13 Haziran 2021 Pazar

Bir romandan çok hissî bir tecrübe

Huzur... Edebiyat dünyasınca başyapıt olarak kabul görmüş bir roman. Yeni Türk Edebiyatına Giriş 1 dersinde Prof. Dr. Abdullah Uçman şöyle yazmıştı tahtaya: "1870’ler: Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat, 1900’ler: Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnu, 1950’ler Huzur, 1970’ler: Tutunamayanlar..."

Huzur’u okumayı bundan neredeyse iki yıl evvelinde kafama koymuştum, 19.Asır Türk Edebiyatı Tarihi ile birlikte temin ettim, defalarca elime alıp ilk beş sayfasını okuyup erteledim. Birkaç ay evvel, 100- 150 sayfa okuyup, derin bir sıkışıklık hissiyle bıraktım elimden. Ve tekrar en baştan başlayıp, bundan iki- iki buçuk hafta önce, en sonunda, bitirmek nasip oldu. Huzur’u okumak için, fikrimce biraz şahsî streslerimizden halas olmak ve zihinsel olarak daha dingin bir ruh hali gerekiyor. Benim Huzur’u bu kadar ertelememin sebebi, onu elime almayı sürekli huzursuz zamanlarıma denk getirmem oldu. Güncel dünyanın huzursuzluğu da buna bir ek yaratıyor tabii. Bir okur olarak bendeniz, ruh halime paralel atmosferdeki okumalar yapmanın bana iyi geleceğini düşünürdüm. Huzur’u tecrübe edinceye kadar. “Tecrübe” diyorum, çünkü Huzur bir roman okumaktan çok hayata dair bir şeyler tecrübe etmek gibi geldi bana. Huzur’u herhangi bir roman olarak değerlendirirsek huzursuz bir ruh hali içindeyken okumamız gerekir. Çünkü Huzur, adının aksine huzursuzluğu anlatıyor. Ancak Huzur herhangi bir roman değil. Onu okumak, kaburgalarınızı kırarcasına sıkan bir insana sarılmak gibi. Bu yüzden daha rahat ve sakin bir süreçte, sabırla okunmalı Huzur kesinlikle.

Hareketten hoşlanan bir insana Huzur, sadece can sıkıntısı verir.

Muhterem hocam Prof. Dr. Seval Şahin, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Romancılığı Üzerine Düşünceler kitabında, Huzur için şöyle diyor: “Tanpınar’ın Huzur’u yaşayanlardan çok ölülerin romandır.” Bu cümleyi, romandaki Nuran karakterinin, hazin sevgilisi Mümtaz’ı kafasında yedi asrın ölüsüyle meşgul olmasından dolayı eleştirmesi çok sağlam bir şekilde destekler. Yine aynı kitaptan edindiğim bilgiye ve romanı okurken edindiğim izlenime göre, romandaki karakterler arasında ikizleşme söz konusu. Turan Alptekin, Suat karakterinin Mümtaz’ın iç beni olabileceğini söylüyor. Bu fikri naçizane evirip çevirdiğimde, şöyle bir sonuca vardım, Mümtaz roman boyunca bıkıp usanmadan kendi içindeki bir şeylerle savaşıp, çatışıp durdu. Kendi dışında ise en bariz çatıştığı karakter Suat’tı. Şu halde Turan Alptekin’in söylemini romandan edinebileceğimiz bu izlenim doğrulayabilir.

Romanda gerçekten de, yaşayanlardan çok ölülerin -ölüler dolayısıyla geçmişin, tarihin- hüküm sürdüğü görülüyor bariz bir şekilde. Geçmişten ya da bir başka deyişle köklerinden kopamayan ve kopamayacak olan başkarakter Mümtaz’ın iç monologları ve dışarıdakilerle olan diyalogları adeta ya hep ölüler üzerine. Ya da ölülerin kendileriyle.

Sanki herkesin etrafında bu ölüler dolaşmakta, insanlar sokaklarda onlarla konuşmaktadır.

Bu sisli atmosferde okura zevk veren yegâne ve vazgeçilmez şey ise, insanın kendiyle ve dış dünyayla cebelleşmesinin sonunda, ortaya çıkan uzunca cümleler. Bu roman bir tümceler romanı. Romanda geçen olaylar ise, neredeyse bir paragrafla anlatılıp bitecek kadar az. Romanda olay, karakterlerin konuşmaları, bu konuşmaların muhtevasıyla dağılır gibi oluyor. Ancak bununla, romanda işlenen doğu-batı ve eski-yeni çatışması fikri güçleniyor. Baudelaire’den Şer Çiçekleri’ni okuyan aynı Mümtaz’ın üstün bir zevkle Dede Efendi dinlemesi, romanda işlenen doğu-batı çatışmasına, arafta kalmış devir insanına çok net bir şekilde ayna tutacaktır.

Romanın esas meselesi naçizane fikrimce okurun romanı hangi gözle okuduğuna göre değişebilir, ancak ilk göze çarpan şey Nuran ve Mümtaz’ın trajik aşkı oluyor. Bu aşkın zamanın garip dehlizlerine geçirilerek işlendiği görülüyor. Romanın ilk bölümü olan İhsan bölümünde Mümtaz’ın eczane ve ilaç bulmak için koşturduğu ve Muazzez ve İclal ile karşılaştığı anki bilinci okuru aylar öncesine, geçmişe götürüyor, ve romanın sonuna doğru buradan tekrar çıkarıyor. Biz bilinç akışı tekniği diye bir roman tekniği biliyoruz, ancak Huzur’daki adeta bir zaman akışı. Böylelikle baştan sona Huzur serüveninde okuru böyle yeni bir teknik de karşılamış oluyor. Bu tuhaf ve hazin zaman dehlizinin içinden çıktığımda aklıma kaçınılmaz bir şekilde şu mısralar düştü:

Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında.


Kitabın sonunda, bir ölü olan Suat ile yaşayan Mümtaz arasında şöyle muzip bir diyalog geçiyordu, bu sırada Mümtaz’ın canlı ve Suat’ın ölü olduğunun tekrar altını çizmek isterim:

Mümtaz bir daha güldü; fakat gülüşünün çok sinirli olduğunu farketti.
-Bu olmaz, dedi. Sen bir ölüsün. Yani insansın” -tekrar düşüncesini tashih etmek ihtiyacı duydu- “Ölülerle konuşmak o kadar güç oluyor ki…” Yani insandın, demek istiyorum. Halbuki bu iş asıl meleklerin işidir. - Hayır, artık yetişemiyorlar. Son zamanlarda dünya nüfusu çok arttı. Her tarafta nüfus artırma politikası var. Melekler yetişemiyor; şimdi ölülere gördürüyorlar bu işi.


Bir çırpıda okunmayacak, ama garip bir şekilde okuru içine düşüren, kaburgalarını sıkarcasına sarmalayan ve bazı sayfalarda nefes aldığını hissettiren, bir romandan çok hissî bir tecrübeydi Huzur benim için. Huzur’u ilk tecrübe edişim, 20 yaşında oldu. Ve onu tekrar okumamak galiba mümkün görünmüyor. Huzur on beş yıl sonra gözüme daha başka görünecektir diye düşünüyorum. Çünkü Huzur, işlediği toplumsal meselelerin yanı sıra, zamanı, zamanla işleyen de bir kitap. Okuduktan sonra bir süre ve sanki hâlâ etkisinden çıkamadığımı hissediyorum.

Huzur’u okuyacak, ya da tecrübe edecek herkese keyifli okumalar diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

10 Haziran 2021 Perşembe

Camdan daha kırılgan bir güç

Size Müthiş Bir Yemek Hazırladım, Melida Tüzünoğlu’nun Ambulansla Dünya Turu ve Annem Bir Robot Doğurdu kitaplarının ardından Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan üçüncü ve son romanı. Melida Tüzünoğlu Türk edebiyatı sahasına yeni bir üslupla beraber yeni karakterler de getirmiş bir yazar son kitabıyla. Öyle ki metin için deneyimsel bir anlatı demek bile mümkün. Muhtemel ki sosyoloji üzerine aldığı lisans ve yüksek lisans eğitimlerinin bu unsurlarda etkisi büyük.

Şatafatlı, lüks bir mekân olan Auf Restoran’da yenen bir akşam yemeğinde geçiyor anlatı. Auf Restoran hemen giriş bölümünde “uzun bir binanın tamamen camdan oluşan giriş katına konumlanmış” şeklinde tarif ediliyor. Mekânın tamamen camdan seçilmiş olmasının bir tesadüften ibaret olduğunu düşünmüyorum çünkü masanın etrafına oturacak olan on iki kişi bu mekânın aksine kapıların ardında nasıl hayatları olduğunu bin bir türlü numara ile çevrelerinden ve yakın diye gördükleri diğer davetlilerden gizlemeye gayret eden karakterler.

Anlatıcı, bu karakterleri tarif ederken abartılı bir betimleme dili kullanmaya açıkça gayret ediyor. Örneğin, davete ev sahipliği yapan Fatoş’u tanıtan bölümün başlığı bile bu betimleme için özenle seçilmiş gibi: Dimdik Ama Esnek. Restoran girişinde dostlarını, kitaptaki tabirle bir gün mutlaka işine yarayabilecek network’ünü, karşılarken içinden kendine defalarca ne kadar harika olduğunu tekrar ediyor. İnsanların kendi hakkındaki yorumlarını da öngörebiliyor Fatoş, o diğerlerinin gözünde hayran olunacak birisi. Mütemadiyen gülümsüyor, restoranın tam ortasında, tavandaki görkemli parlak avizenin altında konumlanıyor ki daha çok görünsün, daha çok parlasın, daha çok takdir edilsin. Oysa eve döndüğünde yaşını başını almış bu kadın, aynı zamanda altına pijamalarını çeken, çıtçıtlı yapay saçlarını ve hiçbir kırışıklığını göstermesin istediği kat kat makyajını çıkaran gündelik hayattaki sıradan bir insan oluveriyor.

Resmigeçit” bölümünde ise hem davetli olan kişiler hem de okuyucuya o geceyi anlatacak olan anlatıcı tanıtılıyor; Melodi. Kim kimin nesi, o gece o masanın etrafında bulunma şerefine nasıl nail olmuşlar, bu detaylar da okuyucuya aktarılıyor. Burada kullanılan dil ile hem ironik hem de eleştirel bir anlatının içine doğru yol alınacağı daha net anlaşılıyor. Zira masanın etrafında yer alan söz konusu bu kahramanlar “plaza insanı, beyaz yaka” diye tarif edilecek türün çok daha ötesinde. Son derece yapay, adeta bir tiyatro oyunundaymışçasına rol yapmaya gayret eden, ancak bunu da bir şekilde eline yüzüne bulaştıran insanlar. Birbirlerini karşılama şekilleri de bir o kadar suni görünüyor metinde. Alkışlar, öpücükler, harikasınların havada uçuştuğu samimiyetsiz bir merhabalaşmanın ötesine gitmiyor dostlukları. Bölümde sahneye son olarak cebinde bir bıçakla Can karakteri giriyor ki bu bıçak anlatıcı karakter Melodi’ye sahte ve gerçek olanı ayırt etmesini ve okuyucuya anlatmasını sağlayan bir aracı görevi üstleniyor kurguda. Diğer bir taraftan da okuyucuyu her an “Ne olacak bu bıçakla?” merakı ile yüz yüze bırakıyor, anlatı boyunca gerilimi artırıyor.

Auf Restoran’ın tamamen camdan oluşan bir mekân olduğunu ve bu durumun karakterlerin kapılar ardındaki gizli kapaklı hayatlarının tersi bir durumu temsil ettiğini ifade etmiştim. Bu tezatlığın aksine içinde bulundukları cam mekânla bir de benzerlik taşıyor davetliler, onlar da en az bir cam kadar kırılgan hayatlara ve egolara sahipler. Gösterişli bir bütün halinde kalabilmek adına yaralı olan taraflarını, hatalarını, kusurlarını müthiş bir çaba ile gizlemeye gayret ediyorlar. Bu kaçışı mümkün kılan en büyük araçları da hiç dertleri, tasaları yokmuşçasına attıkları kahkahalar, içine girdiklerinde eşsiz olduklarını düşündüren tasarım elbiseler, en ufak bir çizgiyi bile belli etmeyecek, estetik operasyonlar, makyajlar ve elbette kartvizitler, güç, iktidar, para. Hatta öyle güçlüler ki yemek yedikleri mekânın aşçıları bile sıradan değil. Hale ve Bade ikilisi de onlardan biri. Zengin, kariyer yapmış, yurtdışında okumuş bu iki aşçı kariyer hayatlarından sıkılarak bir arayış içine girmiş, yemek ve tatlı yapmanın, hatta neredeyse bunları yeniden yaratmanın bir tutku halini aldığını belirten karakterler. Ancak bu güç, bu yalandan dünya, bu şişirilmiş balonlar bir yerde patlamak zorunda. Herkesin elbette kendi içlerinde problemleri var ancak patlama anını elbette cebinde bir bıçakla davete katılan dengesiz Can ve sevgilisi Pelin’in gerilimleri başlatıyor. Pelin, güçlü kadın patron, sevgilisinden gördüğü şiddeti tüm detaylarıyla anlatıyor. Bu kısımda o şiddet sahnelerinin okuyucunun gözünde canlanabilmesi için güçlü betimlemeler kullanılıyor. Masanın etrafındaki diğer kadınlar da gördükleri fiziksel ve psikolojik şiddet deneyimleriyle Pelin’e eşlik ediyor. Ancak okuyucunun bile hissettiği acıyı, mekândaki bu paylaşımı yapan sözde birbirine yakın insanlar, ne yazık ki hissedemiyor. İstedikleri tek şey bu gerilimin sonlanması ve eğlencenin devam etmesi ki nitekim öyle de oluyor. Ta ki anlatıcımız sahte Melodi’nin gerçeği olan Melodi sahneye girene dek.

İçeriğin yanı sıra yapısal olarak da farklı bir yazı stili denemiş Melida Tüzünoğlu. Anlatı boyunca sık sık tekrarlar, cansız varlıklar ile olayların şahidi olarak canlı birer varlıkmışçasına konuştuğu sahneler ağırlıkta. Anlatıya güç kazandırmak için kullanılmış bu araçların, bilakis anlatının gücünü azalttığını, okuyucuyu gereksiz yorduğunu düşünüyorum. Benim için romanın bir zayıf noktası da karakterlerin çokça abartılmış olması. Öyle ki gerçek hayatta sahiden de böyle tiplemeler var mıdır, emin olamıyorum. Diğer yandan, bu kullanım anlatıya tam oturmamış, metnin olgunlaşmasının önüne geçmiş olsa da yazarın bu abartıyı da bilerek kullandığının farkındayım. Size Müthiş Bir Yemek Hazırladım ile Melida Tüzünoğlu üst sınıf birtakım insanların kapılarını, iç dünyalarını, görünen ve görünmeyen yüzlerini okuyucu ile buluşturuyor, bunu yaparken de ironiyi eleştiri için çekinmeden bolca kullanıyor. Konusunun ilgi çekiciliği, dilin sadeliği ile beraber gereksiz tekrar ve detaylarla okuyucunun ilgisini dağıtsa da yeni karakterler, yeni bir üslup denemesi görmek isteyen okuyucuların mutlaka ilgisini çekecektir.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

8 Haziran 2021 Salı

Babadan oğula miras bir ömür

"1. Geçmiş, hiçbir zaman unutulmuş değildir. Geçmiş, geçmiş bile değildir.
2. Sen yaşamadığın için ben de tam olarak yaşamayacağım.
3. Söylenmemiş her şey sonrakilere aktarılır."

- Mark Wolynn, Seninle Başlamadı

Aziz Bey HadisesiBir gece Zeki’nin meyhanesinde acıklı bir hadise oldu.” diye başlıyor. Zeki’nin iç hesaplaşmalarından, bu acıklı hadiseye şahit olanların durdukları yerden giriş yapılıyor konuya. Sonunu bildiğimiz romanda anlatıcı bir flashback yapıyor ve olayın olduğu geceye nasıl gelindiği adım adım işleniyor.

Birbiriyle anlaşamayan bir baba-oğul ikilisi ile başlanıyor önce. “İki mağrur cambaz aynı ip üzerinde yürümeye kalktığından hep kavgalıydı babasıyla.” diyerek tarif ediyor anlatıcı bu ilişkiyi. Bu çalkantılı baba-oğul ilişkisi Aziz Bey’i, genç yaşta sevgilisi olan bir kadının, Maryam’ın peşinden Beyrut’a kaçmaya zorluyor ancak Beyrut’ta da umduğunu bulamayan, parası tükenen Aziz Bey, hayatta kalmak için son çare dedesinden kalma tambura sığınıyor. Vakit gelip de memlekete geri döndüğündeyse hiçbir şeyi bıraktığı gibi bulamıyor. Öte yandan Beyrut öncesinde kendisi nasılsa Beyrut’tan döndüğünde de değişmiyor. Gelip geçici hevesler, birkaç günlük kadınlar, durmadan değişen işler derken yapabileceği tek şeyin tambur çalmak olduğunu anlıyor ve bir ömür bu meşk üzere yaşamaya devam ediyor.

Yalnız çaldığı saz, onun ruhunu inceltmeye, karakterini nazik bir hale getirmeye yetmiyor. Aynı dik başlı, buyurgan Aziz Bey. Evleniyor da ancak bir çıkar ilişkisi üzerine. Yalnız kalma korkusu, sevilme ve ilgi ihtiyacı gibi duygularla kalkıştığı bu evlilikte hiçbir zaman verici rol üstlenmiyor. Karısının gözleri önünde hayal kırıklıklarıyla dolu bir ömrün sonuna geldiğini fark ettiğindeyse çok geç oluyor. Karısı Vuslat’la olan ilişkisine yıllar sonra baktığındaysa, babasının annesine olan davranışını görüyor kendi içinde: “Ömrünü yanlışlarının doğru olduğunu iddia etmekle, olmadığı bir adam olabilmek için kendi halinde bir kadını ezmekle tükenmiş bir adamın devamı, zavallı bir kopyasıydı.

Aziz Bey, başarılı bir tamburi, bu yeteneği de dedesinden kalma. Genç yaşta dede vefat edince, babası tarafından da kimseye hayır diyemeyen, silik bir karakter olarak tanımlanınca tambur evin eski bir köşesinde saklanıyor, Aziz Bey de evin içinde türlü oyunlar oynarken karşılaşıyor bu yaylı sazla. Bir anlamda kurgunun içinde de hayatını defalarca kere kurtarıyor tamburu.

Anlatıda tamburun çok kilit olduğunu düşündüğüm metaforik bir anlamı da var. Aziz Bey, çok eleştirdiği ve asla öyle biri olmak istemediği babası gibi olmuş bir karakter. Hâlbuki onun bir de kendisi gibi başarılı tamburi bir dedesi var hikâyede. “Aziz Bey ise, dedesiyle babasının karışımı bir adamdı. Hem ince ruhlu, duygulu hem dediğim dedik, başı dik.” Bu ince ruh, sadece meşk ederken dilinden dökülen şarkılarda can buluyor, sıra eşine geldiğinde evin içinde gördüğü babasının gelecekteki adımlarını takip ediyordu. Çalıştığı meyhanelerde, gazinolarda kurduğu ilişkilerde bu ince ruhtan eser olmuyordu. Oysa başından sonuna, belki tamburu reddederek dedesini de reddettiğini düşünen babası gibi değil de, eline tamburunu aldığı dedesi gibi bir insan olsaydı, kendi özüyle daha uyumlu bir hayat sürebilecek, “Aziz Bey Hadisesi” acıklı bir olay olmaktan çıkıverecekti. Oysa o, tamburu eline, çalarken söylediği şarkıları diline alıyor ama o sazın yarattığı titreşimlerin etkisi kalbinin, ruhunun, karakterinin kapısına kadar gelemiyor pek de. Zaten Aziz Bey, bu vehim hadisenin içine düşmeden hemen önce bir aydınlanma anı yaşıyor ve anlatıcı, Aziz Bey’in konuyla ilgili düşüncelerini şöyle ifade ediyor:

Hiç farkına varmadan babası olmuştu. Kalbini karısına açmayan, evinin dışındaki hayatı evinin içindekinden daha önemli bulan, evdeki yürek sızılarını anlamayan, anlasa da umursamayan, çehresi daima asık, sesi daima gür ve azarlamaya hazır babası.

Konsolun aynasında yüzünü gördü. Aynı açık alın, sert hatlar, keskin bakışlar. Elini saçlarına götürdü, kolunun hareketinden aynaya yansıyan yine babasıydı. Geriye doğru taranmış, gümüşsü saçlarına dokunan parmaklar da onundu. Bir zamanlar yüzüne kapıyı çarpıp terk ettiği adam içine girmiş, orada sessizce ve yıllarca yaşamıştı.


Kısacık, seksen sekiz sayfalık bir roman Aziz Bey Hadisesi. Belki de uzun bir öykü demek daha doğru olabilir. Ancak Tunç isteseydi, bu kitap şu anki halinden çok daha uzun olabilirdi. Okuyucuya böyle kısa bir metin aracılığıyla sunduğu her bir karakter aslında öyle çok şey barındırıyor ki içlerinde, olaylar öyle sürükleyici ve çeşitli ki bu malzemeyle Ayfer Tunç gibi usta bir kalem kalın bir kitap da meydana getirebilirdi. Tabi kitap bu haliyle de çok başarılı. Anlatılmak istenen her ne idiyse, kısacık bu kitapta hiçbir açığa yer bırakmaksızın işlenmiş. Ayrıca her bölümde tamburun eşlik ettiği şarkılar da yer alıyor ve okuyucuyu nefis bir dinletiye de davet ediyor.

Eskiden filme çekilmiş, nadiren de olsa mutlu sonla bitmeyen Yeşilçam filmlerinden birinin senaryosunu okumak gibi Aziz Bey Hadisesi’ni okumak. Haliyle bir yandan görsel bir şölenle, son derece gerçekçi betimlemelerle süslenen, diğer yandan Ayfer Tunç’un her zamanki olağanüstü dil ustalığıyla zenginleşen bir metin var okuyucunun karşısında. Ancak metnin daha iyi bir yanı var ki o da psikolojik kuramlardan en ufak bir şekilde söz etmeden, bir aile dizilimi hikayesini okuyucuya öykü yapısına yaslanarak anlatması. Dolayısıyla, bir film senaryosu tadı vermesinin ötesinde son derece gerçekçi ve gündelik hayatımızda karşılaşabileceğimiz olaylar ve karakterlerle kurgulanmış bir anlatı bu.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

5 Haziran 2021 Cumartesi

Fatih'in İstanbul'a ördüğü kültür ağı ve Bellini

"Gül hazîn, sümbül perîşan, bâğ-ı zârın şevki yok
Dertnâk olmuş hezârın nağmenkârın şevki yok.
"
- Recâizâde Mahmud Ekrem (Bayatî Şarkı)

Nurettin Topçu'nun Büyük Fetih kitabı, İstanbul'un fethini fizikî manada değil ruh boyutlarında değerlendiren bir büyük eserdir. Her devirde yeniden okunduğunda kıymeti daha iyi anlaşılan bu kitapta Topçu'nun konuyla ilgili seçilen makaleleri ve konferans konuşmaları bir aradadır. 1956'da yaptığı İki Fetih serlevhâlı konuşmasında Topçu, Fatih'in önce bize bir şehir hediye ettiğini, ardından o şehre kültür ve medeniyet elbisesi giydirdiğini, içine eklenen ruhla birlikte İstanbul'un Anadolu'nun beyni hâline geldiğini söyler. Bu muhteşem birikim çağdan çağa genişleyip kuvvetleneceğine, tam tersi bir istikamet çizerek kirlenmiş, paslanmış ve tozlanmıştır ona göre. Bunca kir neticesinde "Biz bu şehri zevksizlik, duygusuzluk âbidesi hâline getirdik. Bugün şehirciliğin katledildiği şehir İstanbul'dur." der ve şu çağrıyı yapar: "İtiraf edelim! Hiç olmazsa şu hakikati insanca söylemekten çekinmeyelim: Fatih'in zaferi aldatılmıştır! Fatih'in eseri ihmal edilmiş, istismar edilmiştir. Biz bugün İstanbul'da sadece yaşıyoruz, duymuyor ve düşünmüyoruz."

Nusret Polat'ın Fatih ve Bellini'sini okumaya başladığımda tarih 28 Mayıs 2021 idi. Ertesi gün, yani İstanbul'un fethinin yıldönümünde kitabı bitirdim. Kitabı okumam için bu tarihleri uygun gören kader, Topçu'nun Büyük Fetih'ini de yeniden okumama imkân sağladı. Böylece ortaya hazin bir sonuç çıktı. Biz hâlâ hamaset ipinin ucundan tutmuş gidiyoruz. Fatih'i seviyoruz ama Mehmed'i bilmiyoruz. Mehmed'in düşlerine, tutkularına ve onun sadece İstanbul'a değil bu toprakların düşünce haritasına neler çizdiğini önemsemiyoruz. İstanbul'un tahribatı, yaşanılmaz bir şehir hâline dönüşmesi işin görünen tarafı. Kaybedilen tarihin ne olduğuna hiç değilse biraz merak duymalıydı insanlar. İşte Nusret Polat'ın kitabı anlamda oldukça iştah açıcı. Fatih'ten evvel Mehmed'i görebilmeye imkân sunarken sanat tarihine meraklı okuyucuları da cezbedeceği açık. En son, Rachel Corbett'in Rainer Maria Rilke ve Auguste Rodin'in hikâyesini anlattığı Hayatını Değiştirmelisin adlı kitabı okurken bu kadar lezzet almıştım.

Nusret Polat, bu harika çalışmasında bir sanat âşığı Fatih ile onun en sevilen portresini yapan büyük sanatçı Gentile Bellini'yi bir araya getiriyor. Hatırlarsınız, bu iki isim yakın zamanda yine bir araya gelmişti. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, National Gallery’nin “Daimi sergilenen sanat eserleri” arasında yer alan Fatih Sultan Mehmet’in orijinal bir portresini satın almıştı. Bellini'nin 1480'te resmettiği bu portre, Fatih’in başka bir kişi ile resmedilen tek portresi olma özelliğine sahip. Polat, kitabında bu diğer kişinin -büyük bir çoğunluk Cem Sultan olduğu konusunda hemfikir- kim olduğunu da sorguluyor, söylemeden geçmeyeyim: "Kendisini 'iki kıtanın sultanı ve iki denizin hakanı, bu dünyada ve ahirette Allah'ın gölgesi, iki ufukta Allah'ın gözdesi, yer ve su küresinin hükümdarı' diyerek 'kutsallaştıran' bir padişahın, oğlu Cem Sultan da dahil, hiç kimseyle bu resimde olduğu gibi kendisini eşit bir düzlemde konumlandırması düşünülemez. Öyleyse bu resmin Fatih'in şahsıyla doğrudan bir ilişkisinin olması pek mümkün değildir. Resmin sanatçısı, Fatih'in figürü ile karşısındaki meçhul kişi için hayali bir 'amicizia' (dostluk bağı) ortamı yaratmış gibi görünmektedir. Dolayısıyla resim İstanbul'da değil, İtalya'da yapılmış olmalıdır."

Kitabın ilk sayfalarında Fatih'in İstanbul’u fethetmesinin akabinde çevresine aldığı düşünce ve sanat insanları karşısında hayrete düşmemek mümkün değil. Birçok yabancı dile hakim olan Büyük Türk, hiç şüphe yok ki okumayı da çok seviyordu. Teoloji, felsefe, savaş tarihi kitaplarını özellikle çevirttiriyor, farklı düşünce ekollerini temsil eden kimseleri tartıştırıyor, esas fütuhatı kendi zihninde yapıyordu. Özellikle devlet yönetimine hakim olan Köprülüleri devre dışı bırakıp çoğu devşirme ve yabancı kökenli kimselerden kurduğu yönetim ağıyla, Roma İmparatoru olmasının da hakkını veriyordu. Ona bu unvanı yakıştıran batılılar ve Hıristiyanlığa davet eden Papa elbette haklıydı. Fatih klasik bir hükümdar değil, sıra dışı bir imparatordu. Daima geçmek istediği İskender'le birlikte dünya tarihinin en önemli insanlarından biri oldu. Elbette gurur duyacağız. Bu bizim hakkımız. Ama bu tip karakterlerin yeryüzüne belki bir defa geleceğini de bilip, kuru bir hamasetle meseleye yaklaşmayacağız.

Fatih; Hıristiyanlığa davet edilen, adına madalyonlar yaptırılan, figür ihtiva eden her tür sanata hayranlık duyan ve dolayısıyla tasvir yasağına uymayan, kütüphanesindeki kitaplara bakılacak olursa batı kültürüne ve antik Yunan'a ciddi ilgi duyan -elli eser bugüne intikal etmiş, kırk ikisi Yunanca-, çocukluk defterine bakılacak olursa resim sanatına merak duyan bir Osmanlı sultanı. İstanbul'u fethetmesiyle Müslüman Türklerin baş tacı. Peki, kitaptaki mühim soruyu buraya da taşırsak, Bellini'nin geldiği İstanbul, "Tam bir Türk-İslam" şehri miydi? Polat, bu cevaba ulaşmak için Turgut Cansever kapısına da uğrayıp İslam şehrinin temel vasıflarıyla o zamanki İstanbul'un arasında bir alaka arıyor haklı olarak. Cansever'in Türk-İslam şehri için Fatih devrini değil, II. Bayezid devrini milat aldığını da hatırlatıyor. Diğer yandan, içinde Müslümanların, Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin, Slavların ve Latinlerin olduğu bir yapıyı, kültürü, Fatih isteseydi tamamen Müslüman nüfusla da donatabilirdi. Bunun yerine imparatorluğun yasal tebaası görülen ve fetihten sonra kırlara yerleşen Rumları yeniden şehre yerleştirmeye girişmesi de mühim bir mesele. Ayasofya'nın yanına bir minare eklenmesi, Fatih Camii'ni şehrin en yüksek tepesine inşa ettirmesi, Eyüp semtini kurması; ciddi birer İslamileşme hareketi. Halil İnalcık tam bu noktada şehre "İslambol" adını verenin de Fatih olduğunu hatırlatır. Polat'ın önerisi ise şöyle: "Kendisini emperyal bir güç ve kişilik olarak gören Fatih'in öncelikli amacı, elbette Türk ve İslami unsurların da dahil olduğu bir imparatorluk şehri yaratmaktı. Bu da kaçınılmaz olarak farklı kültürel unsurların bir araya getirilmesini gerektiriyordu. Eyüp semtinden bakınca İstanbul elbette bir İslam şehridir, ama Topkapı Sarayı'nın çok-kültürlü dünyasından, şehrin Ortodoks, Yahudi, Katolik vb. sakinlerinin penceresinden bakınca şehri tanımlarken başka kavramlara başvurmak gerekir."

Beşir Ayvazoğlu, "Fatih, Bellini ve Rönesans" adlı makalesinde bir meseleye dikkat çeker. Osmanlı kaynakları Bellini'den ve Fatih'in sarayında görevli olan diğer İtalyan ressamlardan, heykeltıraşlardan, bronz dökümcülerinden hiç söz etmez. Bunun ötesi, bu sanatçılar tarafından yapılmış hiçbir eser de İstanbul'da muhafaza edilmez. Bu durum, Fatih'e ulema ile beraber önemli bir kesimin duyduğu öfkedeki dereceyi de ortaya koyuyor. Fatih, Venedik'in prestij sahibi sanatçılarından biri olan Bellini'yi davet ederek aslında bir ateş yakmak istemişti. Bu ateş, elbette bir kültür ateşiydi. Beslenmediği ve II. Bayezid dönemiyle beraber söndürülmesi neticesinde ortada bir şey kalmadı. Polat'ın yorumunu okuyalım: "Suçu sadece Bayezid'e fatura etmek yanlıştır. Onun babasının tavrını sürdürmediği doğrudur, fakat kültürel biçimlerin kişilerin çabalarıyla değil, kolektif tutumlarla oluştuğunu unutmamak gerekir. Burada asıl belirleyici olan ulemanın zihniyet dünyasıdır, ki o da 16. yüzyılın başından itibaren daha da baskın hale gelen Sünni İslam'ın egemen olduğu bir toplumsal yapı üzerinde yükselir."

Fatih ve Bellini; bir sultanın entelektüel şahsiyetini, onun evvela kendi etrafında oluşturduğu sanatçı çevresi vasıtasıyla imparatorluğa yaymak istediği ruhu, pek lezzetli biçimde anlatıyor. O ruhun adı kültürdür ve bu tip cesur, sorgulayan çalışmalara epey ihtiyacımız olduğu gayet açıktır. Zira İstanbul'un hâli ortadadır. O hâlin adı da ruhsuzluktur.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Mağripte bir Medine: Fes

Fıkıh, Hikmet ve İrfan’ın mücessem halleridir içinde yaşadığımız şehirler. İslam’ın nazarî bağlamının amelî bağlamda ete kemiğe bürünmesidir. Başka deyişle sâlih amellerimizin en müşahhas göstergeleridir şehirlerimiz. Turgut Cansever’in deyişiyle İslam cennetleri… Cennetten geldiği ve yine oraya gideceği bilincini hiç yitirmeyen insanın, dünyayı imar ederken ve şehirlerini kurarken fıtrî olarak bellediği ve cenneti unutmamak için onu hatırlama ameliyesi olarak kurduğu yapılar bir başka bakış açısıyla… İnsanın mekân tuttuğu, dinin mekân bulduğu yerler…

Modern şehir telakkisinin dışına çıkamayan ve şehri batılı anlamda bir “uygarlaşma, modernleşme, ilerleme” göstergesi olarak niteleyen tasavvurun dışına çıkmadan bizim şehrimizi anlamak biraz zor. Bizim aksimize şehir üzerinden cenneti bu dünyada kurmaya çalışan ve bunu bütün insanlara dayatan Batı tecrübesi, şehirlerin de ötesinde “Tanrılığı” kendi uhdesine alarak tüm insanlığı cennetine sokmayı dayatır. Modernleşme dediğimiz biraz da budur. Sadece zihinsel olarak insanın değil, zamanın, mekânın, varlığın ve dünyanın de sekülerleşmesi…

Özellikle son iki yüz yıldır bu kırılmayı ve travmayı anlayabilmek, hissedebilmek ve görebilmek biraz zor. Bizim açımızdan yaşanan hafızasızlık ve dilsizlik, tarihi ortadan kaldırma ameliyesi olarak bizlere sadece tarih değil nostalji yapacağımız bir geçmiş bırakır. Ancak 200 yıllık bu modern görüntü ve perdeye rağmen, geleneğimizle ilgili birtakım izler ve göstergelerden yola çıkarak başka türlü inanmanın, bilmenin, bakmanın, görmenin ve yaşamanın mümkün olduğunu da hissediyor ve hatırlıyoruz.

Titus Burckhardt’ın Fes: İslam Şehri kitabı bu minvalde çok önemli. Bize sırf bir hatırlatmanın ve geçmişin ötesinde bir tarihimizin, geleneğimizin ve hafızamızın olduğu uyarısını yapıyor. Sadece bir şehrin tarihini değil aynı zamanda bir şehir üzerinden bir düşünce tarihini anlatıyor kitap. İbn Arabi’nin kitabıyla başlayan yolculuk bir bakıma bir kitabın nasıl şehre dönüştüğünü, İslam’ın bir dünya görüşü olarak Fes üzerinden nasıl şehirleştiğini, sanat, mimarî, fıkıh, hikmet ve irfan ekseninde nasıl bir hayat nizamı ve dünya tasavvuruna dönüştüğünü anlatıyor.

Kitap Turan Koç’un harika giriş yazısı ile bir anlamda geleneğin, fıkıh, hikmet ve irfan üzerinden modern zamanlara bir cevap verme imkanını da tartışır. Bu anlamda sadece geleneği anlamak bile pek çok şeyi değiştirir. Evrimci tarih anlayışı ve modern psikanaliz üzerine kurulu zaman ve mekân anlayışının yol açtığı modern Batı telakkisi ve bilhassa modern sanatın insanı bertaraf eden tutumlarının aksine özü güzellik olan kutsal sanat hem derûni hem de zâhirî bir gerçekliğe sahiptir. Çünkü sanat geleneğin, mananın ifadesidir. Bu da ancak hikmet ve irfanla anlaşılabilir.

Bu anlamda Fes şehri bir mekân olarak İslam’ın gelenek ekseninde İslam inancının ve bunun tabii sonucu olarak da İslam sanatının tecessüm ettiği şehirdir. Fes sadece İslâmî şehircilik anlayışının değil insânî şehircilik anlayışının da bir prototipidir. Şehri kuru bir mekân olmaktan çıkaran elbette ki insandır. Bu anlamda Burckhardt Fes üzerinden şehri yaşanılır kılan fıkıh, hikmet ve irfan bağlamını bilhassa Miras Bilgi ve Altın Zincir bölümlerinde öylesine güzel işler ki tıpkı vahyin Yesrib’i Medine yapmasından mülhem ilmin ve âlimin bir mekânı nasıl Fes haline getirdiğini anlatır.

Titus Burcthardt (İbrahim İzzeddin- 1908-1984), 1930’larda şahit olduğu ve yaşadığı Fes’ten adım adım geçmişe gider ve yeniden bugüne gelir. Dolayısıyla yaptığı bugünü geçmişe taşımak olmadığı gibi geçmişi de bugüne taşımak değildir. O geçmişi tarih/hafıza/zemin yaparak bir tarihsel tecrübenin, bir inanma biçiminin zamanda ve mekânda nasıl mücessem hale geldiğinden yola çıkarak bugün hem bize dayatılan modern şehir telakkisine nasıl dahil olmayacağımızı hem de kendi şehirlerimizi yeniden nasıl kurabileceğimizin imkanlarını tartışır. Yine Turan Koç’un giriş yazısında belirttiği gibi o geleneksel sanat formlarının fizik ötesine ilişkin îmâ ve işaretlerini anlamanın, insanı ve hayatı anlamanın çok önemli bir yolu olduğuna inanıyor ve böyle bir işin, en iyi bir şekilde geleneksel inanç ve davranışların hala geçerli olduğu bir ortamda yaşayan insanlarla temas kurmakla başarılabileceği kanaatini taşıyordu.

Fes kitabı İslam’ın özel olarak Fes’te genel olarak Endülüs’te nasıl tatmin edici ve tutarlı bir hayat nizamı ve dünya tasavvuru ortaya koyduğunu anlatırken; Şeriat (Fıkıh), Hikmet (Kelam) ve İrfan (Tasavvuf)’ın insan ve toplum hayatında hakkıyla uygulandığında bir yaşama biçimine yol açacağını ve bunun şehir olarak tezahürünü de zorunlu bir sonuç olarak görür. Bu anlamda zaman zamandır, mekân mekandır. İnsan hafızası olan bir varlık olarak dili ile bugüne aklı ile yarına konuşur. Bu durum insanın tevhid ilkesi çerçevesinde dünü, bugünü ve yarını yekpareleştirdiği gibi dünyayı bir mekân kılma olarak sâlih amelin merkezi kılar. Bu durumda zaman da mutlaklaştırılamaz. İnsan bir yer sahibi olarak varlığının bilincindedir.

Oysa Batılı anlamda civitas; bir insanın kendisini evinde bile yabancı hissettiği, cennet vaadine rağmen sadece bir tüketim köleliği yaşadığı mekanlar. Hatta mekansızlık… Bu anlamda Batılı şehirler mekansızlığın, görünmezliğin göstergesi. İnsanın kendisini “evinde” hissetmesini sağlayan, yerleşik ve ölçülebilir bir kozmosun gerçekleştirildiği statik bir dünya görüşünün ifadesi olan mekânın maketleştiği, matematikleştiği ve otomatlaştığı görüntüler. İnsanı devre dışı bırakan makineler ve mekanikleşme ve makineleşen şehirler.

İslam şehirlerinde ölüm bile hayatın parçasıdır ve içindedir. Bu nedenle şehrin geçiciliği en üst sanat ifadesi bile olsa bir dem unutulmaz. Mezarlar bu anlamda cenneti hatırlatır biçimde şehrin en güzel en canlı yerindedir. Mezarlar nasıl insanın ölümlü olduğunu gösterirse, şehirde karşılaştığımız geçmişten kalan birtakım yapıların harabeleri de dünyanın, şehrin ve mekânın ölümlü olduğunun göstergesidir. İbrahim İzzeddin’in de hissettirdiği gibi hayat ve ölüm, din ve dünya, varlık ve yokluk ancak tevhid ilkesi ile anlaşılabilir. Tevhid ilkesi insanı her daim müteâl olanla hemhal olma bilinci ile diri tutar.

İbrahim İzzeddin’in belirttiği gibi hem İslam evi hem de İslam şehri aslında sadece kendi ile sınırlı bir dünya değil, aynı zamanda şark efsanelerinde sembolik olarak tasvir edildiği gibi dört yönü ile gökyüzünü kubbe edinmiş ve derininde de pınarın olduğu kristal haline gelmiş bir alemdir. Kendi içine dönük ve aynı zamanda en yüce olana açık bir ev ve şehir telakkisi… Sokaklardan değil bahçelerden soluk alan evler…

İslam şehrinin beslendiği müteâl bağlamın her an farkında olan Burckhardt şehrin, evin veya genel anlamda mimarinin en ince detayında bile bir anlamın nasıl tahakkuk ettiğini, bir inancın ve inanma biçiminin nasıl tezahür ettiğini eşsiz tasavvuru ile kemer üzerinden şöyle anlatır: “Sonsuz ve sıradan bir mekân sadece kemer ile bu güzelliğe ulaşabilir. At nalı şeklindeki kemer, mekânı merkez yapar; yukarıya doğru sivrilen üst kısmı tıpkı bir mum alevi gibi arzulanan yönü verir ve bazen kemeri kuşatan dörtgen kenar ve genişleyen bölme ile binanın küpü arasındaki dengeyi oluşturur. Böylece bir eser tüm insani niteliklerden arındırılmıştır ve bu nedenle de huzur ve sükûnet halinde olan bir ruhu tatmin eder; içeriği hiçbir şekilde tüketilemeyen kutsal bir formül ya da avlunun havuzundan yükselen su fıskiyesine yansıyan, insana canlılık veren manzara gibidir. Çünkü böyle katı bir mimari de su olukları ve avlunun bir bölümünde ağaçların, çiçekli bitkilerin serbestçe büyüyebilmeleri asıldır, böylece avlu serin bir vaha haline gelir.

Şehri ruhuyla anlatmak kolay değil gerçekten. Çünkü bunun için şehri ruhuyla görmek gerekir. Bu anlamda Burckhardt bir ruh/gönül yolculuğu, hafıza yolculuğu yaptığı için görür. Tasvirlerinin çok iyi olması küllî bir tasavvura sahip olduğu içindir. Resim yapar, fotoğraf çeker gibi içinde yaşadığı bugünkü Fes’ten geçmişe doğru tasvirler yapar. Ancak bunu yaparken de temsili mutlaklaştırmaz. Çünkü sanatta gerçek suretler olmaz. Dolayısıyla her şey bir tecelli ve tezahürdür. Onun derdi güzelliğin insan hayatındaki tezahürleridir.

İbn Haldun üzerinden bir bedâvetin/ümmiliğin hadarat olduğunun hikayesidir anlatılan bir başka açıdan. Umran’ın hikayesi… Bir bakıma modern zorunluluğa karşı bir bedevilik/ümmilik teklifi… Çünkü modern tasavvura karşı ümmî olunmadan yeni bir bakma, görme, inanma ve yaşama biçiminin olması neredeyse imkânsız…

Turan Koç’un sunuş yazısı, Ömer Faruk Altıntaş’ın telif gibi diyebileceğim çevirisi ve AlBaraka Yayınları’nın “kitap böyle basılır” denilebilecek baskısı ile gerçekten anlamın tahakkuk ettiği bir kitap olmuş Fes İslam Şehri…

Dursun Çiçek
twitter.com/dursun_cicek_dc
* Bu yazı daha evvel Cins dergisinin 68. sayısında neşredilmiştir.

Yetersiz uyku nelere sebep oluyor?

“Belki çocukluktan kalan küçücük bir hikâyenin
Ardından gitmek içindir uykular.
Belki yaşanmamış yaşanacak onca hayal peşinden
Koşmak içindir bütün masallar.”

Sağlıklı yaşamak, iyi bir beden-zihin yapısına sahip olmak konuları hepimizin dikkatini çekiyor. Bunun çeşitli sebepleri var: Hasta olmak istemiyoruz. Yaşlanmak istemiyoruz. Sağlıklı yaşama dair binbir çeşit liste ve öneri bulmak mümkün. Bu çeşitliliğe rağmen kadim geleneklerde de Batı tıbbının önerilerinde de mutlaka yer alan madde iyi bir uyku uyumak.

Kaliteli bir uyku, hem fiziksel hem de ruhsal sağlığımız için çok önemli. Şehirlerde, gürültü kirliliği ve ışığa maruz kalarak uyuduğumuz için uyku kalitemiz giderek daha da düşüyor. Bu etmenlere bir de hava kirliliği ve kronik stres eklenince, uykunun kalitesini bırakın, doğru düzgün uyumak bile bir başarı hikâyesine dönüşebiliyor.

Peki ne yapacağız? Hepimiz dağ evlerine taşınamayacağımıza ya da hava kirliliği birden azalmayacağına göre, sıkıştığımız ya da keyfini çıkarmaya çalıştığımız bu şehir hayatında uykumuza ve kendimize iyi gelecek şeyler bulmamız gerekiyor. Siz de uykunuzun kalitesi ile ilgili benzer endişeler ve çözüm arayışları içindeyseniz “Uykunun Şifalı Gücü” kitabı tam size göre.

Firdevs Çağlar çevirisiyle Türkçeye kazandırılan Uykunun Şifalı Gücü, uykumuzun neden bölündüğüne ve bunu nasıl düzeltebileceğimize odaklanan on altı bölümden oluşuyor. Kitabın yazarı Chris Winter, dünyaca tanınan, önemli bir uyku tıbbı uzmanı. Kitabın arka kapak yazısındaki şu kısmı gördüğümde, yazara olan güvenim ve kitaba dair heyecanım biraz daha arttı: “Dr. Winter, 10 binden fazla insanın gece rahat uyumasını sağlamış uluslararası bir uyku uzmanı. Sayısız sporcu onun yöntemlerini uyguluyor. Winter, optimal uykunun ne olduğunu yeniden tanımlıyor ve ihtiyacınız olan temiz bir gece uykusunu size kazandırıyor.” Aynı zamanda eğitimli bir nörolog da olan Winter, iyi bir uykunun vücudun her bir parçasına büyük etkisi olduğunu söylüyor.

Biz uyurken, beynin bedende biriken atıkları atmak ile ilgilenen kısmı olan Glimfatik Sistem, %60 daha üretken. Bu ne demek? Bol toksinli şehir hayatları sebebiyle bedenimizde birçok toksin ve atık birikiyor. Artık toprakla bağlantılı, her an ona ulaşabileceğimiz hayatlar da yaşamadığımız için enerjetik yükümüzü de bu atıklar arasına ekliyoruz. Bu toksinli hayata bir de az ve/veya kesintili uyku eşlik ederse, fark edeceğimiz ya da etmeyeceğimiz şekilde bedende toksin biriktirmeye başlıyoruz ve zaman ilerledikçe bu toksinler, çeşitli hastalıklar yaşamamıza ortam sağlıyor.

Yetersiz uyumak başka nelere sebep oluyor?” diye merak edince, ortaya insanı gerçekten endişelendirebilecek maddeler çıkıyor:

Araştırmalar gösteriyor ki yetersiz uyuyan kişilerde kilo almaya eğilim artıyor.
Yetersiz uyumak dolaşım sistemine ve kalp sağlığına zarar verebilir.
Verimsiz uyumak ruh sağlığını ciddi ölçüde etkiler
Bağışıklık sistemi ile kaliteli bir uyku arasında sıkı bağlar vardır.

Peki ne yapacağız?

İyi bir uyku uyumamıza engel olarak faktörleri belirleyecek ve uykumuzu, mümkün olan en kaliteli haline getirmeye çalışacağız. Kitapta hem uykunuzu bölen faktörler hem de bunları nasıl aşabileceğinize dair birçok araştırma, örnek ve yöntem var. Bence en önemli kısım, uykunuzla aranıza giren kara kedinin ne olduğunu tespit etmek. Bunu tespit ettikten sonrasında da iş size düşüyor tabii.

Yazar, kitabın sonunda önemli bir hatırlatma yapıyor. Uyku sorunları bir anda oluşmadı, mucizevi şekilde bir anda kaybolmalarını da beklememek gerekiyor: “Biraz kilolu ve kondisyonsuzsanız kaslı bir vücut yapmak zaman alır. İtalyanca konuşmayı öğrenmek zaman alır. Harika hiçbir şey çabuk olmuyor ve korkarım uyku da bunlardan farklı değil.

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal
* Bu yazı daha evvel Uplifers'ta yayınlanmıştır.

1 Haziran 2021 Salı

Abdülhamid’in yalnızlığı, çaresizliği, tahttan indirilişi

Piyes, elbette izlektir, izlenmek için yazılmıştır, izlenmek için kurgulanmıştır. Tabii çoğunlukla evde olduğumuz şu günlerde tiyatroya gitmek, seyretmek mümkün olmuyor. Ama metnini okumak bile bazen tiyatro hakkında fikir sahibi olabilmek için kafi olabilir. Normalde tiyatro metni okumak gibi bir adetim olmasa da, aşinalığımın az olması dönem başında beni Türk Tiyatrosu dersini seçmeye teşvik etti. İşte bu epik-trajik piyesi de bu ders vesilesiyle etraflıca inceleme fırsatı buldum.

Piyes, bir devletin yıkılış sürecine tanıklık edip, kan dökmeden, siyaset ile devletini kurtarmak için elinden geleni yapsa da, kaçınılmaz yıkıma engel olamayan bir padişahın son dönemini anlatıyor. Bu padişah, piyese ismini de veren Abdülhamid Han. Piyeste olay genel itibariyle şöyle ilerler; Abdülhamid Han, Filistin’de yurt edinecek toprak isteyen Yahudilere istediklerini vermez, bir büyükelçinin Beyoğlu Kulübü’nde girdiği kumar borcunu padişah olarak kendi eliyle öder, çeşitli siyasal sebepler ile tatil ettiği Mebuslar Meclisi’nin açılışında bir mebusun hakaretâmiz sözlerini dinler, siyaset son derece hararetli bir şekilde ilerlerken fiziki bir kargaşa da çıkmaktadır. Mabeyn Müşiri, Abdülhamid Han’dan Hassa Ordusu’nu harekete geçirerek akınları durdurmak için izin istemektedir. Abdülhamid Han kan dökmemeye yemin etmiştir ve buna izin vermez. Piyesin sonunda Abdülhamid Han’ın hastalanıp yatağa düştüğü anlaşılır, devletinin yıkılmasına engel olamamıştır. Padişahın duaları ve “Allah” nidasıyla perde kapanır. Oyuna genel itibariyle trajik bir hava hakimdir, yer yer epik unsurlar da görülür.

Siz bilirsiniz ki ben ömrümde ve bütün sultanlığımda hiçbir kere heyecan ve telaşa kapılmadım. Ne, başımın üstünde üç tonluk avize, ne zelzeleden binalar iskambil kağıdı gibi yıkılırken, ne bomba patlayınca at ölüleri havada uçuşurken.. Ama bugün, Allah bana, Boğaziçi’nde yaldızlı bir zindan olarak tahsis ettikleri şu sarayda, garptan şarka dört bin, şimalden cenuba bir devletin çöküş kıvılcımlarını, toz dumanını seyrettiriyor. Şu pencerelere gittiğim zaman her taraf günlük güneşlik görünse de, ben yine kan, ateş, yıkıntı ve heyelan görüyorum!..

Metnin türünü, başından sonuna çaresiz ve hüzünlü atmosfer belirlemektir. Dramatik yapıda aksiyon ise, dışarıdan gelen süngü, çarpışan tüfek ve galeyan sesleriyle sağlanıyor. Kendi gözlemime göre, metnin başkarakterlerini Abdülhamid Han, Şeyhülislam, Musahip ve Mabeyn Müşiri, yan karakterlerini ise Osmanlı Yahudisi, Haremağası ve Çavuş oluşturuyor.

Piyeste siyasi ideolojiler oldukça keskin işlenmesine rağmen, kurgunun kalitesi bu keskinliği bastırmaktadır. Piyeste ele alınan temel konu, Abdülhamid’in devlet başındaki yalnızlığı, çaresizliği ve tahttan indirilişi olmuştur.

Necip Fazıl’ı bir çoğumuz şair olarak tanıyoruz. Ancak bir tiyatro yazarı olarak da Türk edebiyatındaki yerinin oldukça mühim olduğu kanısındayım. Tiyatroya merakı olan ya da aşinalık kazanmak isteyenler varsa, pek çok piyes metniyle birlikte Abdülhamid Han trajedi alanında güzel bir örnek olabilir. Okuyacak olan herkese, keyifli okumalar, izleyecek olanlara da iyi seyirler diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc