya Yayıncılık tarafından Nisan 2018'de neşredilen Müslüman Psikologların Çıkmazı (1. Baskı, İstanbul 1984, İnsan Yayınları) Müslüman hassasiyetlerini ve dini emirleri hatırlatarak nasıl psikologluk yapılabileceğini bazen yumuşak bazen de çok sert tonlarla anlatıyor. Prof. Malik Bedri, sosyal bilimlerin İslamlaştırılması hareketinin öncülerine ithaf ediyor kitabını: Mevdudi, Seyyid Kutub, Muhammed Kutub, Meryem Cemile... İrem Nur Kaya'nın dilimize kazandırdığı eser 112 sayfa. Sunuş yazısını Selçuk Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Mustafa Şahin hazırlamış. Şahin bu kitabı okuduktan sonra cerrahi uzmanı olmaktan vazgeçip psikiyatrist olmak üzere Ayhan Songar hocanın yanında eğitim almayı düşündüğünü belirtiyor. Sonunda yine cerrah olsa da kitabın şu uyarısını öğrenciler(in)e sık sık iletiyor: "Batılı değerlere göre yetişmiş sosyal bilimcilere toplumu teslim ettiğimiz zaman sorunlar yaşamaktayız. Çünkü inanç ve değer yargılarımızla örtüşmeyen uygulamalar ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle sizler, bu toplumun değerlerine sahip çıkacak sosyal bilimciler olmalısınız ve geçmişimize uygun bir geleceği sizler kurmalısınız."

Günümüzde Freudyen yaklaşımları tek gerçek olarak kabul eden psikologların birçok çocuğun geleneklerinden uzak ve dolayısıyla çatışmacı büyümesine, ailelerin birkaç sorunun akabinde hemen boşanmaya karar vermesine sebep olduğundan yakınıyor Bedri. Ona göre insanın manevi yönünü dışlayan kriterler, özellikle maddecilikle körleştirilmiş ya da körleştirilen toplumlarda çok çabuk etki edebiliyor. Orta doğu toplumlarında bu anlamda büyük problemler ortaya çıkabiliyor. Bedri burada Kur'an ayetleriyle hadisleri önemsemeyen bir Müslüman psikologlar zümresinden bahsediyor ve bu zümrenin gittikçe genişlemesini oldukça tehlikeli buluyor. "Çocuk her zaman haklıdır", "çocuk olağandışı bir hareket yaparsa görme, bir şey söyleme", "çocuk hiçbir konuda sıkılmamalı" gibi Freudyen telkinlerin özellikle Müslüman ailelerde büyük arızalara yol açtığını çeşitli örneklerle aktaran Bedri karma eğitimin batıda bile sorgulandığını çünkü bu eğitimin geleneksel metodun aksine faydadan çok zarar verdiğini söylüyor. Bu anlamda sadece batıda yayınlanan kitaplarla yol alan psikologların gerçekten kertenkele deliğine girdiğini ve bu deliği gittikçe derinleştirdiklerini ifade ediyor.

Zannedilmesin ki Malik Bedri tüm kitabında ve fikirlerinde Freud ile temsilcilerini eleştiriyor. Aksine bu çığır açan isimlerden elbette yararlanılması gerektiğini fakat önce gelenek ve inanç filtresinin kullanılmasının şart olduğunu belirtiyor. "Freudyen Kuyunun Zifiri Karanlığı" başlıklı bölüm dikkatle ve tekrar tekrar okunması gerekiyor. Freud'un dini gelişimle ilgili ateist teorisinin karşısına bir Müslüman psikoloğun mutlaka İslami bir perspektif geliştirmesi gerektiğini izah ediyor: "Freud, çocuğun babasına karşı olan duygularını Oedipus kompleksini geliştirmek için kullanıyor. Bir Müslüman ise aynı bilgiyi (çocuğun babasına karşı olan duygularını) kullanarak, fıtrat üzerine bir teori geliştirmek için kullanabilir. Kısacası, aynı veriyi gözlemleyip kayıt altına alarak, hem İslami hem de gayri İslami bir teori geliştirilebilir. İslam'ın tasvir ettiği şekliyle fıtratı, Allah'ın bizi dünyaya göndermeden evvel ruhlarımızla yaptığı anlaşma [Araf, 7/12] olarak özetleyebiliriz. Dolayısıyla, Allah'a 'kulluk' bizim psişemize ve ruhumuza işlenmiş, sistemimize kodlanmıştır. Eğer bu dünyada Allah'a kul olunmazsa, doğuşumuzla beraber getirdiğimiz bu kulluk fıtratı bizi başka şeylere kul olmaya sevk eder. Çocuğun anne babasını ve esrarengiz güçleri yüceltmesi, onları bir tanrı gibi görmesi, bu doğal duygunun yani kulluk duygusunun sistemimizde köklü olarak yerleşik olduğunun kanıtıdır."

Batı'da Freud'un tahtından indirilmesi konusunda önemli bilgileren aktaran Bedri'ye göre onun nevrozu anlama ve tedavi etme teorisinin başarılı olduğuna dair kendi iddialarından başka bir dayanağı yoktur. Kimi psikologlara göreyse Freud teorilerini öyle bir şekilde hazırlıyor ki bunların reddedilmesi mümkün olmuyor. Bedri şu örneği veriyor: Terapist size bir duyguya sahip olduğunuzu söylediğinde kabul ederseniz bu durumda o zaten haklıdır. Kabul etmezseniz "bu duygular sizin bilinçaltınızdadır ve siz bir ego savunması mekanizması olan karşıt tepkiyle bilinçaltındaki bu duygularınızı bilinçli bir şekilde inkâr etmektesiniz" der ve yine haklı olur. Hans Jurgen Eysenck'e psikanaliz hakkında "Bu teorilerde doğru olanların hiçbiri yeni değil, yeni olan her ne varsa, onlar da doğru değildir" dedirten durum tamamen budur.

Müslüman toplumlarda "kâfir Batı psikolojisine ihtiyacımız yoktur" bahanesiyle Batı yöntemlerini tamamen reddetmenin tehlikelerine de işaret eden Malik Bedri, İslam'ın hizmetinde psikoterapi yapmanın nasıl mümkün olabileceğine dair çözümlemeler de sunuyor kitabında. Hatta bu anlamda bazı psikologları ve psikoterapistleri de hususiyetle işaret ediyor. Özellikle hümanist ve varoluşçu modeli benimsemiş isimlerin çalışmalarının çok değerli olduğunu söylüyor: Carl Gustav Jung, Gordon Allport, Abraham Maslow, Carl Rogers, Viktor Frankl...

Kitabın son bölümü "Delikten çıkmalarına nasıl yardım edebiliriz?" başlığını taşıyor. Burada üç evre var. İlki heyecanlık evresi: Öğrenci büyük isimlerin pratiklerini öğrenip çevresinde küçük çapta da olsa uygulamaya başlar. Sonuç aldıkça büyülenir ve bu isimleri hayatında başrole koyarken dini yaşamını arka plana atar. Özellikle çevresindeki insanlardan takdir gördükçe heyecanı daha da artar ve hem Freudyen hem de Müslüman kişilikten oluşan bir çift kişilikle kertenkele deliğine girer. Burada kurtarıcı olan ikinci evredir, uzlaşma evresi: "İslam'la Jung'un teorileri arasında ciddi hiçbir çatışmanın olmadığını memnuniyetle ifade edebilirler veya kişilik yapısının 'id-ego-süper ego' bileşenlerinden meydana geldiği şeklindeki Freudyen teoriyi Kur'an'ın desteklediğini bile ileri sürebilirler. Görüşlerini kanıtlamak için 'nefs' (benlik veya ruh) 'nefs-i emmare' (kötü şeyler yapmayı emreden nefs) ve 'nefs-i levvame' (pişmanlık içinde kendini suçlayan nefs) gibi kavramlardan bahseden Kur'an ayetlerini örnek olarak gösterebilirler."

Üçüncü evre kertenkele deliğinden çıkmayı sağlar, özgürleşme evresi: Modern psikoloji ile İslam'ın yüzeysel benzerlikler gösterse de temelinde tamamen farklı kavramlara ve yapıya sahip olduğunun farkına varmakla başlar. İnanç yeniden psikolojinin üstüne çıkar. "Bu evrede, öncelikle Müslüman, sonra psikolog olduklarının farkına varmalıdırlar" diyor Bedri ve şöyle devam ediyor: "Her şeyi bildikleri, insan zihninin 'uzmanı' oldukları iddiasını bırakıp, alçak gönüllülükle Müslümanlara yardım etmelidirler. İslam hakkındaki yanlış görüşlerini düzeltmek için daha pek çok şey yapmaları ve bu konuda yüceler yücesi Allah'a güvenmeleri gerekir."

Her şeye rağmen, özellikle yaşlı Müslüman psikologların kertenkele deliğinden çıkmak için hiçbir şey yapmayacaklarını, çünkü dini kimliklerini yüksek statü kazanmaları karşısında bir engel olarak gördüklerini söylüyor Bedri. Kendilerini, Freudyen kuramları ve unvanlarını İslam'dan daha fazla seven bu kitle için "onları kendilerine layık gördükleri rahmetsiz mezar çukurlarında bırakmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yoktur" diyor ve şu ayet-i kerimeyi hatırlatıyor: "Ölülerle diriler de eşit olmaz. Gerçi Allah, her dilediğine işittirirse de sen, kabirlerdekine işittirecek değilsin." [Fatır, 35/22]

Müslüman Psikologların Çıkmazı, bu toprakların psikologlarına da gayet makul ve haklı bir tonla "dininizi ve dindar danışanlarınızı gözetiniz" uyarısı yapıyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

2 Ağustos 2021 Pazartesi

Aşk tüm bağları yıkarak kendi bağlarını kurar

İnisiyatik geleneğin modern zamanlarda en saf ve katışıksız adlarından biri merhume Sâmiha Ayverdi'dir. O geleneğin günümüzde gürbüz ve bereketli bir damarına mensubiyeti olduğu gibi, ömrü boyunca elinden düşmeyen kalemiyle onlarca esere de imza atmış ve eserlerinin çoğunda tasavvufi neşve dile gelmiştir. O'nun oldukça zengin manevi ve zihinsel yaşamı içerisinde Yusufcuk'un ayrı bir değeri vardır. Yusufcuk, modern Türk Edebiyatı'nda dili ve dünyası bakımından yekta bir eserdir. İlk basımı 1946 yılında yapılmış olan Yusufcuk'ta, yazarın 'mesel' olarak niteleyebileceğimiz kısa öyküleri yer almaktadır.

Ayverdi, Kenan Rıfai'ye intisaplı ve O'ndan sonra da bir nevi postnişin olarak cemaatin 'anne'si olmuş, roman, hikaye, deneme, araştırma, sohbet, geziyazısı ve günce türlerinden pek çok kitap yazmış velut bir sanatkar. Rıfailiğin bir kolu olan bu geleneğin her ne kadar Ahmed-i Rufai hazretleriyle silsile bağı varsa da, Kenan Rıfai hazretleri aralarında Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbnü’l-Arabî de olmak üzere bütün bir irfan geleneğinden beslenmiştir. Yusufcuk, günümüzde tasavvufi neşveyle yazılmış, mecaz ve mazmun dünyasıyla, diliyle, kurgusuyla, tarz-ı beyanıyla sufiyane denilebilecek bir metinler toplamıdır. Kısa, açıkuçlu, trajiği olmayan, dramatik bir kurguyla ilgisi bulunmayan bu mesellerin ilkine Ayverdi, Feta'nın ilk olarak karşısına 'kainat kitabı'nı çıkardığını, açtığını ve 'Oku!' dediğini söyleyerek girer. Kitaptaki meseller boyunca, yazar kainat kitabının sayfalarını okumaktadır. Her kıssa, bu kitaptan bir sayfa, bir cümle, bir kelime gibidir.

İlahi aşkın sarhoşluğu içinde yazılmış olan Yusufcuk, kainat kitabının okunması için öncelikle insanın kendi kitabını okuması gerektiğini bize hatırlatır. Sanki kitap bu uyarı çevresinde döner. Bu, nefsini bilen Rabbini bilir hakikatinin ifadesidir. Nefsini bilmek, insanın kendisinde tecelli eden İlahi Esmanın tecelli düzeyince gerçekleşir. Nefsini bilmekten muradın bu olduğunu söyler arifler. İnsan İlahi isimlerin hangisinin ne zaman tedbiri altındaysa ve tecelli ne düzeydeyse o yetkinlik düzeyince bilebilir Rabbini. Ayverdi, 'tepsisinin içine nisan yağmuru toplayan bir çocuk gibi, bu akıp giden selin altına çanağını' niçin koyduğunu sorup durur. Bu soruda bile sufi mazmunlarından birkaçını bulmak mümkündür. Yağmur rahmeti simgeler. Allah Rahman sıfatıyla arşı kuşatmıştır. Dünyada bu sıfatla, ahirette Rahim ismiyle mütecellidir. Rahman'da kayıt yoktur. Çanak, feyze kabil hale gelme durumunu ifade eder. Kulun yapabileceği şey hazırlanmaktır. Ki buna talep, edene de talip tabir edilir. Müritle eşanlamlı olan bu kelimeden anlarız ki, insan sadece ister ama asıl murad eden Allah'tır. İnsan diler fakat gerçekleşen murad-ı İlahi'dir. Nisan yağmuru da evrensel sembollerdendir. Sedef bedendir, inci kalptir. Nisan yağmuru inhisar kabul etmeyen kalbin kökenini simgeler. Kalp, insandaki İlahi merkezdir. Namaz ve hac arzın merkezi olan Kabe'ye yönelinerek eda edilir. Zikirde ise insan kendindeki İlahi merkeze yani kalbe doğru bükülür. Kalp, beytullahtır. Bir kutsi hadiste, 'yer ve gökler Beni kuşatamadı, ancak inanmış kulumun kalbi kuşattı' buyrulmuştur.

Ayverdi, sorular sorar ama ardından tecahül-i arif yaparak, 'biliyorum ama yine de soruyorum' der. Yusufcuk'un bir başka metni şöyle açılır: 'Herkes bu meydana bir zafer için gelir, ben ise sade Sana yenilmek için geldim.' Bu cümle yalnız başına bize sufiliğin hal dilini ele verir niteliktedir. İnsanla İlahi hakikat arasındaki en büyük engel insanın kendisidir. İnsan kendisinden tümüyle kurtulmaksızın İlahi feyze kabil hale gelemez. İbn Arabi, secdede Efendimiz'in sürekli yaptığı duayı hatırlatır: 'Allah'ım beni nur kıl' O'na göre Efendimiz burada, 'Allahım beni Sen kıl' demektedir. en-Nur, Allah'ın isimlerindendir ve 'beni nur kıl' diyen, gerçekte, 'beni benden al, Kendi sonsuz ve mutlak varlığında yok et' demek istemektedir. Secde madem en yakın olduğumuz yerdir, o halde kendimizi tümüyle aradan kaldırmamız gerekecektir. Ayverdi'nin, 'sade Sana yenilmek için geldim'ini de böyle okumak mümkündür. Bir başka metinde şöyle der: 'Adını sordular. Söyledim. "Tanımıyoruz, kimmiş o?" dediler. Az kaldı perdeyi çekip seni onlara gösterecektim; fakat ihtiyatkar olmayı yine Senden öğrendiğim için vazgeçtim ve düşündüm ki, gösterseydim de göremeyeceklerdi; zira perdelerin kalktığı ezel gününde onlar Seni görmüşlerden olsalardı, şimdi burada, "Tanımıyoruz" demezler ve demir asa demir çarık, bu kainatın tek görülecek görülmemişini arar ve bulurlardı." Yusufcuk'un bu metninde Samiha Ayverdi muazzam bir hakikati tek cümlede tasvir eder. Ezel bilişikliği dediği bu temaya kitapta sık sık döner: "Ezel gününün divane yolcusunun parmağına dünyaya gelirken bir yüzük takmış, sonra da, 'bunu hırsızlar çalacaktır; sen gene onu ara bul" demiştin. İlk sözün pek çabuk çıktı. Gözümü bu aleme açar açmaz, onun parmağımdan çalınmış olduğunu gördüm. Çaldıran da ben, arayıp bulacak olan da bendim." Burada tevhit hakikati dile gelir. İkilik aradan kalkar.

Mutlak tekliğin ifadesi olan başka bir meselinde Ayverdi, 'henüz zaman yaratılmamışken insan sözü edilmeye değmez bir varlıktı' mealindeki haberle, 'başlangıçta Allah vardı ve O'nunla birlikte bir şey yoktu' hakikatini birleştirir: "Dünya şekilsiz bir yığınken, ne toprak, ne su, ne ateş birbirinden seçilmeden ve mükevvenat henüz tasavvur ve yaratılış teknesinde yoğurulmadan Sen vardın." Mutlak tekliğin hayret makamındaki seyircisi ve aşk yolcusu olarak da insanı anar: "Ve ben hep başım kapının eşiğinde, Senin hayranın olarak aşk rüyalarımı görürdüm." Ayverdi'nin bu metinlerinin çoğu naz makamında kaleme alınmıştır. Yazar nazdan niyaza niyazdan naza gider gelir. "Bugün Sensizliğe tahammülüm yok" der, "beni kendimden geçir, sarhoş et." Bu dileğe erişinceye kadarki serencamını ise kozmik bir hikaye olarak anlatır: "Ruhum bir kalıbın esiri olmadan evvel, elimi bir el tuttu ve bana güneşleri, seyyareleri, semavatın acaibini gezdirip seyrettirdi. Nihayet bir aleme getirerek : 'İşte misafir olacağın yer...burası dünyadır' dedi. Böylece kimsenin kimseyi görmeden çalışıp didindiği bu patırtılı aleme ben de katıldım." Bu, insanın İlahi varlıktan kesret alemine inişinin hikayesidir. İnsan ebedi sessizlikten gürültülü bir arza inmiştir. Ve su ile sarhoş olacak düzeye gelinceye kadar bu hengame içerisinde yuvarlanacaktır.

Her metninde ayrı bir hikmetin dile geldiği Yusufcuk'tan şimdi de istiğna makamında yazılmış bir meseli analım: "karşına dua etmek için oturup ellerimi açtım. Ne garip ki yüzünü görünce bütün isteklerim, sam vurmuş bir ağacın yaprakları gibi kavrulup döküldü. Bilmem niçin evvelden bu mukadder neticeyi bana haber vermedin? Ben dua mahalli değil, aşk ocağıyım demedin?" Rabiatü'l-Adeviyye bir gün hastalanır. Acılar içindeyken Bayezid çıkagelir. 'Niçin Rabbinden şifa dilemiyor, bu acıyı çekiyorsun?' diye sorar. Rabia, 'O'nun muradı bu iken niçin aksini isteyeyim, bu ayıp değil mi?'diye cevap verir. Dua, Şeyh el-Alevi'ye göre Allah ile kalben aracısız haberleşen kamil veliler için gereksizdir. Ayverdi'nin bu metni gerçekten de üstün bir yetkinlik düzeyinden yazılmıştır. Buna arifler Zat meşrebi derler. Zaten ins anın manevi seyrinde gezinin zirvesi Zatiyyet düzeyidir. Bu bölüme fark-ı evvel tabir edilir. Mahlukiyetten Zatiyyet hakikatine uruc eden veliler oradan tekrar nüzul ederler ki bu da fark-ı sani olarak isimlendirilir. Seyr-i sülukunu tamamlamış kamil veliler ümmiyyun, safiiyyun ve zatiyyundur. Ümmiyun, sanıldığının aksine cahil anlamına gelmez, okur yazar olmayan manasını içermez, ümmiyyundan kasıt, insanın kensi kişisel algısını ortadan kaldırmasıdır. İlahi Hakikat'e açık ve hazır hale gelmek için bu şarttır. Safiyyun ise kalbin ve hafızanın saflığından kinayedir. Neşati'nin, 'ettik o kadar ref-i taayyün ki Neşati / ayine-yi pür-tab-ı mücellada nihanız' ifadesindeki 'mücella' mazmunu bunu ima etmektedir. Ayna saf ve cilalı olmaksızın İlahi Hakikat'i kusursuz biçimde yansıtamaz, aktaramaz. Zatiyyun olmak ise, yerden semaya, beşeri gerçeklikten semavi hakikat'e doğru bir gezinin gerçekleştirilmesini işaret eder. İnsan arza nüzul etmiş, inmiştir. Kudsi Kelam da arza tenezzül etmiştir. İnsan hayattayken bu inişin simetrik bir gezisini gerçekleştirmek durumundadır. Bu geziyi gerçekleştirenlere zatiyyun denir. Zatiyyun olan kimse artık merhume Ayverdi'nin yukarıda andığım metninde ifade ettiği hale ulaşmıştır. Sürekli Rabbinin müşahadesiyle meşgul hale gelmiş ve O'nunla arasındaki haberleşme kanalları tümüyle açılmıştır. Rabbinin müşahadesine mahzar olan kimse için O, artık bir dua makamı değil, bir aşk ocağıdır. Bu, makama muhabbetullah tabir edilir. Muhabbetullah marifetullahı netice verir. Tam da burada muhabbet, aşk ve şevk merdivenlerinden söz etmek yerinde olacaktır. Muhabbet, kuşun uçmaya çalışmasıdır. Aşk kendi kanatlarıyla uçabilmesidir. Şevk ise en üstün düzeydir ki, bu, kuşun kanadı kırıldıktan sonra da uçmaya gayret edişidir. Çünki bu düzeye erişen kişi bilir ki, kendisi Rabbine kendi kanatlarıyla ulaşamaz, ancak Rabbi, el-Karib adıyla kendisine yakınlaştırabilir. Bu makamda ise ancak insan aşkla dolar.

Yusufcuk'taki bir metin bize bu hakikati olağanüstü bir saflık ve açıklıkta anlatır: "Küçük kız! Mektebe başladığın gün, hocan ilk iş olarak sana harfleri öğretmişti. Az sonra bu öğrendiğin harfleri birbirine çatma temrinleri yaptın ve böylece kelimeler meydana çıktı. Sonra bunları sıraladın ve ibare oldu. Böylece de okumayı söktün. Artık büyüdün, mektep bitti. Şimdi yeni bir dersaneden içeri giriyorsun. Ben de sana ilk iş, bu kitapsız kalemsiz kazanılan ilmin baş harflerini öğreteyim: Gülümseme ve utanma. İşte yavrum bunlar, aşk kitabının ilk harfleridir.". Ayverdi, burada hem hakikatin zahiri ve Batıni boyutlarından söz açmakta hem de aşm mesleğinin mahiyetinden konuşmaktadır. Zahir, batının dış boyutudur. İbn Arabi hazretleri, Fütuhat'ta şöyle der: Şeriat, Hakikat'in örtüsü veya perdesi değildir, bizatihi kendisidir. Hakikate geçmek için, bizzat şeriata nüfuz etmek gerekir.' Bu bize, zahirin batından ayrı bir olgu olmadığını, onun bir boyutu, bir yönü olduğunu gösterir. Demek ki batına geçmek esastır ve bunun yolu da zahirden geçmektedir. Zahirde kalmayıp batına nüfuz etmek gerekir. Batın aşktır. Aşk yolunda ise insanı ıstırap karşılar. Ayverdi şöyle der: "Istırap denen bir harf vardır ki, bunu hepsinden evvel öğrenmeye çalış; zira onu ihtiva etmeden mana kazanmış hiçbir kelime, hiçbir cümle yoktur." Bu, bize aşk şarabıyla sermets olanların en üstünü ve bir aşk şehidi olan Hallac-ı Mansur hazretlerini hatırlatır. Ölümünden birkaç gün önce, zindanda kendisini ziyarete gelen Cüneyd-i Bağdadi hazretlerine şöyle der: "Yarından sonra beni öldürdüklerinde, sen medresene dön ve üzerindeki sufilik hırkasını çıkararak müderrislik cübbesini giy. Çünkü aşk yolunda, şehitlik kaçınılmazdır. Bu meslekte insanın kendi kanıyla alacağı abdestle kılacağı iki rekat namaz üzerine farzdır." Istırap sözcüğü, aşk yolundaki şehitliği ima etmektedir. Bu mazmun, 'ölmeden evvel ölünüz' hadisinden kaynaklanır. Ayverdi, meselinde küçük kıza son olarak şöyle seslenir: "Eğer ıstıraba yer vermemiş bir ibareye rastlarsan, korkma; 'bunun aşk kitabında yeri yok' diye haykır."

Buna 'bela' da tabir edilir. Bela da inisiyatik bir mazmundur. Nitekim Hallac-ı Mansur hazretleri şöyle demiştir: 'Sultanlar, bir iklimi (mülkü, vatanı) fethettiklerinde, yeni bir iklimin, vatanın fethinin arzusuyla yanıp tutuşurlar. Biz ise, yıllardır Senden gelecek bir belanın umuduyla yanıp yakılmaktayız.' Bela'yı hem Rabbin bir ilahi lütfu, bir bağışı olarak okumak hem de 'beli/evet' manasına yormak mümkündür. Bu ise, 'rıza'yı taleb etmektir. Rıza makamı, sadece Allah'ın kuldan değil, kulun da Allah'tan razı olmasını içerir. Bu makam, yetkinlik düzeylerin üst basamaklarındandır. Pir Sultan Abdal hazretleri, bir nefesinde, "güzel aşık cevrimizi çekemezsin demedim mi / bu bir rıza lokmasıdır yiyemezsin demedim mi?" demek suretiyle, 'rıza'nın ne denli ulaşılması güç bir makam olduğunu belirtmiştir.

Rıza, kulun her şeyden razı olması, Rabbinin her tecellisini bir lütuf olarak kabullenmesidir. Musibetler, yokluklar, yoksulluklar, yalnızlıklar, acılar, ayrılıklar, ölümler, her türlü maddi ve manevi sıkıntıları can ve başla benimsemesi ve şükr makamında bulunmasıdır. Sâmiha Ayverdi, Yusufcuk'taki bir anlatısında bunun batınına doğru sızarak şöyle der: 'Gidenin yerine benzerini getirmek gayreti, işte insanların tesellisi. Ama o bazen daha cesur, daha pervasız davranarak, insanoğlunun bu körü körüne sarıldığı, başını göğsünde dinlendirdiği, ya da hizmetine çağırdığı 'teselli' adlı cariyeyi, ezel künyesinde rastladığı ismiyle çağırır: 'gaflet'.' Bu metnin alt okunması yapıldığında 'teselli'nin Batıni hakikatinin rıza, 'gaflet'in ise 'tevekkül' olduğu anlaşılacaktır. Razı olmak teselli bulmak değildir. Rıza, 'artık öyle olur ki Ben kulumdan kulum Benden razı olur' hakikatinin sırrıdır. Ya da 'ey nefs, artık Razı olmuş bir halde Rabbine dön' nidasındaki sırdır. Nefs, dünyaya inerken yaşadığı irtifa kaybını, simetrik bir geziyle, yani manevi bir miracla taçlandırdıktan sonra rıza makamına uruc eder. Bu halde Rabbine dönen nefs artık 'safiyye' olmuştur. Gaflet ise, kulun Rabbinden nisyanıdır. Sufiler 'ben'lik duygusundan bir zerre kalmış ise kulun gafletten kurtulamamış olduğunu ifade ederler. Gafil olan tevekkül makamına erişemez. Tevekkül, insanın aradan çekilmesidir. Zira insanla Rabbi arasındaki engel kendisidir. Cüneyd-i Bağdadi hazretlerine Seriyü Sakati hazretlerinin söylediği şu söz bunu ifade eder: 'Senin varlığından daha büyük bir günah yoktur.' Ayverdi, metinde, 'Teselli'yi bir cariyeye benzetmek suretiyle hem teşhis sanatı yapmakta hem de tesellinin baştançıkarıcılık niteliğine atıfta bulunmaktadır.

Yine 'aşk'a ilişkin bir başka metinde, onun belirleyici işleviyle ilgili bir vurgu yer alır. Bunu Ayverdi, 'müstebit' kelimesiyle ifade eder. Aşk gerçekten de tüm bağları yıkarak kendi bağlarını kurar. Bu onun kozmik niteliğidir. Ayverdi şöyle der:

"Konuşuyorduk. İçimizden biri sordu:
-Tarihin kaydettiği en müstebit hükümdar kimdir?
Her ağızdan bir isim çıkmaya başladı. Saydılar, söylediler. Fakat sorgu sahibi bunların hiçbiriyle tatmin olmuyordu. Bir ara göz göze geldik. Bana,
-Niçin sesin çıkmıyor? Sen de bir şey söylesene, dedi.
Zaten ben de söylemeye hazırlanıyordum. Yavaşça,
-Aşk! Dedim.
"

Ayverdi bu hakikati ifade ederken, aşkın ezelden ebede tahtında tek rakibi olmaksızın saltanat sürüp buyruk yürüttüğünden bahs açmaktadır. Zaten sonunda, 'bunu, bu aşikar zaferi koyup uzaklara gitmek ne reva' diyerek, 'aşk imiş her ne var alemde' gerçeğini tahkim etmektedir.

Varlığın mayası aşktır. Varoluşun sırrı aşktır. Evren aşktan doğmuştur. Varlığın merkezinde hakikat-ı Muhammediye bulunur. Bütün muhabbetler muhabbet-i Muhammediyedendir. 'Muhammetten hasıl oldu muhabbet / Muhammetsiz muhabbetten ne hasıl' diyen şair bu sırdan konuşmaktadır. Yusufcuk'un bir metninde Sâmiha Ayverdi, insanı balçıktan yoğuran ve ona nefesinden üfleyen Yüce Rahman'ın soluğunun rüzgarı oluşumuzdan söz eder: "Sana soruyorum dostum, beni bu dünyaya kim davet etti? Anamla babam mı? Haşa. Onlar, ezel tasarrufunun zavallı bir aletinden başka nedir? Sahibim bir mucize göstermek istedi; gitti bir dağ başından bir avuç toprak alıp yoğurdu ve ona kendi nefesini üfleyerek dünyaya fırlattı. Bu çamur, dünyada bir ananın babanın çocuğu oldu. Adına da adımı verdiler. Yalan söylemiyorum; ben, onun nefesinin bir rüzgarıyım ve beni bu dünyaya, uğrunda binbir alemi terk ettiğim bu ses, bu nefes sahibi çağırdı.". Bu anlatıda insanın zuhurundan söz açılmaktadır. Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri, Muhammed'in Zuhuru adlı eserinde bu ezeli hikayeyi anlatır. Sufilerin çokça rağbet ettiği bir kutsi hadiste Rabbimiz şöyle buyurur: 'Gizli bir hazine idim, bilinmeyi sevdim. Bu sırla mahlukatı yarattım.' Mahlukatın eşrefi olan insan varlık aleminde en son zuhur edendir. Çünkü insan meyvedir. Varlığın özüdür, özetidir. Kainatın kalbidir. Allah'ın yeryüzünde halifesidir. Allah insana soluğundan üflemiştir. Rahman'ın nefesi insanın ruhudur. Gerisi kemiktir, kıldır. Sufiler ruhun bedene tenezzül edişinden söz açarlar. Ruh, ten kafesinde mahpustur. Bu sıkışma, ruhun ölmeden evvel ölme isteğiyle yanıp tutuşma, özgürleşme arzusunu da beraberinde getirmiştir. Adamah kelimesi ibranicede kırmızı toprak anlamına gelir. Adem yani insan kızıl topraktan karılmıştır. Rahman, insanın çamurunu bir rivayette dörtbin sene yoğurmuştur. O'nun katındaki bir gün bizim katımızdaki bin yıl gibidir. Allah Adem'in çamurunu iki eliyle yoğurmuştur. Yani Celal ve Cemal yönüyle. Allah'ın iki eli de sağ elidir. Yani, Allah'ta baskın olan Cemal boyutudur. Çünkü Allah gökleri ve yeri altı günde yarattıktan sonra Rahman sıfatıyla arşı istiva etmiştir. O'nun rahmaniyeti dışında hiçbir varlık kalamaz. Bundan kinaye, İbn Arabi hazretleri, Allah'ın iki eli de sağ elidir buyurur. Ayverdi, metnin devamında, yere nüzul eden çamura üflenen soluğun Sahibi'ne seslenerek şöyle der: "Ben de ne ham ne toy bir adamım. Onun uğrunda binbir alemi bağışlamak da nedir? Bu ses beni yerimden, yurdumdan, saltanat ve daratımdan koparmışsa çok bir şey mi? Bu davete karşı ben kim oluyorum? O dile, tarife gelmeyen ferman sahibi, kolumdan tutup dünyaya sürüklerken, elini elimden koparmaya kıyamayarak, kendi de beraber geldi. Daha ne isterim, söyleyin ben ne isterim daha?"

Bu isteğin sonuçlarından olmak üzere bir başka Yusufcuk kıssasında Sâmiha Ayverdi, 'secde'den bahseder. Secde kulun Rabbi'yle buluştuğu yerdir. Buna menzil denir. Alak suresindeki 'secde et, yakınlaş' buyruğuna uyan kul, Rabbine doğru iner. Rabbi de kuluna doğru tenezzül buyurur. Ve bir yarıyol karşılaşması gerçekleşir. Buna nüzuldan, inişten kinaye menzil denir. Ayverdi şöyle der: "Rabbim, sanırlar mı ki, ben secde ederken, taşa, toprağa baş koyarım? Hayır, eğilen başım, o kaskatı yerde senin aşkının yumuşak dalgalarına karışır."

Bu cümle gerçekten de zengin bir atıf alanına sahiptir ve okuma imkanlarına açıktır.

Secde ubudiyeti simgeler. Secdeye varmak üzere kulun eğilmesi Rahman'ın gecenin üçte birinde dünya semasına inişini simgeler. Bir rivayette Allah gecenin üçte birinde dünya göğüne değin tenezzül buyurarak, 'yok mu Benden bir şey dileyen, vereyim' şeklinde nida eder. Namaz kul ile Rabbi arasında ortak bir münacattır. Yine bir kutsi hadiste Rabbimiz şöyle buyurur: 'Ben, namazı kulumla aramda ortak bir münacat kıldım. Onun yarısı Bana yarısı kuluma aittir.' İbn Arabi hazretleri bundan hareketle, mesela Fatiha'nın namazda vacip kılınmasının hikmetinden de söz ederek, surenin ilk üç ayetinin Allah'a diğer dört ayetinin ise kula ait olduğunu söyler. Zira 'sadece Sana ibadet eder sadece Senden yardım dileriz' ifadesi kula aittir ve Rabbine racidir. Kıyam, Rububiyeti simgeler. Rüku, ubudiyeti sembolize eden secde ile Rububiyeti simgeleyen kıyam arasında berzahtır. Secdede insan kendi benliğinin sınırlarını tümüyle terk ederek Rabbinde müstağrak olmaya çalışmaktadır. Bu istiğrak halini Sâmiha Ayverdi, 'İlahi aşkın yumuşak dalgaları'nda kaybolmak şeklinde ifade etmektedir.

Bu kayboluş nasiptir. Bunu bir başka metninde Ayverdi şöyle dile döker: "İnsanoğlunun kulağını bükmek, nasihat vermek boştur; kıssadan hisse çıkarmak da boştur. Bu cihanda nasihat, nisan yağmuru gibi bol bol yağar, sel gibi akar. Ama nerede o sadef ki, ağzını açsın da yuttuğu bu damlayı inciye tebdil etsin. Her hadise, içinde hissesi olan bir kıssadır. Ama nerede o göz ki, bu dolaşık ve sırlı yazıyı söküp heceleyebilsin.". Bu uyarı bize, muhasebe günü gelmeden nefsimizi hesaba çekmemiz gerektiğini de hatırlatır. Her olayın içinde hissesi olan bir kıssa olması bir ayetin anlam denizindendir. Varlıklar Allah'ın birer delili, birer ayetidirler. Her şey bize O'nu söylemektedir. Hiçbir şey yoktur ki, O'nu ham ile tesbih etmesin. O halde kainat kitabının birer kelimesi olan varlıklar ve olaylar bizim için birer hakikat habercisidir. Yusufcuk'un bir meselinde Ayverdi bizi adeta tüm perdeleri kaldırarak yokluk hakikatiyle yüzyüze getirir:

"Zaman zaman hislerimin kapısını çalan, aldırış etmezsem zorlayan bir el vardır. Ona,
-Kimsin, ne istiyorsun? Derim.
Cevap yerine içeri bir el uzanır. Düşünürüm. Para istemeyen, mala, rızka tamah etmeyen bu avuca ne koyacağımı uzun uzun düşünürüm ve düşüncelerim bir karara bağlanamayınca da, sualimi hiddetle tekrar ederim. O belki dalgınlığıma, belki unutkanlığıma, belki de gafilliğime küsen, fakat gene de tesir ve halavetini eksiltmeyen sesiyle,
-Yokluk! Der.
"

Yokluk, inisiyatik sözlükte 'fena'yla karşılanır. Acz, fakr, kusur vb. ıstılahlar da bu kavramın anlam dünyasına aittir. Bu tarik, yani acz ve fakr yolu, Allah'a ulaşmada en etkin, en kısa ve tehlikesiz yoldur. Beka fenadan geçer. Varlığa yoklukla ulaşılır. İnsan yok olmadan Rabb belirmez. İnsan azaldıkça ve yok oldukça Rabbine yakınlaşır, Rabbi katında değeri artar.

Bu metnin yüzeyinde maddi varlık-yokluk muhasebesi görünse de gerçekte fakrın hakikati anlatılmaktadır. Sonunda Ayverdi, 'varlık anında verilen, yokluk olmaz ki vereyim... Yokluk anında varlık bulunmaz ki, 'gel al' diyeyim' diyerek varlığın yokluktan geçtiğini bildirmektedir.

Hikmetin dili sembol ve sükuttur. Yusufcuk'ta bu hakikat de bizi karşılar: "Bana, 'söyle' deme. Bugün susmak istiyorum. Sözlerimi gönlümün kınına sakladım; söyle, diye üstüme varma. Şayet sana uyar da onları çekip çıkarırsam, el sürenin parmakları doğranır."

Sükut da bir haldir ve veli seyri sülukun bir yerinde buna uğrar. Halvet zaten sessizliğin yurdudur. Orada beşeri olan susar, İlahi olan konuşmaya başlar. İnsandaki ilahi merkez olan kalbin konuşması sükuttur. Hallac-ı Mansur hazretleri bir kezinde şöyle demiştir: "Dillerin konuşması, kalplerin helakindendir."

Metnin devamında Sâmiha Ayverdi, kalbe doğmayan bir hakikatin dile gelmemesi gerektiğini hatırlatır: "Bana, 'söyle' deme. Sen söyle, sen haber ver ki ben neyim? Hangi göklerin hangi köşesinden bu dünyaya damladım?". Bu aynı zamanda, 'ya hayır söyle veya sus' uyarısının da tevili gibi görünmektedir.

Büyükler, 'dert ağlatır, aşk söyletir' demişlerdir. Muhabbet olmaksızın söz kemale ermez. Kemale ermeyen söz hayrı taşımaz. Ayverdi bu hakikati şöyle dillendirir: "Rabbim, senin takat getirilemeyen ateşinle kavrulup yanarken, söyleniyor, haykırıyor, inliyor, feryad ediyorum. Beni divane diye, biçare diye de olsa dinleyenler var. Rabbim, senin ateşinle kavrulup da yanmamak, yanıp da haykırmamak, inlememek olur mu? Ama bu ateş içine düşeni kendisine benzettiği, varlık tezahürleri içinde bir avuç kül olduğu, sözü, feryadı, şikayet ve şekvayı, bilinmez bir rüzgar, bilinmez nerelere sürüp götürdüğü zaman, söyleyememek ıstırabı ile ben ne yapayım? Söyle bana o kıyamet lahzasının lisanını olsun öğret!"

Yusufcuk'un hemen tüm metinleri inisiyasyon sözlüğünün ıstılah ve manalarıyla doludur. Modern zamanlarda yaşamış veli bir yazarın kaleminden dökülen bu eserin tekke-tasavvuf edebiyatı geleneği içinden okunması ve yorumlanması gerekmektedir. Şerhi gerektiren bu metinler toplamı, bize yitiğimiz olanı, hikmeti aktarmayı deniyor. Sözü ona bırakıyorum:

"Bana tarif edilmeyeni et' dedin. Bu nasıl mümkün olur Devletlim?

Bilirim, hep olmazları oldurur, muhalin başını imkan tarağıyla tararsın. Ama gene de insaf et Devletlim, bende o taşları su gibi akıcı, bulutları kaskatı dondurucu, ateşleri bahar rüzgarına çevirici kudret nerede, söyle nerede?

Acaba tarif edilmeyeni et, derken, yedi cehennemi yakıp kül edecek bu gönül ateşini mi dile getirmemi istedin? Ah Devletlim, sana evvelce de söylemiştim. Güneşler doğar batar, yıllar yılları, devirler devirleri kovalar; dünya seyrinde, kainat devrinde, sadık köleler gibi, şaşmadan, durup dinlenmeden, eskiyip yenilenir. Ve bu bir yandan ölüp bir yandan dirilen cihan, yiğitlerin kuvvetleri, cihangirlerin pazuları, zeka ve idrak hamlelerinin harikaları ile mamur olup ahenklenirken, her zorluğu yenen, her müşkili başaran insanoğlu bir aşık gönlünün o kendini ve kainatı yağmaya veren yanıklığını dile getiremez.

İzin ver Devletlim, izin ver de bu akşam, lafza gelmez bir kıyametin karşısında her zamanki gibi derin derin susayım.
"

Sadık Yalsızuçanlar

Hayallerle ve hakikatlerin çatıştığı, sızılı bir hikâye

Mai bir gecenin ışığında başlayan hayaller, siyah bir gecenin karanlığına nasıl dönüşür?

Halit Ziya Uşaklıgil, 1866 yılında İstanbul’un Eyüpsultan semtinde doğmuştur. Babası halı tüccarı Halil Efendi, annesi Behiye Hanım’dır. Eğitimini ilk olarak Fatih Askeri Rüştiyesinde devam eden Halit Ziya Uşaklıgil, daha sonraları arkadaşı Tevfik Nevzat ile birlikte Hizmet gazetesi çıkarmıştır. İlk eserlerinden Nemide (1889), Bir Ölünün Defteri (1889), Ferdi ve Şürekası (1894) Hizmet’te tefrika edilmiş duygusal, kısa romanlardır. Mai ve Siyah ise hayallerle, gerçeklerin çatıştığı, toplumun sosyokültürel durumunu gözler önüne seren bir romandır. Ayrıca İstanbul’da kaleme aldığı ilk eseridir.

Kitabın konusuna gelecek olursam: Ahmet Cemil, kendi iç dünyasında yaşayan, en yakın arkadaşı Hüseyin Nazmi’nin kız kardeşi Lamia’yı seven, hayalperest bir gençtir. Kurduğu hayallerle bir gün mutlaka meşhur bir şair olacağını, Lamia’ya ile evleneceğini ve matbaa sahibi olacağını düşünür. Fakat bu hülyalı başlangıç babasının vefatıyla birlikte değişime uğrar. Ahmet Cemil, ister istemez hakikatlerle yüzleşir. Geçimlerini sağlamak için ilk önce kitap çevirileri yapar daha sonra bir öğrenciye ders vererek, gazetelere yazılar yazar. Hayatı çalışmakla geçen Ahmet Cemil’in bir zaman sonra uğradığı tek yer arkadaşı Hüseyin Nazmi’nin konağı olur. Konakta geçirdiği her an için mutlu olurken kendisinin de bir gün böyle bir yaşantıya sahip olacağını hep ümit eder. Hüseyin Nazmi ise Ahmet Cemil’den çok farklı bir hayat yaşayan genç bir adamdır. Öyle ki kardeşi ile konakta Batı tarzı bir yaşam sürerken bir gün Lamia’dan piyano çalmasını ister. Lamia, Ahmet Cemil’den bir süre çekinip, utansa da ağabeyinin ısrarıyla bu teklifi kabul eder ve onlara kısa bir resital verir. Ahmet Cemil, bu andan sonra o mai gecede Lamia’ya bir kez daha aşık olurken kapkara geçen günleri tekrar ışık bulur. Gönlü neşe içinde dolup taşar. Fakat bir zaman sonra çalıştığı matbaa müdürünün oğlu için kardeşi İkbal, söylenince duyguları tekrar alt üst olur ve bu durum onu günlerce bocalatır.

Nitekim babası öldükten sonra ailesinin başına geçmesi ve annesiyle, kız kardeşini kimseye muhtaç etmeden yaşamalarını sağlaması ona babalık vasfı verir. Bu sebeple kız kardeşine sadece bir kardeş gözüyle değil aynı zamanda bir babanın kızına baktığı gibi bakmaya ve düşünmeye başlar. Geçen günlerin ardından ise İkbal izdivaç için olumlu cevap verir. Ahmet Cemil’de kardeşinin bu cevabından sonra evliliğe razı olur ve matbaa müdürünün oğlu Vehbi ile İkbal evlenir... Düzen ise hane içinde bir kez daha değişir.

Fakat bu değişiklik ilk başlarda kabul görülse de Vehbi Bey’in içki içmesi, patavatsız konuşması hem Ahmet Cemil’i hem de annesini çok rahatsız eder. Özellikle Ahmet Cemil, kız kardeşinin mutsuzluğunu gözlerinde görünce bu izdivaca vesile olduğu için kahrolur. Kendini hep suçlu hisseder.

Bir zaman sonra eve geç uğramaya başlar ve kardeşiyle yüz yüze gelmeye çekinir. Günlerinin çoğunu ise ağırlıklı olarak matbaada çalışarak geçirmeye devam eder. Fakat bu süreç içinde hiç beklenmedik bir olay meydana gelir ve matbaa müdürü hayatını kaybeder. Vehbi Bey ise matbaanın başına geçer, evde egemenlik kurmak ister.

Bu duruma ne İkbal ne de Ahmet Cemil razı olur. Üstelik hane içinde edilen son kavga bardağı taşıran su misali gibi evin tamamen dağılmasına ve İkbal’in çocuğunu düşürerek ölmesine sebebiyet verir. Ahmet Cemil bu acı ölümün ardından artık yaşamaya güç bulmasa da hazan mevsiminde ağaçlardan dökülen sarı yapraklar gibi kaderinin hüzünlü rüzgarında savrulur... Nereye gideceğini ve ne yapacağını hiç bilmeden hayatın acımasızca yokuşlarını çıkmaya devam eder.

Bir ümitle çok sevdiği Lamia’ya kavuşmanın hayali ile yaşamaya çalışsa da arkadaşı Hüseyin Nazmi’nin son sözleri kalbindeki tüm kalelerini tekrar yıkmaya sebep olur ve artık kendine hüzünden başka hatıra bırakmayan yurdunu bahtından daha siyah bir gecede terk eder.

Romanın sonunda ise sevgili annesinin müşfik sesiyle kapkara, soğuk sulardan kurtularak gönüllü olarak seçtiği sürgün hayatına yavaş yavaş yol alır.

Okuması çok hüzün veren, son sayfasına kadar mutlulukların belki yaşanacağını düşündüren ama en nihayetinde yaşaran gözlerimle kapattığım ölümsüz bir eserdi. Size de mutlaka okumanızı tavsiye ederim.

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"İnsanlar ne kadar büyürlerse büyüsünler, ne kadar ihtiyar olurlarsa olsunlar yine bazı dakikalar vardır ki annelerine sokularak çocuk olmak isterler."

"Dünyada hiçbir kimse tasavvur edemezsin ki hayatından hiç olmazsa bir büyük matem geçmiş olmasın."

"Her şeyden evvel okumak, duygularını terbiye etmek lazım olacağını anladılar."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_