11 Ağustos 2020 Salı

Anadolu'da tasavvuf, şiir ve irşad

İki cihan serveri kutlu nebi Hz. Muhammed (sav) hiç şüphe yok ki Cenab-ı Hakk’ın son peygamberidir. Bu vesileyle tek bir kavme değil bütün bir insanlığa gönderilmiştir ve yalnızca çağının değil çağlar ötesinin de müjdecisidir. Bilim insanları hem Kuran-ı Kerim’in hem de hadislerin binlerce yıl öncesinden bildirdiği nice hakikatleri bugün yeni yeni keşfediyor. Bu sebeple Kuran ayetleri ve hadisler tek yönlü okunamayacak kadar güçlü metinlerdir çünkü her çağa ve her zümreye ayrı ayrı mesajlar verir. “Şüphe yok ki bunda düşünenlere ibretler vardır.” ve “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl iz’an sahipleri bunu anlar.” ayetleri bu hakikati ifade eder. Bununla beraber bir rivayete göre peygamber efendimiz bir hadisinde; “Âlimler benim varislerimdir” buyurmuştur. Bu hadis ışığında Müslümanlar ilme ve ilimle uğraşanlara büyük bir ehemmiyet vermişler, âlimler de peygamber efendimizin ahlakıyla ahlaklanmayı ve insanları irşad etmeyi kendilerine görev saymışlardır. İşte bu irşad vazifesi içerisinde tasavvuf ve şiir büyük bir önem taşımış Horasan’dan Balkanlar’a, Arabistan’dan Endülüs’e kadar geniş bir coğrafyada şeyhler, müritler, dervişler ve şairler; gönüllerinde aşk, dillerinde şiirle halkı irşad etmişlerdir. Hoca Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş Veli, Mevlana, Yunus Emre, İbn-i Arabi, Niyazi-i Mısri, Şeyh Galip, Şeyh Hamid-i Veli (Somuncu Baba), Es Seyyid Osman Hulusi Efendi gibi pek çok sufi şair hem kâinatın sırrını haykırmış hem de halkı irşad etmiştir.

Anadolu, alelade bir yer değildir, tasavvuf ağacının nadide meyvelerini verdiği yerdir. Kılıçla fethedilen topraklarda halkın gönlünü Allah aşkıyla, hoşgörü, merhamet ve tatlı dille ve tabi şiirle fetheden Allah dostları bu toprakları İslam yurdu haline dönüştürmüştür. Yunus Emre’nin şu dizelerindeki rahmet ve koşulsuz sevgi nice aşılmaz kaleleri aşmış, geçilmez köprüleri geçmiştir.

Elif okuduk ötürü
Pazar eyledik götürü
Yaratılanı hoş gördük
Yaratandan ötürü.

İşte bu ahlak üzere kurulan Devlet-i Al-i Osman altı yüz yılı aşkın bir süre üç kıtaya adaletle hükmetmiş, İslam ahlakını hâkim kılmış ve sancağını diktiğini topraklarda pek çok kutlu hatıra bırakmıştır. Anadolu coğrafyası binlerce maddi hatıranın yanında daha çok manevi hatırayı da taşır bağrında. Hangi beldesine, bucağına, iline, ilçesine gitseniz bir mübarek sizi maneviyatıyla sarar.

Malatya’nın bir ilçesi olan Darende de Es Seyyid Osman Hulusi Efendi’nin rayihasını saklıyor bağrında. Sadık Yalsızuçanlar’ın Âşıkların Sırrı kitabına konu ettiği gazeller bu mübarek zata ait. Yalsızuçanlar’ın şerh ettiği gazeller Yunus Emre’nin, Mevlana’nın içtenliğiyle; İbn-i Arabi’nin sırrıyla haykırıyor. Yirminci yüzyılda yaşamış olan bu mübarek, şiirle irşad geleneğinin hala yaşadığını göstermesi itibariyle oldukça mühimdir. Bütün hayatını ilime, yoksullara yardıma adamış olan Osman Hulusi Efendi, şiirlerinde vahdet-i vücut anlayışını, Allah aşkını, insan sevgisini lirik bir biçimde işlemiş.

Osman Hulusi Efendi’nin soyu Somuncu Baba olarak da bilinen Şeyh Hamid-i Veli’ye dayanıyor. Kitapta Yalsızuçanlar Somuncu Baba’ya ait iki şiirin de şerhini yapıyor. Raziye Sağlam’a ait Osman Hulusi Efendi’nin hayatını anlatan Gül Kokusu adlı romandan söz ediyor, ayrıca Hacı Bektaş Veli’nin hayatından söz ediyor ve Niyazi-i Mısri ‘nin bir gazelini de şerh ediyor. Yazar, gazel şerhleri yaparken Fuzuli, Yunus Emre ve İbn-i Arabi’nin şiir ve sözlerine de yer veriyor. Kitabın son bölümünde Sadık Yalsızuçanlar’la yapılan bir röportaja da yer verilmiş. Bu röportajda yazarın sufiyane tavrını ve samimiyetini görmek mümkün.

Birkaç örnekle Osman Hulusi Efendi’nin şiir dünyasına biz de girmeye çalışalım:

Kapında devletim kullukta daim olmadır ey dost
Şükür matlubu senden gayrı ihsan olmamış gönlüm.

Cenab-ı Hakk, cennetle müjdelediği salih amel sahiplerine bir de “Onlara Rabbleri katından bir selam vardır” mealindeki ayetiyle asıl mükâfatın kendisi olduğunu bildirir. Şair de kullukta sebat etmekten daha büyük servet tanımamakta ve asıl isteğinin Allah’ın rızası olduğunu ifade etmektedir. Aynı ahlaki tavır Yunus Emre’de, “Cennet cennet dedikleri / birkaç köşkle birkaç huri / isteyene vergil anı / bana seni gerek seni” dizeleriyle kendini bulur.

Demiyledir devranımız
Dost yüzüdür seyranımız
Çekilüben kervanımız
Semt-i yara doğru gider.

Bu dizelerde Hakk dostunun her an Allah’la birlikte olduğu, baktığı her yerde onu gördüğü ve “Allah’tan geldik, dönüşümüz ancak O’nadır.” ayetinin sırrı ifade ediliyor.

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav) Mekkeli müşrikler tarafından şairlikle suçlanırken Kuran-ı Kerim’in şiirsel dili onun Allah katından olduğunun en büyük delillerinden biri olmuştur. Cenab-ı Hakk gerçeği gizleyen ve insanları sapkınlığa sürükleyen şairlere karşı Müslümanları uyarırken iman edip iyi işler yapanları ve Hakk’ı gözetenleri müstesna tutmuştur. Müslümanlar sözün kudretine inanmışlar ve şiiri zulme karşı bir silah olarak kullanmışlar. Geçtikleri yerleri yakıp yıkan Moğollar, Haçlılar geldi geçti; yeryüzünde kibirle yürüyen zorba hükümdarlar, zalim komutanlar toprak oldu ama Yunus’un “Ölürse ten ölür / canlar ölesi değil” muştusu hala içimizi ısıtmaya devam ediyor.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

9 Ağustos 2020 Pazar

Okurluk, yazarlık, çocukluk, edebiyat ve hayat

Bir öykücü olan Faruk Duman’ı ilk olarak Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur romanıyla tanıdım. Daha sonra araştırdığımda ise romanda ziyade öykü yazdığını, Can Yayınları’ndan neşredilen, ortalama yüz sayfalık birçok öykü kitabına ve daha az sayıda romana sahip olduğunu gördüm. Yazarın okuduğum ilk kitabı, öykülerini de görme isteği vermiş olacak ki, birçok öykü kitabını alıp okumaya başladım. Gerek kendine özgü dili, gerek üslûbu edebiyatımız için özgün bir yazar olduğunu hemen belli ediyordu. Daha sonra yazarın iki tane de deneme kitabının olduğunu fark ettim: Adasız Deniz ve bu yazının konusu Tom Sawyer’ın Kitap Okuduğu Kulübe. Normalde yazarların kitaplarını elimden geldiğince kronolojik sırayla okumaya çalışırım fakat bu kitap hem ismiyle hem de kitapçıda incelerken açtığım rastgele sayfalardaki konularıyla hemen ilgimi çekti. Çünkü fark ettim ki roman, araştırma, felsefe kitaplarından sonra iyi bir deneme kitabı okumayı özlemişim. Aslında bunun genel bir özlem olduğunu düşünüyorum çünkü artık edebiyatımızda salt deneme yazarlarının ve kitaplarının çok azaldığını düşünüyorum. Deneme diye okuduğumuz birçok şey anı veya araştırma tarzı kitaplardan oluşuyor. Duman’ın kitabı hem başlıklarıyla hem de bu başlıkların içeriğinin dolduruluş şekliyle tam bir deneme kitabı özelliklerini taşıyor.

Orhan Pamuk’un Manzaradan Parçalar’ını anımsattı bana Tom Sawyer’ın Kitap Okuduğu Kulübe. Orhan Pamuk da kitabında hem edebiyattan hem hayattan hem günlük işlerinden bahsetmişti. Faruk Duman da edebiyatı temel alarak okurlara kendini açıyor. Tabii ki kitaplardan yoğun olarak bahsedilen bir deneme kitabı bu ancak okurluk, yazarlık, çocukluk gibi birçok konuyu da kendi perspektifinden aktarıyor.

Bir yazarın dilinin, anlatımının, üslûbunun kaynağını her zaman merak etmişimdir. Genel olarak da şair, romancı ve öykücüler anı ya da deneme kitapları yazmadığı için bunları küçük söyleşilerinden çıkarmaya çalışırım. Faruk Duman’ın öykülerinde kurduğu o düşsel, zaman zaman gerçeküstücü, somutu bir kenara bırakıp soyutla devam edilen öykülerinin kaynağını kitabın ilk denemelerinde yakalıyor okuyucu. Psikolojideki hemen her şey gibi bunun da kaynağı, o engin deniz çocukluk:

Anlattığımız öykülere kendimizi öyle kaptırırdık ki, gece yarısına doğru akasya ağaçlarından kara gölgeler sarkardı. Bir köşede ak bir keçi peyda olur, hayvan yanımıza sokularak bir zaman sonra bizimle konuşmaya başlardı. Soluğumuzu tutarak dinlerdik onu. Bazen küçükler hafiften ağlamaya başlar, titreyerek bize sokulurdu. Onları anlatılanların yalnızca birer hikâye olduğuna inandırmak için akla karayı seçerdik. Hoş, keyfimizi kaçırırdı bu. Çünkü hikâye, üzerine titrenilesi bir şeydir; büyüsü hemen kaçıverir ve baştan alındığında asla aynı tadı vermez.

Kitabın ilk denemelerinde yazarın çocukluğunu görüyoruz. Çocukluğunda da hayale, düşsel olana ilgi duyan ve çocukluğunu, denemelerinden anladığımız kadarıyla reel dünyaya kendini kaptırmadan yaşamaya çalışan Duman’ın öykülerindeki ironik ve metaforik anlatımın kaynağı bu çocukluk yıllarıdır. Evet, her çocuk bir yere kadar adına o gerçek dediğimiz dünyadan uzak yaşar ancak bunu ileriki yıllarda yazıya dökmez. Duman iyi ki de çocukluğundaki düşseli öykülerine yansıtmış.

Araya girip bir bilgi vermek istiyorum: Faruk Duman’ın denemelerinde sadece edebiyat yer almıyor. Mesela bir kaz denemesi de kitapta kendine yer bulmuş. Bildiğimiz hayvan olan kaz. Çünkü bunun da sebebi Duman’ın çocukluğundan bahsederken o dünyanın kısmen de olsa gerçeklerinden de bahsetmesi. Kazıyla ünlü bir bölgede doğan Duman için bu hayvan hayatında bir yer etmiş olacak ki, bir deneme kitabında müstakil bir şekilde, biraz da mizahi bir şekilde yer almış:

Kaz etinin sert olduğu, destanlara geçmiştir. Kaygusuz Abdal, ‘Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz,’ diyor. Yanlış tarifle yola çıkmış olmalıdır. Yine de Kars usulü kaz başka. Yiyene, bu kutsal tadı bilene, afiyet olsun.

Kitabı, Orhan Pamuk’un Manzaradan Parçalar’ına benzetmiştim. Çünkü mezkur kitabında Pamuk klasik eserler hakkında da kısa denemeler yazmıştı. Örneğin, Dostoyevski’nin veya Stendhal’ın eserleri ilk aklıma gelenler. Faruk Duman da bu kitabında farklı yazarların öykü kitapları veya tek öyküleri hakkında inceleme yazıları yazmış. Belirtmek isterim ki bu yazılar, yazarın kitap hakkındaki öznel yargılarından ziyade iyi birer eleştiri yazıları olarak okunmalıdır. Bir örnek vermem gerekirse İnan Çetin’in Kureyş’in Kurtları kitabı hakkındaki yazısını söyleyebilirim. Ayrıca sadece eser incelemesi değil, çocukluğundan bu yana hayatında ve yazım sürecinde kendinde yer eden yazarlar hakkında da inceleme yazılarını ihmal etmemiş Duman. Bu yazılarına zaman zaman anılarını da eklemiş. Biz de bu anılar sayesinde yazarın kişisel hayatına, hadi şöyle diyelim, hayatının magazinsel yönüne daha çok dâhil oluyoruz.

Bu kitap öznel yazılardan oluşuyor. Şurası şöyle olmalı, bu fikir yanlış gibi yargılar yapılmamalı bence. Ancak Duman’a, kullandığı bazı ifadeler yönünden itirazım olacak. Dil Devrimi adlı deneme bu itirazlarıma sebep olan kısım. Her fikri savunabilir yazar, hiç sorun olmaz okurlar için ancak yapılan bir şeyi veya bir fikri savunurken hâlâ ‘gericiler’ gibi, milattan öncesinde kalmış olması gereken ifadeleri kullanması ne yazara ne denemeye bir şey kazandırır. 2015’te ilk baskısını yapmış bir kitapta (2. Baskı, YKY, 2020) görülen bu ifadeler zaten kutuplaşmış bir toplumda negatif bir etki oluşturmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Ancak maalesef, biraz da genelleyerek söylüyorum, Can Yayınları bünyesinden bu tip ‘şey’lerin toplumun bir kısmı için kullanıldığını zaman zaman görüyoruz.

Son bir noktaya değinip yazıyı bitireceğim. Günümüzle ve muhtemel ki dünyanın bundan sonraki gidişatında hayatımızda olacak bir konuyla da ilgili bir saptama yapıyor yazar: Yabancıya duyulan öfke. Bunu da ilginçtir, leopar hakkında yazdığı bir denemenin içine başarılı bir şekilde yerleştiriyor. Fakat aşağıya alıntılayacağım sözleri diyen yazarla, ‘gerici’yi yabancılaştıran yazar maalesef ki aynı kişi:

Ben yaban hayatına bakışımızla (kent dışı doğal hayatı bu biçimde adlandırıyorlar) topluma ve başka toplumlara bakışımız arasında benzerlikler bulunduğuna inanıyorum. Yabancı, ne yaparsak yapalım, korku kültürümüzü besliyor ve cahil iktidarlar da bu durumu körüklemekte bir sakınca görmüyorlar. Leopara duyulan cahilce öfkeyle yabancıya duyulan öfke birbirine benziyor. Ama zaten bu ikisinin kaynağı da aynı değil midir? Leoparı kıskanırız. Güzeldir, güçlüdür, kendine güveni tamdır ve adaleti bilir. Buna benzer bir aşağılık kompleksi bizim cahillerimizde, yarı aydınımızda, yarı zenginimizde ve tüm bu sıfatları bir arada taşıyan politikacılarımızda da bulunur. Bu nedenle imrendiğimiz yabancıya şiddetimizi saklayamayız.

Böylece kadına şiddeti, yabancıya şiddeti leopara şiddetin yanına koyuyorum. Böyle bir manzara kime umut verebilir ki?

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Ruhu derinden yakalar ve derinden yaralar: dokunmak

"Bir hayatım daha olsa, korkmadan dokunmak için yaşardım onu. Bir keklik beslerdim ellerimle, varsın uçsun sonunda. Bir çiçek büyütürdüm, varsın solsun sonunda. Bir omuz ısıtırdım, varsın gitsin sonunda. Dokunurdum. Ben eriyene dek, biz hiçleşip karışıncaya dek bu derin boşluğa, dokunurdum. Ama yok bir hayatım daha. Bir hayat daha yok. Yok."
- Nermin Yıldırım, Dokunmadan

İlkokulda bir gazeteci yeleğim vardı, hani şu sonsuz cepli olanlardan. Önlüğün üzerine giyerdim. Bir cebe kalem, bir cebe not kâğıdı, belki bozuk para ve bisküvi kırıntıları. Bu da güzel kitap ismi olurmuş ya, bozuk para ve bisküvi kırıntıları. Neyse. İşte o ceplerden birinde Sony'nin pili vardı. Yuvarlak pillerden, ince. Orada olmasının tek sebebi zaman zaman çıkarıp ona dokunma isteğimdi. Arada bakardım, yerinde duruyor mu diye. Yıllar geçti. Oğlumun en sevdiği nesnelerden biri pil oldu. Aylarca beni arayıp "baba eve gelirken pil alsana" dedi durdu. Elin oğlu çikolat ister, jelibon neyin. Gece, Duracell'in 12'li pilleriyle uyudu. Kalem pillerle. Mevzu pil gibi görünse de daha derin belki de. Bilemem. Ruh hassası -hastası demedim, zaten ruh hastalarına danışan deniyor, hassasiyetinizi seveyim- manyağın teki de olabiliriz oğlumla, kimse gücümüzü test etmeye kalkmasın.

Bedene aitmiş gibi görünse de aslında insan ruhunu en derinden yakalayan, kimi zaman da en derinden yaralayan bir mevzu: dokunmak. Çok sevdiğimiz nesneler ve kimseler bizde dokunmayı çağrıştırır. Kucaklaşmak, sarılmak, tokalaşmak, eli kalbe koyup selamlaşmak vesaire. Alman felsefeci Wilhelm Schmid gülmekten susmaya, nefes almaktan okumaya, uzanmaktan saç kaşımaya kadar 57 sayfalık bir kitapla çıktı bu kez karşımıza. Her ne kadar Alman olsa da hassas adam. O hassas olunca biz de hassas sayılıyoruz kitap boyunca. Ne bize "dokunun" öğüdü veriyor ne de dokunmayın. Anlatıyor işte dokununca ne oluyor dokunmayınca ne olmuyor. Meselenin özü pek güzel: dünyaya dokunmak. Yani iz bırakmak. Sen göçünce senden geriye ne kaldı? Hoş bir sada kaldı mı? Kalır inşallah.

"Her bedensel idman, benlik için bir dinlenmedir" diyor Schmid. İnsanın insanda dinlenmesi yahut insanın kendiyle dinlenmesi. Çünkü dokunmak sadece iki taraflı bir hadise değil. Birinin eline dokunmak ne kadar -iki taraf için de- şifa vericiyse, insanın sabahın ilk saatlerinde uyandıktan sonra saçlarını taraması, kendine bakması -ki bakmak da dokunmak gibidir- da o kadar şifa verici. "Bir omuza başımı yasladım, dünya elini çekti ve gitti" yazmıştım bir şiirimde. Dokunmak kimi zaman böyledir. Dünyaya karşı bir uyanıklık hâli, dünyayı unutma imkânı, dünyasız kalma ihtiyacı. Yaşayan ölüler içinde gezinmekten yorulmuş bir kimsenin ölüm hakikatiyle yeniden yüzleşmesi süreci. Dokunmayla her şey mümkün. Çünkü insana bir söz de dokunur bir düşünce de. Aşk tüm bunların meydana çıkmasıdır Schmid'e göre ve dokunmak aşkın olmazsa olmazıdır: "Aşkın anlamı, anlam yaratmadadır. Sevenler bunu tüm bir bedensel, ruhsal, zihinsel dokunuşlar döngüsüyle gerçekleştirirler, ta ki birbirlerinin kalplerinde eriyene kadar, sonra her şey baştan başlar. Aşkın döngüleriyle yaşamayı öğrenenler, uzun süre beraber kalabilirler. Dokunmayı bütün düzlemlerde tecrübe etmek, sevenlere mahsustur."

Susmakla dokunmak arasında nasıl bir ilişki kurulabilir? "Hayatımın uzun bir dönemi boyunca, balıkçılık ehliyeti alsam mı diye düşündüm. Balık tutmak için değil kesinlikle. Sadece cezalandırılmadan susabilmek istiyordum, saatlerce, günlerce." diyor Schmid. Susmak, yani iki dudağın birbirine dokunması, bir süre açılmaması. Sessizlik için, sessizliği dinlemek ya da ona dokunmak için imkân bulmak. Çünkü hissedilen dokunuşlar vardır gülmek gibi ve hissedilmeyen, yalnız kişiye ait olan dokunuşlar vardır susmak gibi. Susmanın deneyimi bambaşkadır. Hayatı aşan o sonsuzlukta bir parça olduğunu kavrar insan sustukça. Hem susmak, insanı susatır. Aşka, doğaya, okumaya, yazmaya, düşünmeye. Sessizce bir şey okumak, dokunmanın en büyüleyici hâllerinden biridir bu yüzden.

Wilhelm Schmid'e göre okumak, düşünsel bir dokunuş. Okumaya dalmakla âşık olmak birbirine benzer: ansızın, şiddetli ve dosdoğrudur. Düşünceler bir müddet yerli yerinde kalır, dile gelme sırası sözlerdedir. Okurken de insan kendi düşüncelerini bir kenara bırakır. Artık dile gelme sırası yazarın yazdıklarındadır. Her okuyuşta o yazılanlar, yazardan çıkar ve okuyucuya ulaşır, yani artık o kelimeler, cümleler, paragraflar ve sayfalar okuyucunundur. Bundan olsa gerek insan her okuduğunda kendi hayatından bir şeyler arar. Altını çizdiğimiz her satır bizim aradığımız sorulara dair birer cevaptır. "Bir hikâye okuduğunuzu zannederken, hakikatte kendi içinizde insan olmanın açılımlarına çıkar yolunuz" diyor Schmid ve neticede "İnsanın hayat hikâyesi, okurken kelimenin tam anlamıyla dile gelir."

Dokunma denince akla yalnızca ekranlar geliyor bu çağda. Oysa birinin ruhuna dokunmak güzel ve kalıcı bir iz bırakma yolu değil mi? Nefes alıp vermek, yeryüzüne dokunmak değil mi? Bir şey ancak sahici olduğunda dokunaklı olmaz mı? Susmak, sessizliğe dokunmak olabilir mi? Sevince neden sarılmak isteriz? Dokunmanın Gücü Üzerine, işte bu soruları yeniden gündeme taşıyor ve yeni cevaplar arıyor okuyucuyla birlikte.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

3 Ağustos 2020 Pazartesi

Yanlış bilinenleri doğruya çevirme çabası

Şair İsmet Özel’in son yazılarından müteşekkil Dil İle İkrar kitabı, yine TİYO etiketiyle geçtiğimiz aylarda neşredildi. Kitap, İsmet Özel’in İstiklal Marşı Derneği’nin internet portalinde belirli aralıklarla “Dil ile İkrar” serlevhası altında yazdığı metinlerin bir araya getirilmesinden oluşuyor.

Dil İle İkrar, Özel’in ve TİYO’nun hem Latin hem Kur’an harfleriyle neşrettiği dördüncü kitaptır. Desem Öldürürler Demesem Öldüm, Küfrün İhsanı Olmaz, Türk Olamadıysan Oldun Amerikalı kitaplarından sonra neşredilen bu kitap, biçim olarak diğerlerinden bir farklılık içeriyor: Diğer üç kitap, bir tarafta Latin diğer tarafta Kur’an harfleri olmak suretiyle ikiye bölünmüştü. Bunda ise aynı yazı hem Latin hem Kur’an harfleriyle yan yana basılmış. Bu şekilde olması, yazıyı farklı harflerle görmek isteyenler açısından doğal olarak bir kolaylık sağlıyor.

İstiklal Marşı Derneği, bu kitap neşredildikten sonra “Kalp İle Tasdik” adı altında bir panel gerçekleştirdi. Bu panelde bahsedilen konular paralelinde Dil İle İkrar'ı okumak, taşların daha rahat yerine oturmasını sağlayacaktır.

İsmet Özel’in kelimelere ve dile ne kadar önem verdiğini onu takip edenler bilecektir. Gerek dernek bünyesinde yapılan çalışmalar gerek İsmet Özel’in kitaplarında ele aldığı konular elbet sözün önemine ve Türkçeye geliyor. Bu kitabına da sözün önemiyle başlayan şair, kitap boyunca İslâm, kapitalizm-şiir ilişkisi, siyaset, tarih vb. konulardaki görüşlerini dil ile birlikte çerçevelendiriyor: “Neye yönelmiş olursak olalım yön ancak sözle var. Sözü değiştirmeden yönü değiştiremiyoruz. Sözü varlıktan, varlığı sözden tecrit insan gücünün ötesinde. ‘At başı’ ibaresi eşya ile söz arasındaki münasebetin at başı gittiğini ispat ediyor. Sözsüz fiil yok. Oluş demek söze kavuşmak demek. Söze dökmediğimiz takdirde kendi fikirlerimizin ne olduğundan kendimizin de haberi yoktur.” diyen şair, daha önceki zamanlarda belirttiği gibi bir farz-ı kifaye’yi yerine getirme çabasıyla kendi doğrularını, kendi bakış açısını, kendi iman ettiğini Müslümanlara aktarıyor.

İsmet Özel denemelerine bol bol sorular sorarak başlıyor ve okuru bu denemelerle konuya hazırlıyor diyebiliriz. Hemen çoğu kitabında bunu görsek de bu kitapta biraz daha yoğun bir soruya maruz kalıyor okur. Sorunun içinde cevabını da veriyor çoğu zaman ve daha sonra yazının devamında bu cevabı açıklıyor.

Kelimeleri kullanış tarzı, farklı kelimeler ve farklı başlıklar (hem şiir hem de düz yazılarında) konusunda birçok kişiden ayrılan İsmet Özel, kitabı okuyanlara bazı şeylerin gerçek anlamını da gösteriyor. “Şu Allah’ın işine bak”, “Acı patlıcanı kırağı çalmaz”, “Dervişin fikri neyse zikri de odur” gibi kalıplaşmış ifadelerin bilinen anlamlarının dışına çıkan şair, en doğru açıklamaları ikrar etmekten geri durmuyor.

Bu kitap Müslümanlara yazıldı demiştim yukarıda. İsmet Özel’in karşısına küfrü alarak girdiği bu çaba aslında şimdiye kadar yaptıklarından çok farklı değil. Yine de bazı şeyleri dil ile ikrar etmekten bıkmaması açısından oldukça değerli olan bu yazılar, “Müslümanım” diyenlere yol göstermesi açısından da önemli: “Bana ancak işittiğimi ikrara müsait bir dil verilmiştir. Mesuliyetim işittiğime itaat edip etmediğimi kapsar. Hakikatin bu veçhesi itibariyle insanoğlunun ezelden ebede meşruiyet kazanmış bilgi alanını Kur’an-ı Kerim’in nüzulü tayin etti. Hayır, öyle olmadı veya olduysa bile gerçekte Kur’an-ı Kerim’in nüzulü sebebiyle eler olup bittiğinden pek emin değilim diyen herkes kâfirdir.

İsmet Özel, kitabında, Türkçe-İslâm-şiir üçgeninde çok duruyor ve bağ kurduğu ‘şey’lerin birbirinden ayrılamaz olduklarını geniş birikimiyle anlatıyor. Şiir konusunda şimdiye kadar dediklerinin Müslümanlar nezdinde ne kadar dikkate alındığı tartışılır. Fakat, “Allah milletleri dilleri üzerinden yaratır” şiarıyla bir şeyleri açıklayan Özel, Türk milletinin şiirle var olduğunu ve olacağını belki de en yoğun şekilde bu kitapta belirtiyor: “Hıristiyan takviminin 1917’nci senesi Medine müdafaası sebebiyle Türk milletinin emniyetini nerede bulduğunu âyan ettiği senedir. Türk milleti emniyetini şiirde buluyordu. Nasıl? Fahrettin Paşa ‘Ben rıza göstersem bile Küçük Muhammetler sağ kaldıkça yattıkları yer olan Medine’yi terke razı olmaz!’ mantığı güderek tarihte ilk defa ‘Mehmetçik’ ibaresini telâffuz ettiği sebebiyle. Güdülen mantık Türk şiirini olduğu kadar Lisân-ı Türkî’yi de imkân sahasına dâhil eden mantıktır. Unutulmasın ki, divan şairlerini şair kılan birçoğunun sahip olduğu Arapça ve Farsça divanlar değildi. Türkçe divanlarıyla şair oldular. Şairlerin her biri birer Mehmetçik olmağı göze aldığı için Türk edebiyatı vatan sahibi olmanın senedi olarak tezahür etti.

Şair, işlediği konular hakkında malumat verirken meseleyi derinden aktarıyor fakat bu derinliği yazıların boyutlarından anlamıyoruz. Sitede yazdığı yazılardan derleme olan kitaplarında, diğer kitaplarına nazaran daha ağır bir dil ve daha yüksek bir üslûp benimseyen şair, bu kitapta da bu özelliği devam ettiriyor. Birkaç tane denemenin dışında hepsi hakkında, okurun önceden bir bilgi birikiminin olması gerekir. En azından şairin önceki kitaplarından birkaç tane okumuş olması bu kitabı anlamlandırmada oldukça yararlı olacaktır.

Kitaptaki yazılar hafta hafta yazıldığı için, güncel konuların yazılara sirayet etmemesi düşünülemez. Her an her şeyin olabildiği, gündemin hiç boş kalmadığı, hatta aynı gün içinde birden fazla çok önemli şey yaşayan bir ülkede yaşıyoruz. İsmet Özel, asıl konusundan, dilden, Türkçeden, İslâm’dan şaşmadan güncel konuları da anlatmak istedikleri içinde eritiyor. Bunların içinde geçirdiğimiz darbe girişimi, yapılan referandum, ülkemizde gerçekleşen patlamalar, Misak-ı Millî tartışmaları vb. konular yer alıyor. İnsanları -onun ifadesiyle yutturulan dolmalar- bir şeyleri anlatmaya, yanlış bilinenleri doğruya çevirmeye, hayata kendimizi fazla kaptırdığımız için görmediğimiz şeyleri göstermeye çağıran şair, bunları her zaman Türkçe ve Türk vatanı ekseninden gerçekleştiriyor: “Türk toprakları ibaresi sizi rahatsız edebilir. ‘Bu topraklar Türklerin değil, benim!’ diyerek kendinizi Türk toprakları ibaresine itiraz edenler zümresine mensup sayabilirsiniz. Değilseniz aşağıda zikredilecek bir keyfiyetten haberdar olmak sizi içten içe zora sokan bir düğümü çözecek, zenginliğinizi artıracak. Ali Rıza Paşa kabinesinin Misak-ı Millî’yi ilan ettirdiği günlerde müteferrik sakinlerle dopdolu olan Batum, İstanbul, Selânik, İzmir, Urfa, Halep şehirlerindeki umumun istifadesine tahsis edilmiş mahallerde Türkçeden başka dil tekellüm edenler tahfif ve istiskal edilirdi. Çağdaş zihnin çok gerilerine kastla itilmiş bu vakıanın varacağı anlam muhtemel ki, ihtiyaç duyulan sağlamlığın Türklerin milletçe yemin edişi zaferinden doğacak zemin üzre bulunacağı hakikatidir.

Yazıları okuduğumuzda ilk etapta şairin geçmiş kitaplarında bahsettiği konuları tekrarladığı hissine kapılabiliriz; fakat biraz dikkat gösterdiğimizde bahsedilen konuların her yere değil de belli birkaç noktaya yoğunlaştığını ayırt edebiliriz.

Bazı deneme kitaplarında, kitabın özünü yansıtan ve kitabın çekirdeği diyebileceğimiz bir veya birkaç yazı bulunabilir. Bu kitap için -bence- bu yazı “Dilce-Lisânen-Lûgavî” başlıklı yazıdır. Baktığımızda üç kelime de aynı anlama geliyor görünebilir ama İsmet Özel bunları tamamen farklı bir şekilde açıklıyor ve bu da bize anlatmak istediği her şeyin ipucunu veriyor. Bu durumla ilgili Kalp İle Tasdik panelinde Gökhan Göbel’in konuşmasını alıntılamak istiyorum çünkü en doğru ifadenin bu olduğunu düşünüyorum: “Şimdi bu kitapta her yazı müstakil başlı sonlu yazılar fakat kitap çok orijinal bir bütünlük içinde. Kitabın ortasındaki bir yazıdan sonundaki bir yazıya yollar var. İsmet Özel bugüne kadar Türkiye’de yapılmayan bir şey daha yaptı bu kitapta, “dilce lisânen lugavî” diye yazı yazdı. Orada Türk dilinin neye taalluk ettiğini, Türk lisanının neye taalluk ettiğini anlattı. Türk dili ve lisanı arasındaki farkları gösterdi ve Türk lisanı yerine Türklük lisanı dememiz isabetli olacaktır dedi. Böyle bir teklif sundu. Ve orada dilden farklı olarak lisânın kendi adına konuştuğundan bahsetti…

İsmet Özel, uğraşıyor, didiniyor, ortaya bir şeyler koymaya çalışıyor. Maalesef ki onu dinleyenler, ona kulaklarını bile isteye kapatanların yanında devede kulak kalıyor. Fakat bu durum şairi yapmasına inandığı şeyleri yapmaktan alıkoymuyor. Bazen de derdini anlatırken, okurlara satır aralarında dert yanıyor. Bu kitapta da okurla etkileşim halindeyken bazı denemelerde niyetini ve sitemini sarih bir şekilde dile getirmesi bunun kanıtı niteliğinde. Belki de insanlar kalıplarının yıkılmasını kabul edemiyordur ve o yüzden uzaktır İsmet Özel’e. Yine de Dil İle İkrar'ın tarafsız bir gözle okunmasını tavsiye ediyorum. Özel’in kalibresi en yüksek üç dört kitabından biri olarak görüyorum bu kitabı: “Benim dil ile ikrar ettiğim bir vebalden kurtulma teşebbüsünden başka bir şey değildir. Gönlüm son dem denilebilecek bir ömür kesitinde bir daha münasebetsizlik edip son model arabalarını tıkır tıkır yürütenlerin, sigortalı gemilerini hışır hışır yüzdürenlerin işlerine burnumu sokma teşebbüsünde bulunmağı çok isterdi. Ama buna hiç imkân yok. Zira Türk’ün sarahaten âyan olan yalansız beyanının hiçbir müşterisi yok.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Kalp kalbi çekermiş, aramadan da bulurmuş

"Ve sonra bir gün çıkmak dünyaya
Elimde bir ekmekle yollarda yürümek,
Çiçekleri sulamak, çocukları sevmek..."

- Ahmet Erhan, Milattan Önceki Şiirler, VI

Temmuz ayının sonlarına doğru elimde iki kitap vardı. Biri Haluk Dursun hocamızın Boğaziçi'nde Kırk Yılım'ı. Diğeri Sâmiha Ayverdi annemizin Yusufcuk'u. Biri okura oturduğu yerden Boğaz havası aldırıyor, diğeri "istediğin kadar gez sonunda kendinle kalacaksın" hatırlatması yapıyor. Ruhları şâd olsun. Gezi yazılarının ve gezi kitaplarının nasıl bir elden çıktığı çok önemlidir. Bir tarihçinin, bir şairin, bir âşığın yazacakları elbette farklı olacaktır. Şair ve yazar İbrahim Tenekeci'nin Geldik Sayılır'ı işte bu farklı kitaplardan. Gezerken, keşfederken, koklarken ve tadarken kendiyle kalabilmiş bir insanın, kendiyle kalabilme sanatını en doğal yollarla izah ettiği bir kitap.

Nedir bu doğal yollar? Suyla, çiçekle, dağlarla, taşlarla olan münasebeti kuvvetlendirmek. Bu münasebetler tevazuyla kurulduğunda insanın içindeki kimi cevherleri de ortaya çıkabilir aynı zamanda. "Tevazuyla varırsan meydan senindir / cevher senden çıkar maden senindir" diyen Yûnus EmreRisâletü’n-nushiyye'de. Neden 'büyükler' dediğimiz sırlı kimseler hayatlarında hep doğal olanı tercih ettiler? Geldik Sayılır'a Yalova, Esenköy'de başlamış ve orada bitirmiş, öyle İstanbul'a dönmüştüm. Bu vesileyle şunu düşünmüştüm: Şerafeddin Dağıstanî hazretlerini Güneyköy, Yalova'ya çeken neydi? İnsansız hava sahası' olarak anlatılabilecek dağlık arazileri mi? İnsanı hem fiziksel hem de ruhsal olarak rahatlatan yeşilliği mi? O yeşilliğin zirvesinden görülebilecek deniz mi? Sorular sorular, ama güzel sorular.

Muhit dergisinin Ağustos 2020 sayısında Hüseyin Atlansoy'un bir şiiri var. "Dağ başına gideceğim diyorum evdekilere / bir dağ yükselir bir dağı görmek isteyince" demiş şair. Geldik Sayılır'ın ilk sayfaları dağlarla başlıyor. Dağa çıkmak, dağlardaki kar sesine kulak vermek, o karı ayaklarla çiğnemek, üşümek, zirvedeyken bir hiç olduğunu hissetmek... Oradan gökyüzünün sakinleri olan kuşlarla olan ilişkisini anlatıyor Tenekeci uzun uzun. Derken ağaçlar, çiçekler ve sular. Kiraza gitmek, çileğe çıkmak, su gibi aziz olmak. Bilhassa 'su işleri' sandığımızdan çok daha önemli. Çayın harareti alması, akarsuyun âşıkların gamını hafifletmesi ataların dillerinden bugünlere gelmiş. Ancak bir de içme suyu meselesi var ve bendeniz bu meseleye epey meraklıyım. Küçüklüğüm Bursa'da, Kumsaz'da geçti. Cam şişelerde içtiğimiz suların tadını hâlâ unutamıyorum. O tadı bir tek Çorlulu Ali Paşa Medresesi'ndeki Erenler Nargile'de bulabildiğimiz Taşdelen suyunda bulabiliyorum. İbrahim ağabey de Taşdelen'cilerden. Şu satırlar önemli: "Her insan yol-yordam bilmez. Fakat her su yol-yordam bilir. Yetenekli ve sabırlıdır. Önceden, insanlar suyun ayağına giderdi. Şimdi ise su insanların ayağına geliyor. Bu ikisi arasındaki fark, sanıldığından daha büyük. Biri suya azizlik payesi veriyor, diğeri vermiyor."

Bahar, her şairde olduğu gibi İbrahim Tenekeci'de de özel bir yer tutuyor: yeniden başlamanın adı. Baharı karşılamak ne kadar güzel olursa olsun, 'bir insan bir insana kışın bakmalı' diyenlerdenim. Nitekim şair de şöyle söylüyor: "Yaşadığımız şehirlerde, kar, yetişkinlerin tek ortak düşmanı gibi. Onu adı anılınca, millî davalarda bile hemfikir olamayanlar, hemen ittifak kurabiliyor. Gerçekten de ilginç. Oysa karın, herkesi çocukluğuna götürüyor olması lazım. Bundan daha kıymetli ne olabilir? Çocukluğuna gitmeyi kim istemez? Kar yağışının güzelliklerinden biri de kartopu oynayan çocukların kıpkırmızı yanakları. Bu nasıl yazılır, anlatılır? Şiir bu değilse, nedir?"

Seyahatlerin yeri de çok kitapta. Gidilen yerler ancak bir haritayla anlatılabilir. "Beni heyecanlandıran varmak, ulaşmak, kavuşmak değil, yolda olmak duygusudur. Yolda olmak güzeldir. Akıp giden tarlalar, ağaçlar, insanlar, evler: Her şey akar. Bu size fâniliği, gelip geçiciliği hatırlatır." diyor şair. Buna katılmayacak insanın doğal meselelerle olduğu kadar kendi ruhuyla da pek ilgisi yoktur denebilir. Neticede gitmek için geldik ve bu gidişimize dek nasip yurdu olan dünyadan bilhassa insanlık adına ne kadar nasibimiz varsa almalıyız. Bunun için ille de kuşlar, sular, çiçekler ve toprak... Ama insanı unutmadan. İnsan, daima insan. Ama hangi insan? Temiz yüz, güzel mizaç, iyi huy, samimi davranış, kendine has tavır, yolcu misali takip mesafesi. Dünyadan göçtüğümüzde geriye bunlardan birini bırakabilirsek ne mutlu. Diğer her şey dünyada kalacak, yani yalan olacak.

Bir ağacın gölgesini, bir kuşun dala konmasını, bir köy insanının dalıp gitmelerini en güzel şairler izah eder. Edebiyat ve tabiat, insanın hâlini anlatır. Canlılar âleminden bahsederken kalbimizi, ruhumuzu unutuyoruz. Geldik Sayılır bunları hatırlattı, Mevlâ unutturmasın.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

İstanbul'a dair okumayı sevenlere not: Haluk Dursun'un İstanbul'da Yaşama Sanatı ve Sâmiha Ayverdi'nin İstanbul Geceleri, harikulade kitaplardır. Bir de Beşir Ayvazoğlu'nun Geceleyin Dersaadet kitabı vardır ki okuyan safâ bulur.

Kendime not: Eksik kalan tüm Sâmiha Ayverdi kitaplarını tamamlamalı. Dil zarafeti insanın ruhunu güzelleştirir zira.

25 Temmuz 2020 Cumartesi

Avrupa, bizim neyimiz olur?

Oldum olası merak etmişimdir: “Avrupa, bizim neyimiz olur?”, “Avrupa’ya nereden ve hangi gözle bakmalıyız?”. Bu soruları dini ya da ideolojik pencereden cevaplamak elbette mümkün, peki ya tarihi pencereden bakarsak “Avrupa bizim neyimiz olur?” sorusu aynı şekilde sığ görünür mü gözümüze? Öncelikle şunu netleştirmek gerekir ki Avrupa bir bütün olarak teklik arz etmez. Kavimler Göçü’yle birlikte Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’nın ortalarına hareket eden barbar kavimler, ilk göç dalgasıyla birlikte Balkanlar’a yerleşerek Hristiyanlaşan Eski Türk kavimleri, Doğu ve Batı Roma İmparatorluklarını oluşturan unsurlar etnik ayrışmayı oluştururken Katolik ve Ortodoks mezheplerine mensup olanlarla daha sonra ortaya çıkan Protestanlar da dini ayrışmayı ifade eder. Bütün bunların yanında ve bizim için bütün bunlardan daha önemli bir ayrışma ise Osmanlı tarihi ekseninde oluşmuş durumda. Bu ayrışmayı kısaca “Viyana ve Ötesi” şeklinde ifade etmek mümkündür. İki kez dayandığımız Viyana kapıları, hazin sebeplerle bize her iki seferde de geçit vermeyince hem Osmanlı’nın kaçınılmaz geri çekilişi hızlanmış oldu hem de bütün bir Avrupa’nın Türk ve Müslüman yurdu olması ülküsü sona erdi. Bugün, Viyana kapılarına kadar bütün Avrupa topraklarına ecdat yadigârı gözüyle bakarken Viyana’dan sonrasına karşı bir yabancı gibi hayranlık ve korkuyla karışık garip bir his besliyoruz.

İsmail Habib Sevük’ün “Tuna’dan Batı’ya” adlı gezi yazısı türündeki eseri, 1934 yazında yaptığı Avrupa gezisini konu alıyor. Bir yıl süreyle Cumhuriyet gazetesinde parça parça yayımlanan yazılar 1935’te kitap haline getirilmiştir. Kitap, bir gezi yazısı olmanın ötesinde bir Avrupa tarihi okuması sunuyor okuyucuya. Tuna boyunca gemiyle yaptığı yolculuğu Osmanlı’nın yükseliş ve duraklama dönemlerinden anekdotlarla süslerken Berlin ekseninde Alman Teknolojisini ve Paris ekseninde de Fransız estetiğini gözler önüne seriyor. Napoli ile İtalya’yı anlatırken ne Alman teknolojisini ne de Fransız estetiğini görebiliyorsunuz. Yazar İtalya’yı israf edilmiş bir zenginlik olarak sunuyor okuyucuya. Atina’yla Yunan mitolojisi ve Osmanlı tarihi tekrar okuyucunun karşısına çıkıyor. Çanakkale’yi anlattığı bölümde Boğaz Harbi’nin destansı sahnelerini gözler önüne seriyor ve son olarak İstanbul’la bitiriyor kitabı. Tıpkı son mebuslar meclisinin toplanışıyla Osmanlının fiilen İstanbul’da bitişi gibi kitap da İstanbul’da bitiyor.

Yazar, Evliya Çelebi’den mizaç olarak etkilenmişe benziyor. Hem gezdiği yerlere dair Seyahatname’de yer alan bilgilere yer vermiş hem de kendisi mizahi bir üslupla çeşitli değerlendirmeler yapmış. İstanbul Boğazı’nın oluşumuyla ilgili Zülkarneyn’e dayandırılan hikayeyi anlattıktan sonra yazar şunu söylüyor: “Masal yalan değil, İskender amelelerinin kazmalarını kaldır gerisi doğrudur!

Varna’nın anlatıldığı bölümde hem İkinci Murat’ın Hünyad’a karşı kazandığı zafere hem de Varna’nın elimizden çıkışına dair bir türküye yer veriliyor.

Saray önü sıra sıra söğütler
Oturmuş binbaşı asker öğütler
Bu kavgada ölen babayiğitler

Oynaşır balıklar deniz dalgalı
Bugün Varnacığın başı belalı


Bükreş’in anlatıldığı bölümde Mihne Bey’e dair yazılanlar devşirme sisteminin Osmanlı tarihi açısından ne büyük zorluklara sebep olduğunu göstermesi açısından mühimdir. Küçük yaştan itibaren Türk İslam terbiyesiyle yetişmiş bu kişi Eflak Prensliğine getirildikten sonra koca imparatorluğa başkaldırmış ve tabi karşılığını acı bir şekilde almıştır. Gagavuz Türklerini ve hala konuşmaya devam ettikleri Türkçeyi Osmanlı’nın bu bölgedeki hâkimiyetinin nişanesi olarak görüyor yazar.

Tuna’yı bir nehir olarak görmenin ötesinde etrafında oluşan medeniyetin esas kaynağı olarak takdim ediyor yazar. Ayrıca Osmanlı’nın Viyana’ya kadar uzanan hâkimiyetinde de hem askeri hem de kültürel olarak Tuna’nın ehemmiyetine değiniyor. “Bizim Tuna” alt başlığı ile verilen bölümdeki şu ifadeler Tuna’nın bizim açımızdan ehemmiyetini ifadeye yeter: “Şimdi yedi düvelin içinden geçen Tuna’yı o milletler edebiyatlarına ve sanatlarına aldılar. Kimisi onun güzelliğini şiir bestesine koydu. Kimisi onun sesini notanın çizgilerine sindirdi. Kimisi de fırçanın ucuyla onun renklerini avladı, lakin baştanbaşa onun tarihini biz yaptık: Onu toprağın böğrüne engin bir destan gibi yazarak.

Belgrad şehriyle İstanbul’daki Belgrad Ormanı ve Belgrad Köyü arasındaki ilişkiyi de kitaptan öğreniyoruz. Meğer bugün İstanbul’da bulunan bu yerler fetihten sonra Belgrad getirilerek buraya yerleştirilen Belgrad halkından almış ismini. Mohaç zaferi ve Budin’in alınışı da kitapta hikayeleştiriliyor. Buda ve Budin isimlerinin de birer hakimiyet ifadesi olarak okunabildiğini görüyoruz. Osmanlı hâkimiyetindeyken Budin olan isim daha sonra Buda olarak adlandırılıyor ve yeni kurulan Peşte şehriyle birleşerek Budapeşte ismini alıyor.

Yazar; Varna, Bükreş, Budapeşte ve Viyana gibi şehirlere dair hazin hatıraları da sunuyor kitapta. Bu topraklardan çekilirken yaşanan acılarla son askerlerimizin kahramanca savunmaları da anlatılıyor. Birinci Viyana Kuşatması’nın kaldırılışında her ne kadar iklim şartları etkili olsa da İkinci Kuşatma’da Tatar hanının ihaneti yüzlerce yılın ardından hala yüreklerimizi parçalıyor.

Yazar Viyana’dan sonra Berlin’i anlatıyor. Berlin okuyucuya bir teknoloji ülkesi olarak sunuluyor. Hatta tarihi olmadığı için dünyanın farklı bölgelerinde arkeolojik kazılar yaparak ele geçirdikleri tarihi eserleri Berlin’de sergilemelerini de kendilerine tarihi bir kök arama gayreti olarak gösteriyor yazar. Berlin, Almanların ilim ve teknikte gösterdikleri gelişmenin bir sonucu olarak zengin, müreffeh ve medeni bir şehirdir. Paris, teknikten ziyade estetiğin merkezidir. Berlin’i asker ve mühendisler inşa etmiştir belki ama Paris’i liderler ve sanatçılar inşa etmiştir. Fransızlar sanat ve edebiyat alanında çığır açmış isimleri hala hafızalarında günlük hayatlarında yaşatmaya devam ederken biz Türklerin kendi değerlerimizi unutuluşun karanlık dehlizlerine mahkûm edişimize hayıflanıyor yazar. Marsilya ve Nis de yazarın anlattığı şehirler. Bu iki şehir bugünkü gelişmişliğini Paris gibi sanatsal tarihinden ziyade limanlarına ve ekonomik faaliyetlerine borçludur.

İtalya, Napoli ekseninde yer alıyor kitapta. İtalya’ya dair estetik ya da teknik bir üstünlükten ziyade harcanmış bir zenginlik gözüyle bakıyor yazar. Sokaklarındaki düzensizliği İstanbul’la kıyaslayarak ele alıyor. Vezüv Yanardağı’nın Etkilerini de gözler önüne seriyor. Son olarak Atina’yla Yunan mitolojisi ve bölgedeki Osmanlı hâkimiyeti hakkında bilgi vererek Çanakkale’ye geçiyor.

Kitabın Viyana’ya kadar olan bölümlerindeki dil oldukça içten ve akıcı iken Berlin, Paris ve Napoli’ye dair olan bölümlerinde soğuk bir üslup görülüyor. Esasen bu üslup değişikliği, “Avrupa bizim neyimiz olur?” sorusunun da izahı. Viyana’dan sonrası bizim değildir. Viyana’ya kadar ise diliyle, tarihiyle, hatırasıyla hala bizimdir.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

23 Temmuz 2020 Perşembe

Her devrim kendi hukukunu doğurur

“İhtilal Satürn gibidir, önce kendi evlatlarını yer.”
- Georg Büchner, Danton’un Ölümü

Tarihin kırılma noktalarından Fransız İhtilali’ni nasıl biliyoruz? En basit hâliyle, insanlığın gelişme/ilerleme hikâyesinin köşe taşlarından biri olarak. ‘Özgürlük, eşitlik, kardeşlik’ mottosu üzerine inşa edilen Devrim sonrası açıklanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi (1789), Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi (1776) ve Amerika Anayasası (1787) ile birlikte modernist paradigmanın kanonlarından sayılır. Öyle ki sekülarist anlayış tarafından kutsal addedilir. Zira Fransız İhtilali feodal dönemin sonunu getirerek gelecekteki demokratik, sosyal, hukuk devletinin zeminini hazırlamıştır. Ulusçuluk modern toplum için kurtuluştur. Hasılı, Devrim iyi yönüyle anlatılır, öğretilir ve doğal olarak öyle hatırlanır.

İnsanlık için bu kadar iyi bir olaya farklı açıdan bakmak, iç yüzünü araştırmak ve/veya görülmeyen yanlarını görmeye çalışmak cesaret ister. Bu cesareti içeriden birinin yapması ve üstelik değerlendirmesini entelektüel seviyeye taşıması çok daha zordur. Zira alışık olduğumuz bakış hayranlık ve hamaset içeren kutsama şeklinde değilse hınç ve nefret içeren aşağılama biçimindedir. Robert Darnton, "Fransız Devrimi’nde Devrimci Olan Neydi?" adlı çalışmasında Devrim’in arka planını ve iç yüzünü görmeyi deniyor. Farklı bir bakış açısı oluşturarak anlamlı tespitler yapıyor ve meraklı okura ışık tutuyor.

Zoom Kitap’ın “not defterleri” serisinin ikinci kitabı olan Fransız Devrimi’nde Devrimci Olan Neydi?, Utku Özmakas tarafından Türkçeye tercüme edilmiş. Bu arada çevirinin başarısını, metnin hiç de çeviri gibi durmadığını söyleyerek belirtebiliriz. Serinin ilk kitabı Ataç, Meriç, Caliban, Bandung gibi son derece doyurucu bir içeriğe sahip olan seksen iki sayfalık eser iki bölümden oluşuyor.

Yazar, “Sokaktaki Fransız Devrimi” başlığını taşıyan ilk bölümde Devrim’in gündelik hayatı nasıl etkilediğine değiniyor. Özellikle Devrim sonrası süreci ele alarak eski rejim yerine kurulmaya çalışılan yeni rejimin yol ve yöntemlerini anlatıyor. Devrimciler ve karşı devrim yanlıları arasındaki mücadelede devrimcilerin acımasız tutumları dikkat çekici. Bir kaos hâli söz konusu ve kendi hukuklarını oluşturan devrimcilerin linç eğilimiyle hareket ettikleri görülüyor. Her iki tarafın birbirini ‘vatan haini’ olarak tanımlaması şiddetin olağanlaştırılmasına ve adaletin gözetilmemesine yol açıyor. Yazar “terör dönemi” olarak tanımladığı bu durumu “devrim şiddetin içinde doğdu ve ilkelerini şiddet belirledi” şeklinde özetliyor.

Devrimciler sadece fiziki şiddet uygulamıyor; eskiye karşı düşmanca kurgulanan kültürel şiddet bir silindir gibi toplumun üzerinden geçiyor. Yazarın anlattıkları arasında toplum olarak bizim de pek yabancısı olmadığımız uygulamalara rastlıyoruz. Örneğin takvim, ölçü, kılık-kıyafet, dil gibi alanlarda yeniliğe gidiliyor veya eskiyi çağrıştıran coğrafi isimler değiştiriliyor. Sonuç itibariyle suni bir kültür üretilerek sosyal hayat yeniden kurgulanıyor. Yazar, eski rejimin dinsellik özelliği taşıyan toplumsal anlayışının yeni rejim tarafından rövanşist tavırla yok edilmeye çalışılmasına ayrıca dikkat çekiyor. Aslında burada görülen şey, devrim, ihtilal ya da darbe türü şiddet içeren kalkışmaların mantığının birbirine benzemesi; gücü eline geçiren her anlayışın kendi hukukunu oluşturmasıdır. Türkiye’nin tarihinde de benzer deneyimleri fazlasıyla bulmak mümkün. Yazar bu süreci “terör dönemi” olarak nitelendirerek anlatılan ile yaşanılanın aynı olmadığını belirtiyor. Yazara göre “devrimler olan hâlleriyle değil, olması istenen hâlleriyle anlatılır” ve bu sürecin “teröre dönüşmesinin sebebi ütopik enerji patlamasıdır”. Tüm toplumu tek ve ideal bir şemsiye altında toplamaya çalışan ütopik anlayış…

Kitabın ikinci bölümünü birinci bölümden çok daha ilginç bulduğumu söylemeliyim. Bu bölümde Fransız İhtilali’nin öncesini ele alan yazar, Devrim’e götüren süreci analiz ediyor. İlginç olan, Devrim’e gidişin siyasi düzlemde ele alınmayarak edebi bir analize tabi tutulması. Yazar evvela Devrim’i “edebi bir devrim” olarak nitelendiriyor ve Devrim’i hazırlayan süreci dönemin edebiyat dünyasının üretimi üzerinden ele alıyor. istatistiki bilgiler yardımıyla Devrim öncesi Fransa’sının sosyo-politik durumunu tespit etmeye ve bölgelere göre yazar sayısının yanında yazarların niteliği üzerinden toplumsal yapıyı çözümlemeye çalışıyor. Darnton bu aşamada Voltaire (1694-1778) ve Rousseau’yu (1712-1778) seçerek Devrim’e götüren süreci onların görüşleri üzerinden açıklamayı deniyor. Bir anlamda dönemin kültürel dünyasına yönelik arkeolojik bir çalışma yapan yazara göre edebi alanda başlayan devrimci düşünce zamanla siyasallaşmaktan kurtulamıyor. Edebi söylemin siyasallaşmasında dönemin basın ve sanat anlayışının önemi büyüktür. Dönem itibariyle iktidarın, nüfuzlu kişilerin veya zenginlerin himayesinde varlığını sürdürebilen sanat ve basın toplumla ilişkisi yeterince oluşamıyor. Yapılan tespitler aydınların toplumdan ayrı bir yol çizdiğini ve Aydınlanma’nın belirli kesimlere hizmet ettiğini gösteriyor. Kısacası entelektüeller, şartların üzerlerine yüklediği sorumluluğu yerine getirmekten uzak duran kişilerdir. Robert Darnton, Voltaire ve Rousseau’yu iki karşıt taraf olarak nitelendiriyor ve Devrim içinde her ikisinin de payının olduğunu belirtiyor.

Fransız Devrim’inde Devrimci Olan Neydi?, Devrim adı altında yapılanların neye karşılık geldiğini sorgulayan oldukça ufuk açıcı bir kitap. Öncesi ve sonrasıyla anlatılanlar üzerine biraz düşününce inkılap denilen uygulamaların aslında istibdat, erdem olarak öne çıkarılan değerlerin de devrimcilerin kendi oluşturdukları hukuk olduğunu görüyoruz. Zaman ve mekân fark etmeksizin dünyadaki tüm benzer hareketlerin adalet eksenli değil, tamamen iktidar (kazanç) odaklı olmaları da meselenin bir başka gerçeği olarak karşımızda duruyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp