7 Ocak 2021 Perşembe

Karanlıktan gelen kahkaha

Edebiyat dergilerinin sanatsal bir bakış kazandırıp kaleme biçim vermesinin yanında, yaşayan edebiyatın damarlarını üzerinde sergileyen de bir tarafı var. Güncel edebiyatı takip edebileceğimiz, öykünün seyrini, şiiri ve her gün onlarcası yayımlanan kitapları görebileceğimiz başka bir mecra yok. Bu anlamda hem okur hem de yazarlar için dergilerin yadsınamaz bir niteliği var. Öykülerinin doğumuna işte bu mecralarda peyderpey şahitlik ettiğimiz Sıddık Yurtsever’in ilk öykü kitabı Benden Başka Herkes, İz Yayınları’ndan Ekim ayında çıktı.

Öykünün bireyselleştiğine, kendi üzerine kapandığına ve modern insanın varoluş sancılarının uzantısı olduğuna yönelik eleştirilerin ırağında öykülerle karşılaşacağımızı; çay ocaklarında vatanı kurtaracağına inanan, bir meselesi olan ve onun peşinden giden ilk öykü kahramanıyla birlikte anlamaya başlıyoruz. Sıçramalarla ilerleyen; yaşanılan anı, öncesini ve sonrasını anlatan Pavlov’un Köpekleri öyküsü ile… Yurtsever, kendi üzerine kapanan ve içsel sancıları dile getiren öyküler yerine, yaşamı ve tahkiyeyi merkeze alan öyküler kaleme alıyor. Üstelik karakter inşası ve onları içinde bulundukları gerçekliğe göre konuşturmakta oldukça başarılı bir üslup sergiliyor, “Bizim oğlana dedim şeher görmüş avrat kısmından hayır gelmez oğlum, dedim. Allah seni inandırsın Şehriye, bizim gelin ahır yüzü görmemiştir anam."

Yerel ağızları kullanmanın öyküyü inandırıcı kılan ve canlılığı arttıran bir yanı olsa da, başarılı bir şekilde uygulanmadığında aksi bir tesir yapabiliyor. Yazarın öykülerine sinen yerel deyişler, mahalle ağızları, argolar, satır aralarından yükselen müzik sesleri; Ferdi Tayfurlar, Müslümler, Nuri Sesigüzeller, Neşetler, Hakkı Bulutlar, bir dip akıntı olarak derinden derine hissedilen küçük insanı anlatma çabasını ve köy hikâyeciliğinden gelen damarı anımsatıyor. Sıddık Yurtsever’in bir söyleşisinde söylediği şu cümle, öykülerinin hangi yarıktan beslendiğini ifade etmesi bakımından önemlidir, “Peyami Safa’nın, Bekir Yıldız’ın, Refik Halit Karay’ın, Kemal Bilbaşar'ın üzerimde çok hakkı vardır. Vaktiyle onları çok okudum.” Öykülerinin seyrine bakmadan onu köy hikâyecisi olarak nitelendirip belli bir kalıba oturtmak doğru olmayacağından, en azından ilk öykü kitabıyla bu damara yakın bir yerde durduğunu söyleyebiliriz.

Kitabın geneline sinen bir başka dip akıntı ise küçük insanı anlatma çabasıdır. Okur, öykü kahramanlarının alt sınıftan ya da toplumun dışarda bıraktığı kimselerden seçildiği daha ilk öyküden fark edebiliyor. İşsizlerden, gazinoda getir götür işlerine bakanlardan, hurdacılardan, sokakta yaşayan çocuklardan, yetimlerden, çöpçülerden, yoksullardan, delilerden seçilen kahramanlar ve onların içinde bulunduğu atmosfer bu çabayı destekler nitelikte. Ancak bunu yaparken öykücünün düşmesi ihtimal dahilinde olan bir tehlike var: Duygusal tonu yükseltip arabesk bir metin ortaya koymak. Benden Başka Herkes’teki öykülere baktığımızda, yazarın bu tuzağa düşmeden yol aldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Demagoji gücü yüksek hikâyeler anlatıp ajitasyon yapmak yerine, ironiyi kullanarak arabeskvari bir anlatı dilinden uzaklaşıyor Yurtsever.

Hüznün ağır bastığı hikâyeleri, hiç de öyle değillermiş gibi, hareketli bir üslupla, mahalle ağızlarından ve mizahın gücünden yararlanarak ortaya koyduğundan anlatılanlar inandırıcılığını yitirmiyor. Yazar böylelikle, kederin ve neşenin iç içe olduğunu, birinin diğerinden ayrılamayacağını vurgular gibidir. Nitekim Gül Değirmeni isimli öyküde, bir deprem sonucu annesini ve babasını yitiren iki çocuğun hikâyesidir anlatılan. Çocuklardan biri yatalaktır. Konuşamaz. Abla, kardeşine bakmaktadır. Duygu dozunu dengelemeyip ajitasyona kaçmak için oldukça müsait bir öykü. Ancak Yurtsever, buna imkân vermek yerine hayatın doğal akışındaki sıradan ayrıntıları öyküye dahil ediyor. Evde yiyecek bir şey kalmadığını gören abla, temin için dışarı çıktığında hayatın içindeki basit ayrıntılara odaklanıyor; kaldırım taşlarına, pantolonuyla gömleği uyumsuz bir kıza, emocuları andıran gençlere, almayı düşündüğü zigon sehpaya yöneltiyor bakışlarını. Hüzün var fakat hayatın sıradan seyri de. Sıddık Yurtsever’in öyküleri karanlıktan, kederden gelen kahkahayı andırıyor. Az önce yüz üstü düşen yatalak kardeşini yatağına yatıran kızla, balkondan komşularıyla lakırdı eden kızın aynı olması tam da bu yüzden.

Nazlı Teyze balkonda. Evet Nazlı Teyze. Hıhıı. Evet, amcamlar bu sene de gelemiyorlar, hayırlısı evet. Çocuklar malum. İş telaşı bir yandan. Hıhı. Evet, ülkenin hali de ortada değil mi? Kriz var diyorlar. Koalisyon ile başımız dertte. İmf kapımıza dayanmış. Derviş diye bir adam var. Umut varmış o adamda. Allah büyük. Yüksek tahsilliymiş bir de. Evet, Nazlı Teyze uyuyor şimdi. Öyle mi? Demek sonunda evleniyor oğlunuz. Maşallah. Gelin hanım kimlerden? Evet, hatırladım. Boyu sıska bir şeydi. Sümüklü derdik ona.

Kitabın geneline sinen mizah ve ölümle biten sonlara nazaran hem dil hem de muhteva yönüyle ayrı bir yerde duran iki öykü var: Eşkıya Değil Kanaması Bir Ayın ile Zamanın Elleri isimli öyküler. Belli bir realiteye yaslanan metinlerin bu öykülerle birlikte kırıldığı görülüyor. Gerçeklik dağılıp masalsı bir form sızıyor satırlara. Tırnakları olmayan bir kadın, kanayan ay, Mem ve Zin, ejderhayı tek yumrukla yere seren bir dengbej, Kızıl Rahip, ömürlerinin sonuna kadar reyhan şerbeti içen ihtiyarlar ve daha nicesi… Üstelik yazar, bu masalsı atmosferi daha da belirginleştirmek istercesine dilini buna uygun olarak konumlandırıp şairane bir tavır takınıyor. Bu iki metin, yazarın mizahtaki ısrarı ve başarısının yanında, bir hikâye anlatıcısı gibi sakin sakin, şiirsele yakın bir tonda anlatabilme becerisini de göstermektedir. Kullanılan devrik cümleler, birbiri ile uyumlu kelimelerin art arda sıralanmasından doğan ahenk; yazarın ironiyi tercihen kullandığını, farklı üslup ve formlarda da yazabileceği noktasında rüştünü ispatlar niteliktedir. Bu isimlendirmeler, çalışılmış dil ve farklı anlatım tarzı, yazarın öykülerinin seyri noktasında merak uyandırması bakımından da önemli bir yerde durmaktadır.

Sıddık Yurtsever’in ilk öykü kitabı olan Benden Başka Herkes, kendinde özgü üslubu ve ritmiyle, denediği farklı formlar ve topluma yönelttiği dikkatiyle ilgiyi hak eden bir ilk kitap.

Feyza Kartopu
twitter.com/feyzakartopu

6 Ocak 2021 Çarşamba

Şiir ve hikmet arasındaki derin bağlar

"Bütün şairler şiir söylemek hususunda söz meclisinde (Elest Bezmi) bir kadehten sarhoş oldular. Lakin bazılarının şarabına sakinin nazarının tesiri de karıştı."

Şiir, tarih boyunca her dönemde ve her toplumda önemini korumuştur. İlk çağlardan itibaren şiire ve şairlere insanüstü bir gözle bakılmıştır. Antik Yunan filozoflarından günümüze kadar pek çok düşünür, hakikatin normal insanlara nazaran şairlere daha yakın olduğunu vurgulamışlar hatta bu konuda şairleri peygamberlerle yakın bir konuma yerleştirmişlerdir. Bu bakış açısında kuşkusuz şiirin ilham ve imge boyutu belirleyici olmuştur.

Platon, gerçek bilginin temelini “idealar dünyası”nda ararken yaşadığımız dünyada görünen her şeyin bir yansıma olduğunu vurgular. Mutasavvıflar da “Aşk”ın hakikatini anlatmakta sembollerden yararlanmışlar ve bu sembollerin en işlevsel olacağı tür olarak da şiiri benimsemişlerdir. Bu nedenle Osmanlı şiirinin temelinde tasavvufi sembollerin olduğunu ve bu sembollerin de İlahî hakikatleri anlatmak, Muhabbetullah ilminin sırlarını ve Muhammedî hakikati açıklamak için en işlevsel yol olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı şiiri denildiğinde akla ilk olarak divan şiiri geliyor olsa da geleneksel Osmanlı şiirinin ekseriyetini tasavvufi şiir oluşturur. Halk şiiri içinde müstakil bir bölüm oluşturan dinî-tasavvufi Türk şiirinin yanı sıra saz şairlerinin ve divan şairlerinin pek çoğunun tasavvufla ilgilenmiş olmaları ve şiirlerinde tasavvufî remizleri kullanmış olmaları tasavvufi şiirin topyekûn Osmanlı şiirinin ekseriyetini oluşturduğu anlaşılabilir.

Sufi şairlerin şiirlerini doğru anlamanın ilk şartı, tasavvufun temelinde yer alan “Aşk”ı doğru anlamaktır. Mutasavvıfların pek çoğu, çıkış noktalarını; “Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliği sevdim. Ve bunun üzerine sizleri yarattım.” şeklindeki hadis-i kutsiye dayandırır. Bu hadis eşliğinde düşündüğümüzde; bilinmenin, yani ilm-i Aşk’ın Allah’ın sevdiği bir amel olduğunu anlıyoruz. Esasen yaradılışın gayesi Allah’ın bilinmesidir, bilmekse sevmektir. Mutasavvıflar, kâinatın yaratılış sırrının “Aşk” olduğunda hemfikirdir. Bu aşk, Hz. Âdem (as) henüz yaratılmamışken yaratılmıştır ve “Hakikat-i Muhammedî” olarak tanımlanır. Cenab-ı Hak Hz. Âdem’e balçıktan şekil verdikten sonra ona kendi nurundan üfleyerek yaratmıştır. Yani Hz. Âdem’in balçıktan yaratılmış olduğunu söylemek yanlış olmasa da eksik bir bilgidir. Bu bilgiyi bu haliyle aldığımızda insanın yaratılışındaki muhabbeti, nuru, nefesi görmemiş oluruz. Mutasavvıflar; insanın özünde bulunan bu İlâhî nurun peşine düşmüşler ve bu nur sayesinde “Hakikat-i Muhammedî”yi bulmaya yani “İnsan-ı Kâmil” olmaya çalışmışlardır. Bu çalışma, güçlü bir disiplin gerektirir çünkü kul ile Allah arasına masiva perdesi çekilmiştir. Kul, bu perdeyi yırtıp hakikate ulaşmak için nefsiyle bir ömür sürecek amansız bir mücadeleye girer. İnsanın tek başına yürüyemeyeceği çetin bir yoldur bu. Bu yolda ona rehberlik edecek bir kâmil mürşide, mürşidin de dervişi irşad edeceği bir metoda ihtiyacı vardır. İşte bu metodların en mühimlerinden biri de şiirdir. Mahmud Erol Kılıç hocamız bu konuda; “Aslında bir manada tasavvuf da tek başına bir şiirdir; dine coşku, anlam, ritim katmak suretiyle onu şiirsel kılma eylemidir.” diyerek tasavvuf ve şiir ilişkisini açıklıyor.

Mahmud Erol Kılıç, Sufi ve Şiir adlı eserinde; “Mevcudâtın esası zaten bir taklittir. Asıl olanın bir yansımasıdır. Bu durumda asıl olan ile yansıması arasındaki irtibat ancak yansıtmaya dayalı olarak kurulabilir. Bir diğer ifadeyle, yaratılmış âlem semboller, remizler alemidir. Sembollerin, remizlerin asıllarıyla irtibatları, bir işaret eden-işaret edilen irtibatıdır. Bu açıdan kutsal sanat sembolizme dayalıdır. Sanatın dili de bu bakımdan Tanrı’nın kendini ifade etme biçimlerinden biri olur.” sözleriyle tasavvufî sembollerin önemini belirtirken şiir ile kutsal metinler arasında da bir irtibat olduğunu ima ediyor. Müşriklerce Hz. Muhammed’in (sav) şairlikle ve Kur’an’ın şiir olmakla itham edilmesini bu ifadelerle birlikte düşünmek çok daha açıklayıcı oluyor.

Mahmud Erol Kılıç, Türklerin tasavvuf şiir ilişkisini şu şekilde açıklıyor: “… İran’ın tasavvufî- felsefî sistemi, şiir sistemi gibi tamamen işlenmiş ve organize edilmişti. Türkler bu iki sistemi (şiir ve tasavvuf) tamamen inkişaf etmiş buldular ve her ikisini de bütünüyle kabul ettiler. Bundan öte her iki sistemin yakın bir uyuşma içerisinde bulunduğunu gördüler.” Türkler, Farslardan aldıkları tasavvuf düşüncesini ve tasavvufî şiiri zamanla çok daha yetkin bir hale getirmişlerdir. İran ve Osmanlı şiirinde tasavvuf öylesine belirleyici bir unsur haline gelmiştir ki neredeyse her şair mutasavvıf görünmek, mutasavvıfâne şiir yazmak zorunda kalmıştır. Osmanlılarda sadece şiirde değil, toplumsal hayatın hemen her noktasında tasavvufu görmek mümkündür. Sultanından reayasına kadar her tabakadan insanın yolu tekkeye düşmüştür. Mazlum da zalim de tekkede gönül ferahlığı kazanmıştır. Zenginin de bir kazancı vardır tekkeden fakirin de. Osmanlı toplumunu oluşturan hemen her kesimin yolu tekkede kesişmiştir. Tasavvuf Osmanlı toplumunda kabul görmenin, saygınlık kazanmanın en önemli yolu olmuştur. Bu nedenle Osmanlı ahlâkının oluşmasında tekkenin yani tasavvufun rolü yadsınamaz. İlahi ve nefesler yoluyla çeşitli meclislere de yayılan tasavvuf anlayışı zamanla Anadolu irfanı denilen engin hoşgörünün de zeminini oluşturmuştur.

Tasavvuf, Osmanlı toplum hayatının şiirsel bir terkibidir. Tasavvufi remizler, Osmanlı şiirinin özüdür. Mahmut Erol Kılıç Hocamızın da ifadesiyle bu öz, Tanzimat şiirinde de güçlü bir şekilde varlığını sürdürmüş hatta Cumhuriyet şiirinin temellerine de sirayet etmiştir. Yahya Kemal şiirimizin özü olan tasavvufî remizlerin zamanla eriyişine dair şunları söylemiştir: “Bir naaş nasıl yavaş yavaş solar, çürür, lime lime olur, bir kemik çerçevesi kalırsa, Türk şiirinin de öyle önce ruhu çekildi, sonra yavaş yavaş lisânı çürüdü, vezni bozuldu, âhengi çetrefilleşti, nihayet kuru bir iskeleti kaldı.

Osmanlı tasavvuf şiirinde üç büyük “Mürşid-i Kâmil”e atıf yapılır. Bu üç isim, gerek tasavvufî şiirin şekillenmesinde gerekse tasavvuf felsefesinin anlaşılmasında önemli birer başvuru kaynağı olmuşlardır. Bu üç isim; İbn-i Arabî, Mevlana ve Yunus Emre’dir. Mahmud Erol Kılıç hocamız bu üç ismin Osmanlı tasavvuf şiirine etkisini şu şekilde özetliyor: “… İbn-i Arabî’nin tesirinin tamamen fikrî yönden, Mevlana’nın tesirinin esasta fikrî yönden olmakla beraber kısmen de şekli yönden fakat Yunus’un tesirinin hem fikrî hem de şeklî yönden olduğunu söyleyebiliriz.” Elbette Osmanlı şairini etkileyenler bu üç isimle sınırlı değildir ancak bu isimlerin kendilerine atıf yapılan başlıca üç isim olduğunu söyleyebiliriz.

İbn-i Arabî kendisine ait “Arzuların Tercümanı” adlı kitaba yazdığı bir şerhte tasavvufî şiirdeki aşk sembolünü şu şekilde açıklıyor: “Bizim şiirlerimizin hepsi, ister bir sevgiliyle (mahbube) hasbihal ile başlasın (teşbib), ister bir medhiye olsun isterse de kadın isim ve sıfatlarıyla, ırmak, yer, yıldız isimleriyle dolu olsun hepsi de bütün bu suretler altındaki İlahî bilgilerden (maârif-i İlahiyye) ibarettir. Yani biz bir şeyi remzederiz, lûgazlaştırırız ama bizim bundan kastımız bir başka şeydir.” İşte bu izah, tasavvufî şiirin sembollerle örülü anlam dünyasını keşfedebilmek için remiz ve sembollerin doğru okunması gerektiğini ifade eder. Ali Nihat Tarlan da bu konuyla ilgili olarak; “Tasavvufla alakadar olan şairler, bir insanın güzelliğine karşı aşklarını söyledikleri zaman, onun şeffaf varlığından geçip güzelliğin hakiki sahibi olan Allah’a teveccüh ederler.” diyerek tasavvufî şiirdeki anlam inceliğine dikkat çekmiştir.

Anadolu insanının mizacı şiire yatkındır. Mevlana’nın kendisi de Anadolu’ya gelişiyle şiire meyletmesi arasında bir ilişki bulunduğunu ifade etmiştir. Mevlana, Belh’te kalsaydı belki de bir medresede molla olarak kalacaktı. Anadolu insanının mizacı gereği şiire ve tasavvufa meyleden Mevlana kitabî bilginin ötesine geçerek marifetullaha ulaşmıştır. Âlemde vesilesiz hiçbir olmayacağı gibi Mevlana’daki “Aşk” ateşi de Şems vesilesiyle tutuşmuştur. Mevlana’nın gönlünde “Aşk” ateşini tutuşturan Şems daha sonra aradan çekilmiş ve aşığı Maşuk’la baş başa bırakmıştır. Bundan sonra da Mevlana şiire başlamıştır. Bu durumu ifade edercesine Mevlana bir şiirinde şunları söylüyor: “Aşkın gönlüme dolduğundan beri / aşkından başka neyim varsa hep yandı / aklı, dersi, kitabı hepsini rafa kaldırdım / ama şiirler, gazeller, rubailer öğrendim”. Mevlana şiirde esas olanın şekil değil mana olduğunu özellikle vurgulamıştır: “Bu mesnevi bir manadır yoksa feûlûn, fâilat değil.” ve “Şekle aldananlar mücevherlere bürünmüşler, manaya değer verenler ise mana denizini bulmuşlardır.” sözleri tasavvuf şiirindeki anlam derinliğine de temel oluşturmuştur.

Yunus Emre’nin şiirleri ve halkın muhayyilesindeki Yunus düşüncesi özellikle tasavvufî şiirin medrese tahsili gerektirmediği ve tasavvufun soyut bir düşünce olmayıp bir yaşam formu olarak sunulması noktalarından önemlidir. “Türkmen Kocası”, “Koca Yunus” ya da “Bizim Yunus” gibi unvanlarla anılan Yunus Emre, halkın rahatlıkla anlayacağı bir dille İlâhî hakikatleri dillendirirken sözünün şiir gibi görünse de aslının Kur’an’dan olduğunu şu dizleriyle dile getirmiştir: “Yunus’un sözü şiirden amma aslı Kitap’tan / hadis ile dinene key bil sâdık olmak gerek”. Yunus Emre’nin etkisi ardından gelen pek çok şairde görülse de belki de en çok Niyazî-i Mısrî’de görülmüştür. Onun şu dizeleri kendi şiirindeki Yunus Emre etkisini açıkça gösterir: “Niyâzî’nin dilinden Yunus-durur söyleyen / herkese çün cân gerek Yunus-durur cân bana.

Mektepsiz ilim tahsil edilmez. Tasavvuf ilminin mektepleri de dergâhlardır. Dergâhlar, özellikle Moğol istilası ve siyasi istikrarsızlık dönemlerinde Anadolu insanı için umut kapısı olmuştur. Dergâhlarda sadece bir eğitim faaliyeti yürütülmeyip aynı zamanda zirai üretim yapılmakta, çeşitli zanaat ehli ustalar yetiştirilmek suretiyle ekonomik hayata da canlılık kazandırılmıştır. Bir dergâha intisab eden her derviş fıtratına uygun bir vazifeyi yürütürdü. Mürşidler “Aşk” yolunun sırlarını şiir sayesinde ehl-i tariklere bildirmişlerdir. Tasavvuf şiirinin mahiyetini anlamak için dergâhların teşekkülünü ve toplum hayatındaki rolünü doğru tespit etmek gerekir.

Tasavvuf şiirinin esas problemi, tasavvuf ehli olmayanlarca açıklanmaya çalışılmasıdır. Tasavvufî remizleri bilmeden, sözcüklerin görünen anlamlarına hapsolup Yunus’u, Mevlana’yı anlamaya çalışmak ancak cehaletle açıklanabilir. Mahmud Erol Kılıç; “Sûfîler hep bir ‘hareket’inden dolayı değil bir ‘söz’ünden dolayı yargılanmışlardır. ‘Ene’l-hak’ sözü, bunun en başlıca örneğidir. Hallac’ın, onların vehmettiği gibi bir Tanrı edası ile sokaklarda dolaştığını hiçbir kaynak nakletmemektedir. Bütün suç bir ‘söz’dedir.” sözleriyle tasavvuf ehlinin ve sözlerinin ancak tasavvuf ehlince açıklanabileceğini vurgulamıştır.

Sufi ve Şiir, kitabında Sadık Yalsızuçanlar’la yapılan bir söyleşiye de yer verilmiş. Sadık Yalsızuçanlar’ın “Aşk” ve “tasavvuf” eksenindeki sözlerinden birkaçını örnekleyerek konuyu toparlamaya çalışalım. “Âşık kimdir? Özellikleri nelerdir? Biz aşığı nasıl tanıyacağız?” şeklindeki soruya şöyle cevap veriyor Yalsızuçanlar: “Aşığın en önemli özelliklerinden biri, ağyar olanla, sevdiğinden başka şeylerle bağlarının yavaş yavaş azalmaya başlamasıdır. Âşık aslında toplum içerisinde yaşayan bir yalnızdır.” İşte bu yalnızlık içerisinde kendine sembollerden bir dil kurmuştur âşık. Bu dili çözemeyen ağyar, âşığa deli gözüyle bakar. Bir başka soruya verdiği cevapta ise “Oysaki bâki mutluluk, kalıcı mutluluk insanın aslını bulmasıyla alakalıdır. Buna İslâm ârifleri, ‘Kişi kendini tanırsa ancak Rabbini tanır.’ gerçeğinden bakarlar. Mekteb-i aşkta ‘Men arefderslerini almak derler bunun adına.” ifadelerini kullanıyor. “Kendini tanımak”tan maksat fıtratını bilmektir. Her dervişe fıtratına uygun iş verilmesi de kendini bilmek yoluyla Allah’ı bilecek olmasının gereğidir.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

5 Ocak 2021 Salı

Dünden bugüne yarım kalan bir destan

Romanların, öykülerin daima kesin bir sonuca bağlanmasını bekleriz, öyle değil mi? İçimizdeki bir refleksle iyilerin ödüllerini aldığı ve kötülerin cezalandırıldığı bir mahkeme isteriz okur olarak. Böyle olmadığında ağzımızda kekremsi bir tat kalır, taşlar yerine oturmamıştır, içimizden bir oh çekememişizdir. Oysa okur istediğini, istediği kadar okumakta nasıl özgürse, yazar da yine istediğin, ve istediği kadar yazmakta, anlatıcı istediği kadarını anlatmakta özgürdür belki ne dersiniz? 

Mustafa Kutlu’nun 2017 yılında Dergâh Yayınları'ndan çıkan Tarla Kuşunun Sesi kitabı da yarım kalan bir destan. Destan diyorum, çünkü anlatıda yer alan dinleyiciler ana karakter başından geçenleri anlatırken hep bu tabiri kullanmaya özen gösteriyorlar. Bir halk destanı gibi olayları heyecanla takip ediyorlar. Aslına bakarsanız, ana karakter Molla Murat da bu isimlendirmenin hakkını veriyor yaşadıklarında. Orta yolu bulup modern destan demek belki de en doğrusu. İki bölümden meydana geliyor anlatı ve ben ilk bölümü bitirdiğimde tam anlamıyla kalakaldım. Nasıl yani, devamı yok mu? Peki, bu kadar sayfayı neden okudum? Açıkça yazara biraz da kızdım. Yine de merak duyguma engel olamayıp ikinci bölüme devam ettim. İkinci yarım kalan bölümü de tamamladığımda, yazara kızmak bir yana kullandığı bu teknik oldukça hoşuma gitti. Bir okur olarak bu taktik beni mutlu etti, hatta bu yarım kalmışlıkları böyle güzel sonlandırdığı için anlatıcıyı taktir ettim.

Hikaye, Osmanlı Devleti’nin son ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk dönemlerinde başlıyor. Önce Abdülhamit Han, sonra padişah Vahdettin, ardından Mustafa Kemal ve ara ara Enver Paşa, Çöl Aslanı Fahrettin Paşa, Kazım Karabekir ile devam ediyor. Bir yandan ana karakterimiz Molla Murat’ın destanını birinci tekil şahıs ağzından ve diyaloglardan dinlerken, diğer yandan Molla Murat’ın bakış açısından tarihi olaylara da şahitlik ediyoruz. Bu iki örgü öyle başarılı kurulmuş ki dip detayda anlatıya baktığımızda Molla Murat ve devlet arasında bir karşılaştırma yapılarak kurgunun oluşturulduğunu görebiliriz. Adeta bir Molla Murat-Osmanlı Devleti ve Molla Murat-Yeni Türkiye Cumhuriyeti karşılaştırması okuyoruz. Sanki birini daha iyi anlayabilmemiz için diğerini bir örneklem ya da yardımcı bir öge gibi kullanıyor anlatıcı. Ara ara Molla Murat’ın anlattıklarını yalanlayan bir Mustafendi karakterimiz de var. Tarih hakkında da konuşurken her zaman yalanlayanlar ve inananlar olarak ayrılmaz mı insanlar zaten?

Anlatıya siyasal tarih açısından baktığımızda, elbette oldukça yanlı bir okuma deneyimi yaşıyoruz. Anlatıcı objektif bir şekilde anlatmıyor olayları, sözleri son derece eleştirel yorumlar içeriyor. Örneğin son padişah Vahdettin’in kaçak tutumunu eleştirirken, bir yandan Abdülhamit Han’a koruyucu bir tavır sergiliyor. Mustafa Kemal’in bazı adımlarını desteklerken, şapka devrimi, harf inkılabı gibi sert değişimleri doğru bulmadığını ya da zamansız bulduğunu anlatıyor. Ancak bu yorumlara taraf ya da bertaraf olmanız değil önemli olan. Zaten kurgusal bir metinde yüzde yüz doğruluk payı aramak da doğru değil. Ancak anlatılanlara Molla Murat gözünden baktığınızda ve hatta anlatılanları da bu hikâyenin bir aracı gibi gördüğünüzde bence hikâyeyi çok da güçlendiriyor bu taraflılık. Bu tarihsel örgüye baktığımızda sadece siyasal hareketlenmeleri değil, bu siyasal hareketlerin Anadolu’yu, köyleri, şehirleri, memurları, çiftçiyi, sanayi adamlarını, askerleri, aileleri, kadınları nasıl etkilediğini de görüyoruz. Kaldı ki Molla Murat’ın destanını, Molla Murat Destanı yapan da tam da bu kurgu. Yaşadığı kaygan zeminde, dağ başında okuma-yazma bilmeyen bir yörükten nasıl kasabanın beyi hâline geldiğinin, yanında çalışanları, komşularını nasıl koruduğunun, kriz anlarında nasıl doğru adımlar atarak, ileri görüşlülük sergileyerek bugün olduğu yere geldiğinin anlatıldığı bir destan bu. Ancak Molla Murat’ın destanı bir yere bağlanmıyor hikâyede.

Peki bu destanı okuyan, dinleyen demeyecek mi? Arkadaş Molla’ya ne oldu? Mustafendi hastaneden çıktı mı? Saliha hâlâ hemşirelik yapıyor mu? Ya Titiz Hoca!
Ne bileyim ben! Her biri için bir destan mı söyleyeyim. İşte su üzerine bir yazı yazdık, geldik gidiyoruz. Şu gölgede bir miktar dinlendik.
Hepsi bu.
İdare edin.
Hoşça kalın.


İşte bu sözlerle kitabın ilk bölümü kapanıyor ve alıntıdan da anlaşıldığı üzere olaylar bir yere bağlanarak sonuçlanmıyor. Ardından Kayıp Tarih bölümü başlıyor kitapta ve biz Molla Murat’nın torunu Hamit’in yaşlandığı, çocuklarının her birinin büyüdüğü bir dünyaya geçiş yapıyor, şimdi de onların hikâyesini okumaya başlıyoruz.

Bu hikâyenin de anlatıda bir görevi var elbette. Molla Murat destanında siyasal, toplumsal, tarihsel bir değerlendirme yapan anlatıcı, Kayıp Tarih bölümü aracılığıyla hayatın ne kadar hızlı ve ne kadar kökten değiştiğini gösteriyor bize. Evet, biz Hamit’i, Hamit’in dört çocuğunun başından geçenleri, onların nasıl insanlar olduklarını okuyoruz ama başta da dediğim gibi anlatıcının bunları bize okutmasının sebebi yaşanan değişimi göstermek ve bunu “Vay be, aynı dededen bu kadar değişik torunlar da yaşıyor demek ki.” dedirtmek. Bunu sadece Molla Murat ve ailesi üzerinden değil, bir toplum okuması olarak yaptırabilmek.

Molla Murat dürüst bir adam, öte yandan torunun çocuğu Ziya tam bir dolandırıcı, hırsız. Dedeleri insanları ev, toprak sahibi yapmak için uğraşırken, torunu Ziya yalan dolanla insanların topraklarını ucuza kapatan bir fırsatçı. Ancak bu noktada dedesinden tamamen kopuk olduğunu da söyleyemeyiz. Mesela her ikisi de bey olmak, önemli olmak istiyor ancak Molla Murat bu yolu zekâsıyla, doğruluğuyla alırken, Ziya kurnazlık ve hilebazlık peşinde. Belki de bu yüzden Molla, bey oluyor ancak Ziya, bu yolda baba katili bile olmayı göze alırken kayıplara karışıyor, hırsının kurbanı oluyor.

Molla Murat dini bütün bir adam, ancak torunları genel anlamda böyle bir hassasiyet barındırmıyorlar. Mesela Kur’an-ı Kerim’in yasaklandığı dönemde Molla, kasabanın gençlerine dinlerini öğretebilmek için hocalarla iş birliği yapıyor. Namazından vazgeçmiyor, ilk iş kurduğu kasabaya bir cami yaptırıyor, öte köylerden Titiz Hoca’yı kasabaya davet ediyor. Kardeşlerden Yusuf dışında ise dini vecibelerini tatbik eden birini göremiyoruz. Aksine Yusuf kardeşi Sefa’ya namaz kılmasını öğütlerken, Sefa içten içe bunun doğru olduğunu biliyor ancak abisinden bu konuda üzerine gelmemesini istiyor.

Molla Murat, güçlü bir karakter, koruyucu, kollayıcı bir baba-abi-bey. Ancak kardeşlerin en büyüğü Yusuf mesela, babasının yanına sığınmış, birtakım atılımlar yapmış, yine de tüm bunları yaparken hep başkalarının desteği ve fikriyle hayata geçirmiş biri.

Bu özelliklerle ilgili örnekleri çoğaltabiliriz. Tabi bu karşılaştırmaları kurarken Molla karakterinin 1800’lerin sonu, 1900’lerin başını, torunlarının ise daha yakın dönemi temsil ettiklerini, dolayısıyla bu karakterleri daima bir toplumsal karşılaştırma figürleri olarak konumlandırmayı es geçmemeliyiz. Molla’nın toprağa olan tutkusu ve saygısı yeni dönemle beraber toprağın çok da önemsenmeyişi, hatta toprağın sadece otel zincirlerine, yazlıkçılara peşkeş çekilebilecek araziler olarak görülmesi bunlardan biri. Kadın-erkek ilişkilerindeki mesafe ve sahiplenmenin, yeni dönemle beraber daha rahatlamış bir boyuta taşınması, idealist ve hayata tutunmaya çabalayan gençlerin yerini, daha kaygısız bir hayat yaşamaya gayret eden gençlerin alması da ele alabileceğimiz başka örnekler.

Hikâye bir toplumsal değişim üzerine kurulmuş, bu da anlatıdaki karakterler kullanılarak yapılmış. Üslup ise, her zamanki Mustafa Kutlu. Son derece akıcı, merak ettiren, sizi sürükleyen bir anlatım. Anlatılar teknik olarak yarım bırakılmış, bence bu biraz da yaşayıp hep birlikte görelim demenin yolu. Son olarak Tarla Kuşunun Sesi için Batılılaşma öncesi Türk toplumunun ve Batılılaşma etkisinde Türk toplumu göstergelerinin bir kitapta kurguya yaslanmış hâli diyebiliriz.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

4 Ocak 2021 Pazartesi

Sırtlarında abalar, yokluğa talip oldular

"Bir gün felek cana kıyar
Bizi kaptan kaba koyar
Eller atlas libas giyer
Şükür bize aba düştü."
- Kul Yusuf

Manevî dereceleri elde edenlerin hayatlarını okuduğumuzda hep büyük bir sorunun peşinden gittiklerini görürüz. O soruya bir cevap ararlar ve bu arayış son derece sancılı olur. Vazgeçmeleri gereken şeyler vardır, değiştirmeleri gereken davranışlar, kazanmaları gereken bilinç, idrak ve tefekkür seviyesi... Esasında onların beklentileri elle avuçla tutulabilir, parmakla gösterilebilir şeyler değildir. Bir gönülleri vardır ve bu gönüllerinin Hakk ile safa bulmasını isterler. Çünkü o soruyu soran Hakk'tır. O işaret, nida, ses ya da her ne denirse; Hakk'tan gelmiştir. Soruyu soran, kuluna "Bil, bul, ol!" diyen O'dur. Bilmeden bulunmaz, bulmadan olunmaz derler. Hatta bir de şöyle söylerler: Ruhlar ilk yaratıldığında herkes işin aslını biliyordu. Fakat sonra perdeler inmeye başladı. Ana rahmine düşene kadar perdeler inmesi sürdü. Sonra yeryüzüne cismen doğuş esnasında bu ayrılık, bu perdeler, kocaman bir çığlık olarak ağlayışları duyuldu. Evet, bebekler doğar doğmaz ağlarlar. Sufiler bu ağlayışı hakikatten kopmanın bir bedeli olarak yorumlarlar. Bu yüzden bir bebekten daima doğar doğmaz ağlaması beklenir.

İbrâhim b. Edhem, zühd yoluna girenler arasında, Belh'ten parlayan bir incidir. Peki bu yola nasıl girmiştir? Menkıbe şöyledir: Gençlik yaşlarında bir gün ava çıkar. Olabildiğince sessiz ve yavaş adımlarla avını gözler. En doğru zamanda onu vurup yakalayacaktır. Tam bu esnada gaipten bir ses duyar: "Sen bunun için mi var oldun?" Bu sesle birlikte Edhem'in kalbi yerinden çıkacak gibi oldu. Ne yöne bakacağını şaşırdı. "Kimsin?" diye biraz ürkek biraz meraklı, sordu. Cevap yoktu. Kısa bir süre sonra yine bir ses duydu: "Bunu yapmakla mı emrolundun?" Hiç unutmadı bu soruları Edhem. Bildiği şeyleri yerine getirmedikten sonra yeni şeyler öğrenmenin hiçbir önemi olmadığını fark etti. "İnsan, öğrendiklerini yerine getirmesin diye yaratılmamıştı", bunu anladı. Sonra babasının kendisine anlattığı bir menkıbe geldi aklına. Bir adam, Allah'ın elçisine gelerek "Bana öyle bir yol göster ki onu yaptığımda beni Allah da sevsin, insanlar da, nedir bu yol?" diye sorar. Allah'ın elçisi, "Allah'ın seni sevmesini istiyorsan dünyadan tiksin, insanların seni sevmesi içinse mal varlığından onlara dağıt" diye nasihat verir. Edhem, kendini yoklar. Kendini yoklarken kalbini de yoklar. Kararını verir: Dünyadan tiksin, biriktirmeyip elden çıkar.

Abdullah b. Mübarek, kendini öğrenmeye ve malından dağıtmaya adamış bir başka inci. Dönemin en büyük kültür merkezi Merv'de, bir gece vakti çok sevdiği bir kadının peşine düştü. Hava oldukça soğuk olmasına rağmen kadının kapısından hiç ayrılmadı. Vakit iyice ilerledi. Önce evin ışığı kayboldu, sonra bacanın dumanı. Derken bir ses işitti. "Artık değişme ve kendine çeki düzen verme zamanı gelmedi mi?" Yüreği ağzına geldi. Telaşa düştü. Kısa bir süre sonra korkuyu unuttu, sesin sahibini sorgulamadı ve derhal ona sorulan soruyu kalbiyle yanıtladı: "Geldi." O geceden sonra bir daha eskisi gibi olmadı. Kendisini ilme adadı. Hz. Peygamber'in binlerce sözünü ezberledi. Yine bir gün kendisine "Daha ne zamana kadar öğreneceksin?" diye sorulduğunda, "Son nefesime kadar" diye cevapladı. Geçimini şehir şehir gezip ticaret yaparak sağladı. Özellikle bir yıl, yüklü miktarda gelir elde edip bunu darda kalanlara dağıttı. Başka bir yıl mızrağını alıp sınır boylarında nöbet tuttu. Bir gece Merv'den Nişabur'a giden bir kervandaydı. Develerin ve yüklerin çoğu ona aitti. Yorgundu. Yaslandığı hayvandan bedenine sıcaklık yayıldı, biraz olsun rahatladı. Derken yolculardan biri, "Hem münzevi bir yaşam istiyorsun hem de büyük gelirlerin peşinden gidiyorsun, bu nasıl tutarsızlık?" diye sorunca şöyle cevap verdi: "Ben varlıklılar gibi kazanmak ve yoksullar gibi ölmek istiyorum."

Fudayl b. İyâz, Horasan'ın ilk büyük sufilerinden. Sufi olmadan önceki yaşamı, Merv kırsalındaki kervanlara yok kesici olarak dadanmak, yani soygunculuk. Bu işi görürken, namazlarını kılmaya ve orucunu tutmaya da devam ediyor. Asla bir tutarsızlık görmüyor ve hatta bu konuda kendisiyle tartışan bir adama "Onlardan bir kısmı günahlarını itiraf ettiler. Ve iyi bir amelle kötü bir ameli karıştırdılar. Ola ki, Allah tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir." ayetini (Tevbe, 102) gösteriyor. Adamda bile kuşku oluşturuyor. Derken bir gün, "Artık şu yanlış işleri bırakma zamanı gelmedi mi?" diye bir ses işitiyor. Sesle birlikte bütün yaşamını değiştiriyor. Kâbe'ye yakın, küçücük bir evde yaşamayı tercih ediyor. Sufilerin incilerinden biri olma yolunda diline bir duayı doluyor. Bir zikr gibi, acılı bir iç çekişle şöyle yakarıyor: "Beni, Sana uymakla yücelt. Başkaldıranlar gibi aşağılık bir duruma düşürme."

Bişr el-Hâfî, sayılı hadis bilgininden ve ilk dönem sufilerinden bir inci. Abdullah b. Mübârek'ten hadis öğreniyor, Fudayl b. İyâz gibi nice sufiyle görüşüyor. Gençlik yıllarında kendini hiç önemsemiyor, ilimle ilgilenmiyor, tabiri caizse yaşayıp gidiyor. Bir gün, insanların ayaklarının altında çiğnenen bir kâğıt dikkatini çekiyor. Tuhaf biçimde, içinde kâğıdı görme arzusu uyanıyor. Bazı rivayetlere göre Allah, bazılarına göre besmele yazılı olan bu kâğıdı alıyor, "Üzerimde taşımayı hak etmiyorum" diyerek ve korunaklı bir yerde olması gerektiğini düşünerek bir duvarın oyuğuna saklıyor. O gece rüyasında "Hiç kuşkun olmasın ki senin ismi bu dünyada ve ahirette hep güzel bir şekilde anılacak" nidasını duyuyor. Şimdiye dek kendini hiç hayırlı görmeyen Bişr'in ruhunu o günden itibaren daimi bir müşâhede (Allah’ın zuhur ve tecellilerini görme) hâli kaplıyor. Kendisine el-Hâfî, yani yalınayak denmesi konusunda üç rivayet var. Hücvîrî’ye göre müşâhede hâli sebebiyle hiçbir zaman ayağına bir şey giymemiştir. Ferîdüddin Attâr'a göre "O, sizin için yeryüzünü bir döşek kıldı" ayetine (Bakara, 2) işaretle "Allah tarafından döşek kılınmış yeryüzünde ayakkabı ile gezilmez" diyerek yalınayak gezmeyi tercih etmiştir. İbnü’l-Mülakkın'a göre ise bir ayakkabı tamircisinin kendisine "Ayakkabını tamir ettirmek için insanlara ne çok sıkıntı veriyorsun!" demesi üzerine ayakkabısını fırlatıp atmış, bir daha da giymemiştir.

Sayfalar arasında ilerlerken bu dört inciyle birlikte Mâlik b. DînârŞakīk-ı Belhî ve Süfyân es-Sevrî gibi ilk dönem zahitlerinin yürüdüğü yolları da görmüş oluyoruz. Onlar, türküde söylendiği gibi atlas libasa değil abaya talip oldular. Bu yolda kınanmayı hoş karşıladılar, şöhreti bir kenara bırakıp nefsleriyle savaşmayı göze aldılar. Yük olmadılar, yâr oldular. Böylece hakikat arayışlarında nice kimselerin ulaşamadığı manevi makamlara ulaştılar. Bunu da özellikle bir meselenin üzerinde yoğunlaşarak başardılar:

"Mescitte namazı en ön sırada kılmanın sevap diye alınacak karşılığı nedir?
- Sen en önce ekmeğini nasıl kazandığını gözden geçir. Helal kazancı başar. Sonra namazı istediğin yerde kıl; önde, arkada olsun artık önemli değildir."

"- Ben geçimimi pazarcılık yaparak sağlayan birisiyim; her zaman tezgâhımı bırakıp toplulukla namaza katılamıyorum. Toplulukla namaz mı, yoksa tezgâhı mı öncelemeliyim?
- Helal kazandığın sürece namaz topluluğuyla birliktesin.
"

"- Allah'a yakın bir insan olabilmek için ne yapmalıyım; çok mu ibadet etmeliyim?
- Hayır, çok dürüst ol ve kazandığın ekmek tertemiz olsun.
"

Bekir Şamil Potur, Abalar Giyinmek'te bizlere inanç sahibi olmanın, kişinin kendi kalbine sahip çıkabilmesiyle ne kadar ilgili olduğunu gösteriyor. Sadıkların önce ve daima kendi kalplerine bakan, başkalarına ancak yardım için koşan kimseler olduğunu hatırlatıyor. 

Son olarak, 'abayı yakmak' deyimi günümüzde ne kadar 'âşık olmak' gibi kullanılsa da aslında dervişin son eylemidir. O, hakikate vasıl olmak üzereyken, Hakk'a vuslatına adım adım yaklaşırken sırtındaki 'önü açık kaba kumaş' parçasını yakıverir. Zira kendi artık yanacağı kadar yanmıştır, aba mı kalır?

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

1 Ocak 2021 Cuma

Bir hakikat yolcusunun hikâyesi

"Bilgimin yüzde yetmişi tecrübe, yüzde otuzu okumağa dayanır. Hayatta hiçbir şeyin tesâdüf olmadığı kanısına vardım. Hepsi baştan hazırlanmış, ben de bunlarda bir oyuncuyum, başka bir şey değilim."

1947’de Zonguldak-Kozluda’da dünyaya gelen Şaban Teoman Duralı, fikir ve yazın dünyamızda kalıcı bir yer edinmiş, yakın siyasi ve medeniyet tarihimize doğrudan ışık tutacak nitelikteki kültürel hafıza değerlerimizden biridir. Kozmopolit bir soyun tüm renklerine ve farklılıkların harmonisine sahip genleriyle Osmanlı İmparatorluğu’ndan genç Cumhuriyet’e geçiş evrelerinin tümüne hem şâhitlik etmiş hem de aktif katılım sağlamıştır. İlk ve orta öğrenimini Ankara’da tamamladıktan sonra İstanbul’a felsefe ve biyoloji eğitimi için gelmiş fakat elbette bununla kalmayarak çok çeşitli akademik disiplinlerde aktif vazifeler almıştır. Öğrenim gördüğü üniversitede önce asistan, sonra felsefe doktoru ve doçenti, son olarak da 1988 yılında profesörlük unvanı alarak felsefe tarihinin en çok içerik üreten hocalarından biri olarak akademik camiada yer bulmuştur. Kendisi, muhtelif dillerde yayınlanmış pek çok makale ve kitabın müellifi olmakla birlikte asıl meselesi; zamana en doğru şekilde şâhitlikle ânı idrak etmektir.

Gazeteci Ali Değermenci’nin kişisel hayranlığının bir röportaj vesilesiyle bizzat tanışıklığa varması sonucu kesişen yolları, sonrasında ciddi bir bağlılıkla ve nihayet bu sıra dışı hayatın her yönüyle yazılı bir esere dönüştürülmesiyle taçlanır. Turkuvaz Kitap’tan biyografi türüyle yayınlanan Öyle Geçer Ki Zaman'da; milyonda bir insana nasip olacak bir hayatı, nehir söyleşi dizisiyle kaleme alan Ali Değermenci, bir madenci gibi çok değerli bir cevher bulmanın sevincini yaşadığını ifade eder. Çocukluğundan gençliğine, başını alıp gitmelerinden vicdan muhasebelerine, aşkla tutuştuğu akademiye ve araştırmalarına kadar Hoca’nın anlattığı birçok konunun kendisini ölesiye heyecanlandırdığını ve tüm kitaplarını okumuş olmanın altyapısıyla felsefeye var olan ilgisini, bir tutkuya dönüştürdüğünü anlatır. Hoca’nın; dersleri, katıldığı programlar, yazdığı kitaplar, Osmanlı İmparatorluğu’na uzanan ailesinin hikâyesiyle birlikte dedelerinden devraldığı kültürel mirasın izdüşümlerini anlatırken birebir yaşadığı hatıraları, soru-cevap şeklinde kitapta yerini alır. Müellifinin başka bir açıdan vurguladığı şey; bir dönem okuması ve tarihsel tanıklıktan öte bu eserin bir hakikat yolcusunun hikâyesi olduğudur. Mevcut kültürel arka planı, gezip gördükleri ve bitmek-tükenmek bilmeyen araştırma/okuma merakıyla birleştirerek nev-i şahsına münhasır bir üslupla ifade eden Duralı’nın, günümüzde olup bitenlerle alâkalı görüşleri ve felsefi analizleri de ciddi bir kıymete haiz görünmektedir. Kendisi, Aristoteles’te Bilim ve Canlılar Sorunu, Çağdaş Küresel Medeniyet, Biyoloji Felsefesi gibi eserleri ve yetiştirdiği öğrencilerle Türk felsefe kültürüne ve düşünce hayatına önemli katkılar sağlamış biri olarak zihnimizi açmakla kalmaz, aynı zamanda kim olduğumuz ve neden yaratıldığımız noktasında bize farklı bir ufuk tayin eder.

Dayısıyla yaptıkları özel muhabbetleri, ailenin; insan hayatındaki sarsılmaz temel değerine atıfta bulunarak özlemle anarken, hiçbir zaman sevemediği okul yıllarından elinde kalanın; dil merakı olduğunun özellikle altını çizer. Her hayat yolculuğunda olduğu kendi hikâyesinin iniş çıkışlarını, gelgitlerini ve çelişkilerini samimi bir şekilde ifade ederken Norveç’te kaptanlık hayaline kapılmasından, Kapalıçarşı’daki esnaflık tecrübesine varıncaya kadar oldukça zengin bir tecrübe membaından haberdar oluruz. Duralı’nın yakın siyasi tarihteki her dönüm noktasına bizzat şâhitlik etmesi ve hatta Türk siyasetine damgasını vurmuş olan siyasetçilerle birebir tanışıklığı ve onların üzerindeki etkisi de kayda değer detaylar olarak göze çarpmaktadır.

Kitaba adını veren; Öyle Geçer ki Zaman'ın, Teoman Duralı’nın 23 Mart 2015’te kaleme aldığı bir şiir menşeili olduğunu öğrendiğimizde ise hem şaşırıyor hem de heyecan duyuyoruz. Dizelerden derdest edilecek anlamın, hemen her insanın ünsiyet kurup kendisinden bir parça bulabileceği ihtivası, okuyanı doğrudan içine çekiyor ve hikmetli bir yolculuğa çıkarıyor:

Öyle geçer ki zaman,
Seni unutmak ne mümkün.
Gençlik günlerimizde ömür dediğin
Haklıymışcasına sonsuza uzayagiden…
Meğer bir göz açıp kapama kadarmış,
Öte âlemde ne zaman, ne mekân varmış.
Mezcolmuşcasına dumanlaşırız,
Kenetlenmiş hâlde Tengri’ye ağarız.
Yitirilmedik ne kaldı bana,
Varlığımdan başka
Varoluşum sudur etmiş Varlık’tan,
Domuzdur, aslını inkâr eden.
Yeni bir hayat arıyorum kendime,
Dünya dar gelir oldu artık bendenize.
Kalmadı keşfedilmedik ufuk ötesi,
Merak eder olduk ahireti.
Bu kere hayata kulaç atarsın,
Buz kesen pınar suyuyla.
Almışım âbıdestimi, son ânımda,
Çakmışım vedamı zamanlı-mekânlı evrene.
Kelimeyişehâdet yeliyle yelken açıyorum, zamansız-mekânsız âleme
Heyhât öyle geçer ki zaman,
Seni unutmağa var mı imkân.


Hacer Yeğin
twitter.com/YeginHacer

Bir mürşidin daima yaşayan sözleri

"Gam üstüne gam verilir. Ta ki gelene sevinmeyene, gidene üzülmeyene kadar. Bir şeyin olup olmaması arasında sence bir fark mevcutsa, nakıssın, tamamlanmaya çalış."
- Ahmed Amîş Efendi

Vara vara vardım ol kara taşa” diyor Karacaoğlan. Ömür yolculuğunun nihayetinde her bedenin varacağı yer kuşkusuz bir kara taşın gölgesidir ancak insan kuru bir bedenden ibaret olmayıp yolculuğu da bir ömürle sınırlı değildir. Beden, topraktan gelip toprağa gider; can ise Hakk’tan gelir, Hakk’a gider. “Ölürse tenler ölür / canlar ölesi değil” diyen Koca Yunus, “can” için bir menzil de işaret ediyor: “Cennet cennet dedikleri / birkaç köşkle birkaç huri / isteyene vergil anı / bana seni gerek seni”. Derviş, birlik yolunun yolcusudur; menzili ise Hakk’ın kokusunu alacağı bir kâmil-i mürşidin yanıdır. Bu yola kendi içinden çıkar derviş, en nihayet kendi içine döner. Kendi içinde bütün kâinatın deveran ettiğine şahitlik eder. Maldan, mülkten, akraba-ı taallukattan ve dahi evlâd ü iyalden geçerek nefsiyle devam ettiği yolculukta nefsini de öldürüp Dostla bir olarak nihaî menzile ulaşır. Bu yol, hakikat yoludur ve bu yolun menzili Kâmil bir mürşiddir. Bu kâmil mürşitler zamanın kutuplarıdır.

Fatih Sertürbedârı Tırnovalı Kutbu’l-Ârifin, Gavsu’l Vâsilin Mürşid-i Kâmil Ahmed Amîş Efendi de XIX. yüzyılın son çeyreği ile XX. yüzyılın ilk çeyreğinde irşad vazifesinde bulunmuş bir mürşid-i kâmil olup sohbet halkasında bulunan pek çok hasta gönlün şifa bulmasına vesile olmuştur. Ömr-i saadetlerinde huzuruna varanlara ne mutlu. Kendisinden günümüze yazılı bir eser kalmasa da bazı sohbetleri ve kıymetli sözleri dinleyen bahtiyarlarca not edilip günümüze kadar ulaştırılmıştır. Bu sözlerden ve anlatılardan Ahmed Amîş Efendi’nin keramet ehli bir zat olduğunu ancak kerameti kendinden bilmeyip müridlerinin nefis eğitimine ihtimam gösterdiğini anlıyoruz.

Tasavvufta mürid ile mürşid arasındaki rabıta oldukça mühimdir. Dervişlik dahi nasip iledir. Nasibi olmayanın yolculuğunu fenaya çıkarken nasibini bulan derviş, aşk deryasına dalmaktan beri kalmaz. Koca Yunus’un Hacı Bektâş-ı Velî dergâhında nasiplenemeyip Tapduk Emre’nin kapısına yönelmesi gibi Ahmed Amîş Efendi de uzunca zaman nasibini aramıştır. Mürşid-i Kâmil Ahmed Amîş Efendi adlı eserden alınan şu ifadeler onun da nasibini arayışını “Esasen fıtratlarına gömülmüş olan İlahî cezbe-i aşk yüzünden bir manevî üstad ararken Bektaşî şeyhlerinden Servili Sadık Efendi’ye müracaat ettilerse de: ‘Sizin nasibiniz bizden değil, ırkı pâklerdendir. Yerinize gidip ona intizar ediniz.’ cevabını aldılar.” Bu olaydan sonra rüyasında Bosnevi Mehmet Tevfik Efendi Hazretleri zuhur ederek kendisini İstanbul’a davet etmiştir. 1877 senesinde Osmanlı Devleti ile Rusya arasında başlayan savaş nedeniyle İstanbul’a ikinci kez gelir ve bu kez İstanbul’a yerleşir. Türbedâr Bekir Efendi’nin kendisine türbedârlık vazifesini bırakmasından sonra Fatih Sultan Mehmed türbesinin türbedârı olmuş ve Fatih Türbedârı olarak da anılmıştır.

Her tarikatın kendince benimsediği birtakım merasim ve âdâblar bulunmakla birlikte bunlar tasavvufun olmazsa olmazı değildir. Bununla birlikte “Usûlsüz vusûl olmaz.” düsturunca tarikatler bu merasim ve âdâbları menzile ulaşmakta bir vesile kabul etmişlerdir. Ancak bu usûllerin en başında samimiyet ve teslimiyet yer almalıdır. “Tarikatlerin merasim, âdâb ve erkânından uzak kalarak melâmetle irşâda devam etmiştir. Fakat müridlerin ‘melâmet’ kelimesini kullanmalarını yasaklamıştır. Kendisinden ders isteyenlere tevbe ve istiğfar etmelerini, Kur’an okumalarını tavsiye ederdi.” ifadelerinden anladığımıza göre Ahmed Amîş Efendi müridlerinde evvela samimiyet istemiştir.

Kendisinden bizlere pek çok sözünün kaldığını söylemiştik. Bu sözlerden birkaçını örnek vererek kendisinin manevi iklimini teneffüs etmeye çalışalım. Bir sözünde şöyle buyuruyor hazret: “İbrahim’ül meşreb olunuz. Ama İbrahim olmadan da kendinizi ateşe atmayınız.İsmet Özel: “Allah insanı iddiasından vurur.” diyor. Dervişlik bir iddiada bulunmaktır ve iddia imtihanı da gerekli kılar. Cenab-ı Hakk Ankebut suresinde: “İnsanlar sadece ‘iman ettik’ demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı sandılar?” buyuruyor. Derviş de üzerinde bulunduğu yolun iddiacısıdır ancak yolun sonuna niyet etmekle birlikte yolda olduğunun bilincinde olmalıdır. Bir başka sözünde de şöyle buyuruyor: “Nakıs iken irşâda kıyam edenlerin mütenebbilerle (deliler) haşrından korkarım.” Bir sohbetinde Yağız Gönüler: “Tasavvufla ilgili yazanlara şu soruyu sorun: ‘Mürşidiniz kim?’ Şayet bu soruya bir cevap veremezse yazdıklarına kıymet vermeyin.” demişti. İrşad, büyük bir iddiadır ve ehil olmayanların elinde küfre yol açar. Bu yolda da ehliyet kâmil bir mürşidden icazet almaktır.

Hazretin evliliğe dair şu sözü günümüzdeki mutsuz evliliklere bir ilaç olacak mahiyettedir: “Hazreti Âdem’e Allah hitap etmiş; ‘Ya Âdem sen beni eskisi gibi göremezsin, görmek istediğin zaman fer’in olan Havva’ya bak” Havva’ya hitap etmiş; ‘Ya Havva sen beni eskisi gibi göremezsin, görmek istediğin zaman aslın olan Âdem’e bak.Leyla ve Mecnun mesnevisinde Fuzuli’nin çizdiği bir düstur vardır. Leyla, Leyla derken Mevla’yı bulur Mecnun. Eşlerin birbirini Allah için sevmeleri, evlilikte Allah rızasının gözetilmesi ve Hakk niyetiyle birbirlerine bakan eşlerin birbirlerinin varlığında Allah’ın varlığını idrak edeceği hakikati ifade buluyor bu sözde. Bir başka sözünde ise şöyle söylüyor: “Vücuduna sözü geçmeyenin başkasına sözü geçmez.”. Günümüzde, “Hocanın dediğini dinle, yaptığını yapma.” Şeklinde meşhur bir laf var. Aslında bu iki söz arasındaki fark, mürşidlik ile günümüz hocalığı arasındaki ahlâkî farkı ya da toplumun bu iki kavrama bakış açılarındaki farkı gözler önüne seriyor. Aşkın Yolculuğu Yunus Emre dizisinde yer alan; “Kim karşına geçip ben şeyhim diye durursa, bil ki o aslında Hakk’ın sözüyle senin arana girmiş bir baykuştur.” sözü de bize söylüyor ki özü temiz olmayanın sözü de temiz olmaz. Ahmed Amîş Efendi bir başka sözünde de şöyle söylüyor: “Birinci senede imam, ikincide tamam, üçüncüde kalpaklı yuvan, dördüncüde bir kalbur saman olmayın.” Bu söz tasavvuf yolunun kestirmesi olmadığını ve dervişin sabretmesi gerektiğini söylüyor bize.

Müridin mürşidine karşı takınması gerektiği tavrı açıklayan şu örnek esasen kulun Rabb’i karşısında takınacağı tavrı da gösteriyor: “Kuşadalı Efendmizden; Şeyhim dedi ki; ‘Ahmed ayı ol ayı.’ Ürktüm. Sonra döndü: ‘Yani zurnacı nasıl çalarsa ona ayağını uydur. Ayının otuz iki türküsü varmış onun da hepsi ahlat (yaban armudu) üzerine imiş, talip de böyle olmalı.

İnsanın tekâmülüyle ilgili şu sözleri özellikle manevi bağlarımızın zayıfladığı günümüzde karanlık gönüllerimize bir fener aydınlığı sunuyor: “Resûlullah Allah’ın harem dairesidir; insan bir ağaca benzer, kökü Allah, gövdesi Muhammed (sav), yaprakları da kendisidir; kişi çalışarak köküyle gövdesini bulmalı; mükevvenat bütün teferruatıyla beraber insanın kendisinde mevcuttur, sahibi de beraber; insanda aşk-ı İlahî o kadar fazla olmalı ki ateşi yakmalı.” İnsan, asla ümitsiz vaka değildir; kurumuş bir dal parçasını meyve ağacına döndüren Rabbim paslanmış gönülleri de nuruyla aydınlatmaya kadirdir.

İnsanlar Allah’a birçok yoldan varırlar. Hüsnü hulk, ibadet, zikir, iyilik, vs. gibi. Fakat en kısa ve kestirme yol muhabbettir.” diyor bir sözünde. Bu dünyanın hâsıl oluşundaki muhabbettir söz konusu. Muhabbet, gönül çerağının tutuşmasıdır. Gönülde çerağ tutuşursa masivanın bütün karanlığı aydınlanır, Hakk aşikâr olur. “Bu zamanda evliya az mıdır, yoksa çoklar da kendilerini göstermiyorlar mı?” sorusuna karşılık: “Evliya çoktur, fakat zamanımız dalâlet zamanı ve Allah’ın Celâl sıfatı hüküm sürüyor, onun için kendilerini göstermiyorlar, yoksa zenginler ama paraları ellerinde değil. Güneş var, fakat arada bulut var, ziyası mestur.” cevabını veriyor. Bu cevap günümüz Müslümanlarının da durumunu izah etmekte isabetli bir söz.

Evliyaullah’ın durumuna dair söyledikleri de tevhid ve vahdet-i vücud kavramlarını idrak etmemiz açısından oldukça mühimdir: “Evliyaullahın durumu, bir denizin kıyısındaki ev sahibine benzer; hem denizden, hem deryadan istifade eder. O deniz ‘Deryayı İlâhîdir’. Evliyaullahın halini sobanın içerisine sokulu, uzun müddet kalan bir demir parçasına da benzetebiliriz: Sobanın içerisinde iken ve çıktıktan birkaç dakikaya kadar o demir de ateş olmuştur ve ateş gibi kıpkırmızıdır. Fakat ona ateş diyebilir miyiz, o gene demirdir. Allah Allah’lığından vazgeçer mi evladım?” Derviş ile mürşid arasındaki ilişkiye dair söylediği şu sözler ise hakikati bulmak yolunda evliyaullahın ehemmiyetini izah etmeye yeterlidir: “Bir demir parçasının mıknatıs yanında bulundukça mıknatısiyet aldığı gibi, kul eğer dünyanın geçici, Allah’ın emirlerinin Hak olduğunu içten duyarak kabul etmiş, Hak yoluna taliplisi ise, Hak ile her an beraber olan bir veli yanında bu huzuru bulacaktır.

Osmanlı Devleti’nin yıkılış dönemine rastlayan irşad vazifeleri sırasında pek çok keramet göstermiş ve bu kerametleri müridi olan komutanlar tarafından bizzat anlatılmıştır. İşgal edilen vatan topraklarına karşı: “Gâvurlar girer yine çıkar. Allah dinini hıfz eder.” diyerek Allah’a olan inancını Müslümanlara bir reçete olarak sunmuştur. Nitekim vefatlarından birkaç yıl sonra düşman işgali son bulmuştur. Mezarı Fatih Camii Haziresinde bulunmaktadır.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

31 Aralık 2020 Perşembe

Senin hikâyen seninle başlamadı

Gece vakti ansızın titreyerek ve korkuyla uyanmak, kahvaltıdan hoşlanmamak, aşırı stres altında kulakta hissedilen uğultu, yara kabuğunu söküp kanatmaktan zevk almak, birçok işi yarım bırakmak, fiziki acıları yine fiziki acılarla aşmaya çalışmak, cevap vermek gereken durumlarda içe kapanmak, mülkiyetten korkmak, aşırı derecede risk sevmek, yürürken ya da bisikletle giderken daima süratli olmak... İnsan birçok huya ve davranışa sahiptir. Huylu huyundan vazgeçmez dense de hayat milyonlarca çözüm sunabilir insana (her seçme eylemi aynı zamanda bir vazgeçme eylemidir). Davranışlar ise huylara göre daha kolay değişebilir. Yani insan yedisinde neyse yetmişinde o olmayabilir. Dikkat edilmesi gereken nokta şu: huy vazgeçilmez olduğunda mizaca dönüşür, dolayısıyla bir davranış biçimi hâline geçer. Bu durum tehlikeli olabilir. Peki tüm bunların dışında, acaba huylarımızın ve davranışlarımızın ardında, doğrudan bizimle alakalı olmayan sebepler (sonuçlar ve dolayısıyla hikâyeler) olabilir mi? Elbette olabilir. Hatta birçoğu öyledir.

Mark Wolynn; depresyon, anksiyete, obsesif düşünceler, korkular, panik bozuklukları, kendine zarar verme, kronik ağrılar, kalıcı semptomlar ve durumlarla ilgili çalışmalar konusunda uzmanlaşmış, Kalıtsal Aile Travmaları konusunda Kuzey Amerika'nın en yetkin isimlerinden biri. Pittsburgh Üniversitesi, Batı Psikiyatri Enstitüsü, Omega Enstitüsü, Kaliforniya İntegral Çalışmaları Enstitüsü gibi birçok yerde eğitim vermiş olan Wolynn'in 2016 yılında çok önemli bir kitabı yayınlanmıştı: It Didn’t Start With You (Seninle Başlamadı). Kitap okuyucuyla buluştuktan bir süre sonra psikoloji alanında Silver Nautilus Kitap Ödülü'ne layık görüldü. Kalıtsal aile travmalarını irdeleyen kitap, miras olarak tanımlanan bu travmaların kim olduğumuza ne tür etkilerde bulunduğunu anlatıyor, sorunların üstesinden gelmenin yollarını açıklıyor.

Son yıllarda 'kalıtımsal zincir', 'aile dizilimi', 'kökler' gibi kavramları sıkça duyuyoruz. Çünkü insanları sadece ilaca ve hastanelere dayalı tedavi süreçleri tatmin etmiyor. Zaten bu süreçler şifa da vermiyor. İnsanların en büyük ihtiyacı anlatmak ve dinle(n)mek. Emekliliğinden sonra, yani kendiyle baş başa kaldıktan sonra 'ben neymişim?' diyenlerin sayısı gittikçe artıyor. İş değişiklikleri, okulu bırakmak, şehir ya da ülke değiştirmek sadece görünürdeki sonuçlar. Oysa tüm bunların altında, insanları bunları yapmaya zorlayan bir 'miras' vardır ki Jung şöyle der: "Ebeveynlerim, büyükanne, büyükbabalarım ve daha uzak atalarım tarafından tamamlanmamış, cevaplanmamış halde bırakılan şeylerin ve soruların etkisi altında olduğuma kuvvetle inanıyorum. Sıklıkla, bir ailede ebeveynlerden çocuklara geçen, kişisel olmayan bir karma var gibi görünür. Bana her zaman, önceki nesillerin yarım bıraktığı, tamamlamam veya belki de devam ettirmem gereken şeyler var gibi gelmiştir."

Mark Wolynn kimsenin dalmaya cesaret edemediği bir derinliği göze almış kitabı boyunca. Niyeti de apaçık aslında: "Bugün yüzleşmediğiniz şeyler, daha sonra tekrar karşınıza çıkar; genellikle de başlangıçtaki şartlardan iki kat daha zor bir şekilde. Travma sırasında beynin mevcut olayı deneyimlemekten sorumlu bölümü olan mediyal alın korteksi, konuşma merkezini kapar. Travmanın kelimelerle ifade edilememe durumu, tehdit ve tehlike sırasında beynin hatırlama becerisi azaldığındandır. Kelimeler olayı tariflemeye yetersiz kalır ve duygular devreye girer. Kişi ne olup bittiği hakkında kendisiyle ya da başkalarıyla iletişim kuramaz hale gelir. Hatırlamanın zorlaşması her şeyi unuttuğumuz anlamına gelmez. Travmatik olayın parçası olan kelimeler, görüntüler, duygular içinde taşıdığımız acılarımızın gizliliğini oluşturur ve bir süre sonra geri sarma tuşuna basılınca yeniden ortaya çıkar. Hiçbir şey kaybolmaz, parçalar sadece yön değiştirir."

Mark Wolynn kitapta birçok pratik sunuyor ama onun öncesinde problemlerin kaynağını bulmak için okuyucuyu zorluyor. Sorular soruyor, ödevler veriyor, kişinin kendini düşünmesini sağlayacak her formülü deniyor. Burada soruları doğru anlamak ve onlara doğru cevaplar vermek önemli. Wolynn bu kitabı okurken insanların duygu yükselmeleri yaşayacağını bildiğinden olsa gerek aynı soruları farklı biçimlerde yeniden sorabiliyor. Böylece okuyucu doğru cevabı kesin olarak verdiğinde işin farkına daha net bir şekilde varabiliyor. Doğru cevaplar demek, doğru çözüm yollarına ulaşabilmek demek.

Bugüne dek hiç tanımadığımız, konuşmadığımız veya anlamaya çalışmadığımız bir atamız (baba, amca, babaanne, dede ve devamı) yanı sıra davranışlarımız tamamen benzese de farkında olmadığımız bir atamız (anne, dayı, anneanne, dede ve devamı) hayatımızı başından beri etkilemiş olabilir, muhakkak da etkilemiştir. "İnsan kendi yükünü daima yeniden bulur" demiş Albert Camus. Bu anlamda, Wolynn'in yüzleşmeye veya kabullenmeye dair kitap boyunca süren çözüm önerileri, atalar yaşıyor olsa da olmasa da büyük faydalar sağlıyor. En büyük öncelik, durumun (sıkıntıların) farkına varmak: "Zihinsel anlayış kendi başına kalıcı bir değişimin meydana gelmesinde nadiren yeterli olur. Sıklıkla, farkındalığa derinden hissedilen bir içgüdüsel deneyimin eşlik etmesine ihtiyaç vardır."

İçgüdüsel deneyim ansızın gelir. Sonrasında belki bir mezarlık ziyaretiyle beraber yüzleşme, bir telefon konuşmasının ardından kabullenme. Lakin bazı sorunlar gömülmeyi reddeder ve bazı kabuller insanı daha çok kapana kıstırabilir. Bunun için kitap boyunca soruların peşinden bir dedektif gibi ilerlemek gerekiyor. Bir danışanın sözleridir: "Cevaplarını gezegenin en ücra köşelerinde ararken, iyileşmek için en harika kaynakların zaten benim içimde olduğunu, sadece ortaya çıkmayı beklediklerini anladım."

Bizden önceki aile bireylerine ait olan duyguların bizler tarafından taşınıyor ve paylaşılıyor oluşu "özdeşim duyguları" olarak isimlendiriliyor. Bu duygulara, yani kalbin derinliklerine ulaşabilmek için bazen o kalbin kırılması da gerekebiliyor. Çünkü insan en çok karanlıkta görür ama Wolynn'in belirttiği gibi fark edebilmek şartıyla. "Bu kadar acıya artık dayanamıyorum" dediğinde ve iyileşmek için bir çare aradığında dönüp kendi içine bakmalı insan, ağzından çıkan kelimelere. Çünkü köklere ve oradaki sorunları yakalayıp çözme yolundaki en büyük şifa kaynağı kelimeler. Düşünmeli ve hatırlamalı insan, kazımalı. Jung'la bitirelim: "Bilincinize getirmediğiniz her şey karşınıza kader olarak çıkar."

Yağız Gönüler