13 Kasım 2020 Cuma

Yazarın cam kapısının ardından hayata ve insana bakışı

Natsume Soseki, asıl ismiyle Natsume Kinnosuke gerçek hayatındaki karakterleri veya yaşadıklarını kurgu eserlerine yansıtan önemli yazarlardandır. Hatta bu otobiyografik ögeler oldukça yoğundur bazı eserlerinde. Hâl böyleyken Soseki’nin sadık okurları olarak onun nasıl bir hayat yaşadığını, günlük hayatını merak etmemiz gayet doğal. Kısa hayatına (1867-1916) büyük eserler sığdıran, modern Japon Edebiyatı’nın kurucusu bu büyük yazarın aslında hayatı acılarla başlar. Henüz iki yaşındayken evlatlık verilir; iki yaşında gerçek anne ve babasının yanına döner. Dört yaşında tekrar evlatlık verilir. Sekiz-dokuz yaşlarında ise gerçek anne ve babasını başka insanlar olarak tanıdığı asıl evine döner. Başkaları sandığı kişilerin gerçek anne ve babası olduğunu ise hizmetçilerinin ona uyku arasında fısıldadığı kadarıyla öğrenir. Hayata dramatik ve sert bir başlangıç. 

Soseki’nin yaşadığı dönem Meiji dönemidir. Yani Japonya’nın Batı’ya açılmaya başladığı dönemlerdir. Soseki’nin hem kişisel hem de edebî hayatı bu açılımdan oldukça etkilenir fakat daha sonra kendi düşüncelerini rayına oturtacaktır. Toplumsal olarak o zamanın Japonya’sı bu şekildedir. Siyasi olarak da savaşlar görmüş biridir Soseki. Hem Rus-Japon savaşı hem de İkinci Dünya Savaşı’nı hazırlayan olaylar ve savaşın başları onun gördüğü olaylardandır. Belki ondan uzakta gerçekleşmiştir bu savaşlar ancak o zamanlar dünyada savaşlardan etkilenmeyen kim vardır ki? Soseki de bir yazar ve bir vatandaş olarak savaşlardan kendince etkilenmiştir. İşte bu kitap, Cam Kapının Ardı, böyle bir iklimi de içine alabilen bir kitaptır. Yazarın çalışma odasının cam kapısının ardından hayata, olaylara, kişilere bakışıdır bir bakıma. Çocukluğu geniş yer tutar bu bakışta, köpeği Hektor, annesi… Hepsini Soseki’nin samimi üslûbuyla okuruz. Yer yer gülümsetir bu anılar yer yer hüzünlendirir. Okurlarıyla mektuplaşmaları zaman zaman sesli güldürürken annesiyle olan ilişkisi(zliği) hüzünlendiren detaylardandır: “Buradan annemin hatırasına da bir şeyler yazmak isterim. Ama sevgili anneciğim ne yazık ki bunu yapabilmem için bana yeteri kadar anı bırakmadı."

Bu yazıların, anıların bir önemi de şudur: Soseki, başlıksız, numaralandırarak kısımlandırdığı bu yazıları ölümünden çok kısa süre önce kaleme almıştır. Yani yazarın hayatından bir örneklem içerir bu yazılar. Hayatına genel anlamda bir bakış sağlar. Soseki’yi sevenler veya tanımak isteyenler için daha iyisi bulunmaz sanırım. Japonya’daki bir gazeteye (Asahi) kırk günlük süre zarfında yazdığı otuz dokuz yazıyla bize kendini anlatmaya çalışır bu büyük yazar.

Cam Kapının Ardı, yeni bir yayınevi olan Africano Kitap tarafından yayınlandı. Buna rağmen iyi bir yazarla başlamaları çıtayı koydukları yeri gösteriyor. Bunun dışında farklı ülke edebiyatlarıyla yayın hayatına devam edecekleri gibi bir intiba uyandı bende. Bir yayınevi için gayet iyi bir başlangıç bence. Bu kitapta da özenli bir çeviri ve basımla kalite konusunda kendini kanıtlamış bizlere.

Dr. Zeynep Gençer Baloğlu’nun direkt Japoncadan çevirisini okuyoruz. Aynı zamanda Baloğlu, kitabın başına kısa sayılmayacak bir Soseki biyografisi de yazmış ki gayet mantıklı bir şey. Soseki’yi bilenlerin daha iyi tanıyacağı bilmeyenlerin ise hakkında geniş sayılabilecek bir malumat edineceği bu biyografide eleştireceğim tek nokta kitaptan bazı alıntıların olması. Bazı kitapların ön sözlerini yazanlar veya çevirmenler bunu yapıyor. Kitapta geçen pasajların bir kısmını, yazdıkları ön söze kanıt olması için alıntılıyor. Fakat buna gerek olmadığı kanaatindeyim, okur zaten biraz sonra o pasajları kendi okuyacak. Tekrar bir okuma oluyor okurun daha sonra yaptığı. Buna dikkat edilirse daha iyi olacaktır.
Diğer yandan, Soseki’nin bazı fotoğrafları, küçük açıklamalarla kitabın başına yerleştirilmiş. 17 kadar fotoğraf. İyi düşünülmüş bir şey bu.

Peki, Soseki bize hayatından neler anlatıyor? Bu tür kitaplarda aradığım şey samimiyettir benim. Yazar olabildiğince samimi ve açık olmalıdır. Üstü kapalı anlatımların hiçbir işe yaramadığını gördük çünkü. Eğer yazar üstü kapalı konuşacaksa, bazı hassas şeyleri söylemeyecekse zaten hatırat yazmasının hiçbir gereği yoktur. Okura biraz duygu biraz da magazinsel bilgiler vermesi gerekir. Soseki’de bunu görüyoruz. Belki çok magazinsel bir hayatı yok ancak samimi duygularını anlatıyor yazar bizlere. Anne ve babasının onun için ne ifade ettiğini de köpeği Hektor’u ve ölümünü anlatırken de o samimi anlatımı yakalayacaktır okur:

Ben, annemle babamın olgunluk çağlarında dünyaya getirdikleri bir çocuğum. Yani evin tekne kazıntısı da diyebilirsiniz. Annem beni doğurduğunda, o yaşta hamile kalmış olmaktan ne kadar utandığını anlatır dururmuş. Bu utanç, tek sebep değildir muhtemelen ama doğar doğmaz evlatlık verilmemde etkisi olduğunu düşünmüyor da değilim.

Uysal bir çocuk olmadığım için mi, orada burada evlatlık olarak büyütüldüğüm için mi, bilmiyorum ama bir kerecik olsun şımartıldığımı hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey, babamın bana karşı son derece zalim olduğuydu. Bu yaşımda bile hâlâ gözümün önündedir.

Yazılarda şu göze çarpıyor: Böyle bir hayat başlangıcından ve aile ortamından sonra bazı kişiler/yazarlar tamamen kötümser olurlar ve yazdıkları yazılar sertleşir, psikolojik olarak daha katı olabilirler. Soseki’de ilginç bir dinginlik var sanki. Fakat kırgın bir dinginlik bu: “Her çan sesinde tıpkı çocukluğumdaki gibi yapayalnız hissederim kendimi. Değişen, sanki mevsim değil ben olurum. Soğuyan, sanki hava değil çocukluğum olur.”.  Kitabın adındaki gibi, kendiyle hayat arasına bir duvar çekiyor yazar ancak bu duvar betondan değil, camdan. Böylece hem hayatı bir yönüyle görüyor, yakalıyor hem de hayata tamamen karışmıyor: “Ben de yeryüzünde yaşayan milyarlarca insandan biri olduğum için onlardan tamamen kendimi soyutlayarak yaşamak mümkün olmuyor ne yazık ki!...”. Bir de onu sürekli rahatsız eden kronik hastalıkları bu cam duvarın haklı sebebi olmuş olabilir: “‘Kronik’ kelimesinin anlamını bilmeyen, sonuçlarından endişe duymayan, sıradan ölümlüleri çok kıskanıyorum.

Japon yazarların kurgu eserlerini sevdiğim kadar kurgu dışı eserlerini de okumayı seviyorum. Deneme veya anı olması fark etmiyor, bir Batılı yazarın denemelerini okumaktansa Japon yazarlar bana daha yakın geliyor. Bunu Tanizaki’de yaşamıştım, Soseki’de de aynı duyguları yaşadım. Çok fark edilmiyor bizim ülkemizde ancak bu denemeler önemli bakış açıları kazandırıyor okuyucuya.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Merak ederiz çünkü anlamakla zenginleşiriz

"Benim mizacım pek çok çocuksu özelliği barındırdı kendisinde, pek çok merak duygusunu ve oyun dürtüsünü, boşa zaman harcamaya yönelik pek çok hevesi barındırdı."
- Hermann Hesse, Bozkırkurdu

Bir çocuğun kendini izah etmeye başlaması “ne?” sorusunun en sık duyulduğu dönemi işaret eder. Mesela önce göğü sonra bulutu gösteren çocuğun “bu ne?” sorusu bir meraktır. Cevabın bulut olduğunu işitip ikinci ve belki de insanın varoluş mücadelesine geçtiğini belli eden asıl soru gelir: “Neden?

Neden sorusunu karşımızdakine yöneltmemizin ardında bilmek isteme kaygısı yatar. İnsan neyi bilir, neyi bilmek ister, bildiğiyle ne yapar gibi sorular bunun peşi sıra, biraz da olgunlaşma dediğimiz dönemle birlikte ortaya çıkar. Yani biz insanlar aslında soru sorarak bir yol inşa ederiz yahut merdiven. Kurduğumuz yolda ilerledikçe yeni sorular ve yeni cevaplar karşımıza gelir. Elbette bu sorular düşüncelerimizle, fikirlerimizle ve yorumlarımızla gittikçe dallanıp budaklanır. İşte bu çatışma ve karışma hâli her ne kadar yorucu gibi gözükse de burada bizleri merak duygumuz zinde tutar. Merak ettikçe zinde kalırız. Soru sordukça insanlığımızı taçlandırırız, cevap buldukça bu taç daha da zenginleşir. “Kabını doldurmak” dediğimiz hâl işte bu hâldir. İnsan basamakları kabını doldurarak çıktıkça ağırlaştığını fark eder. Bu esasen anlamı arama yolunda lezzet verir. Keyif ise soru sormayan insanların en çok hissettiği şeydir. Geçicidir ve dünyevidir, burada kalır. Öteye varmaz. Çünkü cevaplar oldukça yapaydır. Tıpkı içinde yaşadığımız ve merak duygusunu gittikçe kaybetmemize vesile olan çağ gibi. Behçet Necatigilçok çiğ çağ” diyordu evet ancak İsmet Özel bizi her zaman diri tutmaya çağırıyordu bu çağda: “Merak bir devrimcinin hazırlığıdır.

Grimm Kardeşler’in Masalları, Binbir Gece Masalları ve İlahi Komedya, Alberto Manguel’in merakı enine boyuna tartışmaya açtığı kitabında aynı masada oturan birer arkadaş gibidir. Hatta hepsi aynı kişi de olabilir. Yazarın kitabında en çok üzerinde durduğu hikâye ve hikâye anlatma sanatı, günümüzde tartıştıran ve çatıştıran düşünce dünyasına nazaran birleştiren ve bütünleştiren bir özelliğe sahiptir. Hikâyeler de merakla ortaya çıkan ve hakikati anlatırken “yalanla süslenebilen” bir sanat türüdür. Buradaki yalan abartı bir söylem olabilir ancak Manguel’in açıklaması oldukça gerçekçi: “Bir okur olarak, hikâye edilen şeylerin ötesinde, bir iyilik perisinin ya da kötü kalpli kurdun varlığına inanmadan da bir hikâyenin anlamına inanma konusunda hak iddia ediyorum. Hakikatlerine inanmam için Kül Kedisi ve Kırmızı Başlıklı Kız’ın gerçek olması gerekmez...Bizi ikna eden, hikâyelerdir.

Dante’yi rehber ediniyor kendine Manguel. Onun sorularıyla yol kuruyor ve cevaplar arayarak ilerliyor. “Asıl hikâye”yi merak ederek. Çünkü: “Neler olup bittiğini anlatmaya çalışırız ama kelimelerimiz hep yetersiz kalır ve pek çok başarısızlığın ardından, gerçeğin doğru bir versiyonuna en yakın benzerliğin sadece uydurduğumuz hikâyelerde bulunduğunu öğreniriz.

Dilimize çevrilen bu kitaplardan sonuncusunun adı Merak. Sokrates’in “Kendini tanı” öğüdünün yanına Montaigne’nin “Ne biliyorum?” sorusunu ekliyor Manguel. “Merak nedir?” sorusuyla başlayıp “hakikat nedir?” sorusuyla bitiriyor kitabını. Okuyucuyu cesur ve sürükleyici bir okuma serüvenine davet ediyor. İlginçtir ki bir şeylere merak duymak da aslında kişinin insanlığa yönelmesine bir davettir. Merak duyarız çünkü insan oluşumuzu anlamlandırmak ve bu dünyaya neden geldiğimizi bilmek isteriz. Bilme gayretimiz bizi her seferinde yapaydan doğala doğru götürür. Çünkü merak insan hayatındaki en doğal duygudur; has, temiz ve kalıcıdır. Zor kazanılır, kolay yitirilmez, sadıktır. Tüm sanatların ve dolayısıyla sanatçıların annesidir merak.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

10 Kasım 2020 Salı

Alçaklığın evrensel talihi: işler neden rast gidiyor?

Cennete, kapıyı kırarak giremeyiz.
- Murat Menteş (Diken, 27.01.2015)

Kötülükle arasına mesafe koyamayanların, alçakların, karanlığın tarafında yer alanların bir gün mutlaka layığını bulacaklarına hepimiz inanırız. Çok azımız hariç, mücrimin önünde sonunda kımıltısız bir cesede dönüşeceğinden, hiç değilse yaşarken çürümüş bir kumaştan farksız olacağından şüphe duymayız. İnancımız bizi ayakta tutar. Üç beş sarsılmaya aldırış etmeyiz bile. Nasıl olsa alesta bekleyen ilahi adalet ya burada ya da kendi huzurunda tecelli edecektir. Umursamazın, gammazın, alçak ve kötünün, ihanetle arasından su sızmayanın yaptıkları yanına kâr kalmayacaktır. Alçaklığın evrensel tarihi bize bunu söylüyor.

Tarih bunu söylerken yepyeni bir soruyu görmezden geliyor. Alçakların, hodbinlerin talihlerinin neden hâlâ rast gittiğini cevaplayamıyor. Veya arada kalmışlık hissi bu sorunun ve cevabının arasına mermiler, gürültüler, ölümler ve öldürmeler, yanlı kararlar, paktlar, uzlaşmalar sokarak işi uzun tutuyor. Arada kalmışlık hissi, yani ılık suya elimizi daldırdığımızda her iki ısıyı da hissedip hangisinin baskın olduğunu anlamlandıramama durumu. Tarihin çıkmazı belki de budur. Bu çıkmaza rağmen yaşamak, hâlâ kalanlar için bir ıstırap sürecidir. Ölünceye kadar oynanan oyunlardan bir oyundur. Ve maalesef yaşamak, komplocuların, bir koyup beş alanların ustaca oynadığı, sıklıkla galip geldiği bir gölgeler oyunudur.

Alçaklıktan bahsederken olabildiğince naif bir tanımlamadan söz ettiğimiz anlaşılmasın. Yolunu şaşırmış, karakterinde tahribatın olduğu kimselerin yaptıkları mezalim duruştan söz etmiyoruz. Her eli kanlı şiddet yanlısı gasp etme, musallat olma hatta cana kıyma gibi cürümleri kolayca işleyebilir. Olağandır. Sözünü ettiğimiz alçaklık, alçağın hedef gözetmeksizin, etik kaygıları bertaraf ederek giriştiği düzenbazlığın, kurnazlık ve aldatmanın bütünüdür. Dahası, bu tutumunu sürekli hale getirmesi, uluslaştırması, ırksallaştırması, sistemleştirmesidir. Eğer bir çeşit mutluluk rüzgârına kapılmış giderken olur olmadık bir anda başımıza iş açılıyor, elimizde avucumuzda ne varsa yitiriyorsak kaderin cilvesine değil, bir alçağın kurduğu tuzağa kapıldık demektir.

Alçaklığın evrensel tarihi insanlığın öz bilgisine eriştiği ilk andan beridir var. Jean-Jacques Rousseau'cu görüş, meseleyi bir toprak parçasını çitle çevirenin iddiasına kadar götürür. Bir çit, ilk alçağı idealize etmiştir. Çelişki, su götürmez bir gerçeğe kaşla göz arasında dönüşmüştür. Benzer şekilde, İbn Haldun’da da bu tasavvuru farklı metaforlarla görürüz fakat kaderin cilvesidir ki İbn Haldun’u garbın literatüründe göremeyiz. Alçaklık, dar bakış açısına buyur edeceği kimseleri ince elemez, sık dokumaz. Görmeyi arzu ettiğini görür. Alçaklığın evrensel talihi, bir noktadan sonra Westphalia modeline uygun olarak işler. Uluslaştırmaktan kastım da tam olarak buydu. Ortadoğu coğrafyası, 2011 sonrasında yine Whesphalia’ya uygun şekilde tanzim edilirken alçaklık da kurulup serpileceği sofrayı hedef gözetmeksizin hazırlamış oldu. Alçaklığı yirmi ana madde ile tasavvur edeceğiz, ancak uzlaşıyı ve kamusallaştırmayı -barış ve sükûnet anlamına gelen hesuschiayı gerektiren medeniyet, alçakların elinde yalnızca elde edilmek istenene uygun olarak tasarlandı. Vazdalizmi önceledi. Kötülük, kendisine çamur iken şekil verenin, şekil verirken ruh üfleyenin, ruhuna uygun olarak sömürenin elinde arkaik fakat her daim güncellenerek lanetlemelerle, katliam ve el koymalarla kâr kaldı. Dolayısıyla arzu, alçağın ve hodbinin kılığına girdi. Alçağın ve alçaklığın tanımını yaparken sizler de tarihteki olan bitenleri tasavvur edin, isim vermesek de hangi ulus-bayraklara denk geldiğini tahmin edin. Böylece işlerinin neden rast gittiğini kavrayabiliriz.

Alçaklık 1: Alçak, elde edecekleri uğruna kitlesel yok edişleri reva görür. Yazılı bir tarihe değil, yazılabilir tarihe biat eder.
Alçaklık 2: Alçak için ganimet, tabiatın herkes için adil dağılımla verdiklerini kendi hissesine geçirmesi için göz kamaştıran sebeplerden bir sebeptir. Elde edeceklerinin hırsı, elden çıkaracaklarını basitleştirir, değersizleştirir.
Alçaklık 3: Alçak için kutsiyet, ancak ve ancak yapmayı tasarladığı alçaklığın değirmenine su taşıyorsa saygıya değerdir. Kof bir inanç, güçsüzlük alametidir.
Alçaklık 4: Alçak, kolayca kazanmanın değil herkesin görebileceği ölçüde bir mücadelenin yanlısıdır. Haklı gösterilmek yerine haklı görünmek alçağın meziyetidir.
Alçaklık 5: Alçaklık, bir an için kendisine inananları doymaz iştahına kurban eden sürekliliğin adıdır. Bir defaya mahsus olan, kötülüktür. Alçaklık, melanetlerin sürekli olarak zuhur etmesidir.
Alçaklık 6: Alçaklıkta kendi halindeki naifin, saf olanın rızkına çullanmak olağandır. Alçak olan, çullanırken kendisine karşı direnenleri gözünün yaşına bakmadan yok eder.
Alçaklık 7: Alçaklık, kendisine meşru zeminler “oluşturup” zarar vermeyi önceler. Bu öncelik, kurbanın bir anlık kusur veya boşluğu bulunduğunda kusursuzca uygulanır. Alçak için aldanmak veya boşluk vermek, galebe çalmaya yeter sebeptir.
Alçaklık 8: Alçak olan, ahlâki değerleri veya evrensel yasaları yalnızca alçakça davranmasına icazet verecekse kaale alır. İnançlar, suistimal edildikçe kıymete biner.
Alçaklık 9: Alçaklığın nezdinde dürüstlük, hilesine sadık kaldıkça geçerlidir. Hileli alçak, dürüsttür.
Alçaklık 10: Alçak olan, bir öncekinden daha kayda değer kötülük yapmadıkça kendisine olan saygısı yerine gelmez. Alçaklık büyüyerek, güçlenerek var olur.
Alçaklık 11: Alçağın nezdinde zafere giden yolda kaybedilen her şey ufak tefek kayıplardır. Aslolan, yutarak büyümek, iktidarı sağlama alabilmektir.
Alçaklık 12: Alçak olan, kendisini var etmek için kazanca tamah eden yeni tipolojiler icat eder. Onlarsız bir hiç, onlar varken ilahlaştırılacak bir güç gibi olur. Bilinçsiz bir hazıra konucu, iyi bir alçağın yükselmesi için nimettir.
Alçaklık 13: Alçak, zanaatıyla yaşam sevinci üreten ve böylece ilkeli bir şekilde yaşayanları kendi zalimce himmetlerine muhtaçlar hâline getirir.
Alçaklık 14: Alçaklık, konfor ve tatmin duygusu uğruna başka her şeyi gözden çıkarmaya hazırdır. Gözden çıkanlar, alçaklığın kontrolü dahilinde azat olunur.
Alçaklık 15: Alçak, kurulu bir sofra varsa kurulup sömürmek; yoksa, bir sofra kurarak sömürmek ister. Gökten icazet alarak veya yeryüzünün beyhudeliğine inandırarak sofrasını kurar, kurulu sofraya yerleşir.
Alçaklık 16: Alçak, kendisinden daha alçakça davranan bir başkasını yutmadan serpilemez. Tekelleşmek, alçağın nazarında yegâne maksattır.
Alçaklık 17: Alçak, arzunun kendi ruhunda iktidar olmasına razı olur. Cesareti yaratmak yerine, yaratmanın cesaretine kapılarak inandığını yapmaz, sıklıkla yaptığına inanır.
Alçaklık 18: Alçaklık, gözü pek olmayı durum ancak lehine dönmeyecekse kof görür. Aksi durumda tüm gözü pek hamleler alçağın kibrini okşar.
Alçaklık 19: Alçaklık, her gözü pekten çıkmaz, ancak her alçağın içinde hain bir gözü peklik barınır.
Alçaklık 20: Alçak, kazandıklarıyla başı dönen, minnet duygusundan yoksun olan ve geldiği noktadan geriye bakmayı kabahat görendir. Kazandıkça kazanmaya odaklı bir tüccardır o.

Alçaklığın evrensel talihi bu yüzden yaver gidiyor, işleri tam da olması gerektiği gibi ilerliyor. Kâh siyah ırkın lanetlenmesi için tarihi Eski Ahit’e götürüp Kabil’in soyuna bağlıyor; kâh da yeni bir dil peyda ederek ortak sömürge tarihinin meşruiyetini ilan ediyor. Yetmiyor, bu alfabeyi bir başka kavmi yok saymak için kullanabiliyor. Yerli halkı lağvediyor, kanlı tarihin izlerini bir kez bile anmıyor. Coğrafi keşifleri legal, bu esnada katledilen binlerce insanın hatırlatılmasını illegal addediyor. Devrimler, önce kendi evladını tükettiğinde alçak sessiz kalıyor, kendisine karşı yükselen her sesi kısmak için ise türlü melanetleri derhal uyguluyor.

Bu döngü ve daha bir yığın hadise tarih boyunca ufak tefek aksamalar dışında işlerin tıkırında ilerlemesini sürdürürken alçağın bu dünyada emeline ulaşmasının önünde henüz kayda değer bir engel oluşmuyor bile. İşler, alçak nezdinde şimdilik rast gidiyor. Çünkü şiddet, alçak için bir lükstür. Benzer şekilde, lüks de bir şiddettir. Jorge Luis Borges’in işaret ettiği gibi, iyi bir köle oldukça pahalıdır ancak onlar da o kadar değer bilmezdir ki hastalanıp ölebilirler. Bu nazar, alçağın dünya tasavvurunu ifşa eder. Oysa bizler, yani alçağın dünyasındaki ötekileştirilen lanetliler, görülen ve görülmeyen bütün alçaklar karşısında duruyoruz. O kadar yalnızız ki, neredeyse çağdaşımız yoktur, herkes ölüdür. Yine de canla başla raks eden dervişlerimiz diri, halaya duran kızlarımızın feri belirgindir. Ötelerde mutlaka, fakat bu dünyada da akıbetlerine merak döllüyoruz.

Hüseyin Hakan
twitter.com/huseyinhakann

8 Kasım 2020 Pazar

Kahraman olma hakkı ya da vatana sahip çıkma derdi

Okumak, bir keşif hissi de doğuruyor failinde. Kitap kitabı çağırıyor. Ve böyle devam ediyor ya da etmesi gerekiyor. Öte yandan okunması gereken çok fazla kitap var. Bu gereklilik de bir zorunluluktan öte arzudan besleniyor. Ama bir yerden sonra da bir okuma düzeni kaçınılmaz şekilde klasiklerden besleniyor. İyi metinler, sanki herkesin okuduğu kitaplar oluyor. Dostoyevski okumayan ayıplanıyor, Tolstoy’u bilmeyen garipseniyor. Sanki bir yola zorla itilmek gibi. Bu, zararsız bir baskı gibi dursa da keşif hissini, arama dürtüsünü törpülüyor. Güdüsel bir okumaya dönüşüyor eylem. Ve sonuç; değişik tatlardan, kalemlerden uzak bir düzene esir olunuyor.

Yukarıda anlattığım durum Roy Jakobsen’in Oduncular kitabını okurken aldığım lezzete bağlı olarak düştü zihnime. Türkçe’ye çevrilmiş birçok eserine rağmen bu kadar duru bir kalemi tanımamaktan hayıflandım mesela. Hatta kendi kendime de üzüldüm. Norveç dolayısı ile de İskandinav edebiyatının yaşayan en önemli yazarlarından birini tanımamak ve hiç okumamak hem de bu kadar duru ve bu duruluğun altında derin bir his barındırmasına rağmen.

II. Dünya Savaşı’na dair anlatılar çoğunlukla Almanya, Rusya ve sonunda Amerika etrafında toplandığından elli milyon insanın öldüğü bu savaşın en uç bölgeleri hep ihmal edildi. Ya da biz öyle zannettik. Düşünsenize bu savaşın İskandinavya kısmına dair ne kadar bilgiye sahibiz? Bugün Dünya’da en müreffeh ülkeler olarak kabul edilen kuzeyin en beyaz ülkeleri Norveç ve Finlandiya’nın bir vakitler savaştığını, Rus ordularının Norveç’e ulaştığını ve buralarda da nice acıların yaşandığını biliyor muyuz? Uzmanı değilsek hayır. Edebiyat bu yüzden büyük şans işte. Tarihin akademik ve soğuk yüzünün, ilgilisi değilseniz sizi kendinden uzak tutan anlatısı, bahse konu bilgilere ulaşmayı mümkün kılmaz iken bir gün okuduğunuz minicik bir kitap size tam da bu gerçekliği oldukça canlı şekilde anlatıyor. Örnekleri çok ve belki de tarihçi kimliğimizle buna örnek eserleri bu platformda zaman zaman paylaşacağız sizlerle.

Oduncular’ın ana karakteri Timmo. Aslına bakarsanız bir kahraman da değil. Alelade biri. Akılda kalması zor. Oduncu. Vazifesi, hatırlaması zor isimli köyünün (Suomussalmi) odun ihtiyacını karşılamak. Kaldı ki romandaki üçüncü düşman da öldürücü kış. Diğer ikisi Fin ve Rus ordusu.

Oduncular sadece 125 sayfa, hem de her şeyi ile. Ve 125 sayfada II. Dünya Savaşı’nın en soğuk yüzünü, iki farklı ordu tarafından işgal edilişini, kuzey kışı denen beyaz ve soğuk cehennemi anlatacak, üzerine de vatan, ev, yuva, halk ve dahi aidiyet hislerini sonuna dek hissettireceksiniz. Zor iş. Ustalık ister. Ve Jacobsen bunu sonuna dek becermiş.

Oduncular tam ortasından başlıyor hikâyesini anlatmaya. Kendinizi doğrudan masalsı bir gerçekliğin içinde buluyorsunuz. Aralık ayında Ruslar karşısında geri çekilen Fin ordusunun yakıp yıktığı dört bin kişilik Suomussalmi köyünden/kasabasından kimse kalmamıştır geriye. Ama Timmo ve donmuş ormanların sessizliği buraya sahip çıkmıştır.

Herkes gittiğinde geriye kalan yirmi kadar evin ahalisinin buradan ayrılışı ile başlar zaten öykü. Hepsi de Timmo’nun burayı terk etmesini ister. Okurken, onun oradan ayrılmasını isteyen her kasaba sakinin gerekçesini gözleriniz dolarak hissedersiniz. Mesela tüccar Antti’nin gitme gerekçesi şu kısacık cümledir: Evimi yakacaklar (Ruslar) ve ben bunu görmek istemiyorum.

Timmo her gidene sorar; dönecek misiniz? Nedenini anlamasanız da sanki orada kalıp kasabayı korumak için kendine sebepler arar gibidir. Dönecekleri için kasabaya sahip çıkmalıdır, hayatta kalmalıdır.

Oduncular incelikli bir hikâye. Bir kış gecesini sizin için kuzey ışıklarına kavuşturacak ve bilhassa savaşın en çaresiz yüzünü hiçbir ajitasyona başvurmadan ama yüreğinize usul usul işletecek bir metin. Kısacık bir öyküye, zaman dilimine roman dedirten her bir ayrıntı Jacobsen’i okuduğu için okuyucuya çokça şükrettiriyor. 19. Yüzyıl Rus Edebiyatı’nın bir döneme dair canlı anlatımının birçok benzer noktasını burada okuyor ve aslında benzer acıların benzer anlatılar doğurduğuna şahit oluyorsunuz. Hatta Gabriel Garcia’nın Kolombiyası’nın acı dolu hikâyesinin Yüz Yıllık Yalnızlık halinin büyülü gerçekliğini en soğuk, en sessiz ve en donuk haliyle burada okuyorsunuz. Güzel haber şu ki; Jacobsen’in daha birçok metni Türkçe’ye çevrilmiş durumda. Eminim ki okuyan ve tanıyan için bu güzel bir haber olacak.

Son söz Jacobsen ve Oduncular’ın;

"Hiçbir yerde ışık yanmıyordu, kum gibi kuru karlarda tek bir ayak sesi duyulmuyordu, konuşmalar yoktu, köpek havlamaları yoktu, tepinen ya da burunlarından soluyan atlar yoktu, kasabanın sesleri sönüp gitmişti ve her şeyden önemlisi bacalardan duman çıkmıyordu; dört bin nüfusun ve en az bir o kadar hayvanın yaşadığı kasaba birkaç saat içinde, insanlarla hayvanların yaratılması düşünülmeden çok önceki zamanlardan beri buradaki ormanları kasıp kavuran buz gibi soğukta omuz omuza verip soluklarını tutarak bekleşen boş ağaç kabuklarına dönüşmüştü."

Galip Çağ
twitter.com/caggalip

7 Kasım 2020 Cumartesi

Esas fırtına insanın içindedir ve bunu çocuklar iyi bilir

Tam adıyla, Richard Arthur Warren Hughes’un kitabı Jamaika’da Bir Fırtına, Jaguar Kitap tarafından yayımlandığında dikkatimi ilk ismiyle çekmişti. Açıkça söylemek gerekirse isimdeki fırtına kelimesinin mecazî bir anlamda kullanıldığını düşünmüştüm ancak kitabın kırılma noktasını belirleyen şey tam olarak, gerçekten çıkan, ortalığı yıkıp geçen bir fırtınadır. 

1800’lerin ortalarında, Bas-Thornton ailesi İngiltere’den Jamaika’ya taşınır. Her ne kadar köleliğin yasaklanmasından kısa bir süre sonrasının romanı olsa da kölelik ya da ırkçılık etkisini hâlâ sürdürür o dönemde (öyle ki Avrupa’dan Jamaika’ya taşınan Avrupalı ailelerle Jamaika’da doğan Avrupalı aileler arasında bile bir fark hissettirilir romanda). Kendi hallerinde yaşamlarını sürdüren Thornton ailesi bulundukları Ferndale bölgesini yıkıp geçen fırtınadan sonra (bir yerin tropikal özellikleri arazinin şeklinden değil de bitki örtüsünden anlaşılır, ama şimdi bütün bitki örtüsü kilometreler boyunca ezilip posa haline gelmişti… Görünürdeki tek canlı bir inekti ve onun da boynuzları kopmuştu) beş çocuğunun Jamaika’da daha fazla bulunmasını, o şartlarda büyümelerini istemezler ve onları İngiltere’ye gönderme kararı alırlar. Bu gönderme kararına Jamaika’da bulunan başka bir Avrupalı aile de iki çocuğunu göndererek katılır. En büyükleri 13-14 en küçükleri ise 4 yaşındaki çocukları bir gemiye bindirip İngiltere’ye yollarlar fakat bir süre gittikten sonra çocukların bulundukları gemi korsanlar tarafından ele geçirilir. Çocukların yaşamı da bu noktadan sonra değişiklik gösterecektir. Öyle ki daha sessiz sakin bir şekilde yol aldıkları gemilerinden korsanların guletine geçtikten sonra bir takım olumsuz olaylarla karşılaşacaklardır. Aslında korsanların gemisinde de çocukların hem kaptan Jonsen’le hem ikinci kaptan Otto’yla araları iyidir. Silahları bulunmayan ve bir korsan gemisinden görece farklılıklar içeren bu geminin mürettebatı da çocuklara karşı genelde olumlu bir tavır içindedirler ancak her çocuğa karşı değildir bu olumlu tavır. Gerek erkek cinsiyeti üzerinden çocuklara (özellikle yaşı büyük olanlara) bakış açısı gerekse de şiddet olaylarının anlatılması, kitabın yayımlandığında tepki çekmesine sebep olan ögelerindendir. Şiddet kavramı üzerinden ahlâk, vicdan gibi sorgulamalara girişen yazar, çocuklar üzerinden masumiyet kavramını kullanarak iyi-kötü kavramlarını çatıştırır. Bunu bazen basit bir şiddet olayıyla bazen de daha komplike bir şekilde gerçekleştirir.

Jamaika’da Bir Fırtına 1929 yılında yayımlandığında ülkede ciddi sayılabilecek bir etki yaptı demiştim. Sineklerin Tanrısı gibi kült bir esere de ilham kaynağı olan kitap tartıştığı fikirlerle dönemine damga vurmuştur. Kitap yer yer psikolojik roman özelliklerini de gösterir ancak bu durum çok belirgin değildir. Olayları genelde görünen yüzüyle gösterip, o görünen kısım üzerinden tezlerini savunan yazar çocukların iç dünyalarına az yer vermiştir. Kitabın ana kahramanlarından 10 yaşındaki Emily’nin bile psikolojisini detaylı irdeleseydi, eser çok daha başarılı olacaktı.

Gemide küçük bir distopya ortamı oluşturan Hughes küçük karakterlerinin çocuklukla ergenlik arasındaki çizgide gidip gelmelerini başarılı bir şekilde işlemiş diyebiliriz. Özellikle daha çok diyaloga yer verdiği kahramanların kişilik gelişimlerini irdelediği yerlerde görürüz bunu. Zaten üzerinde durduğu kavramları (ahlâk, vicdan vb.) çatıştırırken çocukların bu büyüme hâlinden iyi yararlanmış. Fakat Sineklerin Tanrısı’ndaki gibi salt iyi veya salt kötü olma durumu burada çok belirgin değil. Kült yapıt Sineklerin Tanrısı’ndan daha mı aşağı bir eser diye soracak olursak, buna evet diyemem. Sadece daha az detaylı ve biraz daha durgun bir eser diyebilirim (Sineklerin Tanrısı çok bilinen bir eser olduğu için bu kitapla kıyaslıyorum).

Birkaç olumsuz gördüğüm noktaya değineyim: Olay geçişleri ve vurucu olaylar çok keskin gösterilmiş romanda. Yani gelecek olan olay hissettirilmiyor. Olayın alt yapısını hazırlama konusunda anlatım başarılı değil. Aynı şekilde daha önce değindiğim gibi sadece çocukların değil, baş kahramanlardan kaptan Jonsen’in de psikolojik durumu pek irdelenmemiş. Bunlar da olsaydı kitap zaten bir üst seviyeye çıkardı. Bir de çocuklardan biri, baş kahraman Emily’nin ağabeyi John’un başına gelenler ve sonrasında o olay hiç olmamış gibi davranılması, kekremsi bir tat bırakıyor okurda. Bunların dışında ele aldığı konuyla beraber, bir macera romanı olarak değil daha ciddi sorunları irdeleyen bir roman olarak görülmesini tercih ederim Jamaika’da Bir Fırtına’nın.

Aslında başlangıç olarak, özellikle kırklı sayfalara kadar çok bir şey vaat etmeyen romanın, 20.yy İngiliz Edebiyatı’nın önemli eserlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Emin Yaşar Sınır’ın çevirisinde de bir problem yok. Kendini okutan ve edebiyatın hemen her alanında eser vermiş yazarın diğer eserlerini de merak ettiren bir kitap olarak görüyorum Jamaika’da Bir Fırtına’yı. 1965’te sinemaya da uyarlanan eser, çocuk kahraman(lar) kullanılarak oluşturulan yapıtların en iyilerinden belki de.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Feraset sahibi bir Kâdirî psikologtan irfanî çözümler

"Darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren ve başındaki sıkıntıyı gideren..."
- Neml, 27/62

Zaman zaman ülkemize gelseler de bizden çok uzakta yaşayıp bizimle aynı hassasiyetlere sahip insanlar biliriz. Onları tanımak için ya bir kitaplarının dilimize çevrilmesini bekleriz ya da en az bizim kadar okumaya meraklı kimselerin onlara dair paylaşımlarını. Muhyiddin Şekur ve William Chittick böyledir benim için. İlk kitabıyla karşılaşana kadar Malik Bedri ismini de bilmiyordum. 2012'de Düşünme: Gözlemden Tanıklığa, 2018'de Müslüman Psikologların Çıkmazı ve 2020'de Müslüman Bir Psikolog'tan Psikososyal Çözümeler adlı kitapları Mahya Yayıncılık etiketiyle meraklılara sunuldu. Özellikle Müslüman Psikologların Çıkmazı kitabıyla birlikte "nihayet" Müslüman hassasiyetlerini dünyanın neresinde görev alırsa orada korumuş, danışanlarına bu hassasiyetler eşliğinde yardımcı olmaya çalışmış biriyle tanışmış oldum. "Batılı değerlere göre eğitim alan Müslüman psikologlar öğrendikleri bilgileri kendi toplumlarına uyguladıkları zaman, ortaya ciddi sorunlar çıkmaktaydı; ya öğrendikleri yanlıştı ya da Müslümanların büyük çoğunluğu." diyordu.

Çocuk psikolojisinden Amerikan kültürün yeryüzünü hegemonya altına almasına kadar çok kritik konularda önemli bakış açıları kazandıran, entelektüel bir zihin Malik Bedri. 1932'de Sudan'da doğmuş. Doktorasını İngiltere'de yapmış. Arap Ülkeleri ve Sudan'da çalışmış, Hartum ve Cuba gibi çeşitli üniversitelerde dersler vermiş. Uluslararası Malezya İslam Üniversitesi'nde İslam Düşüncesi ve Medeniyeti Enstitüsü'nün dekanlığını yapmış. Bir süredir İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi'de ders vermeyi sürdürüyor. Hem öğrenciler hem de okurlar onu tanıdıkça seviyor, düşünceleri karşısında etkileniyor ve bir Müslüman olarak koruduğu tavrı ve bunu mesleğine yansıtma biçimini takdirle karşılıyor. Şuraya Müslüman Psikologların Çıkmazı kitabının hikayesini almazsam olmaz: "1976 yılında Amerika’ya davet edildiğimde (İİİT’nin Müslüman Sosyal Bilimciler Cemiyeti beni çağırmıştı)  Müslüman Psikologlar Kertenkele Deliğinde başlıklı bir sunum yaptım. Bunu Peygamberimizin "Sizden öncekilerin yolunu takip edeceksiniz" hadisinden aldım. Peygamberimize "Onlar Yahudiler ve Hıristiyanlar mı?" diye sorulunca "Onlardan başka kim?" cevabını verdi. Bu sunum Amerikalı Müslüman psikologlar ve diğerleri üzerinde büyük bir etki yaptı. Hatta onlardan birisiyle aramızda yarım asırdan bu yana dostluk vardır. Bana "Senin araştırmanı okuyunca kertenkele deliğinde olduğumu anladım" demişti. Sonra görevinden istifa etti ve İslamî psikolojik danışmanlık alanında uzmanlaştı. O şu anda hayattadır ve İslamî psikolojik danışmanlık alanında önemli bir kitap da yazdı. Bu sunumdan sonra bazıları bu yönde düşünmeye başladı. Daha sonra bu konferans Müslüman Psikologların çıkmazı isimli kitabımızın esası oldu ve 1978 yılında Londra'da basıldı."

Malik Bedri ile 1995'te tanışan ve eski bir öğrencisi olan Ömer Awass, 2002 yılında hocasına ulaşıyor ve internet üzerinden özellikle Müslümanların ruh sağlığına dair sorularını cevaplandırması konusunda ondan yardım istiyor. Çünkü en doğru ismin hocası olduğuna inanıyor. Dolayısıyla Psikososyal Çözümlemeler'de 'çağın hastalığı' denen ne varsa hepsine dair sorular ve cevaplar bulunuyor. Bazı konu başlıkları: Özgüvensizlik, zihin-beden ilişkisi, İslam ve psikoloji, anksiyete, batılı çocuk psikolojisi, ibadet konusunda isteksizlik, inancın insan hayatındaki etkisi, dini konularda obsesyon, mizaç, bağımlılık, parapsikolojik olaylar, cinler ve musallat, farklı kültürlerden gelen insanların evlilikleri, gelin-kayınvalide anlaşmazlıkları, eşcinsel eğilimler, suçluluk duyguları, rehber eksikliği...

Malik Bedri; hadislerin, tasavvufun ve zamanımızdan çok daha önce ilimleriyle bazı ilkleri insanlığa sunmuş kimselerin önemini vurguluyor daima. Ebû Zeyd el-Belhî'nin (ö. 322/934) beden ve ruh sağlığının korunması içeren yazılarından oluşan Mesalihu’l-Ebdan ve’l-Enfüs adlı kitabı, Gazzâlî'nin (ö. 505/1111İḥyâ'sına sık sık dikkatleri çekiyor. Zekeriyyâ er-Râzî (ö. 313/925), İbn Sînâ (ö. 428/1037) ve İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 751/1350) gibi âlimlerin, bilginlerin, sufilerin şimdi yeni keşfedilmiş gibi sunulan çözümleri asırlar önce bulduklarını hatırlatıyor: "İbn Kayyim el-Cevziyye ve Belhî gibi erken dönem Müslüman âlim ve hekimler, insanın ruhuyla girdiği bu içsel diyalogların şahsiyeti şekillendiren asli unsur olduğunu burgularlar. Üstelik bu olumsuz düşüncelerin bazılarının, fark edilemeyecek şekilde hızlı ve sinsi bir şekilde bilince nüfuz eden vesveseler tarafından tetiklendiğini keşfetmişlerdir. Ancak kişi bunların ürettiği olumsuz hissiyatı tecrübe eder. Bu duyguların sürekli tekrar etmesi sebebiyle, en sonunda bunları kendi kişiliği hakkında bir kanaate dönüştürür. Erken dönem Müslüman âlimlerimiz, bu şekilde modern literatürde 'otomatik düşünceler' diye adlandıran bilişsel kavramı ortaya çıkarmışlardı. Daha sonra bu bulgu yanlış bir şekilde Aaron Beck'e atfedildi."

İnsan, işin içinden çıkamadığı zamanlarda kendini sarsan sıradan bir fikre bile teslim olabilir. Bir Müslümanın bu tip durumlarda önce Allah'la olan ilişkisinin ne durumda olduğuna bakması gerektiğini, karşısındakini hiç de yargılamadan, sadece bir tavsiye olarak sunuyor Bedri. Birkaç yıldır Allah, peygamber ve İslâm hakkında şüpheli düşüncelere (vesveselere) kapıldığını düşünen Azhar, çok sayıda psikiyatriste danışmasına ve ilaç kullanmasına rağmen bu sıkıntısını çözememiş. Birkaç âlimin, kendisine şeytanın musallat olduğunu söylemesiyle dinden çıktığını bile hissetmiş. "Bana çare olabilecek bir tavsiyeniz var mı?" diye soruyor Malik Bedri'ye. Cevabın çok küçük bir kısmı şöyle: "Senden bu obsesif bozukluğu Allah'ın verdiği bir imtihan olarak görmeni istiyorum. Bazı insanlar fiziksel hastalıklarla, bazıları fakirlikle, bazıları yakınlarının ölümüyle, senin gibi bazılarıysa psikolojik rahatsızlıklarla imtihan olur. Bilmeni istediğim en önemli şey, hissettiğin bu endişe ve suçluluk duyguları senin kuvvetli bir imanının olduğuna dair açık bir göstergedir. Allah ile olan ilişkine değer vermemiş olsaydın, bu düşünceler sebebiyle psikolojik sancılar çekmeyecektin. Hâlbuki Allah'a imanını kaybeden bir insan günahlarla dolu bir yaşamı suçluluk ve utanç hissetmeden sürdürmekten keyif duyacaktır."

Başka bir danışan, bunalımda olduğuyla başlıyor sorusuna. Günahkar bir kul olduğunu, kendisini kötü şeylerin beklediğini hissediyor. Allah'ın kendisini ve ailesini terk ettiğini düşünüyor. Bazen intihar düşüncesine kapılıyor. "Bana umut verecek cümleler paylaşın" diyerek bitiriyor sorusunu. Malik Bedri, önce ondan, alçakgönüllü bir biçimde Allah'tan af dilemesini, samimi ve tövbekâr olmasını istiyor. Ne olursa olsun, iradî olarak zayıflı gösterip de aynı hataları işlediğinde bile Allah'ın rahmet ve merhametinin sonsuz olduğunu düşünmesi gerektiğini söylüyor ve hemen bir hadisi hatırlatıyor: "Rivayetlere göre Hz. Peygamber bir defasında ashabıyla sohbet ederken, telaş içinde kaybolmuş bebeğini arayan bir kadın gördü. Sonunda bebeğini bulan anne onu şefkatle bağrına bastı ve sevinç içinde ağlamaya başladı. Bu görüntü karşısında ashap da çok duygulandı. Yüzlerindeki ifadeyi gören Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Bu annenin çocuğuna olan sevgisinden etkilendiniz mi? Size yemin olsun ki Allah, kullarına karşı bu annenin bebeğine beslediğinden daha fazla sevgi ve merhamet besler."

Müslümanların, dünyanın farklı yerlerinden yardım talep ettiği sorulara ilminin ve inancının kuvvetiyle yaklaşan bir psikolog Malik Bedri. O aynı zamanda feraset sahibi bir Kâdirî dervişi. Verdiği her cevapta "zorluktaki kolaylığı" hatırlatması bundan.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

6 Kasım 2020 Cuma

Poetik ve politik olanın gölgeleri üzerine

Kendimi bildim bileli sözlüklerden ve ansiklopedilerden çok şey öğrendim. Öğrenmeye de devam ediyorum. İlgili madde için hem tarihsel hem kültürel anlamda geniş bir bilgi ve yorum sundukları için, bu çalışmaları okurken bir yandan kafam karışır ve kendimi yetersiz hissederim: Dipnot, sonnot ve kaynakçada henüz elimin değmediği, aklımın ermediği yüzlerce çalışmayla karşılaşmak bana heyecan ve endişe verir.

Besim F. Dellaloğlu, Timaş Yayınları tarafından yayımlanan Poetik ve Politik: Bir Kültürel Çalışmalar Ansiklopedisi kitabında okuru kültürel çalışmalar yolculuğuna davet ediyor. Bu çoksesli ve çokkültürlü yolculukta günümüz dünyasına dair yorumlarını da paylaşan Dellaloğlu, kitabının kaynakçası ile okura uzun bir "okunacaklar" listesi bırakmayı da ihmal etmiyor.

Poetik ve Politik'te 28 kavram var. Bu kitapta, kimi neredeyse okullu olduğumuz ilk yıllardan beri adını sıkça duyduğumuz lakin mânâsına ermenin peşinden koşmadığımız kimi de Türkiye'de farklı kesimler tarafından politik olarak sahiplenilmiş ve o hareket ile anılan, o harekete uzak kişilerin kendisinden de uzak kalmaya özen gösterdiği kavramlardan oluşuyor. Bu yazıda kitapta yer verilen tüm kavramlardan söz etmem mümkün değil. Zaten elimdeki kitabın derinliği de bana hızlıca okuyup, anlayıp, telaşla bir yazı yazmak için uygun zemini sunmuyor. Bu nedenle ben bu yazıda, Dellaloğlu'nun kitabının ilk maddesi olan "kültür" kavramı üzerinden bir şeyler yazmaya girişeceğim.

Poetik olandan bahsederken, ilk varlık gösterdiği yerde, Antik Yunan'daki haliyle bu yazıya taşımak isterim. Poetik, poetikanın rahminden doğmuş bir kavram. Poetika, yaratma, üretme sanatı olarak biliniyor. Poetik de yaratmanın en damıtılmış halini, şiiri ve şiirsel olanı temsil ediyor. Onu elbette şiir olarak tanımlamak mümkün lakin bu yeterli gelecek mi, emin değilim. Poetik, bir söz üretmek ile derinden bağlı ve tam da bu ana damarından politik olana bağlanıyor. Artık çoğunluğun deneyimleyerek öğrendiği gibi, politika sadece meclis gibi politika yapıldığı düşünülen yerlere terk edilmeyecek kadar önemli: Yaşam, politik bir mesele. Yaşamı ve politikayı besleyen ve şekillendiren bir diğer kavram ise kültür.

Kültür üzerine düşünürken zaman zaman, lisanstayken çok şey öğrendiğim hocam Meral Özbek’in Popüler Kültür ve Orhan Gencebay Arabeski kitabının hikâyesi düşüyor aklıma. Akademinin “anlamak”tan ne kadar uzaklaştığını, değişime ne kadar kapalı olduğunu hatırlıyorum. 1980’lerin sonunda akademide yoksul kitlelerin kültürü üzerine sosyolojik bir araştırma yürütmenin ne denli zor olduğunu dinlemiştim Meral Hoca’nın derslerinde. Arabesk’in kültür ile yan yana anılması, birilerinin canını fena halde sıkmıştı. Birilerinin “kültürsüz” ilan ettiklerinin kültürü üzerine düşünmeye de o zamanlarda başlamıştım. Dellaloğlu, kitapta da bu “kültürsüzlük” suçlaması üzerinden söz söylüyor. Herder’in antropolojik yorumuyla birlikte okursak, benzer ortamlarda yaşayan, ortak alışkanlıklara sahip olan, belli bir yaşama tarzını paylaşan insanların nihayetinde ortak bir kültüre sahip olacaklarını söyleyebiliriz. Bu yaklaşım, Türkiye’de birilerini “kültürsüz” ilan etmenin önünü kapatıyor çünkü Dellaloğlu’nun da hatırlattığı gibi “yeterince ‘kültürlü’ bulmadıklarımızın da aslında bir ‘kültür’ü vardır.”. Biz kabul etsek de etmesek de…

Poetik ile Politik, şimdiye kadar üzerine düşündüğünüz ya da zihninize hiç uğramamış olan kavramlarla ilgili bir yeniden bakış denemesi. Bu denemeye elbette ve iyi ki Türkiye’de paylaştığımız kültürün gölgesi de yansımış çünkü ben Besim Hoca’nın bakış açısının okuru birçok yönden beslediğini düşünüyorum. En azından benim okurluk serüvenimde böyle. Okuru bol olsun.

Özge Uysal