29 Mart 2021 Pazartesi

Bir sözcükten, bir kavramdan çok daha fazlası: Ev

Eviniz nerede?” diye sorarız birbirimize. Nerede oturuyorsunuz? Vardır bu sorulara verdiğimiz cevaplar, Piyalepaşa, Sütlüce, Nişanca. Bir beton yığını olarak evimiz herhangi bir şehrin herhangi bir semtinde yer alır. Böylece “eviniz nerede?” sorusuna verecek cevabımız olur. Bu soru yerine “eviniz ne?” diye sorsalardı, epey düşünürdük. Ev, gerçekten birkaç yüz bin liraya satın aldığımız mimari bir yapıdan mı ibaret?

Ev’de Nermin Yıldırım, Seher karakterinin yaşadıklarıyla, bireyin evinin ne olduğunu sorguluyor. Hiç kuşkusuz ev, bir sözcükten, bir kavramdan çok daha fazlası. Ev, aitlik demek. İnsan, maddesel dünyada tanımlı mükemmel bir eve sahip olsa da, kendini o eve ait hissetmedikçe, kendi mana aleminde ev tanımını yapamıyor. Romandaki tatlı-sert karakter Seher de, hayatı boyunca birçok evde yaşayıp, hiçbirine ‘evim’ diyemeyenlerden.

Kitaba Portekiz’in Porto şehrinden, Seher’in kilometreler sürecek yürüyüşünün en başından başlıyoruz. Ancak Seher’in hikayesinin başlangıcı Porto’da değil, çocukluğunda. Seher, anne-babası ayrı olduğu için, çocukluğunu akrabalarının evlerinde geçiriyor. Dedesi, dedesinin ölümü üzerine halası, amcaları. Bunların içinde Seher’in en benimsediği yer dedesinin yanı. Anne ve babasından ayrı olmanın üstüne bir de dedesinin ölümü, çocuk kalbine ağır geliyor. Ve bundan sonra kaldığı hiçbir evde, ona çok müşfik davranılsa bile, aitlik duygusunu tadamıyor.

Seher’in yürüdüğü yol: Camino de Santiago. Portekiz’in Porto şehriyle, İspanya’nın Santiago şehri arası. Seher bu hac yolunu yürürken sadece fiziksel değil, zihinsel ve manevi bir yürüyüş de yapıyor. Yürüyüşünün en başında zihninde ve ruhunda yaşadığı duyguların verdiği acıyı son kertesinde taşıyan Seher, kat ettiği her kilometrede farklı bir soru işaretini, attığı her adımda başka bir derdini yollara döküyor. Seher’in intihara, ölüme yürüdüğünü zannettiği bu yolun sonu, Seher’in ait olduğu yerde, evinde bitiyor.

Üniversite yıllarında tanıştığı arkadaşı Kader’in ölümü, ve Seher’in içten içe bilmesine rağmen bu ölümün intihar olmadığını kanıtlayamaması, Seher’in kaybettiği Kader’ine daha çok bağlanmasına ve zihninde intihar düşüncesinin filizlenmesine neden oluyor. Yolunun sonunda intihar etmeye kararlı olan Seher, yalnız yapmak istediği bu yürüyüşte çok istemesine rağmen yalnız kalamıyor. Yürüyüşüne başladığında, biraz da zoraki bir şekilde ona katılan arkadaşı Ogo (Oğuz), Seher’in intihar etmekten vazgeçmesinde rol oynayan karakterlerden biri oluyor.

Kitabın arka kapağında şöyle bir alıntı mevcut: “… hayata tutunmak için mecbur kaldığımız bütün yalanlar günü gelince açığa çıkıyor. Ve sonra biz ölmüyoruz. Daha kötü bir şey oluyor. Öğrendiklerimizle yaşamaya devam ediyoruz.” Kurulan cümlede, Seher’in o anki psikolojik durumuna göre, gerçekleri öğrenerek yaşamaya devam etmek olumsuz yansıtılıyor. Ancak sayfalar ilerledikçe, olaylar gibi, Seher’in duyguları da pozitif bir yönde evriliyor. Ve gerçekten, Seher’in de mutabık olduğu gibi, bu dünya intihar etmeye değmeyecek bir yer. Hepimizin hayatında acı tatlı hatıralar var ve bunlarla var oluyoruz, bunlarla yaşamaya devam ediyoruz. Her şey karşıtıyla var oluyor. Ev’den, evin bir kelimeden çok, ait olunan, duygusal bağ kurulan bir yer olduğunu öğreniyoruz. Bir çatı altında sevdiğimiz, bağ kurduğumuz insanlar, eşyalar, belki bir iki iyi komşumuz olmalı. Sevdiğimiz insanlar evimize kadem basmalı. İşte bunlar olduğunda, yaşadığımızın hayat, barındığımız yerin de ev olduğunu doğruluyoruz.

Ev, daha ilk paragrafından içine çeken enfes bir roman oldu benim için. İnsanın mahzun tarafını uyaran bu kitabın, okuyacak olan herkese iyi gelmesini diliyorum. Keyifli okumalar...

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

26 Mart 2021 Cuma

Sedirden L koltuğa, tandırdan mikrodalga fırına, avludan balkona: değişen ev hayatımız

"İnsan, doğduğu evi düşlediğinde, düş kurmanın bunca derinliği içinde o ilk sıcaklığa döner, madde dünyasının oluşturduğu cennetin o ılık maddesinin bir parçası hâline gelir."
- Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası

Yaşadığımız şehirlerin ne kadar değiştiğinden söz eden birçok çalışma neşredildi son yıllarda. Ayfer Tunç'un Bir Mâniniz Yoksa Annemler Size Gelecek adlı çalışması şahsi tarihin kılavuzluğunda 70'li yıllardaki hayatımızı anlattı bizlere. Orhan Pamuk'un İstanbul: Hatıralar ve Şehir'i bir çocukluk, gençlik ve aile güncesi gibiydi İstanbul'un yollarında gezinen. Sibel Bozdoğan'ın Modernizm ve Ulusun İnşası adlı çalışması, modernleşme programının en önemli ayağının mimaride olduğunu göstermişti. Carel Bertram, merceği doğrudan eve çeviren çalışması Türk Evini Hayal Etmek'te önemli bir şeyi gösterdi: bir hayatı olan evin sokağa ve şehre hayat verişinden, yani her şeyin çıkış-oluş noktası oluşundan. Doğan Kuban'ın 2017'de meraklısına sunulan Türk Ahşap Konut Mimarisi: 17. - 19. yüzyıllar adlı çalışması, daha evvel neşredilen Türk Hayat'lı Evi eserini derinleştirircesine, Türk ev geleneğinin temel düzenini ve öğelerin yerleşimindeki özgünlüğünü ele alır. Sinan Logie ve Yoann Morvan, İstanbul'u bizzat çeperlerinde gözlemleyerek ortaya İstanbul 2023 adlı çalışmalarını sunarak kontrolsüz büyümenin ne olduğunu sarsıcı biçimde aktarmışlardı. Son olarak Uğur Tanyeli'nin Mimar Sinan: Tarihsel ve Muhayyel'inden bahsetmek elzem. Türkiye’deki popüler Mimar Sinan algısı üzerinden farklı, belki de herkesin taşıması gereken 'mimari göz'ü daha evvel benzeri olmayan bir çabayla sundu Tanyeli. Tüm bu ve buna benzer çalışmalar içinde 'ev'e dair olanları azdır. Halbuki değişim, bilhassa zihniyet değişimi evin içinde başlamıştır. Şehir, kent, ev üzerine çalışanlardan ziyade edebiyatçılar bu 'evren'e daha çok eğilmişlerdir. Nurdan Gürbilek hemen her eserinde evin insanı şekillendirişine işaret eder. Hem dönmeyi en çok istediğimiz yerdir ev hem de kaçmak istediğimiz. Bunu edebiyatın tüm malzemeleriyle ve hakkıyla irdelemiştir kendisi. Vitrinde Yaşamak: 1980'lerin Kültürel İklimi (1992), Ev Ödevi (1999), İkinci Hayat: Kaçmak, Kovulmak, Dönmek Üzerine Denemeler (2020) zevkle okunan, zenginlik katan eserlerdir.

Sinema, mimari, modern sanat, göç ve göçmenlik, mekân ve kent antropolojisi üzerine çalışan Seyhan Kurt'un Haneden Ev Haline: “Türk Evi"nde Mimari, Düzenleme, Pratik adlı çalışmasını görünce gerek ismi gerek kapağı sebebiyle büyük heyecan duydum. Evlerimizle ilişkimize dair yazılmış kitaplara özel ilgi duymak, pek çalışılan bir alan olmadığı için hasret çekmeyi de beraberinde getiriyor. Bu sebeple çalışmanın tanıtım metnindeki "evle ilişkimizin edebiyattaki yansımaları eşliğinde, kendisi de edebi zevkle ve 'ev sevgisiyle' yazılmış bir kitap" cümlesini cezbedici bulup hemen kitabı aldım, birkaç gün içinde zevkle okuyup bitirdim.

Seyhan Kurt, Türk evinin dönüşümünü anlatmaya nesnelerden başlıyor. Duvar saatleri, vitrin, perdeler, danteller, mikrodalga fırınlar, Amerikan mutfaklar, mobilyalar bir yanda; sedir, avlu, tandır, ocak, taşlık, yüklük, gusülhane, kapılar, tokmaklar, kim geldi pencereleri diğer yanda. Hepsi, Emmanuel Levinas'ın "Ev insanın dünyayı yarattığı ve dünyayla ilişki kurduğu yerdir" cümlesine şerh düşercesine zihniyet dönüşümüyle birlikte okunmaya çalışılıyor. Böylece sedirden L koltuğa, avludan balkona doğru sıkışmamızın öyküsü de ortaya çıkmış oluyor. Geleneksel yaşamımızın seyrini daha net biçimde görebilmek için gündelik pratikleri araştırmamız gerekir. Hangi nesneyle nasıl bir ilişki kurulmuş, o nesne hayatta nasıl bir karşılık buluyor... Mesela biz çoğu zaman nostaljik duygularla kapı tokmağına fotoğraflık bir gözle bakıyoruz. Seyhan Kurt, 'ilk karşılaşma'yı hatırlatıyor. Tokmak, ses ve kapı. Misafirle, ötekiyle buluşma anı. Önce ses duyuyoruz, sonra sesi duyuranın kendisini. Duymaktan, görmeye geçiyoruz sonra ama duyarken, bir şeyler hissetmeye de çalışıyoruz. Yazarın edebiyatımızdan çekip çıkardığı misaller pek lezzetli. Abdülhak Şinasi Hisar, Türk Müzeciliği kitabında şöyle derinleştiriyor kapı tokmağı meselesini: "Bize gelenlerin kim olduklarını, çaldıkları tokmağın çıkardığı seslerden duyar ve anlarız. Kimi sert, kimi munis, kimi ümitli, kimi meyus çalar... Herkes, çıkardığı seste; biz dinlersek, kendi sesini duyurur; biz duyarsak, kendini söyler."

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Beş Şehir'inde, Bursalı annelerin çocuklarının yaşını mekanlarla ilişki kurarak bulduklarını görürüz. "Oğlum Orhaniye'nin yapıldığı sene doğdu" ya da "Bizim kız Muradiye'nin yapıldığı sene doğdu" gibi cümleler, insanların mekanlarla olan bağlantısını ortaya serer. Yönetmenliğini Orhon Murat Arıburnu'nun yaptığı Tütün Zamanı (1959) filminde de tütüncülük yapan iki köylü arasındaki diyalogda buna benzer bir diyalogla karşılaşırız. Bekir EfendiKavalalı Recep Ağa'ya "Yaşı kaç Zeliş'in?" diye sorar. Ağa, Hocazadelerin yanında yarıcı olduğu seneden başlar, karısının kardeşinin askere gittiği seneden tütünün altmış beşe çıktığı seneyi kestirir, harp yılına uğrar, afın hangi sene olduğunu sorar. İşin içinden çıkamaz ve nihayet "karıştırdım, en iyisi nüfusuma bakayım ben" der. Bunlar yalnız geçmişte yaşanan hadiseler ve sorgulamalar değildir. 1985 ve 1986 senesinde özellikle de kış mevsiminde İstanbul'da doğanların ailelerinden "Senin doğduğun sene öyle bir kar yağdı ki İstanbul günlerce kendine gelemedi." sözü sıkça duyulur. Neden bu tip çağrışımlara ihtiyaç duyarız? Buna verilecek en güzel cevap Gaston Bachelard'ın nefis kitabı Mekânın Poetikası'nda mevcut: "Anılar hareketsizdir; mekânsallaştırıldıkları ölçüde sağlamlaşırlar."

Hüseyin Cahit Yalçın'ın 1938'de yayınlanan Ev ve Apartman adlı makalesini hatırlatıyor Seyhan Kurt. Bizim, evlerimizle olan derin, hassas, mütevazi ve samimi ilişkinin bütün kökleri bu makalenin bir paragrafına sığmış gibi. "Bir odanın kapısını açtığım zaman, burada babam doğmuştu, bir sofaya çıktığım zaman, burada halam gelin olmuştu, bahçeye çıktığım zaman, bu kayısı ağacını dayım dikmişti, geniş ocaklı, Malta taşı döşeli mutfağa girdiğim vakit, teyzem mektebe başladığım gün burada lokma dökmüştü diyemezsem ben aile hayatının esrarlı ve füsunlu bağlarını ruhumda duyamam" demiş Yalçın. Çünkü o yıllarda gittikçe kendini gösteren modern apartmanların ve modern ev içlerinin kimilerini rahatsız edişi, kimilerine de batılılaşma ümidi verişi net biçimde okunuyor edebi eserlerimizde. Peyami Safa da hikâyesini evlerle ve ev içleriyle kuranlardan hiç şüphesiz. "Birbirine cerahatli adaleler gibi geçmiş, yaslanmış tahta evler. Her yağmurda, her küçük fırtınada sancılanan ve biraz daha eğrilip büğrülen bu evlerin önünden her geçişimde çoğunun ayrı ayrı maceralarını takip ederim." diyor Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nda. Mimarların ve şehir planlamacılarının gelenekçi ya da modern gibi hizipleşmeleri doğal karşılanabilir o yıllar düşünülünce. Ama edebiyatçılarımız biraz daha hassas. Hatta, en modern görüneni bile daha hassas. Öte yandan, batıdan yorumlar da geliyor bu değişimimize. Seyhan Kurt yine ince görerek, İngiliz gazeteci-yazar Grace Ellison'ın Daily Telegraph gazetesinde yayınlanan yazılarını topyalıp derlediği An English Woman in a Turkish Harem kitabından bir paragrafa fenerini tutuyor. Ellison, İstanbul'da misafir kaldığı bir konak üzerinden, Türk ev içlerinin nasıl değiştiğini şöyle yorumluyor: "Uzun zamandır Türk evlerinde Avrupa mobilyalarını kullanmak moda haline geldi. Bu her şeyimiz alafranga olsun çılgınlığı ilk önce devlet memurlarının evlerinde başladı. Zamanla, kademeli olarak en küçük evlere kadar herkese yayıldı. Doğu'nun o güzelim nakışlarının ve eşyalarının yerini ucuz ve şatafatlı mobilyaların en kötü örnekleri almış durumda. Hâlâ bazı sabahlar uyandığımda nerede olduğumu hakikaten anlayamıyorum." diyor Ellison. Belki bu cümleleri daha anlaşılır kılabilir diyerek, Seyhan Kurt'un kitabın sonundaki ahde vefa yazısından bir dantel yorumu çekip almalıyım: "Türk evinin en önemli alâmet-i fârikalarından biri olan dantel örtüler, geçmişi gelecekten, geleneği modernlikten ve bireysel emeği kapitalist üretimden ayıran en radikal ve sembolik nesnelerdir. Modern 'akıllı' ev düzenlemelerinde kullanılan nesnelerle estetik açıdan tam bir karşıtlık yarattığı düşünülen dantel örtüler, bir zamanların soyluluk, refah ve emek göstergesi iken günümüzde zengin bir geleneğin sanatsal bir ürünü olmaktan daha çok 'köylülüğün' bir emaresi olarak görülmüşlerdir. Evlere bir daha geri dönmeyen dantel işlemeler, butik otellerin, bazı kültür merkezleri ve kafelerin perdelerinde ortamında havasına nostalji ve sıcaklık katma amacıyla kullanılmıştır."

Sedirden L koltuğa, avludan balkona, tandırdan mikrodalga fırına değişen ev hayatımızı fotoğraflar eşliğinde okumak için edebiyatla zenginleştirilmiş bir çalışma, Haneden Ev Haline. Seyhan Kurt'un bu 'mesele'mizi tek kitapla bırakmamasını temenni ediyorum. Zira "Bir yuva olarak ev, ana rahmine dönmenin, her şeye yeniden başlayacak, her şeyi yeniden kuracak olma özgürlüğünün düşsel ve temsilî mekânıdır" diyen o. Ev düşlerimiz ve eve dönüşlerimiz sürecek, ev sevgimiz hiç bitmeyecek...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

23 Mart 2021 Salı

Müzisyen bir ailenin kederli ömür yolculuğu

Mustafa Kutlu, bir konuşmasında şöyle diyor: “Kahvelerde geçti benim ömrüm. Yazdığım, okuduğum her şeyi kahvelerde yazdım. Fon müziği gibi gelirdi bana. Konsantrasyon çok fazlaydı. Hem yazarken hem okurken hiç etkilenmezdim. Bana çok iyi gelirdi yani. Bu geçen dönem içerisinde bu insanlarla, her türlü insanlarla ama her türlü insanla içli dışlı olmam bana çok büyük bir kütüphaneler dolusu bir tecrübe kazandırdı, bilgi kazandırdı. Ben Türk insanını tanıyorum. Biz de bir sürü yalnızlık romanları falan filan yazılıyor. Yalnızım, çok yalnızım, çok kötüyüm, durumlar ne olacak falan diye. Yok böyle bir şey yani. Yalnızlık Allah’a mahsus. Biz, bizim kültürümüz yalnızlığa izin vermez. Kitaplarımın sevilmesinin, tutulmasının, çok okunmasının bir tek sebebi vardır. O da samimi olmaktır...

Evet, samimi olmak belki de bir okuyucuyu yazara daha çok yakınlaştırıyor hele ki okuduğu bir hikayede kendi hikayesini buluyorsa kişi, o eseri daha çok benimsiyor, sahipleniyor...

Mustafa Kutlu’nun hikayelerinde tam bu benimseme ve sahiplenme var. Nitekim okuyucu, içinde kalan ve bir türlü dile getiremediği duygularını hikayelerde buldukça derin ve uzun bir yolculuğa çıkıyor.

Hani Mustafa Kutlu, bir röportajında “Hikayelerimde de sinematografik bir anlatım vardır. Hemen hepsi film yapılabilir kitaplardır...” diyor ya işte okuyucu bu sinematografik anlatımla hem gözünde hikayeyi canlandırıyor hem de kendi duygularını içten içe yaşıyor.

Misal ben, Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı hikayesinde bunu çok yaşamıştım ve Tirende Bir Keman hikayesinde de... Tirende Bir Keman demişken bu güzel kitaba da değinmek isterim.

Kemancı Kenan, Cibali’de tanınmış bir kemani ustasıdır. Babasından, kendine kalan musikişinaslıkla hayatını devam ettirir. Fakat bir gün meşhur bir sanatçı olma hayalindeki Semiramis’le çalıştığı gazinoda tanışır. Ve ona kendi evinde müzik eğitimi vermeye başlar ama gel zaman git zaman Kenan, Semiramis’e aşık olur. Semiramis de Kenan’a...

Bir gün musiki dersinden sonra kısa bir gezi yapmak için sandala binerler ve Kenan, Semiramis’e evlenme teklifi eder. Semiramis de sevinçle teklifi kabul eder ve ikili kısa bir sürece içinde evlenir. Sadullah adında bir evlatları olur. Fakat Semiramis bu ismi çok alaturka bulduğu için oğluna “Sado” der ve Sadullah da hikaye boyunca hep bu isimle anılır.

Geçen bu zaman içinde ise Semiramis, gazinoda şöhretini daha da artırır ve Ali Rıza Bey bu durumdan çok memnun olur, Semiramis’e yakın olmaya başlar. Semiramis ise bu yakınlıktan ve aldığı hediyelerden hoşnut olarak eşinden ve oğlundan git gide uzaklaşır. Yaşadıkları tartışmalar üzerine de eşini ve oğlunu terk eder. Bu üzüntüye dayanamayan Kenan ise oğlunu da alıp İzmir’e gider. Eski arkadaşı Mehtap’ın evinde yaşamaya başlar. Bir gazinoda iş bularak geçimini sağlar fakat bir gün iki adamla kavga etmesiyle işten atılır. Ve tekrar oğluyla birlikte yollara düşer...

Şehir şehir gezip Adana’ya varırlar ve Kenan, Cellat Ali adında bir adamın meyhanesinde çalışmaya başlar. Sadullah ile de Sabire Nine ve Halim Baba’nın evlerinin yanındaki küçük kulübeye yerleşirler. Burada her şey güzel geçer, azla yetinerek hayatlarına devam ederler.

Fakat hayat bu ya birden her şey iyiyken kötüye döner. Kenan, içinde öyle olur ve çalıştığı meyhanenin yandığını öğrenerek yaşadığı yeri terk edip trende kemancılık yapmaya karar verir.

Yaptığı bu işten iyi para kazanır ama giderek yaşlandığından ve sesi bozulduğundan oğlunu yanına alır. Haydarpaşa - Kars arasında gidip gelirler.

Tabii bu sırada Mustafa Kutlu, trendeki diğer yolcuların hikayelerine de kısa kısa yer verir. Kenan ise davet edildiği çilingir sofrasına katılır ve oğluyla birlikte müziğini yapmaya başlar fakat bir süre sonra adamlarla tartışmaya girer ve bu tartışmanın sonucunda kafasını çarparak can verir.

Adamlar Kenan’ı, Sadullah’ı trenden soğuk karların üzerine atarak yollarına devam ederler. Sadullah ise geçirdiği şokla gelen bir trene binerek kasabaya tekrar döner. Sabire Ninesiyle üzüntüsünü yaşarken babasının cenazesini kaldırır ve hayatına Halim Baba’dan kalan dükkanı işleterek devam eder. Nihayet askere gidip geldikten sonra düğünlerde keman çalmaya başlar ve gittiği düğünlerin birisinde Şefika’yı görüp aşık olur. Kısa bir zaman içinde de sevdiği kıza evlenme teklifi edip mutlu bir yuva kurar. Fakat yine başlarına gelen kötü bir olay sebebiyle mutluluklarına gölge düşer. Nitekim Şefika’yı eşkıyalar kaçırır. Sadullah ise eşini bulmak için trene binip şehir şehir dolaşır. Öyle ki bindiği bir trende eşini bulur ve kavgaya tutuştuğu adamlarla mücadele ederken Şefika vurularak ölür. Kader bu ya, yaşan o kederli an tekrar hüzünle meydana gelir ve Sadullah, eşiyle birlikte trenden aşağı atılır... Keman kutusu ise yavaş yavaş kar ile kaplanır...

Bu yazdıklarım hikâyenin küçük bir özetiydi ama siz kitabı okumaya başladıktan sonra kalbiniz hemen özümseyecek ve eski bir Türk filmi izlemiş gibi tat alacaksınız...

Kitapta en sevdiğim birkaç alıntı:

"Evet o yıllarda hâlâ gurbet vardı. Telefon yoktu ama mektup vardı. Selamın bir değeri vardı."

"Günler hep böyle geçecek, güneş hiç batmayacak, neşe de keder de hep aynı kalacak sanırız. İnsanoğlu aldanıştadır. Güneş batar, yağmur kesilir, kuşlar yuvalarına çekilir. Hiç ummadığın anda bir dalga gelip kayığı devirir."

"Kaderde ne varsa etme merak."
Uyma kendi nefsine Hakk’ın emrine bak.
"

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

22 Mart 2021 Pazartesi

"Güzel oyun"dan "endüstriyel futbol"a

"Futbol arsada güzeldir, borsada değil."
- Metin Kurt

Kabul etmek gerekir ki bir seksenler gerçeği var bu ülkenin. Hatta biraz genelleyerek dünya ölçeğinde bir çeşit seksenler büyüsünden ya da seksenlerin büyülü atmosferinden bahsedebiliriz. Endüstrileşme ve kapitalizmin egemenliğiyle beraber seksenlerden sonra amatör ruhla toplumsal hayatın güçlü birer dinamiği olan pek çok unsur gibi futbol da evrilerek eğlence ve estetik gayenin ötesine geçerek sonuç odaklı ve kâr amaçlı oynana bir oyuna, daha doğru bir ifadeyle eğlenceli bir oyundan bir iş sektörüne dönüştü. Futbolu takım kültüründen kulüp kültürüne dönüştüren bu süreç, seyirciyi de önce taraftara, ardından tarafa dönüştürdü. Hâl böyle olunca da kendi kulübünün şampiyonluğu için her türlü ahlâki yozlaşmayı görmezden gelebilen bir kitle meydana gelmiş oldu. Endüstriyel futbolun istediği de tam olarak buydu.

Nadir Aşçı, futbolun yaşadığı bu dönüşmeyi aktörleriyle birlikte ele alıyor Deniz Tarafındaki Kale'de. Futbol takımlarının bir şehirle bütünleşmenin en güçlü yolu olduğu dönemlerin, radyodan dinlenen maçların, Pazar günlerini sabırsızlıkla beklemenin, şiir gibi çalımların, futbolu bir direnişe ve bir başkaldırıya dönüştüren kahramanların, kısaca seksenlerin efsanevi futbol dünyasını ve doksanlardan itibaren bozulan bu büyünün büyük fotoğrafını gözler önüne seriyor. “İstediğimiz şey her şeyden evvel iki takımın da saha içinde bizlere güzel bir oyun seyrettirebilmeleri. Skoru öncelemiyoruz. ‘Vur, kır, parçala; bu maçı kazan!’ tezahüratıyla uzaktan yakından alâkamız yok.” Yazar bu sözleriyle kendi kuşağının futbola bakış açısını ifade ederken bir özlemini de dile getirmiş oluyor.

Futbolun bir çeşit iş koluna dönüşmesini formalar üzerinden okuyor Nadir Aşçı. Pek çok takımın klasikleşmiş bir çubuklu forması vardır. Ancak kapitalizm üretim ve tüketim sürecinin sürekliliği esasına dayandığı için çubuklu formaların da sürekli olarak güncellenmesi gerekiyordu. Bu durumu; “Metin Oktay, Selçuk Yula, Dozer Cemil, mezarlarından kalkıp gelse, kulüplerini renklerinden tanıyamaz belki de.” Diyerek eleştiriyor yazar. Forma deyip geçmeyin. Her sezona yeni bir forma tasarımıyla giren kulüpler, bir süre sonra birbirinin aynı olmaya başlıyor. Milli ligin isim hakkının sponsorlara devredilmesi, formaların neredeyse her tarafının reklamla dolması, statların isimleri, tribünlerin pankartlardan çok reklam panolarıyla kaplanması, maç önü ve maç sonu röportajlarında arka planda reklamlar… Bütün bunlar futbolu, doksan dakikalık güzel bir oyun olmanın çok ötesine taşıyor ve seyirci artık müşteri olmaya başlıyor. Bu konuyla ilgili şöyle bir benzetme yapıyor Aşçı: “Oktay Akbal’ın ‘önce ekmekler bozuldu, sonra her şey…’ cümlesini ödünç alarak, önce formalar bozuldu sonra her şey desek sanırım bir mahsuru olmaz.

Nadir Aşçı, futbolun bir “güzel oyun” olarak kalmasını arzularken futbol üzerinden gerçekleşen, bir çeşit taraf olma ya da taraf seçme olarak okunabilecek olayları da göz ardı etmiyor. Maradona’ya ve Maradona’nın dünya futbolu üzerinden egemen güçlere karşı takındığı tavra ayrı bir ehemmiyet veriyor. Bir yazısında şunları söylüyor: “Maradona, 86’da ‘Tanrı’nın eli’ demişken herhangi bir metafora başvurmuyordu mesela. Arjantin ve Maradona’nın bir küresel efendiye attığı bu tokat, modern savaşların başlangıcı kabul edilen Falkland Savaşı’nın bir misillemesiydi ‘Tanrının eli’ derken Maradona, bunu göz ardı etmiş olamaz.” Afrikalı çocukların futbol aşkını da bir başkaldırı olarak okuyor yazar. Bununla ilgili de ilginç bir örnek veriyor: “Bu çocukların bulabilip sırtına geçirdikleri formalar arasında hiçbir Avrupalı futbolcunun formasının olmaması ise dikkate değerdir. Ağırlık, Brezilya ve Arjantin formalarıdır. En Avrupalı forma Portekizli Ronaldo’nundur ki Ronaldo’nun Avrupalı olmadığını hepimiz biliyoruz.” Bu örnek, bilinçli ya da bilinçsiz ama güçlü bir tavrın göstergesidir.

Futbolun ülkemizde toplumsal bir sorun olduğu ve “futbol terörü” diye yeni sayılabilecek bir kavramın gündemimize girdiğini söyleyebiliriz ama bu sorun adeta “geliyorum” diyen bir sorundur. Nihat Sami Banarlı’nın 1957 yılında Hürriyet gazetesindeki yazsında yer alan şu ifadeler sorunun daha o dönemde büyümeye başladığını gösteriyor. Nadir Aşçı’nın aktarımıyla şöyle diyor Banarlı: “Memleketimizde futbolun alelade bir spor, bir oyun seviyesinden yükselerek, geniş ve derin tesirli bir içtimai hadise olduğu meydandadır. Bazı önleyici tedbirler alınmazsa bu oyunun yurdun geleceği için zararlı, hatta tehlikeli olacağı da gizlenemez.

Radyodan maç dinlemenin zevkini tatmış olanlar iyi bilirler; işinin ehli bir spiker, sıradan bir maçı bir şölene dönüştürebilirken işbilmez bir spikere denk gelirseniz bol gollü bir maç bile can sıkıcı hale gelebilir. Bütün sahanın neredeyse her metrekaresini ifade etmeye yetecek bir tasvir yeteneği olan, hızlı ve heyecanlı konuşurken telaffuz hatası yapmayan spikerler radyo başındaki dinleyiciyi futbolcuyla beraber koşturup topla beraber ağlara takabiliyordu. Nadir Aşçı’nın aktarımıyla bir radyo yayınını şöyle örnekleyelim: “Abdulkerim karşı tribünler önündeki taç çizgisinin birkaç metre önünden aldığı topu, orta yuvarlağın rakip kaleye bakan dilimindeki kaptanı Adnan’a gönderiyor. Adnan, kendi etrafında döndükten sonra sağ iç boşlukta bekleyen arkadaşı İhsan’ı görüyor. İhsan rakip oyuncuyu geçtikten sonra ceza sahasının yan çizgisinin kesiştiği yerin üç metre kadar önünden, meşin yuvarlağı demarke vaziyetteki arkadaşı Kadir’e gönderiyor. Kadir ceza yayında buluştuğu topu sol tarafa, gerilerden koşarak gelen İskender’e atıyor. İskender sıfıra iniyor, başını kaldırıp topu penaltı noktasına doğru gönderiyor. Bülent yükselip vuruyor veeeee…” Televizyondan izlediğimiz hangi pozisyonda bu heyecanı hissedebiliriz bilemiyorum. Futbolun büyülü bir tarafının olmasında bu radyo anlatımlarının muhakkak bir payı vardı.

Futbolu güzel oyun için izlemekten öte futbol üzerinden bir kimlik belirleme amacımız olduğunu daha önceki paragraflarda belirtmiştik. Bu konuyla ilgili bir örneği de Dünya Kupası finallerine gidemeyen Türklerin tuttukları takımlar üzerinden veriyor Nadir Aşçı: “Ve bizler, gözü gibi sevdiği Türkiye’si bir türlü oralarda boy gösteremeyen bizler, ilk olarak tutacak bir Müslüman ülke takımı arardık. Yoksa ya da elenirse, mazlum bir Afrika ülkesi… O yüzden Ahmet Edip Başaran ‘Cezayir gol atar biz seviniriz’ demiştir bir şiirinde.” Pek çok futbol kulübü, kuruluşu itibariyle bir direnişin, bir karşı duruşun simgesi olmuştur. Celtic ve Glasgow Rangers takımları arasındaki rekabette Katolik ve Protestan mezheplerinin olduğunu bilmek ve Celtic taraftarlarının Filistin halkıyla kurdukları özdeşlik nedeniyle -Filistin, İsrail işgaline maruz kalırken İskoçya’nın yerlileri olan Katolik Celticliler İngiltere’den gelen Protestanların işgaline maruz kalmışlardır- İsrail zulmünün hortladığı her dönem tribünlerden Filistin bayrakları dalgalandırarak Filistin halkına destek çıkmıştır.

Güzel oyun” olarak adlandırılan futbolun son defa sahneye çıkışı 86 Dünya Kupası’dır Nadir Aşçı’ya göre. Bu konuda şunları söylüyor: “86’nın benim için ilk kupa olmasının dünya futbolu için bir son kupa olması gibi bir hususiyet var. Şöyle: 86’da oynanan futbol 90’la birlikte başka bir evreye geçti. 90’da bütün takımlar alan daraltmaya başladılar, Tam saha baskıya geçtiler, takım halinde müdafaa yapmaya başladılar. Futbolcu öncelikli anlayış 90’la birlikte takım öncelikli oyun anlayışına dönüşmeye başladı.

Nadir Aşçı’nın futbola bakışını ve kitabın ana fikrini ifade edecek en güzel cümle sanırım Galatasaraylı eski futbolcu Metin Kurt’a ait: “Futbol arsada güzeldir, borsada değil.” Futbolun sosyolojik dönüşümünü resmeden en iyi cümle ise Şenol Güneş’e ait: “Eskiden futbolu fakirler oynar, zenginler seyrederdi; şimdi zenginler oynuyor fakirler seyrediyor.” Futbolculardaki amatör ruhun ve takımlara aidiyetin kaybolması, futbolcu maaşlarının astronomik boyutlara ulaşması ve profesyonellik adı altında ‘önümüzdeki maçlara bakacağız.’ ciddiyetsizliğini ifade eden; sosyo-ekonomik açıdan toplumun alt tabakasını bir afyon gibi uyutan günümüz futbolunu tasvir etmesi bakımından olukça güçlü bir söz.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

21 Mart 2021 Pazar

Bir köpek ve bir çocuk gelir, size özsaygıyı hatırlatır

Jung'a göre çocukluk dönemine ait olan saflık ve bilinçsizlik, yetişkinlik dönemine oranla insanın kişiliğine ve benliğine dair kuvvetli bir resim verir. Bu sebeple yetişkin bir insan, özellikle belirli bir olgunluk seviyesine erişmiş ve kendinin farkında biriyse, bir çocuk ya da ilkel bir insan gördüğünde içinde türlü özlemler uyanır. "Bu özlemler, resmin, kişiliğin tatmin edilmemiş istek ve gereksinmelerini içeren parçalarıdır" der Jung. Olur ya, sokakta yürürken bir çocuğun yüzüne bakarız ve bir anda gözlerimiz dolar. Belki orada durmak gerekir, bu çocuk bizim neremize dokundu da gözlerimiz doldu? Hatta bazen, bir kitap okurken, onlarca karakteri bir kenara koyup, belki de romanın en sessiz karakteri olan çocuğa yöneliriz. Onun susuşunda, gülüşünde, bağırışında bir şeyler buluruz. Belki onu şımarık, isyankâr bulabilir, hatta hiç anlamayabiliriz ama bir süre sonra, belki bilinçdışı gelişen bir tutum olarak, onu koruyup kollamaya çalıştığımızı fark ederiz. Çocuk böyle bir şeydir. İçi sürprizlerle dolu bir kitap gibidir ve okunacak en iyi kitaptır çocuk.


İstasyon, uzun bir hikâye. Ortalarına doğru, yazarın çok yorucu bir yazma süreci geçirdiğini düşündüm. Metnin ritmi hiç değişmiyor. Bu değişmezlik okuyucuyu hiçbir şekilde rahatsız etmiyor, düşürmüyor. Bazen bir günlük okur gibi seyrediyor, bazen de deneme. Kaygıyı ve umudu taşıyan bu ses, hikâyenin insanlarına da yansımış. Mekânlar hem tekin değil, hem de güvenli. Bu çatışık durumdan, herkesin yapmak istediklerini yapmaya çalışan biri çıkıyor: Deniz. Yalnız kalamamaktan da yalnız olmaktan da korkuyor. "Kaldı ki yalnızken zaten cennetteydim" demekten "Bazen bir şeyin dışarıda dinmesi gerekir. Bazen bir şey dışarıda diner. Bazen bir şey ancak dışarıda dinebilir." dediği bir bölgeye geliyor. Bu bölgeye tek başına gelmiyor, ona eşlik eden iki canlı var. Biri köpek, Arkadaş. Diğeri küçük bir kız çocuğu, Elif.

Deniz, eski arkadaşı Nihan'ın daveti üzerine “Olur, gelirim" diyor ve yazarın başkent dediği bir adada bulunan 'istasyon ev'e gidiyor. Bu eve genellikle kaçan, saklanan ve yerinden edilen kimseler geliyor, yani mahrumiyeti tercih edenler. Evin uzun yürüyüşlere, uzun düşüncelere, hayatta kalma çabalarına, daha evvel denenmemiş şeyleri denemeye, cesarete, hayal kırıklığına ve daha birçok şeye kapı aralamasının sebebi de bu: mahrumiyetin 'derin' malzemeleri. Yoksa kimse 'içsel bir yolculuk' amacıyla uğramıyor eve. Dayanmak için, sabretmek için ve belki de tanımak, tanışmak, tanık olmak için. Deniz, üniversitedeki kadronun değiştirilmesinden nasibini alıyor, sözleşmesi yenilenmiyor. Bir isyanı yok, gayet sakin. Kurtulduğunu bile düşünüyor. İhtiyacı olan şey biraz uzaklaşmak, biraz da kendisini etkileyen bir kitaba dair yazmak. Yer değiştirmek belki de. Duygusal değil ama hissiz de değil. Gidiyor ama bir şey ummadan. Evet evet, yer değiştiriyor. Çünkü değiştirmezse, 'fazla huzur' onu boğacak. Seçilmiş bir boşluğa gitmek, bilinmez bir boşluğa düşmekten çok daha iyi.

Deniz'in adadaki yürüyüşlerine Arkadaş eşlik ediyor. Bugüne kadar hiçbir insanla yaşayamadığı o hissi, bir köpek vesilesiyle öğreniyor: İnsan, başkalarıyla beraberken de yalnız kalabilir. Herhangi bir alışveriş olmadan, zorunluluk duymadan, borçlanmadan, yük olmadan, özgürlüğü hırpalanmadan da kalabilir kendiyle.

"Bir zehrin etkisinden kurtulmak istiyorsan, onu son damlasına kadar içeceksin" diyor Jung. "Bir süre sonra ağrı her şeyin çaresine baktı ve sakinleştim" diyor Deniz. Bu sakinliği, küçük bir kız bozmaya mı yelteniyor istasyon eve geldiğinde? Çünkü geliyor, konuşmuyor, hayata karışmıyor, sessiz, tekinsiz, tuhaf bir tip. Zamanla açılır mı? Neden buraya geldi? Bir sırrı mı taşıyor yahut bir sahnenin şahidi mi? Yoksa o da gelmek zorunda değildi ama bir anda zorunluluğa mı dönüştü gelişi? Bu kız ona bir şey mi hatırlatacaktı yoksa? Elbette öyle olacaktı. Az değil, otuz yıl öncesini hem de. 11 yaşındayken annesiyle bağ evinde yaşadıkları ansızın geliverecekti aklına. Oradaki yalnız bırakılmışlığıyla beraber yalnızlık da anlam kazanmaya başlamıştı Deniz için. Belki de bu yüzden yalnızlığa müptelaydı. Arkadaş ve Elif, hiç farkında olmadan Deniz'i yalnızlığıyla yüzleştirmişti. Bazen bir kamuflaj, bazen de sığınak olan yalnızlığıyla. İki kadının huzurunda Leylâ restoranda sarhoş oldu önce, eczacı Feride'yle diyalog kurdu, adaya giderken aklında olan ders notlarını kitaplaştırma fikrini önemsememeye başladı. Çok büyük değişiklikler yaşamadı belki Deniz ama tek başınalığın ne olduğunu sezgisel biçimde kavramaya başladı. Zaten sezgileriyle geçmişten beri ilişkisi kuvvetliydi: "Yetişkinlerin öngörülemez dünyasında hayatta kalmaya çalışan her çocuk gibi benim de sezgilerim güçlüydü."

Birgül Oğuz, "Yazının ortadan kaybolan şeyleri geri getirebileceğine inanırım. Yazının varlığından dahi bihaber olduğum şeyleri açığa çıkarabileceğine de inanırım. Bana yüce, aşılmaz gelen acıların geçici ve sıradan olduğunu genelde ancak onlar hakkında yazdığımda gerçek anlamda idrak ederim. Geçicilik ve sıradanlığın felaketim değil imkânım, çıkış yolum ve hazinem olduğunu da…" demişti bir yazısında. Bu cümleler hem İstasyon'u hem de Deniz'i anlatıyor aslında. Bazen kaybolan hisler, üstü örtülen anılar, yiten keşif ve merak duygusu geçmekle, kaybolmakla, yani fani olmayı hatırlamakla yerini buluyor. Bunu da en önce, başkalarıyla kurulan ilişki sağlıyor. Çünkü ilişki kurmak, sağaltıcıdır. Kopkoyu bir yalnızlık, aşırı huzur, insanı kendi içine çekebilir. Fazla çekilmek, gömülmek gibidir.

"Bir uğraş, bir istikamet ve anlamla düzenli temas; güvence altına alınması gereken bu" demişti hikâyenin kahramanı Deniz. Oysa İstasyon'un sonunda, hiçbir şey güvence altına alınmadığında bile hayata katılmanın mümkün olduğunu görüyoruz. Bir köpek gelir, sonra bir çocuk gelir, size özsaygıyı hatırlatır. Önce özsaygı ve daima özsaygı. Gerisi, yaşamla kavga etmek yerine yaşama katılmak...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

20 Mart 2021 Cumartesi

Bir Parislinin gözünden Türk yeme-içme kültürü

Yeme ve içme, canlıların en temel ortak gereksinimlerindendir. Nefes almaya başladığımız günden, yaşamımızın son dakikasına kadar tüm canlılar yiyecek savaşını vermek zorundadır. Bu canlılar arasında insan, yiyecek ve içecek tüketim savaşımının kültürel, ekonomik, sosyal ve siyasal bir evrenin içine girmektedir. Yeme ve içme, beslenme kaynağı olma ötesinde iletişim ve etkiletişim sağlama rolleriyle uygulamalar, ritüeller ve sözlü anlatımlar etrafında kültürü şekillenen unsurdur.

Yeme ve içme kültüründe Osmanlı-Türk mutfağı en zengin kültüre sahip olan bir imparatorluktur. Osmanlı-Türk sofra kültürü konusunda çalışmalar yapılmakta ve araştırmaların artmasıyla konunun ilgi odağı olduğu görülmektedir. Bu araştırılan kaynaklarda Türk mutfak kültürünün tarihsel gelişimi, Türk sofra adabı, Türk-Osmanlı yemek tarifleri, Osmanlı mutfak sözlükleri gibi konulara yoğunlaşılmıştır.

Thévenot Seyahatnamesi'nde, yeme ve içme kültürünü inceleyeceğiz. İncelemeye geçmeden önce seyyahın hayatı hakkında bilgi vermek yerinde olacaktır. 17. yüzyıl gezgini olan Jean Thévenot, 1633 yılında Paris’te doğmuş. Avrupa’nın çeşitli ülkelerini gezdikten sonra Ortadoğu ülkelerine, İran ve Hindistan’a geziler yapar. Bu süreçte dokuz ay boyunca İstanbul’da ikamet eder (2 Aralık 1655 - 30 Ağustos 1656). Türkçe, Arapça ve Farsça öğrenir.

İmparatorlukta ülkeyi ziyaret eden yabancılara, özellikle ülke elçilerine Osmanlı topraklarına giriş yapmalarından itibaren, dönüşlerine kadar ki süreçte tüm giderleri devlet tarafından karşılanmaktadır. Bu uygulama III. Selim dönemine dek devam etmiştir. Thévenot ise geldiği İstanbul’da Pera’da bahçeli şirin bir ev kiralamayı tercih ettiğini yazmıştır.

Türk Sofrası
Yabancı seyyahların, Türk yeme ve içme kültürü hakkında yazdıkları bölümlerde gözlemleri oldukça betimleyici ve çözümleyicidir. Bunlardan iyi bir örneği de bu yazıda ele alınan seyyahın yazdıklarıdır. J. Thévenot, besin gereksinimlerini incelemekle beraber sofrada oturuş ve düzenini gözlemlemiş, “Yemek saati geldiğinde, yere safra adını verdikleri yuvarlak muşamba bir örtü serer… terzi usulü bağdaş kurarak oturur ve sofranın çevresini dolanabilecek kadar uzun mavi bir peçeteyi hep birlikte kullanırlar…” ve “Bismillah dedikten sonra birer ayak uzunluğunda tahta kaşıklarla pilavlarını yerler” diye yazmaktadır. Seyyahların çoğunun birleştiği noktalardan bir Türklerin görkemli ziyafet vermemeleridir.

Yemek ve İçecek
Pirinç: İmparatorluk, kozmopolit toplumdan oluştuğu gibi yemek kültürü de İran, Arap, Bizans, Selçuklu ve Anadolu gibi kozmopolit bir mutfaklardan oluşmaktadır. Çin ve Hindistan’da binlerce yıldır temel bir gıda olan pirinç, Osmanlı yemek kültüründe 15. yüzyıldan itibaren buğdaydan sonra en çok tüketilen tahıldır. Thévenot’un ise bu durum dikkatini çekmiş ve İmparatorluk başkentinde, “En çok yedikleri yemek pilavdır.” diye bahsetmektedir. Pilavın gelişmesinden Ayla Algar’a göre Orta Asyalı Türklerin önemli bir rol oynadığını belirtirken Mary Işın ise Bert Fragner’dan yaptığı alıntıda, “pilav isimlerinin ve pilav pişirmekle ilgili terimlerin önemli bir kısmının Doğu Türkistan Türkçesi kökenli olduğunu” belirtir. O yüzyılda yaşamış Evliya Çelebi ise seyahatnamesinde 18 pirinç çeşidinden bahsetmektedir.

Et: Türklerin Orta Asya’da yaşadıkları dönem içinde koyun ve at eti hatta deve eti yediklerini görmekle birlikte, at eti daha özel günlerde tükettikleri ifade edilmektedir. Orta Asya bozkırlarında gelişen et ağırlıklı beslenme kültürü Osmanlı-Türk Mutfağında da devam etmiştir. Her kültürde olduğu gibi et, Osmanlı mutfağında da toplumsal itibarı temsil eder. Dönemin seyyahlarından Evliya Çelebi’ye göre ekmek ile etin Osmanlı beslenmesinin iki temel ögesi olduğunu belirtir. Jean Thévenot ise, “sıra ete gelince, sofranın etrafındakilerden biri bu iş için hiç bıçak kullanmadan eliyle parçalara böler, sonra herkes istediği parçayı alır. Sığır ve koyun için hiç zahmet çekmezler, çünkü bunları ya ateşte çevirip ya haşlayıp sonra küçük parçalara bölerler.” diye bahsederken, “Türkler bırakın domuz etini yemeyi, dünyayı verseniz bu ete dokunmazlar… bunlardan yiyeceğine ölmeyi tercih eder.” ve “Keklik etini çok lezzetli” olduğunu belirtir.

Şarap: Şarap, Osmanlı Müslümanları tarafından kötülüklerin anası, şehvetin kamçısı ve aklın mezarı olarak nitelendirilirdi. Thévenot ise Türklerin dinlerinde yasak olmasına rağmen şarap içtiklerini yazmaktadır. “Pek çok kişi şarap da içer ve şarabın Kuran tarafından yasaklandığı söylense de keyif ehli bunun sadece bir tavsiye veya nasihat olduğunu, bir buyruk olmadığını söylerler; yine de yeniçeriler ve kimseden korkusu olmayan diğer kararlı kimseler dışında kalanlar herkesin gözü önünde şarap içmezler. İçmeye başladıklarında çok içerler ve içki bedava olsa, sızıncaya kadar içebilirler.” ve yazının ilerleyen sayfalarında ise İzmir’i anlatır, “Bu şehirde kalmak çok keyiflidir. Her şey boldur, çok mükemmel şarap üretilir ve Kanarya adası şarabı bir yana, iyi İzmir şarabı kadar güzeline rastlamadım.” diye yazmıştır.

Boza: Günümüzden yaklaşık 8000 yıl öncesine kadar eskilere dayanan boza, günümüzde tüketilmeye devam edilen en eski içeceklerdendir. Altun Yaruk’ta bor, Kutadgu Bilig’de ki bor, Uygur yazmalarında bor, bekni ve Dîvânu Lugâti’t- Türk’te begni ve bekni , İbn Battûta’ya göre ise buza sözcükleri bazen şarabı, bazen de bira ve boza gibi mayalanmış içecekleri karşılamak üzere kullanılmıştır.

Osmanlı coğrafyasını gezen Thévenot, “Boza adını verdikleri bir başka içecekleri daha vardır; arpa veya darıdan yapılır bizim biramıza yakın bir tadı vardır, ama o kadar lezzetli değildir; bir kez tadına baktım, ama bana çok fena geldi, bunu sadece basit halk tabakasından inşalar içer ve fiyatı çok ucuzdur.” diye bahsetmektedir. O yüzyılın bir başka seyyahı Evliya Çelebi ise yaklaşık üç yüz adet bozacı dükkanının bulunması, bozanın sadece fukara ve ayak takımının içeceği olmayıp tüketiminin halk arasında yaygın olduğuna işaret eder. Can Çakır’ın araştırmasına göre ise Boza sözcüğü dünya literatüründe de karşılık bulur. “Orta İngilizce’de bousen sözcüğü; Orta-Flamenkçe’de bousen, busen yani alkol almak anlamındaki fiillerden, orta-düşük Almanca’daki busen ise kalabalık mekanlarda alkol almak” fiilinden türetilmiş.

Kahve: Osmanlı dünyasında, bir yanda mevcut yiyecek ve içeceklerin bolluğu, diğer yanda ise tüketimi kısıtlayan dini kurallar arasında gerçek bir çelişkiyle karşılaşıyoruz. Bu kısıtlamalardan da payını düşeni alan içeceklerden biri de kahve. Thévenot’un kahve için yazdıkları diğer seyyahlardan daha farklı kılmaktadır. Türklerin Türk kahvesi zevkini detaylı bir şekilde yazan Thévenot ilk önce Türk kahvesinin nasıl pişirildiğini anlatır, sonra kahveyi sıcak ama yavaş yavaş içmek gerektiğini yoksa tadının iyi olmayacağını belirtmektedir. Kahvenin siyah renkli, acı olduğunu ve biraz da yanık koktuğunu belirtir. Küçük yudumlarla içmek gerektiğini çünkü ağzı yakabileceğini yazarken, kahvehanelere gidildiğinde ise insanların kahve içişi hoşuna gitmiş olmalı ki “kulağa hoş gelen höpürdetme musikisi” diye belirtmektedir.

Kahve’nin sağlık açısından faydaları hakkında da bilgiler veren Thévenot, midedeki sarhoşluğun başa doğru yükselmesini engellemek, dolayısıyla bunun yarattığı rahatsızlığı geçirmek ve insanı uyanık tutmak olarak göstermiştir. Fransız tüccarlar ise gece çalışmak istediklerinde iki fincan kahve içerlermiş. Öyle görünüyor ki kahvenin “dinç tutma ve uyku kaçırma” işleviyle kullanımı günümüzden pek farklı değildir. Kahvenin tadına ise Thévenot’a göre iki kere içtikten sonra alışılacağını belirtir. İsteye göre kahvenin içine karanfil veya şeker koyanların olduğunu yazarken bunun kahvenin yararını azalttığını ve daha sağlıksız bir içecek haline getirdiği aktırır. Osmanlı coğrafyasında halkın her kesimi tarafından bol miktarda Türk kahvesi tükettiğini ve kahvenin büyük kazanlarda pişirildiğini anlatırken, kahvehanelerde din veya mevki farkına bakılmaksızın herkesin kahve içtiğini yazmaktadır. Bazı kahvehanelerin müşteri çekmek amaçlı neyzen, kemancı ve müzisyen gibi satış stratejileri uygularken rekabet ortamın ne kadar sıkı olduğunu bize göstermektedir. O dönemde de insanlar birbirlerine kahve ısmarlarmış ve kahveci ikram edilen kahve için, “bedava” diye belirtirmiş. Türk Kahvesinin halk arasında önemli olduğu kadar aynı zamanda evlilikler içinde bir o kadar önemlidir. Osmanlı toplumunda kocanın karısını boşama hakkını sahip iken, kadınlar bu hakka sahip değilerdi. Thévenot seyahatnamesinde bu durumu erkeklerin mecbur olduğu şeyleri, ekmek, pilav ve kahve içecek parayı temin etmiyorsa kadın, kocasını boşama hakkının olduğunu anlatır.

Şerbet: İmparatorlukta, baharatlardan ve çiçeklerden yapılan yeri geldiğinde gül suyu da eklenen çok çeşitli şerbetler yapılırdı. Arapça şariba kelimesinden gelen şerbet, içmek anlamındadır. Osmanlı şerbetini anlatan ilk Avrupalılardan biri, 1537’de bal, şeker ya da pekmezle tatlandırılan sudan oluştuğunu ve pekmezlisinin yalnızca hizmetçilere uygun görüldüğünü yazan Bartholomew Georgevitz’dir. İmparatorluk coğrafyasına gelen Thévenot, şerbeti sevdiğini belirir ve: “Şerbet de çok güzel bir içecektir; Mısır’da şeker, limon suyu, misk, gri amber ve gül suyuyla yapılır. Kendilerini ziyarete gelen birine hoş bir ikramda bulunmak istediklerinde, ona bir fincan kahve, sonra bir bardak şerbet, ardından da parfüm söylerler.

Meyveler: Evliya Çelebi seyahatnamesinde İstanbul’un kirazı ve şeftalisi, Bursa’nın kırk çeşit, Malatya’nın seksek çeşit armudu diye bahsettiği meyvelerden Thévenot İzmir’e yakın bir yerde verdikleri mola esnasında, çok miktarda karpuz olduğunu belirtirken, “özellikle karpuza çok düşkün olan Türkler için beklenmedik bir ziyafetti.” diye bahseder. İskenderiye’ye yaptığı yolculukta portakala benzettiği meyveleri anlatır ve iki elle bile avuçlanamayacaklarını anlatır. İki cin limondan bahseden Thévenot iri olanların tadının iyi olmadığını, ceviz büyüklüğünde olanların ise en lezzetli olduğunu ve “şerbet” yapıldığını belirtir.

Sonuç
Bu yazımızda seyahatnamelerden edinilen bilgiler doğrultusunda ve gezgin Thévenot gözünden Osmanlı-Türk sofra kültürüne bakışı yansıtılmaya çalışılmıştır. İmparatorluk coğrafyasının ve diğer milletlerin sahip olduğu zenginliği anlayabilmek için yeme ve içme kültürü bilinmesi gerekmektedir.

Seyyahlar bu yeme ve içme veya sofra kültürüne en iyi ayna tutan kaynaklardandır. Kendi değer ve kültür yargıları ile kıyas yapabilme imkanları olduğu için objektif bir tutum sergilemektedirler. Thévernot seyahatnamesinde de görüleninin üzerine İmparatorluğun sofra kültürünün temel unsuru tahıldır. En çok tercih edilen yemeğinin pilav ve etli pilav olduğudur. Balık, Türk sofrasında pek fazla yerini bulamadığı gibi bu seyahatnamede de yer bulamamıştır. Yenilen etler arasında seyyahların ortak görüşü olan kuzu eti bu seyahatnamede de açıkça görülmektedir.

Gezgin Thévenot kitabında detaylandırdığı Türk kahvesinin sunumuna dikkat çekmiştir. Türk kahvesinin tadını nadir beğenen seyyahlardan biri olmuştur. Beğendiği diğer bir içecek rengi ve hoş kokusuyla şerbet iken bir diğeri de İzmir’de üretilen şaraplardır.

Yasin Baturhan Ergin
twitter.com/erginbaturhan 

Kaynakça
Çakır, Can. Tarih, Etimolojisi ve Edebiyatı ile Boza Kitabı, İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları, 2019
Işın Mary, Prıscılla. Bereketli İmparatorluk: Osmanlı Mutfağı Tarihi. Çev., Ahmet Fethi Yıldırım, İstanbul: Vakıfbank Kültür Yayınları, 2020
Yerasimos, Marianna. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Yemek Kültürü, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2019
Işın Mary, Prıscılla. Avcılıktan Gurmeliğe Yemeğin Kültürel Tarihi, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2018
Ünsal, Artun. İktidarların Sofrası, İstanbul: Everest Yayınları, 2020
Sümer, Faruk. Oğuzlar, İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları, 2016
Thévenot, Jean. Thévenot Seyahatnamesi. Çev., Ali Berktay, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2009

18 Mart 2021 Perşembe

Tarkovski’de insan olmak kazanılan bir vasıftır

Film izlemeyi sevsem de düşkün bir izleyici olduğum söylenemez. Bize en fazla geçen, üzerine en çok düşündüğümüz filmlerde dahi gerçekte düşünce belirli kalıpların içinden çıkamadığı için özgürlük kaybedilir gibi gelir. Bununla birlikte, garip bir çelişki olarak filmler üzerine yapılan konuşmaları çok severim. Hele ki bunu yapan bizatihi filmin yaratıcısı ve yönetmeni ise ayrı bir hazza dönüşür. Sanırım, filmlerde beni ne yapıldığından çok ne yapılmak istendiği daha çok ilgilendiriyor ve bu da sinemanın görüntülü konuşmasından çok sanatçının kafasında kurup söze ve dolayısıyla görüntüye yansıtamadığı, hayal edip anlatamadığı ya da hissedip yaşatamadıklarında gizli bir gizem taşıdığından, yönetmenlerin dünyası her zaman daha çekicidir.

Andrey Tarkovski’nin Şiirsel Sinema’sını (Agorakitaplığı) okurken bir kez daha düşündüm ve hissettim bütün bunları. Çeşitli zamanlarda, filmleri ve sinema anlayışı üzerine yapılan söyleşilerden oluşan kitabın bir yerinde Tonino Guerro’nun, Stalker (İz Sürücü) üzerine konuşurken, “Sanki körmüşüm gibi, filmin sonunu bana kare kare anlatabilir misiniz?” diye sorması üzerine Tarkovski şöyle cevap verir: “Bakın film yapmamak, onun yerine filmleri kör insanlara anlatmak muhteşem olurdu. Harika bir fikir! Yalnızca bir kayıt cihazınız olsa yeter. Şairin dediği gibi: ‘İfade edilen düşünce yalandır.

Tarkovski hiç kuşkusuz bütün iyi yönetmenler gibi sahnenin arkasında yaşayan bir anlatıcıdır. Çoğu kez, seyirciden çok kendine anlatır gibidir ve de. Kafasındakiler gerçekten öyle mi bunu görmek istemektedir sanki. Bütün geçmişi, çocukluk görüntüleri, hayatın renkli görüntüsünün arkasındaki siyah beyaz yaşantılar, toprağın hiçbir sese, söze ve görüntüye taşınamayacak kokusu, geniş steplerde koşturan atların yüzlerindeki ifadeyi, insanın kimseye hissettirmeden, kimsenin bilemeyeceği derinliklerde içten içe yaşadığı büyük acıları hissetmek istemekte, ruhunun sancılarını dindirmeye çalışmaktadır. Filmlerindeki kasvetli baskı tuhaf şekilde işin sonunda bir yürek ferahlamasına yol açmaktadır.

Tarkovski bu sayede, hayatın anlaşılmayan yanlarını anlaşılır kılmayı, doğanın, dışsal görüntüsünün ardında içsel bir varoluşa sahip olduğunu kanıtlamayı istemektedir. Çünkü, ancak bu yapılırsa hayat yaşanmaya değerdir. Kısacası Tarkovski’yi izlemiş olmak için filmlerini izlemek asla yetmez, onu dinlemek ve sözlerini, düşüncelerini okumak da gerekmektedir ve bu kitap -tıpkı Mühürlenmiş Zaman gibi– harika bir fırsat sunmaktadır. Sinema onun için yaşam felsefesini aktardığı bir araç değil, tam tersine bütün ayrıntılarıyla yaşamı sinemasının aracıdır; “Sinema -edebiyatın tersine- yönetmenin deneyimini film üzerinde yakalamasıyla şekillenir.”. Filmlerini izlediğinizde yaşamını görürsünüz bu yüzden ve yaşamını gördükçe sinemasının içindeki sanatı deneyimlediğinizi hissedersiniz.

Tarkovski, kimi değerlendirmelere göre dindar mizaçlıydı. Bana göre bunun nedeni, 50’li yılların SSCB’sinde büyümüş bir insan olarak insanın maddi bir varlığa indirgenmesinin yarattığı boşluğu fazlasıyla duyması ve sanat anlayışını bütünüyle böylesi bir karşıtlık üzerine kurmasıdır: “Sanata muazzam bir görev düştüğüne inanıyorum. Bu görev, maneviyatın diriltilmesi görevidir. Bence insan özü itibariyle manevi bir varlıktır ve hayatın anlamı da bu maneviyatı geliştirmekte yatar. Bunu yapmazsa, toplum çöker.”. İnsan için iyi olan ne varsa manevi yanlarında gizlidir ve sanat tam da bunun içindir: “Bana öyle geliyor ki sanatın amacı, insan ruhunu iyinin algılanmasına hazırlamak…Bir insanı kötü bir şey yapmaya yöneltecek bir sanat eseri düşünemiyorum.

Neredeyse bütün büyük filmlerini herhangi bir para -ya da bugünkü tabiriyle gişe endişesi duymadan -duyamadan ya da!- devletin bütüncül bir kontrolü ve denetimi altında çekmiş olmasına rağmen söyleyeceğini söylemenin her zaman bir yolunu bulması çok etkileyicidir. Belki de sanatın, söylenemeyen ve dile dökülemeyenin evi oluşu, onu bu denli anlaşılmaz ve bir o kadar tanıdık kılan yakınlaşmanın arkasındaki sırdır. Bütün sineması, bütün görüşleri ve her yapıp ettiği politik olan bu “garip” adam, siyaset-karşıtıdır. Ona göre, “Siyaset, insanın maddi bir faaliyetidir.”. Başka bir deyişle, şiirsel olmayan, manevi olmayan, derinlikli olmayan, ahlaki olmayan, samimi olmayan ve bir kelimeyle gerçek olmayandır.

Ateşli bir milliyetçi olduğu söylenir her ne kadar bir dönem düşünceleri ve filmlerinden ötürü çok sevdiği ülkesinden, toprağıyla hücrelerine kadar yoğrulduğu Rusya’sından gidip İtalya’ya sığınmak zorunda kalsa da. Onun milliyetçiliği apaçık biçimde bir toprak sevgisine dayanır. Toprak yalnızca doğanın ve hayatın değil aynı zamanda insanın da yaratıcısıdır. Her yerde başka başka filizler verir ve üzerinde bambaşka kültürler yetişir. Onun milliyetçiliği aynı zamanda hayli taşralıdır. Söyleşilerden birinde denildiği gibi, o bir “taşra militanı”dır. Bir keresinde şöyle der: “Bir Japon’un kitabında anlatılan bir ormanın, Sicilya’daki ya da Sibirya’daki bir ormanla hiçbir ilgisi yoktur. O ormanı, yazarın ya da oralıların gözüyle göremem ki.”. Başarı şurada ki bu taşra fanatiği toprak milliyetçisinin eserleri fazlasıyla evrensellik kazanacak, yalnızca insanın iç dünyasını anlatmasıyla, Japonya’nın ormanları Sibirya’nın soğuğundan etkilenecektir. İçimizdeki insan aynı zamanda nereye gitsek yanımızda taşıdığımız içimizdeki yuvamızdır ona göre. Bizden alınamayacak ve geri dönülemeyecek olan çocukluğumuz, soylu geçmişimizdir.

Tarkovski’nin bir başka ilginç görüşü, kültürün ithal ya da ihraç edilebilir bir şey olmadığına ilişkindir. Buradan hareketle diyebiliriz ki kültür endüstrisi diye bir şey olamaz. Ya da şöyle de denebilir ki kültür endüstrisinin değiştirdiği kültürlerin asıl sorunu kültür ithal etmesi değil kendi üretemeyişinin yarattığı boşlukların rasgele dolmasıdır. Bu ikisi hiçbir şekilde aynı şey değildir! Bu boşlukları ancak insanın kendi kültüründeki öteki insanlar doldurabilir, eğer gerçek manada birlikte yaşayan insanlar birbirlerini tanımayı başarabilirlerse. Bu nedenle, başka kültürlerde yaşamak zorunda kalan insanlar için hayat, imkânsızın şarkısıdır. Nostalji filminde bunu anlatmaya çalışır ve şöyle der: “Nostalghia, insanların birbirlerini gerçekten tanımaksızın bir arada yaşamalarının imkânsızlığı hakkında, insanların birbirlerini tanıma zorunluluğundan doğan sorunlarla ilgili bir film…Sonra bir de filmin yüzeyde o kadar belirgin olmayan, kültür ithalatının ya da ihracatının, başka bir halkın kültürünü benimsemenin imkânsızlığıyla ilgili bir yönü var…Bir insana bir başka insanın kültürünü öğretmek imkânsızdır.”. Aynı şekilde ona göre, deneyim de aktarılamaz, herkesin yaşaması gerekir ve sanat aynı deneyimi pek çok kez yaşatabilir.

Film izlerken bir anlam aranmamalıdır; “Film sırasında bir anlam aramaya başlarsanız, olup biten her şeyi kaçırırsınız. İdeal seyirci bir filmi, içinden geçtiği kırları seyreden bir yolcu gibi seyreder; çünkü sanatsal bir imge zihin dışı bir iletişimle etki uyandırır.”. Tarkovski’ye göre bir filmi ya da sanat eserini tıpkı çocukların hayatı izleyişleri gibi görmedikçe haz almak oldukça zordur. Katıksız, yalın, basit ve kendini sanatsal olanın anlamına kolayca bırakıp kapılabilen kişi sanat zevkine ulaşır ve gerçek manada anlama ulaşır. Sanat eseri doğrudan doğruya kalbimize hitap eder çünkü, düşünce öne geçtiğinde çocuksu saflık ve kalbe giden yol kaybolup gider.

İz Sürücü filmi, modern hayatın yavanlığından, acımasız rejimlerin körelttiği acı dolu insanların arasından geçerek inanç kırıntıları arar. (İronik olan bütün bunları Komünist bir devletin bütçesiyle yapmış olmasıdır.) Umut ve gelecek ancak buna dair izleri bulup çıkarması halinde mümkündür çünkü ve toplumlar ancak inanç varsa sürekli ve özgürdür. Her türlü inançtır bu: “İnanç inançtır. İnanç olmazsa, insan manevi köklerden yoksun olur. Kör bir insan gibi olur. Zaman içinde inanca farklı bir içerik yüklenmiş. Ama inancın yıkıldığı bu dönemde, İz Sürücü için önemli olan insanların kalbinde bir kıvılcım çakmak, bir inanç uyandırmak.”. İnancın yitimi, peşi sıra duygusuz ve insansızlaşmış bir dünyayı getirecektir ve böylesi bir dünyanın tek rejimi faşizm olacaktır. İnsanları arzuları hilafına yönetmek zorunluluğu bunu doğuracaktır.

Tarkovski’de insan olmak kazanılan bir vasıftır ve onu kaybetmeyip korumak son derece zorlu bir iştir. Solaris’te uzaya giden bir grup insan çetin bir insanlığını koruma mücadelesi verir. Üç kahraman her şeye rağmen insanlıklarını ve bireyselliklerini korumayı başarmaktadır çünkü Tarkovski sineması karanlıkların içinden umut ve iyimserlik çıkarma sanatıdır biraz da.

Son olarak şunu söyleyelim ki Tarkovski için yaratmak, insanın bütün varlığıyla kendini adamasını gerektirir. Andrey Rublev filmindeki uçan bir adam sahnesine neden ihtiyaç duyduğunu şöyle anlatır: “Bu bizim için, yaratmanın, insanın bütün varlığını sunmasını gerektirmesi anlamında, cesaret etmenin sembolüydü. İster, henüz mümkün değilken uçmayı istesin, ister nasıl yapılacağını öğrenmeden bir çan döksün ya da bir ikona yapsın, bütün bu eylemler, eserinin bedeli olarak insanın ölmesini, çalışmasının içinde erimesini, kendisini tamamen vermesini gerektirir…Filmimde asıl ifade etmek istediğim şey, bir insanın her şeyi tüketen bir fikir, onu tutku noktasına sürükleyen bir fikir adına yanması.”.

Bütün bunların üzerine, kapalı kaldığımız son Pazar olmasını umarak bir Tarkovski filmi bulup izlememek olmaz. Sonrasında ne yapacağımıza dair küçük bir kıvılcım için…

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca