2 Mayıs 2021 Pazar

Şiir ve hikâyeyle irtibatlı denemeler

Edebi bir tür olarak denemenin kendi içinde gösterdiği çeşitlilik, onu sınıflandırma hususunda da farklı birtakım görüşlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Denemecinin dikkat noktasının değişmesiyle birlikte deneme de kendi içinde ayrılmış, bu ayrılışlar yeni isimlendirmeler doğurmuştur. Yazarın herhangi bir konuya ilişkin objektif gözlemlerini içeren yazıları, edebiyat eleştirileri, makale tonuna yaklaşan denemeler, felsefe, din, toplum üzerine yazılan nesnel yazılar, yazar ve entelektüellere dair portreler, yazarın düşünme ve hayatı algılayış biçiminden süzülen birtakım öznel metinler ayrı ayrı sınırlandırılıp isimlendirilmiştir. Denemelerin konuları dikkate alınarak yapılan bu sınıflandırma, Batı edebiyatındaki yaygın kabullerden birisidir.

Bahsi geçen bu sınıflandırmaya, Türk Edebiyatı Kavramları ve Terimleri Sözlüğü’nde rastladığımdan bu yana, zihnimdeki deneme tanımları yerli yerine oturdu, diyebilirim. Sınırları ve geçirgenliği net olmayan bir türü, konularına göre sınıflandırmak isabetli bir düşünce olarak görünmüş olmalı. Bu makul yönelim, denemenin sunduğu imkân ve yazara sağladığı serbestiyet, yazıya yeni başlayanların zihninde bir “kolaylık” fikri uyandırdığından olacak ki denemeye meylettirir onları. Fakat deneme zannedildiği gibi kolaycılığın evi midir? Nilüfer Kuyaş’ın Başka Hayatlar kitabının ön sözünde geçen bir cümlesi, türün ciddiyetini ifade etmesi bakımından dikkate değer. “Deneme yazarlığın esas sınavıdır,” diyordu Kuyaş. Yazar, orada sınanır bütün çıplaklığıyla. Kendini samimiyetle anlatabildiği ve hayatla kurduğu sıcak teması ince bir görme biçimiyle sunabildiği nispetle de iyi bir metin çıkarır. Böylece yazar, denemeyi denerken hem kendini hem de kalemini sınavdan geçirir.

2000’li yılların denemesinden ve türün tabi tuttuğu sınamadan geçen isimlerden bahsedeceksek eğer, Ali Ayçil denemeciliği, zikretmemiz gerekenlerin başında gelir. Ceviz Sandıklar ve Para Kasaları, Kovulmuşların Evi, Yenilgiden Dönerken ve Usta Konuşmak İstiyor isimli kitaplarından biri bile, bu kadarıyla, son dönem denemeciliğimizin tazeliğinden hiçbir şey yitirmeyecek örnekleri arasına girer. Bu denemeler, bahsi geçen sınıflandırmaya göre subjektive essays, yani öznel denemeler kategorisinde değerlendirebileceğimiz metinlerdir. Ali Ayçil’in yazınsal haritası; yaşama dair hemen her ayrıntıyı, taşrayı, okul yıllarını, otobüs terminallerini, edebi heyecanları içinde barındıran geniş bir avlu gibidir. Bir çeşmenin kurnasında on beş yıl boyunca oturan ve bilinmez bir kederle hızla yaşlanan kadın, sokakta telaşsız oynayan çocuklar, ayakkabı tamircisinin sabahları, bir masaya konup kalkan hikâyeler, yaz akşamları, ebedi göçüne hazırlanan bir ihtiyarın çocukluğunun evine dönme arzusu, ficek atmaya giden kızlar, bir heyecanla çıkan ve çok geçmeden batan dergiler, geçim darlıkları, sokağın yazı masasına ulaşan uğultusu… hepsi doğallıkla, içten gelen bir ezgi gibi sızar satırlara.

Ayçil’in meraklı bir bilgelikle nesneler ve insan hikâyeleri üzerinde dolaştırdığı bakışı muhtevanın çeşitlenmesine, şairliği de şiirin müzikal perspektifinden faydalanmasına ve kelimelerin ses çağrışımlarının öne çıktığı bir dilin yakalanmasına vesile olmuştur. Bu dilsel ritim başka başka seslere ulanır. Çağın gürültüsünden kendine kaçan ve yarasına uymayan kabuğundan avazını esirgemeyen şaire mesela. Bir yazar okurun içinden geçtiği başka yazarlara, onların seslerine, onların hikâyelerine ulanır. Üstelik yalnız dilin ve sesin değil, imgesel anlatımın da kapıları aralanır okura, “Dünya, bir meleğin kanadında titreyip duran bir su damlasından daha ağır değil. Bütün bitkinlikler, bütün meraklar, bütün aşklar, bütün kentler ve tarih, o su damlasının içinde saklı. Orada geçmiş de yok gelecek de. Bir tek “anın” iniltisi koca bir tarih tutuyor.” Bu çok yönlülük Ayçil’in, son dönem denemeciliğinin öne çıkan isimlerinden biri olmasının sebepleri arasında gösterilebilir.

Deneme, öteki türler gibi belli başlı kurallarla çevrelenmiş bir tür olmadığından üslup öncelenir. Orhan Burian’ın dediği gibi, “Anlatımda özgünlük ve zerâfet en çok denemede aranır. Üslubun gaye olduğu tek yazı nevidir.” Ali Ayçil’in denemeleri, üslubu dikkate alan, söylenene yeni biçimler ve sesler ekleyen bir yere doğru ilerler. Bu ilerleyiş, son kitabı Usta Konuşmak İstiyor’da başka bir ivme kazanır. Önceki kitaplarında, özelde Yenilgiden Dönerken’de, baskın bir içe dönüş vardır. Yazarın kendisidir ortaya dökülen. Başkalarında gördüğü, nesnelerde ve hayat kırıntılarında aradığı bizzat kendisidir. Kitabın “Sen” bölümündeki İstanbul anlatımında, gördüğü İstanbul değildir anlatılan, içte imgeleşmiş kenttir. Okur, bir şehir anlatısında bile içe yöneltilmiş dikkate odaklanır bu yüzden. Okuru metne dahil eden bu iç ses, Yenilgiden Dönerken’de sürekli olarak beslenir. Yazar da bu bağı kuvvetlendirmek için sık sık okura seslenir, onu karşısına alır, düşüncelerini okumaya ve metnin karşı tarafta uyandıracağı reaksiyonu ölçmeye çalışır, “İçinizden kimileri bu yazıyı okuduklarında, meseleyi biraz abarttığımı düşüneceklerdir. Sözü edilen kıskançlığın mağduru siz değil de ben olduğuma göre, şimdilik, kendi tecrübelerimin ayak izinden yürümeyi daha uygun buluyorum.

Ancak Usta Konuşmak İstiyor‘da denemelerin seyri değişir ve yazar, penceresini tamamen farklı hikâyelere aralar. Okur bu aralıktan anlatılanları dinler yalnızca, ona seslenilmez, buyur edilmez. Bilinçli bir tercihle dışarda, salt dinleyici konumunda bırakılır. Bir hikâye anlatıcısı tavrıyla tahkiyenin öne çıkarıldığı bu metinlerde yazar, sıradan insanlara odaklanır. Hani şu hayatları herhangi bir habere konu olmayacak ve hemen her yerde karşılaşabileceğimiz türden insanlara; monotonluğun uyuşukluğuyla çepeçevre kuşatılmışlara, bir zamanlar genç olan yaşlılara, kahvehanenin herhangi bir masasında oturan herhangi bir adama; balıkçıya, kundura tamircisine, aşçıya, yorgun kadınlara, gülümsemeleri içine kaçanlara odaklanır ve onların hikâyesinde gördüğünü yazar, hikâyelerdeki “ben”i değil.

Üstelik bu metinler, öykü olabilecek tahkiye ve yoğunluğuna sahip metinlerdir. Deneme, öykücükler anlatarak türün geçirgenliğinden faydalandığı gibi, yazarın kendi kıyısından beslenerek de ben evrenin, yani denemenin içinde kalır. Ayçil, Usta Konuşmak İstiyor‘da , anlattıklarını kendi beninden geçirse de odak noktası hep ötekinin hikâyesi, ötelere gönderilen bir mektup ve bir selamdır. Hem form hem de muhteva olarak bu kitabıyla tali bir yola girdiğinden, farklı bir ivme yakaladığından söz edebiliriz.

Yazının başında vurgulanıldığı gibi, başlangıçtan bu yana çıkan denemelerinden biri bile, kuşağının önemli denemecileri arasında hak ettiği yeri almasına vesile olmuştur. Genel edebî tercihlere ve kanonik yaklaşımlara bakıldığında da denemeye edebiyatın üvey çocuğu muamelesi yapıldığını, yazarın ilgilendiği “asıl” türün yanında denemeye şöyle bir uğradığını görebilmek zor değil. Fakat yalnızca denemeyle söylenebilecek şeylerin varlığı; öyküyle, şiirle irtibatlı, söylem alanı geniş bir tür olduğu düşüncesi göz önünde bulundurulursa, fikirlerin doğuşunun ve içe yöneltilmiş dürbünün en doğal biçimde denemeyle açığa çıkacağı da kolaylıkla fark edilecektir. Ali Ayçil denemeleri bu farkındalıkla ilerleyen, türü ciddiye alan ve türün imkânlarını tanıyan metinler olarak dikkati hak ediyor.

Feyza Kartopu

İnsanca'dan kopma ve insanca'ya dönme öyküleri

Öykü okumak bazen nefes almak gibi bir şey oluyor yoğun dönemlerimizde. Sıcaklamış bir odanın içeri püfür püfür rüzgâr alan penceresini açmak gibi. Hem elinize aldığınız gibi bitirmek mümkün oluyor, böylelikle özgüven tazelemiş oluyorsunuz, hem de dinlendiğinizi hissediyorsunuz. Barış Adlı Çocuk da, bir solukta okunabilecek akıcılıkta, yalın ve bir o kadar duygu dolu bir kitap.

Barış Adlı Çocuk, Sevgi Soysal’dan okuduğum ilk kitap oldu. Kitabın ilk yarısındaki öyküler okura daha çok hayatın içinden sahneler gösterip, hayata dair mesajlar verirken, ikinci yarısında öykülerin temaları biraz sertleşiyor, bu da okurken size yazarın hayatını sorgulatıyor. İlk yarıdaki öykülerde işlenen konular sevgi-ayrılık, bir insanın çocukluktan birey olmaya geçerken nasıl değiştiği, sonuçtan çok çabanın verdiği haz, köylü insanların problemleri gibi daha genel temlerden oluşuyor. Ancak daha sonraki öykülerde hapishane ve kanser teması öne çıkıyor: Karılar koğuşu... İşte kitabın bu bölümlerini okuduğumda ilk sayfalara dönüp Sevgi Soysal’ın hayatını da okudum. Ve Sevgi Soysal’ın siyasi sebeplerden ötürü hayatının önemli bir kısmını cezaevinde geçirdiğini, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti adlı romanını cezaevinde kaleme aldığını ve yakalandığı kanser hastalığı nedeniyle bir göğsünün alındığını okudum. Kitabı okuyacak olanlara küçük bir tavsiyede bulunmak isterim, ben kitabı bitirdikten sonra merak sâikiyle Sevgi Soysal’ın hayatını okudum, ancak okuyacak olanlar önce ilk sayfadaki Sevgi Soysal’ın hayatını ve daha sonra öykülerini okurlarsa, özellikle kitaptaki son öyküler daha anlamlı olacaktır.

Öykülerde genel olarak şöyle bir teknik uygulanmış, öykü bitmeden, aynı öykünün içinde, bakış açısı değişiyor. Öykülerde genellikle anlatıcı kahraman, yazar öyküden oldukça uzak ve kahramanın -kahramanların- diliyle öykü anlatılıyor, örneğin iki paragraf bir kahramanın gözünden anlatılmışken, devamındaki satırları başka bir karakterin gözünden okuyorsunuz. Son zamanlarda okuduğum öykü kitaplarında bu tekniğe oldukça fazla rastlıyorum, keza Düğümlere Bitişik adlı öykü kitabında da bu teknik öykü öykü ayrılarak kullanılmıştı. Aynı olaya farklı bakış açılarından bakmanın, aynı kurguyu farklı kahramanların gözünden okumanın okura hem empati duygusu aşılayacağını, hem de okurken metne farklı bir estetik keyif katacağını düşünüyorum. Okurken ben böyle hissettim diyebilirim. Ayrıca bazı öyküler arasında karakter bağlantıları ve olay benzerlikleri bulunması da dikkat çekici. Örneğin Yapı ve Ay’ı Boyamak öykülerinde Hasan Özçakar karakteri, ve kitabın sonunda art arda gelen hapishane temalı öykülerde de kadın karakterler aynı ilerliyor.

Kitabın başında, Füsun Akatlı’nın “Sevgi Soysal’ın Öykücü Damarı” adlı mukaddime mahiyetinde yazısı bulunuyor. Şöyle diyor Akatlı öykülerin temaları hakkında: “Yabancılaştırmayı, yabancılaştırılmayı, insancadan kopmanın etkin ve edilgin biçimlerini, insancaya dönme özleminin ve savaşımının çıkar ve çıkmaz yollarını; hem tek tek öykülerin içinde, hem de bunların bütünselliğinde kavranan bir diyalektikle sergiler Soysal bu öykülerde. Anlatılanda bulduğumuz gibi, anlatımda da buluruz bu diyalektik bakışın izlerini. Serinkanlı bir gözlemcinin nesnel, aktarıcı anlatımı, duygulu, sıcak, coşkulu bir anlatımla iç içedir. Seçilen anlatım biçimlerinin birinden öbürüne geçişi ve öykülerin dokusuna organik olarak katılmasını sağlayan öğe ise, keskin bir ironi.

Öyküleri okumaya başlamadan önce Sevgi Soysal’ın öykücülüğüyle ilgili bu kapsamlı yazı okunduğunda, öykülerin okur zihninde somutlaşması daha da kolaylaşıyor. Füsun Akatlı’nın bu yazısının yukarıda paylaştığım bölümünde en çok dikkatimi çeken kısım, insancadan kopma ve insancaya yaklaşma özlemi oldu, çünkü gerçekten öykülerin genelinde bu duyguyu kılcal damar çatlaması gibi, ince ama keskin bir sızı halinde hissediyorsunuz. En sevdiğim öyküleri, Delikli Nazarlık, Mal Ayrılışı ve Şampanya Kovası, Cellat Fuchs Kent Halkına Nasıl Karıştı?, Yapı, Ay’ı Boyamak, Hanife olarak sıraladım zihnimde bu kitap için. Bana çok iyi gelen, bir solukta, içer gibi okuduğum enfes bir kitaptı Barış Adlı Çocuk. Okuyacak olan herkese keyifli okumalar dilerim.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

29 Nisan 2021 Perşembe

Felsefenin mısrası: Oruç Aruoba

Kitaplar da insanlara benzemez mi? Adlarıyla, biçimleriyle, anlattıklarıyla... Sanırım ben en çok azınlığın keşfine, ellerine ve kütüphanesine vardığı Halil Cibran, Oruç Aruoba, Emil Cioran gibi insanları seviyorum. Onlar benzersiz ve ikâmesiz bir kendiliği metnine getirmeyi başaranlar. Bilhassa Oruç Aruoba'nın üslubu, kendine has bir güzergâhı olan ve yalnız o yolun yolcularının peşi sıra düşeceği gizli bir patika gibi.

Yazarın alametifarikası bu belki de; Ruhça'sının olması. Ruhça’sını; ruhuna ait olan o üslubu dilleştirmeyi başarması. İnsanın edebiyatta erişeceği en üst nokta kurmaca kabiliyeti, metindeki yetkinliği, iyi bir anlatı sesi, yüksek bir retorik kurma kudreti değil kendine ait dili inşa ettiği zamana tekabül ediyor. Yazmayı tutku edinmişlerin varmaya çalıştıkları nihai nokta da açığa çıkıyor böylelikle: kendine has bir dil yaratmak. Öyle ki okuyanlar desin: Bunu 'O' yazmış. Belki de bu yüzden özgün bir dil inşa edenler; o dili asla inşa edemeyeceklerde hayranlık uyandırırken, o dili inşa edecek yeteneği olanları kıskandırıyor.

Nurdan Gürbilek, Yazı ve Arınma’da Oruç Aruoba’nın ustam dediği Bilge Karasu’dan üslup üzerine şu pasajı alıntılıyor:“Kimi yazarın dilinde söyleyişin en incesini sözcüklerin birer ok gibi art arda fırlatılması sağlar; kimininkinde ise bir karasu gibi akış. Benim dilim çiçek dermek üzere eğilip kalkan bir gövdenin yumuşaklığına, dalgalanışına ulaşmalı.

Karasu’nun ideal üslubu gibi bambaşka üslup sesleri var. Kimi yazının sesi, karın yağışının o sessiz sesine benziyor mesela, kimi ise camları alaşağı eden bir taş sesine. Bazı metinlerdeyse ses yok, koku var sanki. Ağır bir parfüm kokusu, inatçı bir kir gibi okunur okunmaz buruna gelen kesif bir koku. Yahut libidinal enerjisini okura anında ifşa eden bir ten kokusu. Çeviride dahi tahrip olmayan, başkalaşmayan, beşeriyetini aşarak ruhunu okura duyurabilenler var bir de; Oruç Aruoba’yı, Oruç Aruoba yapan ses.

Müzakereler kitabında “büyük filozofların aynı zamanda büyük üslupçular olduğuna inanıyorum” diyen Deleuze, üslubu “üslup asla insan değildir, her zaman öze(üslup-olmayan) aittir” olarak belirtir. Üslup olmayanı ise “bir öz olarak üslup olmayan, farkın bir imkânıdır. Üslupsa farkın ta kendisidir” diyerek altını çizer.

Felsefeyi “kavramlar yaratan ve icat eden bir disiplin” olarak tanımlayan Deleuze, kavramların imal edilmesi gerektiğinden de bahseder. Deleuze’ün felsefeye bu bakışı, Edebiyatta özgün ve özerk yazının konusu olarak minör yazının keşfini de beraberinde getirir. Üsluba da, felsefe gibi güzel bir yorum getirerek ikisinin de kullanabileceği bir yolu işaret eder; “bir minör-oluş yaratmayı bilmek.

Deleuze ve Guattari’nin Kafka’nın eserleri üzerine yaptıkları çalışmalarla başlayan minör edebiyat ya da minör yazı; bir azınlığın majör dilde yaptığı edebiyat ve dilin “yersizyurtsuzlaşması” gibi anlamlara gelir. Minör yazı; yeni bir dil yaratma değil, var olan bir dili yeniden yaratma olarak da tanımlanabilir. Ayrıca yazarın, dilin dayatılan kurallarını, gramerini ve çokça kullanılan üslupları beceremediğinden değil, ayrıksı bir tutumla bunlardan kaçınması olarak da yorumlanabilir.

Minör edebiyatın edebiyatımızdaki en büyük temsilcilerinden biri olarak; Türkçeyi Fransızca yazım kurallarına göre yazması, bir isyancı gibi kullandığı büyük harfleri ve terziliğini ele verircesine birbirine tutuşturduğu iğneli yazılarıyla Sevim Burak belirir.

Oruç Aruoba, birçok eserini Türkçeleştirdiği Wittgenstein’ın ilhamıyla yazılarını “kendisiyle kafa kafaya vererek” yazdığını, sonra kitaplaştığını ifade eder. Oruç Aruoba okuru olmak, kişisel bir tarihe tanıklık etmeye benzetilir bu yüzden. Fakat Aruoba, tek bir insanın kendine ait meseleleri gibi görünen öznel anlatımını felsefi kılmayı başardığından onların hepsini (Kaan Özkan’la röportajındaki ifadesiyle) “düşünen, kendi yaşamı üzerine düşünen bir kişinin, düşüncelerinin içeriğini, kendi yaşamının sağladığı yönelimden ayırarak bir insanlık durumu, bir insan yaşantısı olarak nesne edinmeye; kavramaya ve kavramlaştırmaya çalışmasıdır” diyerek özetliyor.

Şiirin olduğu yerde felsefeye ihtiyaç yoktur” diyecek kadar şiiri mühim gören, aynı zamanda şiirleri de olan Aruoba şiir ve felsefe arasında güçlü bağlantılar kuruyor. “Şiirin yapılması zaten yazılmasıdır, oysa felsefe önce yapılır sonra yazılır” diyerek şiirde düşünme ve yazmanın eş zamanlı işlediğini; felsefede ise bu mesafenin uzadığından bahseden Aruoba, kendi yazısında bu mesafeyi kısa tutmayı gözetmesiyle izah ediyor yazdıklarının niçin şiirsel bulunduğunu. Ayrıca 1990’da çıkan ilk kitabı Tümceler’de yazdığı birçok yazının Japon Edebiyatının bir şiir türü olan Haiku’yla benzeştiğini sonraları fark eder.

Özgünlük, üslupta olduğu kadar var olma biçimi olarak da kendini gösterir. Ruhundaki kudreti keşfeden, kendilik cesareti gösteren oluşuyla varoluşunu gerçekleştirir. Var olmanın hükümranlığı tam olarak böyle bir şey. Oruç Aruoba’nın üslubunda, düşüncesinde ve varoluşunda bunu başardığını söylemek yanlış olmaz herhalde. Philosophia, Amor, Felicitate başlıklı tümcesinde "Gelmeyeceğini bildiğini beklemen, 'bilgelik sevgin' idiyse, ve, geleceğini bildiğini beklemen, 'sevginin kendisi' idiyse; işte, gelmek üzere yolda olduğunu söylemek için arayanı beklemen de, 'mutluluktur" diyen Aruoba, üsluptaki özgünlüğü gibi yaratır düşüncesinin özgünlüğünü de.

Felsefe yapmayı, kişinin gelmeyeceğini bildiği birisini beklemeye benzeten Aruoba, Felsefeci ve filozof ayrımına da net bir yorum getirir. Eski Yunan’daki sophos (bilge) ve philosophos (bilgeliği seven) ayrımını vurgular ve filozofun bilgeliğe ulaşmaya çalışan ama hiçbir zaman ulaşamayacağını bilen kişi olduğundan bahseder. Böylelikle yazılarında güçlü bir şekilde hissedilen özlem de ifadesini bulmuş olur.

29 Mayıs 1925’te Heidegger’in Hannah Arendt'e "M." olarak imzaladığı mektupta geçen; "Gerçek birleşme, diğerinin hayatına ait olmaktır." cümlesinden haberi var mıdır bilinmez ama ilişkilerin felsefesini yaptığı kitabı İle’de Heidegger’in cümlesindeki anlamla kucaklaşıyor Aruoba; "Sen ile ben, hiç ‘bir arada’ olmadan ‘birlikte’ olabiliriz. Ben tek başıma bir şey yaparken seni düşünerek yapıyorsam yaptığımı, sen de, tek başına bir şey yaparken beni düşünerek yapıyorsan yaptığını, birlikteyizdir. Bu bir avuntu mu?"

Oruç Aruoba'nın bu cümlelerinden ilham olan, dörtlü bir ayrımdan bahsedilebilir ilişkilerde: Bir Aradalık, Beraberlik, Birliktelik, Birlik. Bir Aradalık; arkadaşlık, flörte, Beraberlik; sevgililik, dostluğa, Birliktelik; evliliğe, Birlikse aşk’a tekabül ediyor sanki. İlk üçü bilinmez ama dördüncü raddeye varmak için bir arada, beraber, birlikte olmaya dahi gerek yok. İle’de geçen bu cümlelerden Oruç Aruobaca ilişki de tariflenebilir; “Senin ile benim, amaçlarımızı birleştirerek, tek kılarak, ikimizin de ötesindeki o ‘üçüncü’yü yaratmamız. Ben ve Sen'den bir ‘Biz’ doğacak. Onu Ben doğuracağım. Ben ve Seni birbirimize bağlayacak bu şey ve Beni - Seni çocuğumuz gibi Biz yaşatacak.

Fakat tüm bu güzellemelerin bir de bedeli var. Oruç Aruoba'nın "sana büyük acılar vereceğim çünkü senin büyük sevinçler yaşamanı istiyorum" sözü tersten bir okumayla da doğru. Bize en büyük sevinçleri getiren, sinemize en büyük acıları zerk edecek kişi olacak aynı zamanda.

Zeynep Merdan
twitter.com/kesfsever
* Bu yazı daha önce Sabit Fikir dergisinde "Felsefenin Mısrası: Oruç Aruoba" ismiyle yayınlanmıştır.

Daha insani, yaşam dolu, güvenli, sağlıklı kentler

"İnsan insanın en büyük neşesidir."

Bu cümle, İzlanda’nın bin yıllık manzum destanı Hávamál’da geçiyor ve insan için diğer insanların ne denli vazgeçilmez, ilgi çekici bir neşe ve keyif kaynağı olduğu gerçeğini bin yıllık bir zaman tünelinden geçerek yankılanan bir sesle bize söylüyor. İnsan İçin Kentler’de (Koç Üniversitesi Yayınları) yazar Jan Gehl, buna bir cümle daha ekliyor ve insanlar için, “Hiçbir şey insandan daha önemli ya da merak uyandırıcı değildir.” diyor. Hayat eğer kendi haline bırakılır ve yapay tasarımlarla bozulmazsa keyif ve neşe kendiliğinden açığa çıkar felsefesi burada kendini gösteriyor.

İyi bir okuma, farklı türleri içinde barındırmalıdır diye düşünmüşümdür hep; insan, aynı türden yorulduğunda zihinsel olarak rahatlamak için tıpkı mekan değiştirmek gibi bir alan değişikliği yapmalı ve hiç bilmediği türlere açılmaktan korkmamalıdır. Benim için mekan üzerine yazılan kitaplar hep böyle olmuştur. Hiç uzmanı olmasam da mimarların mekanı tasarlarken neler düşündükleri, yapılarla sosyal ve fiziksel çevre arasında kurmaya çalıştıkları ilişki ve en önemlisi de anlamın mekânsal olarak üretimi hem çok rahatlatıcı hem de zihinsel bir mekan değişikliği gibi gelmiştir. İnsan İçin Kentler de biraz böyle oldu. Ayrıca belirtmek gerekir ki neşe ve keyif almak asla bir uzmanlık işi değildir!

Kitabın başlıca amacının, modernleşmenin insanı araçsallaştıran işlevselci bakış açısının yarattığı, daha fazla ürettikçe kendi kendini tüketen ve içindeki sayısız çelişkiden mutlu bir dünya kurmayı hayal eden sıkıcı kentleri, insani, yaşam dolu, güvenli, sürdürülebilir ve sağlıklı kentlere dönüştürmek olduğu söylenebilir. Ve bunu yapmanın çok basit bir sırrı vardır yazara göre: modernist paradigmanın tam zıttına bir biçimde yavaşlamak. İnsanları daha hızlı değil daha yavaş hareket etmeye zorlamak. Diğer bir ifadeyle, insanın en temel, en insani, en iyi bildiği ve en doğal yetisi olan yürümeye mecbur bırakmak, insanlık için çok büyük bir adım anlamına gelebilir. Çünkü insan ilk adımını atarak dünyayla kurduğu bağı sayısız hız aracıyla kaybetmiştir ve bunu yeniden kurması ancak ve sadece kendi ayakları üzerinde durarak ilerlemesiyle mümkün olacaktır.

Sadece yürüyerek, yürümeyi yeniden öğrenerek ve sistemi bunun üzerine yeniden inşa ederek her şeyi ve o her şeyi kirleten şehirleri bütünüyle dönüştürmek mümkün olabilir; “Yaşam dolu, güvenli, sürdürülebilir ve sağlıklı kentlerde, kent yaşamının önkoşulu iyi yürüyüş olanaklarıdır. Ancak, daha geniş bir açıdan bakıldığında, yaya yaşamını güçlendirdiğinizde çok sayıda değerli sosyal ve rekreasyonel olanak kendiliğinden ortaya çıkar.”. Yeri gelmişken, “rekreasyon” Türkçe açısından ne kötü bir kelimedir ve ne az şey ifade etmektedir. Oysa anlamı da bir o kadar çok şey söyler: hayatın canlandırılması ve yenilenmesi. İnsanın her adımda yeniden doğması da diyebiliriz buna.

Gehl’e göre, iyi bir şehir planlaması ve anlamlı bir tasarımla şehir insanlarının, her adımda yeniden doğmasalar bile daha canlı bir bakışa ve daha canlandırıcı duygulara kavuşması mümkündür. İnsan için bir yerden bir yere gitmek hiçbir zaman sadece hareket etmekten ibaret değildir: “Yolda giderken insanları ve olayları izler, durup daha yakından bakma hatta zaman geçirme ya da katılma isteği duyarız.”. Özellikle şehirli insan, hele bir de tek başınaysa sürekli kaybettiği bir şeyi arar gibi yürür. Gözler, yalnızlıkla etrafta süzülür. Kararlı adımlarla hızlı hızlı yürürken aslında nereye gittiğini bilse de başka bir şey bulmak istiyor gibidir. Bu esnada yanından geçilen, içinden gidilen, arkasından bakılan mekanlar ve o mekanlardaki insanlar yalnızca geçip gittiğimiz bir şey değil aynı zamanda tuttuğumuz yoldur.

Çünkü, insan insanın neşesidir. İnsanları izlemek, merak uyandırıcı bir keyif nedenidir: “Bebekler bile daha fazlasını görebilmek için beşiklerinden sarkar ya da olup bitenleri izleyebilmek için tüm evi emekleyerek dolaşırlar. Daha büyük çocuklar oyuncaklarını mutfağa ya da oturma odasına, hareketin olduğu yere taşırlar.”. Burada kastedilen hareket, insanın hareketidir ve yalnızca hareket eden insanlar izlenmeye değerdir. Buradan hareketle, şehir hem insanları hareket etmeye zorlamalı hem de daha fazla insanın aynı anda hareket edip bir arada birbirini görüp izleyebildiği, etkilenip keyiflendiği bir mekan tasarımı yapılmalıdır. “İnsanlar bir şeyler olup biten yerlerde toplanır ve içten gelen bir dürtüyle başka insanların varlığını ararlar.”. Tıpkı çocukların oyun alanlarını evin en canlı ve hareketli odalarına taşımalarında olduğu gibi bireysel işlerimizi şehrin en canlı yerlerinde güvenle yapabilir olmalıyızdır.

İnsan yürürken hiçbir zaman yalnız değildir. İlk adımı attığı anda kendisiyle ve dünyayla güçlü bir birliktelik ve bağlılık içerisindedir. Tam da bu nedenle, öteki insanlarla sessiz ve içten gelen bir iletişim halindedir. “Issız bir sokakta yürümek ile canlı bir sokakta yürümek arasında bir seçim yapması gerektiğinde, çoğu insan etkinlik ve yaşam dolu sokağı seçer. Yürüyüş daha ilgi çekici olacak ve güven verecektir.

Modernistler, geleneksel kentlerin kendiliğinden ve doğal akışı içerisindeki yapılaşmasını verimsiz bularak 1920’ler ve 30’larda geniş caddeli, hijyenik ve aydınlık yapılar inşa edip, geniş otoyollar arasında uzanan yüksek konutlar planlarken bir şeyi unutmuşlardı: insanın, belirli bir yüksekliğin, belirli bir hijyenin ve belirli bir aydınlığın ötesine geçtiğinde tersine bir etkiyle karşılaşacağını. Dolayısıyla, modernist kentler büyüktü, temizdi, aydınlık ve dışarıdan bakınca güzel görünüyordu ama “yürümüyordu”. Donuk bir resim gibi asılı kalıyordu yanından geçip giden insanların kafasında ve onlara geçmiyordu. Duygu geçirmiyordu. Soğuk ve iticiydi. İnsanların işleri yoksa dışarı çıkıp şehre karışmaları için neredeyse hiçbir neden bırakmıyordu, oysa anlam denilen şey tam da o anda başlıyordu. “Eğer herhangi bir zamanda plancılardan hayatı zorlaştıracak ve insanları dışarı çıkmaktan caydıracak kentler tasarlamaları istenseydi, bu 20. yüzyılda bu ideolojik temel üzerine kurulmuş tüm kentlerde olduğundan daha etkili bir biçimde yapılamazdı.

Gehl’in önerisi tam da yanından geçip giderken bize geçen, bizde kalan şehirler kurmaktır. Sadece bizim onlara bakmadığımız onlarından bize baktığı ve gülümsediği yapılar, bizi ilginç ve eğlenceli bulan insanlar ve en önemlisi her adımda yeni anlamlar bulduğumuz, hayat dolu, canlı yaşamlar… Buradaki canlılık sakinliğin zıttına bir şey değil, tam aksine ancak sakin bir huzurla elde edilebilen bir içsel hareketin şehirdeki uzantısıdır. Böylelikle bireysel alanla kamusal alan gerçek anlamda birleşir ve bu yaşanırken özgürlükler güvenliği belirleyici hale gelir. “İnsan toplumu, bireyleri tanımlayan ve onların mensubiyet ve güvenlik hissini güçlendiren farklı sosyal yapılar çevresinde zarif bir biçimde örgütlenmiştir.”. Güvenlik dediğimiz şey, yere güvenle basan insanların iyi deneyimleri ve sakin huzuruyla kendiliğinden gelen bir güven halidir ve her koşulda canlılıkla mümkündür. Başka bir deyişle, ancak kendini yenileyebilen, hayatını canlandırabilen insanlar güvenle yere basabilir ve güvenlik içerisinde bir toplum kurabilir. Görüldüğü gibi kent hayatı hayli önemlidir!

İnsanlar hayata dair sürekli sorular sorar ve anlam ararlar. Sorun şu ki bu soruların cevaplarına giden yol hemen her zaman başka insanların sessiz varlığının içinden sakince geçmeyi gerektirir. Bağırtılı şehirler bunun için uygun olmayabilir. Heyecan, sakince bekleyişin içinde kendiliğinden gizlidir tıpkı sakince huzurlu bir şekilde oturan kalabalık insanların güzel bir havadaki hallerinde olduğu gibi. “Etkinlik ve başka insanların varlığı kendiliğinden bizi çeker ve heyecanlandırırır. Çocuklar pencereden dışarı baktıklarında diğer çocukların oynadığını görünce onlara katılmak için yerlerinden fırlarlar.

Yine bir İskandinav atasözünde olduğu gibi, “İnsanlar insanların olduğu yere gelirler.” Çünkü diğer insanlar, yaklaşıp yakınlaştıkça bu dünyadaki yabancılığımızın azaldığını hissettirir ve daha anlamlı bir hayatın içinde olduğumuz hissi verirler. Kısacası kentler, araçlar, fabrikalar daha çok kazanmak için değil de insanın daha anlamlı bir hayat sürebilmesi için yeniden düşünüldüğünde bütün bunlar İskandinav mitolojisindeki efsaneler kadar mümkün hale gelir ve camdan baktığımızda kolaylıkla diğer çocukların oyun oynadıklarını görebiliriz.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

27 Nisan 2021 Salı

İstanbul medeniyetinin itibarlı ve zarif zamanları

"İstanbul'u sevmezse gönül aşkı ne anlar,
Düşsün suya yer yer erisin eski zamanlar."
- Behçet Kemâl Çağlar, Kalamış

İstanbul'u ne gezmeye ne okumaya doyum olmaz. Bu öyle bir hasrettir ve öyle bir sevgidir ki ruha sanki bezm-i elestte üflenmiş, o ruh da, yalnız İstanbul'u gezmekle ve İstanbul'u okumakla hasretini dindirmiş, sevgisini kuvvetlendirmiş. Uzun bir süredir pandemi sebebiyle İstanbullular şehirlerini gezemiyorlar, iklimi yaşayamıyorlar. Belki de bu süreç, bir şeylerin kıymetini yeniden idrak etmek için bir işarettir. "Arife bir işaret yeter" denmiş. Elbette tarifin hiç de gerek olmadığı arif, hâlden anlar. Ne yazık o arifler de kuytu köşelerinde, hüzünlü sessizlikleriyle izliyorlar İstanbul'u. Böylece İstanbullu, şehrinin tutkunu olan kimseler de yalnız, yapayalnız günler geçiriyor. Bir yol arıyor şehriyle bütünleşebilmek için yeniden.

Kitaplar olmadan şehir hasreti, şehir sevgisi, yani şuurlu yaşamak meselesi kendine konacak bir yer bulamıyor. İstanbul'a dair yazılmış o güzel sayfalar eşliğinde okunan eski zamanlar, mazideki yapraklar, şehrine vefalı kimselerin yüreğine su serpiyor. Kıyamete kadar da bu, böyle olacak gibi görünüyor çünkü şehirlere verdiğimiz zararı telafi edemeyeceğimiz zamanlardayız. Artık ulaştığımız yerin geri dönüşü yok. Asfalta ve betona verilen kıymet; eski eserlere ve doğaya verilmedi. Plazalara, sitelere, tek tip binalara gösterilen hürmet; tarihi mahallelere, sokaklara ve hatta çeşmelere, sebillere, tekkelere, türbelere, kısacası bize emanet edilen mirasa gösterilmedi. Bir şey oldu ve biz yaşadığımız şehirden koptuk, koparıldık. Bunu en çok da biz istedik. Daha rahat, konforlu, güvenli ve sağlıklı yaşayacağımızı zannettik ve böylece İstanbul'u kendi ellerimizle, tabiri caizse, mahvettik. Şimdilerde onu yeniden 'iyileştirme'nin yolları aranıyor. Bu mümkün görünmüyor. Birçok İstanbul âşığı da şifasını, çoğu zaman olduğu gibi, sokaklarda değil kitaplarda arıyor. Abdülhak Şinasi Hisar'ın Boğaziçi Mehtapları, Yahya Kemal'in Aziz İstanbul'u, Ahmet Rasim'in Şehir Mektupları gibi Sâmiha Ayverdi'nin İstanbul Geceleri de işte bu kitaplardan biri, belki de en nadidesi, en şifalısı. Tıpkı Ahmed Yüksel Özemre'nin, kitabın dördüncü baskısı için yazdığı "İstanbul Tiryâkiliği" serlevhalı takrîzinde buyurduğu gibi: "İstanbul, ehlini meczup kılan bir 'maraz'dır. Bu marazın ise kendisinden başka devâsı yoktur. Her hasta 'plasebo' ilaçla aldatılıp teskin edilebilir de İstanbul 'hasta'sını sadece ve sadece İstanbul teskin eder. İstanbul divânesi olan herkes İstanbul'u yaşamaya mahkûmdur."

1952 yılında neşredilen İstanbul Geceleri, bir medeniyeti vücûda getirenlerin hikâyesi. Hikâye dediysem; öyle edebî anlamda bir roman ya da hikâye değil. Neşredildiği yılı göz önünde bulundurarak, ondan en az kırk sene evvelki İstanbul'un şahsiyeti, manevî hüviyeti, cemiyet hayatı, gelenek ve görenekleri, Türk sanatını zirveleştiren yapıları, zevkleri, meyilleri, hüsranları, hataları, meziyetleri, faziletleri, görgüleri, noksanları, mûsıkî ahengi üzerine, Sâmiha Ayverdi'nin zuhurata tabi olarak istikamet çizdiği bir denemeler bütünü. Eski İstanbul'a bakışla başlayan eserde okuyucuları şöyle bir rota bekliyor: Şehzâdebaşı, Beyazıt, Süleymâniye, Sandıkburnu, Aksaray, Tavukpazarı, Çırpıcı, Çarşamba, Haliç, Beyoğlu, Boğaziçi, Adalar - Kadıköyü, Üsküdar - Salacak, Çamlıca. Ayverdi, rotayı önceden belirlememiş. Bazen bir semti, geçmişini ve insanları anlatırken yaşadığı duygularla, o semte uzak olan bir yerden de ilerleyebiliyor. Tarihin saklı hazinelerini birbirine zincir gibi bağlıyor. Bu zincir bizlere İstanbul'u sevmenin ne olduğunu hatırlatıyor: "İstanbul tiryakiliği... buna insaflı olup da İstanbul hastalığı desek de olur. İptilânın bir derecesi vardır ki artık bize zevk yerine ıztırap verir. Fakat bu öyle bir ıztıraptır ki, bedelini hiçbir zevkin dudağında bulamayız. Belki de bu yüzden bir İstanbul tiryakisi, içinde doğup büyüdüğü bu şehrin heyecanı afetine yakalanmış samimi bir İstanbul divânesidir."

Ayverdi'ye göre İstanbul'a çarpan tokatlardan en sert olanı, önce aileye isabet etmiştir. Bu aile, hem İstanbul'u hem de onun temsil ettiği medeniyeti ayakta tutan yegane birlikken, önce parçalanmıştır, sonra da dağılıp yok olmuştur. Böylece evlerde başlayan hassasiyet kaybı, mahalleyi ve şehri içine alarak bir medeniyetin kendi gibi büyük bir deprem yaşamasına sebep olmuştur. "İmanına taassup, zevkine taklit, mertliğine kahpelik, doğruluğuna hile, efendiliğine dalkavukluk, gururuna sünepelik, kazancına bezirganlık, hasbîliğine menfaat, bir illet gibi bulaşmaya başlayıp, bu illeti şifalandırmak isteyenlerin de başlarını gene şahsi kaygılarla illetlenmiş korkunç bir menfaat endişesi kese kese İstanbul medeniyeti göçtü. Evet göçüp gitti." der Ayverdi. Bu durumda İstanbul sevdalılarının elinde ne sadece mazinin sayfalarının kaldığı söyler. Çünkü insanoğlu bugününe ne getirdiyse geçmişinden getirmiştir. O güzellikleri yeniden bulup ortaya çıkarmak, hiç değilse onlar hakkında bir çift kelam edip yazmak için "çöplükte eşinip artıklarla azıklanmak isteyen aç horozlar gibi, viranelere, tozlu ve unutulmuş sandık diplerine, yüzüne bakılmayan musandıralara, yük ve dolap köşelerine başvurmaktan başka çare bulamaz olmuşlardır" ona göre. Fuzûlî'nin aşk ile heyecanlarını, Nedîm’in saz ve söz bahçelerini, Şeyh Galib'in güneşin doğuşunu, Yahya Kemal'in zevk çerağını uyandırdığı İstanbul'da maddeden geriye bir şey kalmamıştır, manadan bahsetmek de zordur artık. Keza mana, herkesin önemsediği bir şey de değildir ne yazık ki: "İnsan oğluna manadan söz açmak, kışı yaza çevirmekten de zordur. Çünkü mana düğümü, bir yürek yanığı, bir derinden taşan iman, bir yatışmaz vecd olmadan çözülemez vesselam" sözleriyle Sâmiha Ayverdi, kendi düşünceki İstanbul sokaklarını, o sokaklarda gezinen insanların görünür ve görünmez hayatlarını anlatmaya başlar.

Şehri ve şehrin insanını anlatırken onun manevî âlemini dolduran, yani onu yaşatan değerlerden bahseder daha çok Sâmiha Ayverdi. Gözün bakmaya değil görmeye, gönlün cefayı da sefayı da çekmeye, kulakların hakikati işitmeye talip olduğu o zamanlarda Türk hayatı başkadır, bambaşka. Bir kere eski zamanlarda kendine mahsus bir ahenk vardır. O ahenk, dikkat ve emekle işlenmiştir. Böylece layık olduğu ilgiyi görür, korunur ve yaşatılır. O ahengin içini dolduran yegane mücevher, imandır, iman ışığı. Kimseyi rahatsız etmeyen fakat herkese nefes olan. Böylece "eskiler" denen o hiç eskimezler; avlulardan kaldırımlara, meydanlardan bahçelere, sandallardan tekkelere kadar insan olmaklığın temel gayesini sunar çevresine. Bu gaye, gayrettir. Sevmeye, paylaşmaya, yaşamaya dair bir gayret. Bugün geldiğimiz yer ise, o yerden çok uzakta olmaktan ziyade, bulunamaz ve görünemez durumdadır: "Ne yazık ki bu yoldaki zenginliğine cihanın erişemeyeceği biz, kapalı kaldığı altın hazinesinin içinde açlıktan kıvranan adam gibi, varlık içinde yokluğun ıztırabı ile inliyoruz."

Eski İstanbul'un insanını bugünden ayıran özelliklerin altını özellikle çizer Ayverdi. Çünkü o özellikler, bize neyi kaybettiğimize hatırlatır. Bunlardan biri de günümüzde yerinde yeller esen selamlaşmadır. "Aranızda selâmı yayın" öğüdü, hadlerin aşılması ve yerini kibre bırakmasıyla bir külfet gibi görülmeye başlanmıştır. "O kimse, kan ve din birliğinin insanlık duygusuna kattığı hasbî muhabbet ve aşinalık ile, karşıdan gelen, yanından geçen rastgele bir simaya cömert bir yakınlıkla bakar ve 'selamün aleyküm' derdi. Mimarisi ne basit, esası ve örgüsü ne sağlam bir köprü... topun da tüfengin de yıkıp sarsamayacağı, gönülden gönüle atılan bir kement..." diye özetler Ayverdi, bu asırlık geleneği. "Bir sevgi sebebiyle dünyaya gelmiş olan insan" için en sıradan gibi görünen ama en sıra dışı dillerden biridir selamlaşma. "Gelin tannış olalım / işi kolay kılalım / sevelim sevilelim / dünya kimseye kalmaz" düşüncesinin, vücut bulmuş hâlidir. Zamanla otomatikleşen insan, selamı bir alışkanlık olarak bile devam ettirememiştir. Çünkü: "O zamanlar bir zamandı ki, ne makineler insan vazifesini görüyor, ne insanlar makineye benziyordu. Henüz kasnaklar ve gergefler duvarlardan inmemiş, ninelerimizin maharetli kolları tezgah çözmekten usanmamış, güneşte pişirilen ilaçlar dolaplardan eksilmemiş, dostluk, saffet ve samimiyet aşına soğuk su katılmamıştı."

Ayverdi, zamanın her şeyi yaşatmayacak olan zalimliğinin farkındadır. Maziyi olduğu gibi yaşamak elbette ki mümkün değildir. Cemiyetler, tabiatlar değişecektir, yenilenecektir, ölüp dirilme hep olacaktır. Ancak geçmiş zamana savaş açmak da akıl dışıdır. Geçmişle olan münasebet ve aşinalıklar insanı yaşatır. "Çünkü bugünkü gün, dünkü günün yuvarlana yuvarlana şu zamana gelişinin oldurduğu bir keyfiyettir" der ve "Biz geçmişimizin meyvesiyiz. Şu halde insan oğlunun çimene çiçeğe, dağa bayıra olan muhabbeti, nasıl anasırının ceddi olan tabiatla akrabalığına bir delil ise, mazi ile alış veriş, muhabbet ve alaka da aynı tecelliyi mana planında gösteren bir başka bağlantıdan gayrı ne olabilir?" diye sorar. Harikulade bir sorudur bu. Asırlık Türk zevkini oluşturan ve İstanbul'u kuran, kuşatan 'muhabbetli tenkit'in bir numunesidir.

Bugün belki de eksikliğini en çok hissettiğimiz şeyin kitabıdır İstanbul Geceleri. Eleştirinin de sevginin de muhabbetli olanına duyulan hasretin kitabı. Ama evvela, İstanbul'a ve onun insanına olan hasretin...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Yeni bir paradigma mümkün mü?

Edward Said oryantalizm için ‘Batı’nın epistemolojik üstünlüğünü ontolojik üstünlüğe dönüştürebilme kabiliyeti’ der. Modernleşme sürecinde bilim ve teknolojide çığır açarak söz ve güç sahibi olan Batı, kendisinden olmayanları öteki olarak tanımlaması ve onların üzerinde tahakküm kurmasıdır bu kabiliyet. Diğer yandan oryantalizm her ne kadar belirli bir bölgeyi işaret etse de kurulan üstünlük bir bölgeye veya bir coğrafyaya teşmil edilemez. Bu alan kabaca Batı Avrupa ve Kuzey Amerika dışındaki her yerdir ama elbette bazı bölgeler ve toplumlar direnç eşiğine göre daha fazla maruz kalmıştır.

Batı’ya bu hakkı ya da ayrıcalığı veren en önemli şey, Batı düşüncesini yenileyen ve dolayısıyla güçlü olmasını sağlayan eleştirellik özelliğidir. Bu sayede fikir daha ileriye gidebilme imkânı bulmuştur. Yalnız bu eleştirel tutumun özeleştiri olarak değil de iç-eleştiri şeklinde yapıldığını söyleyebiliriz. Aradaki fark, özeleştiri doğru olanı yapmak için yanlış yapılanla yüzleşmeyi gerektirirken, iç-eleştiride yapılanın yanlış ya da doğru olması önemli değildir; önemli olan güçlü olmanın sağlanmasıdır. Özeleştiri, sorunlu önceki yapıyı yıkarak yenisini inşa etmeyi amaçlarken, iç-eleştiri, yapıyı aynı bırakıp sorunlu kısmı yamayarak yoluna devam eder. Özeleştiri adaleti tesis etmeye, iç-eleştiri iktidarı kurmaya veya kurulu iktidarı devam ettirmeye yöneliktir. Bu bağlamda özeleştiri yaptığını söyleyen Batılı düşünürlerin büyük çoğunluğu aslında iç-eleştiri yapmaktadır. Sistemin sorunlu yanları yama yapılıp daha fena sonuçlara yol açılır. Modernleşme tarihi vaat ve sonuçları bakımından bunun kanıtıyla doludur.

Batı’da hâl böyleyken, Batılı olmayanlar yani ‘öteki’ler konunun neresindedir, meseleye nasıl yaklaşır ve ne şekilde hareket eder? Açıkçası Batı’ya öykünen taklitçi suni kültürün içinde yaşayan biri olarak pek iyimser olduğumu söyleyemem. Fakat nadir de olsa özgün çıkışlar, büyük gayret gerektiren çabalar görülebiliyor. Mısırlı entelektüel Abdülvehhab M. el-Messiri (1938-2008) o isimlerden biri. İlk defa Hamburger Medeniyeti’yle tanıdığım Messiri o eserinde keskin bir üslupla kapitalist-küresel tüketim kültürünü analiz ediyordu. Daha sonra Önyargı adlı eserinde muhteşem bir modernite eleştirisiyle karşılaşmıştım. Bakış açısı itibariyle benzer bir modernite eleştirisi henüz görmedim diyebilirim. Birkaç yıl önce farklı isimlerin makalelerinden oluşan Çağdaş İslam Düşüncesinin Sorunları’nda filolojik ve kavramsal analizleriyle uzmanlığını konuşturuyordu. Haccac Ali’nin karşılaştırmalı bir çalışması olan Seküler Aklın Haritası’nda ise onun moderniteye dair özgün fikirleri görülüyordu. Ve son olarak bu yılın başında Mahya Yayıncılık’tan çıkan Kalemin Dansı Göstergenin Oyunu’nda ufuk açıcı tespit ve değerlendirmelerini okumanın heyecanını yaşadım. Seküler Emperyalist Epistemoloji alt başlığını taşıyan çalışma Hatice Nuriler tarafından tercüme edilmiş. Yüz altmış sayfalık kitapta Messiri’ye ait dört makale yer alıyor. Daha kısa olan ilk üç makalenin konu başlıkları sırasıyla Emperyalist Epistemolojik Tasavvur, Kalemin Dansı Göstergenin Oyunu, Özgürlülük ve Zorunluluk Hikâyeleri: Yükselen Sekülerleşmeyi İki Farklı Edebi Eserde İzlemek şeklinde sıralanıyor. Dördüncü makale İctihad Kapısı: Epistemolojik Önyargı Araştırmasına Giriş başlığını taşıyor. Okumayı keyifli kılan boyutu ve baskı kalitesi bir yana sadece kapak görseli için bile okunmayı hak ediyor diye düşünüyorum.

Messiri makalelerde modernite ve sonuçlarını kavramsal ve teorik düzeyde ele alıyor. Modernitenin bir kriz birikimi olduğunu söyleyen yazar, kaynakları ve işleyiş şekli, moderniteyi sorunlu sonuna zorunlu kıldığını ifade ediyor. Modernitenin gelip gelebileceği yer zaten burasıdır. Messiri ilk makalesinde “emperyalist epistemolojik tasavvur” dediği şeyin ortaya çıkış ve gelişim aşamalarını analiz ediyor. Buna göre Rönesans, Reform ve Aydınlanma süreçlerinde dini/kutsalı/metafiziği yok ederek sekülerleşmeyi amaç edinen modern düşünce emperyalist epistemolojik tasavvuru ortaya çıkarmıştır. Aydınlanma’nın katı rasyonalist eğiliminin ortaya çıkardığı pozitivist-materyalist anlayış kendisini her şeyin ölçütü olarak kabul etmiştir. Batı’nın bilim ve teknolojideki kazanımları onu güçlü kılarken iletişim imkânlarının küreselleşmesi yayılım kazanmasını sağlamış, sınır tanımayan haz ve arzu odaklı kullan-at tüketim kültürü ise insanı cezbetmiştir. Tek değerin fayda olduğu kapitalist emperyalist tasavvur kök salmıştır. Sonuç itibariye bir yaşam biçimine dönüşen bu anlayışın emperyal özelliği diğer toplumlar üzerinde etkili olmasına ve uluslararası bir boyut kazanmasına yol açmıştır. Bütün bu süreçleri destekleyen şey, epistemolojik temellendirmedir.

Kitaptaki ikinci makalede kutsaldan soyutlanan Batılı materyalist epistemolojik paradigmanın ortaya çıkışı ele alınıyor. Doğanın aşkın bir güçten, ilahi olandan arındırılıp insan dâhil fiziki varlıkla eşitlenmesi bu anlayış için önemli bir aşamadır. Bu yöntemle ilahi bir güce ve dolayısıyla kaynağı ilahi olandan alan değerler dizgesine ihtiyaç kalmamıştır. Varlığı yaratan-yaratılan düalizminden soyutlayan bu anlayış varoluşu da rastgeleliğe veya bilinçli determinizme indirgemiştir. Bu indirgemenin diğer bir yansıması de varlığı maddeyle eşitleyen panteist görüşü ortaya çıkarmasıdır. Messiri, panteist düşüncedeki doğa-insan eşitlenmesiyle sufi yorum olan Vahdet-i Vücûd ve hulûl anlayışını karşılaştırarak her iki düşüncenin mantık dışı yanlarına dikkat çekiyor. Buna göre iyi-kötü, fayda-zarar gibi olgular tekçi bir alanda birleştiğinden anlamsızlaşmaktadır. Diğer yandan doğa-insan indirgemesi doğayı ve insanı fethedilen, üzerinde tahakküm kurulan veya kontrol edilebilen bir nesne olarak algılanmasına yol açmıştır. Messiri’ye göre ilahi olanı yok etmek aşkın olanı (metafiziği) yok etmeye sebep olduğundan, boşalan yere maddeye içkin olanı (materyalizmi) koymak zorunluluk hâline gelmiştir. Modernleşme tarihi bu aşamaların güç kazanarak evrensel bir boyut kazandığı ‘sekülerleşme’ sürecidir. Modern Batı düşüncesi ve hayatı da bu sürecin materyalist rasyonalizm sonuçlarıyla hayata geçirilmiştir fakat süreç tamamlanmamıştır. Postmodern dönemde materyalist rasyonalizm materyalist irrasyonalizme dönüşmüştür.

Messiri materyalist epistemolojik paradigmayı besleyen bu aşamaları açıklarken doğada güçlü olanın hayatta kaldığını işaret eden Darwin’in doğal seçilimi, Tanrı’yı ölü olarak tanımlayarak varoluşu ‘hiç’e indirgeyen Nietzsche’nin nihilizmi ve Freud’un insanı cinsellik üzerinden açıklayan psikanalizm teorisinin yanına Derrida’nın söz-yazı çözümleme yöntemi olarak tanımladığı yapısökümü koyuyor. Anlam için metafizik bir sabiteye ihtiyaç vardır ve yapısöküm bu ilişkiyi ortadan kaldırmaktadır. Messiri’ye göre yapısöküm Batılı materyalist epistemolojik paradigmanın en önemli unsurlarından biridir çünkü yapısöküm yaratan-yaratılan ikiliğine işaret eden aşkınlık anlayışını (metafiziği) atomize ederek anlamsızlaştırmaktadır. Atomize edilen yapı yeniden yapılandırılmaya açık hâle gelmektedir ve yeniden yapılandırılırken kaynak Batılı materyalist epistemolojik paradigmadır. Bu bağlamda yapısökümün neden olduğu anlam ve değer kaybı varlığı maddeye indirgemede doğrudan etki yapmaktadır. Postmodern düşüncenin temelinde de bu anlam ve değer kaybı vardır. Süreç, Tanrı’nın ölümü, insanın ölümü ve doğanın ölümü şeklinde gelişmiştir.

Messiri kitaptaki üçüncü makalede bu süreci iki farkı zaman diliminde kaleme alınan iki edebi eser üzerinden karşılaştırarak ortaya koymayı deniyor. Yazar bu makalede yaptığı kavramsal çözümlemeler sonrasında modern insanın zihin haritasını ve yaşam biçimini gösteriyor diyebiliriz.

Kitabın yarısını oluşturan dördüncü makalede önyargı konusunu epistemolojik açıdan tartışan Messiri, Batılı materyalist epistemolojik paradigmanın oluşum sürecini Batı bağlamında ele almanın yanında, bu paradigmanın Batı dışı toplumlar üzerindeki etkisini de değerlendiriyor. Önyargının tanımı, oluşumu, kaçınılmazlığı, farkındalığı, etki kontrolü gibi konular makalenin içeriğini oluşturuyor.

Messiri bu makalede birçok kültürel fark örneği veriyor ve bunların farklı önyargı türleriyle ilişkilendirerek kategorize ediyor. Onun verdiği örneklerde Batı dünyasının kendisine vehmettiği üstünlük önyargılarının yanı sıra Müslümanların aşağılık kompleksine kapılarak yaptığı veya aşağılık kompleksini kapılmasına neden olan önyargıları olduğunu görmekteyiz. Bu önyargılar sonucunda Müslüman toplumlarda genel olarak gelişme veya ilerlemek için Batı’nın taklit edilmesi gerektiği düşüncesi hâkim olmuştur. Buna neden olan şey, Müslümanların hayatın her alanında materyalist epistemolojik paradigmaya maruz kalışıdır. Makalenin en önemli yanı, Müslümanların bu süreçten nasıl etkilendikleri ve çözüm yollarının neler olabileceği üzerinde durduğu kısımlar diyebiliriz. Messiri bu noktada alternatif bir paradigma önerisinde bulunarak yapılması gerekenler için bir rota belirlemeye çalışıyor. Sonuç itibariyle İslami bir paradigmanın mümkünlüğünü tartışıyor diyebiliriz.

Messiri, kitaptaki dört makalede de materyalist epistemolojik paradigmanın, ya da bir başka deyişle seküler emperyalist epistemolojik sistemin oluşum sürecindeki dönüm noktalarının neler olabileceğini saptamaya çalışıyor. Bu anlamda modernleşme düşüncesinin neden olduğu sekülarizmi ortaya çıkaran aşamaları sıralıyor. Metafiziği yok etmek her türlü anlamı materyalizme mecbur bırakmıştır. Bu durum aynı zamanda maddenin dışa açılımı olan aşkınlığı da ortadan kaldırarak değer ve anlamı maddenin kendisinde içkin olduğu düşüncesini doğurmuştur. Her şeyin aynı olduğu bir boyut olan bu aşama nihilizme yol açmaktadır. Messiri’nin bütün bu süreçleri Siyonizm ile ilişkilendirmesi ilginç bir detay olarak karşımıza çıkıyor.

Oldukça istifade ettiğim eserde şerh düştüğüm değerlendirmeler de bulunuyor. Bunların en önemlisi olarak gördüğüm ikisini belirtmek isterim. İlki, Messiri’nin modernite karşısına konumlandırdığı Müslümanları bir gözlemci olarak tanımlası. Bu konuda onun kadar iyimser olamadığımı söylemek isterim. Makalelerin kaleme alındığı 1990’lı yıllarda böyle bir durum olduğu savunulabilir fakat bugünün küreselleşmiş dünyasında Müslümanlar boğazlarına kadar modernitenin ve dolayısıyla Batı düşünce sistemi ve hayat tarzının içine batmış durumda olduğunu kabul etmek gerekiyor. Azgın bir sele dönüşen (post)modernitenin gelen her dalgasıyla artık bireyselleştirilmiş olan Müslüman tümüyle batıp batıp çıkmakta ve yakın gelecekte nefes alma için bile çıkacağı meçhul görünüyor.

Teknik bir durum olsa da şerh düşmem gereken ikinci konu, makalelerde laiklik kavramına yer verilmemiş olmasının doğurduğu mantıksal sorun diyebilirim. Kitapta, modernitenin izin verdiği ölçüde günlük yaşam içinde yer alan dini uygulamalar ‘kısmi sekülerlik’ olarak tanımlanıyor. Dinin tümüyle ortadan kaldırıldığı bir boyut olan sekülarizm içinde geleneksel anlamda dine bir alan açmanın oksimoron olduğunu düşünüyorum. Bu durum için literatürde var olan kısmi ve katı laiklik şeklindeki kavramsallaştırmalar kullanılabilirdi.

Kalemin Dansı Göstergenin Oyunu’nda başta Batı düşüncesi ve modernite olmak üzere Messiri’nin çalışma konularının tümünü görmek mümkün. Bunların arasında siyonizm, sekülarizm, postmodernizm, kapitalizm ve kültür ağırlıklı olarak yer alıyor. Genel anlamda çok güçlü bir paradigmal sorgulama içeren kitap sakin ve zinde bir zihinle okumayı gerektiriyor. Zira satır aralarında hem Batı’ya hem de İslam dünyasına dair can alıcı detaylar barındırıyor. Bu bağlamda Messiri’yi önemli ve söylemini değerli kılan şeyin, üzerine eğildiği meseleleri ele alırken durduğu yer diye düşünüyorum. Fikir beyan ettiği her konuya İslami bir perspektifle yaklaşmaya çalışan Messiri çok önemli bir misyonu yerine getiriyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

25 Nisan 2021 Pazar

İnsan zamana düştükten sonra

“Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan diriltilip çıkarılacaksınız."
- A’râf Suresi, 25. Ayet

“Hayat karşısında yorgunum artık
Ve zindeyim ölümün mihrabında.”
- Ahmet Erhan, Milattan Önceki Şiirler

Cioran’ın ilk okuduğum kitabı Çürümenin Kitabı’ydı, daha sonra dilimize çevrilen hemen her kitabını okudum sanıyorum. Zamana Düşüş’ü okuyana kadar da en beğendiğim, okurken bir şeylerin beynimi zorladığını hissettiğim ve farklı bir filozofla (o kendini filozof olarak görmese de) karşı karşıya olduğumu düşündüğüm kitabı Çürümenin Kitabı oldu. Ancak Zamana Düşüş, kendi içinde barındırdığı konu bütünlüğüyle ve bölümlerin sadece deneme türünden ibaret olmamasıyla, yani felsefî açıdan da sağlam işlenmesiyle benim açımdan Çürümenin Kitabı’nın bir adım önüne geçti diyebilirim.

Cioran, bu kitabında elbette adından da görebildiğimiz gibi zaman konusunu işliyor ancak yazarın temel malzemesi insan, insanlık bazen de ‘uygarlık’. Bu insanı ve insanlığı ta en başından ele almayı seçiyor yazar: Hayat Ağacı bölümünde de (aynı zamanda kitabın ilk denemesi) gördüğümüz gibi insanın Cennet’ten kovulması, ya da zorla kendini kovdurmasından itibaren yani.

Bilme isteği, arzu, kibir, zafer arzusu ve bunun dehşeti gibi konular kitapta işlenen ve insanın özellikleri olarak gösterilen en temel kavramlar. Cioran okurları bu kavramlara, yazarın bunları insanın temel özellikleri gibi görmesine zaten alışık olmalılar. Ancak bunları birleştirdiği nokta insanın zamana düşmesi. Zamana girmesi değil, düşmesi. Ona göre bir kibre kapıldı insan, Tanrı’ya baş kaldırdı, bilme isteğini engelleyemedi ve zamana, yani dünyaya düştü. Burada bir doğru çizmiş yazar: Bilme isteği, kovuluş, Tanrı’dan kopma, O’na bağlı olma gereğinin ortadan kalkması, İnsan’ın kibirli yüzü. Tanrı’ya olan bağlılığın sonunun nasıl geldiğinin gözlemi ve insanın içindeki kötülüğü çok iyi sistematikleştirmiş: “Ne kadar ‘olursak’, o kadar ‘isteriz’. Bizi fiiliyata iten, içimizdeki varlık-olmayandır.” İşin ilginç yanı, Cioran’ı kitabın özellikle ilk denemelerinde bazen bir nihilist bazen de bir sufi gibi görüyoruz. Nihilist’lik tamam ama bir sufi gibi davranması, onu tanımayanlara ilk başlarda garip gelebilir.

Birbirinden bağımsız gibi dursa da hemen her bölüm birbiriyle bir yerinden buluşuyor. Buna kitapla ilgisi en az gibi görünen Kuşkucu ile Barbar bölümü de dâhil. Anlaşılma ve üslûp açısından kitabın en zor bölümlerinden olan bu bölüm biraz ‘kuşkucuya ve kuşkuculuğa övgü’ tadında olmuş. Fakat ters köşe yapıp kuşkuculuğa yüklenmediği yerler de yok değil (kendisinin de bir kuşkucu olduğunu unutmamak lazım). Yalnız bu bölümü kitabın diğer bölümleriyle tutturduğu nokta ‘kuşkucunun kesinliklerle derdi’nin olması. Kesinlik, eylemlilik, fiiliyat, arzu duymak, istemek Cioran’a göre insanın doğal olmayan halleridir. Şimdi hatırlayamadığım bir başka kitabında dediği gibi, “istediğimiz an Şeytan’ın tahakkümü altına gireriz.” Bu minvalde baktığı için köşeli fikirlere de hep mesafeli duruyor ve keskin fikirlerin insanı insanlıktan çıkardığına karar veriyor. Cennetten dünyaya, yani zamana düşmesi bile bu tür bir zaaftan: Bilme isteğinden. Çünkü bilme isteği bir kesinliği ve içinde kibri ihtiva eder ona göre.

Cioran’ın elinde mermileri kelimelerden oluşan bir tüfek var ve ateş ediyor insana, insanlığa, uygarlığa. Uygarlaşmışın Portresi kitabın en ilgi çekici ve en sert bölümlerinden ilki belki de. Bahsettiği uygarlığın bir tarafı, açıkça yazmasa da kapitalist hayat sistemini temsil ediyor. Bütün insanlığı sisteme dâhil etmeye çalışan, amazonların balta girmemiş ormanlarından Afrika’nın çöllerine kadar girilmedik yer bırakmayan kapitalizmi insan, Cioran’ın o her zaman savunduğu şeyle yenmelidir: Eylemsizlik. Cioran’ın dervişane üslûbunu en çok bu bölümde görüyoruz diyebilirim. Birtakım psikolojik tahlillere de giriyor tezini açıklarken. İnsanın süflilik boyutuna inerken hangi adımlardan geçtiğine, ‘uygardan daha uygar olma arzusu’na işaret ediyor. Metnin başında incelemesini temel aldığı insanlıktan insan tekine geçmesini, kendi içine dönmeye çalışmasına bağlıyorum. Sonuçta kapitalist sistem, kitleleri avucuna alsa da son tahlilde ‘kandırdığı’ insan teki. Çünkü arzu, isteme güdüsü bireysel bir histir ve Cioran’ın değindiği ilk nokta da buraya değiyor. Eylemsizlik, sükûnet, istememe hâli ile sisteme tekil olarak direnerek uygarlığı saf dışı bırakabiliriz yazara göre. Peki, bu 2021 dünyasında ne kadar mümkün? Bu bölümde anlatılan şeylerin çoğunu, sistem eleştirisi yapan birçok yazarda görebiliriz ancak Cioran’ı farklı kılan onun sivri, kendine has üslûbu. Bu üslûpla uygarlığın röntgenini çekmiş yazar. Birçok şeyde de haklı gerekçelerle:

Her ihtiyaç, bizi hayatın yüzeyine yönelterek derinliklerinden kaçırır; değeri olmayana, olamayacak olana değer atfeder. Bütün tertibatıyla uygarlık, bizim gerçekdışına ve yararsıza meylimiz üzerine kuruludur. İhtiyaçlarımızı azaltmaya, sadece elzem olanı karşılamaya razı olsak, hemen o anda çökerdi. Bu yüzden, sürmek için, bize daima yeni ihtiyaçlar yaratmaya, bunları aralıksız çoğaltmaya zorlar kendini; zira acıya ve kıvanca ilgisizlik uygulamasının umumileşmesi, bir topyekûn yok etme savaşından çok daha vahim sonuçlara yol açabilir onun için.

…hangimiz, metropollere taşındıktan sonra, orada sükûnetini muhafaza edecek karakteri gösterebilir?

Saatlere bağımlı varlık, insani bir varlık mıdır hâlâ?

İnsanın zafer kazanma arzusunu, kibrini hem dünya sistemi açısından hem de insanın bireysel özellikleri bakımından sağlam bir şekilde ele almış yazar. Buna ilginç kavramları da katıyor. Örneğin hastalığı. Ona göre sadece ‘deliler normaldir’: “Deliler hariç tutulursa, övülmeye ya da kınanmaya kayıtsız kalan hiç kimse yoktur.” Ve ‘mutlak normallik saplantısı’ndan insanın nasıl kurtulacağını sorgular. Durum yine, yığınların normal olarak hayatlarını devam ettirmelerini sorgulamaya gelir ve gerçekten ufuk açıcı fikirlerini sıralar ardı ardına. Tabiî bunu sorgularken biraz da Hıristiyan keşişlerin çile ritüellerine bir selam çakmadığını fark etmemek olmaz. Her ne kadar birçok yerde dinleri ve özellikle Hıristiyanlığı topa tutsa da.

Kitabın nerdeyse her cümlesine uzun uzun bir şeyler söylenebilir. Biraz dağınık anlattığımın farkındayım. Birçok şey söylemek istemenin getirdiği bir dağınıklık bu ancak en azından Cioran’ın neyi işlediğini anlatabildiğimi sanıyorum. Bu kitap zor bir kitap. Yazarın aforizma tarzında yazdığı kitaplara göre çok daha zor fakat ben Cioran’ın en iyi kitaplarının da aforizma tarzı yazdıkları değil bu tür daha uzun bölümler halinde yazdıkları olduğunu düşünüyorum. Son bölüm olan Zamandan Düşmek bölümü aforizma tarzını anımsatsa da.

Ona göre önce zamana düştük, orada tutunamadık ve bir de zamandan düştük. İşte orası tarih bile değil. Dip nokta. Cioran da bu dip noktadan mı seslenmiş bize, yoksa en azından zamandan mı seslenmiş. Bu durum zaman zaman muğlâklaşsa da okur bunu ayırt edecektir. Keskin ve orijinal bir zekânın en önemli kitabını okuyarak tabiî ki.

Kısa bir paragraf da çeviri için: Hakkını vermek lâzım, Haldun Bayrı inanılmaz çeviriler yapıyor Cioran’dan. Bu kitabı ve yazarın diğer kitaplarını bu kadar temiz çevirebilmek ancak işinde çok iyi olmakla gerçekleştirilebilecek bir şey. Diğer mütercimlere bir şey demiyorum fakat Bayrı’nın çevirileri kendini olumlu anlamda fark ettiriyor.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10