17 Mayıs 2020 Pazar

Yalnız olmayan yazamaz, yazamayan yalnız olamaz

"Olabildiğince yalnız kalmalıyım. Hayatta başardığım ne varsa yalnızlığıma borçluyum."
- Franz Kafka

"Yalnız yaşayan bir insanın yapacağı tek şey; daha fazla yalnızlaşmaktır."
- E. M. Cioran

Edebi yapıtlarda, en çok işlenen konulardan biridir yalnızlık. ‘Olmak’ maruz kalmaktır der üstat Cioran. Bu kitapta ‘Olmak ’an itibarıyla yalnız kalmaktır. İyi yazılanlar hep iyi bir yalnızlık eseridir. Yalnız olmayan yazamaz, yazamayan yalnız olamaz. Hep bir kendine, yani yalnızlığa kaçıştır yazmak eylemi. En önemli eserlerden; en önemli, kıymetli bir yalnızlık akar. Bunu görmek için de yalnızlığın ne olduğunu bilmek, onu yaşamak, hissetmek, var olduğunun bilincinde olmak şarttır.

Efendim, yazı dünyasına harika eserler kazandırmak için adeta ant içmiş, durmadan, yılmadan, yorulmadan, çalışan bir yayınevi olan Jaguar; yine nefis bir eser sunuyor bizlere. Yukarıda anlaşıldığı üzere yalnızlık, kalabalıklar arasında olan bir yanlıkla; edibin yalnızlığıyla karşı karşıyayız. Büyük yazar, Sergio Chejfec’in dünyası; biz okuyan, yazan, araştıran, merak eden, didinen insanlara yabancı gelmeyecektir. Bu dünya tanıdık, bize yakın, bizimle olan bir dünya. Yazarın kendi dünyası çok farklı olmasa gerek, kitaptan. O zaman Benim İki Dünyam, başta yazarın sonra da hepimiz dünyasıdır. Görebiliyoruz, hissedebiliyoruz, anlayabiliyoruz…

Yazarın yaşı olur mu bilmiyorum. Yazarın yaşı; yazdıkları, okudukları ve hissettikleridir, şüphesiz. Elli yaşında olsun yazarımız, kahramanımız. Bir kitap fuarı için yolu düşer, bir konferans için. Kendini şehirde yürüyerek bulur sürekli. Yeni insanları, parkları, caddeleri, hayvanları keşfetme peşine düşer. Keşfettikçe geriye düşer, geriden gelir. Ne yaptığınız bilemez halde sadece yürür, izler ve gözlemler. İzlemesi yetmez çoğu yerde. Gözlemlemesi de gerekiyor, gidip gelmeler arasında gözlemlemek lazım.

Gözlemek ve yürümek, metafizik kaygılarının odak noktasına yerleşir bir yerden sonra. O zaman iki benliğinin farkına varır yazar. Kendisi yürüyen kişi midir? Hayalinde, geçmiş ile gelecek arasında durmadan beynini kemiren, etrafına anlam yüklemek için; eşyadan, kendinden, insanlardan, ülkeden, dünyadan uzaklaşan ama aslında pek de uzaklaşamayan kişi midir? Yoksa her ikisi mi? Her iki dünya mı veyahut. Kendisinin olduğu ve de olamadığı dünya. Var ile yok arasındaki dünya…

Somut gerçekçiliğin ve soyut varlığın iç içe geçtiği bu kitapta, isimsiz yazar- kahramanımızla yol almak zaman zaman rahatsız edici olduğunu da, yazar-kahramanımızı anlamaktan zorluk çekebileceğimizi de bir yerden sonra anlıyoruz. Bu tespit, yalnızlığınızın ve ona yüklediğiniz anlam ölçüsünde değer kazandığını da özellikle belirtmek istiyorum. Anlamak, empati gerektiriyorsa eğer bunu bu kitapta yaşamadan elde edemeyeceğiniz bir şey olduğunu da söylemem gerekiyor.

Hasan Ali Toptaş bir söyleyişinde “Edebiyatın merkezi dildir” demişti. Benim İki Dünyam'ı okurken kelimenin tam anlamıyla nefis bir dil şöleni ile karşı karşıya olduğunuzu daha ilk sayfada anlıyorsunuz. Tabi ki burada, kitabın çevirmeni Bülent Kale’nin büyük emeğinin katkısı çok çok büyüktür. Bunu söylemeden geçemeyeceğim: Dillin lezzeti, kurgunun iskeletidir. Bunu herkesin anlamasını da bekleyemeyiz, ama bunu doğruluğunu kaleme, yazıya ve en önemlisi de okumaya gönül veren herkesin çok iyi bildiğinin farkındayım.

Fazla söze ne hacet, dillin mükemmelliği, kurgunun nefis ilerleyişi, yalnızlığı somut gerçekliği, gözlemenin verdiği rahatsızlığı, var oluşun metafiziksel sancısı… Sanatta, yazıya, okumaya ve insana dair çoğu şey bu kitapta sizi bekliyor.

Bu kadar kıymetli eserleri yayın dünyasına kazandıran yayınevleri, bu kitapların hakkıyla okuyanlar için ne büyük hizmetler verdiğini her kaliteli çeviri sonrasında bir kere daha anlıyordur. Yazana, çevirene, çevirtene, okuyana selamlar olsun...

Doğan Yalçın
twitter.com/emsar4949

Avarelik görgüsüyle sıra dışı olmak

Onu okurken, sıradan coğrafyaları, sıradan keşfi ile sıra dışı hale getiren gözlem yeteneğine mi; dilinin şiirine mi kulak kesilmeli karar veremeden biten bir anlatıya eşlik edivermişiz bir de baktık ki.

Dikotomiden azade kalmayı becererek bunca çok renge bu ahengi yazma yetisine sahip yazar, “İbn Rüşd’ün Varlık Ve Bilgi Alanlarında İbn Sina’ya Yönelttiği Eleştiriler” üzerinden doktora yaparak, eğitimini felsefeyle mühürlemiş. Öğretmenlik, editörlük, radyoculuk… Bitmedi! Mevcutta halen İbn Haldun Üniversitesi’nde öğretim üyeliği, TRT 2 kanalında bir kültür-edebiyat programı, Nihayet adlı edebiyat dergisinin genel yayın yönetmenliği de bunlara ekleyelim.

Şiir, deneme, araştırma, çeviriler… Derken, Ahmet Kutlu’nun sözün düşüşünü ilk durduracaklar arasından seçtiği kalem. İbrahim Tenekeci’nin görüp geçirmekten çok merak etmekle kazanılmış “meraklı bir bilgelik ve tazelik” olarak tanımladığı şair, çevirmen, editör, radyo ve televizyon programı sunucusu… Tesadüf olamayacak çeşitliliğin ve estetiğin kaynakları ifşa oluyor böylece. Bu estetiğin son meyvesi ise Ahmet Murat Özel’in son kitabı olarak Avarelik Görgüsü adıyla Ketebe’den çıktı.

Söz kemale erince şiir olur demişler. Şiiri söz, sözü şiir bir yazarın, hikayelerden oluşan kitabının içinde egzistansiyalist felsefenin eşsiz serüvenini koklayarak ilerliyoruz. Ne lüzumundan çok melankoli, ne ruhu çekilmiş bir rasyonel! Kıvamlı bir bilgelik. Keyfimiz gıcır.

Yazar, Avarelik Görgüsü sahibi olmak üzerinden hayatı ortalamış. Ortaladığınca da anlatmış. Öyle ortadan hiç ayrılmayanlarla da karıştırmadan demlemek lazım ama okurken. Yedi kat yerin dibinde gezmiş, uzun yedi başlı ejderhalar midesinde. Ardından, yedi kat göğün seyr-ü süluk sefasında demlenmiş kısık ateşte. Ne varoluşsal sancısını acı ile tanımlayıp, delaletlerden erdem devşirdiği çukurlarda kalmış; ne “ötelerden haber” diye yapay bir uhreviyata süzülmüş. Yüzüne değişmeyen tebessümler takan botokslu ideolojilerden de dinlerden de arınmış. Ahmet Murat, “vasat” olanın neden yolların en güzeli olduğunu vasatlığından değil, vasatı seçen dehasından, midesindeki ejderhalardan, gök diye inleyenlerin fazlalarından dökülen sahteden öğrenmiş.

Naçizane bize geçen bu diyelim. Diyelim ki iddiamızdan vurulmayalım yine de dönüp. Buğday çuvallarının ergonomisine de gece uyuyamayanların dehşetli haline de keskin kokuları özlemenin memleket özlemek gibi bir tanıdıklık olduğu hasrete de ettiğimiz şehadetten, bize geçen bu!

Mesela, çocukluğu bir tren istasyonunun çevresinde geçen çocukların dünyanın durak olduğu keşfine yakın olmaları fikri, kitabınızı alıp alıp gittiğiniz kasaba istasyonunu severken, aslında sonsuz olanı sevdiğinizi gösterir size gözleriniz parlaya parlaya. “Aziz Nesin’lik bir hikaye yazılması içten bile değildi” dediğinden akıl önünden koca bir Türk sineması külliyatı geçirir. “Avarelik Görgüsü” denerken size gülenlere gülecek özgüveniniz yine o aynı çocukluğunuzdan çıkıp gelir. Kolonya, hani şu bildiğimiz kolonya, modernleşme ya da modernleşememe hikayemizin tepesine diklemesine bir ünlem gibi dikiliverir. Mushaf içine roman okuyan Hasan, kahramanlarınız arasına girer. Hiç sevmediğiniz bu vaaz dilini daha çok sevmezsiniz Hasan’ların hürmetine.

Orta olanı şah edip şahitlik edenlerin düsturudur bu: Türk dilindeki “h” harfine hırıltı katıp Arapça okunduğu zaman olmayanın, güdük kalanın ne olduğunu bilirler. Bu bilgiden mülhem, ılımlı popüler din dili ve pahalı derviş hırkalarıyla televizyonda süzülenlerde olmayanın da aynı şey olduğunu bilirler. Ne eksiğimizi giderelim dediysek gına getirecek drajede sunan aşırı insanların coğrafyasında bilmenin yükünü bilirler! İşte Ahmet Murat size, bunlara, tek başınıza tahammül etmediğinizin müjdesini verir. Yükünüzü hafifletir. Yüzünüzü gülümsetir.

Gurmelerin yatılılar arasından çıkmasının tesadüf olmayacağı gerçeği ise başlı başına bir yazı sebebidir!

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

16 Mayıs 2020 Cumartesi

Algı her şeydir! - II

"Algı her şeydir!" başlıklı yazıda Yalın Alpay’ın Yalanın Siyaseti adlı eserini değerlendirirken, kitabın ‘post-truth’ ve safsata olmak üzere iki ana konu üzerine oluşturulduğundan bahsetmiştim. Bu yazı ilişkili olarak safsata konusuyla alakalı olacak.

İki yıl kadar önce bu blogda Taha Selçuk’un Alev Alatlı’ya ait Aklın Yolu da Bir Değildir adındaki eserle ilgili değerlendirmesini okuduğumda kendisiyle kitaba dair yazışmıştık. Mantık ve safsata meselelerini ele alan kitabın baskısı bulunmuyordu. Alatlı’nın kısa süre sonra Everest Yayınları’ndan çıkan ve konusu safsata olan ““Ben Böyle Düşünüyorum!” Demekle Olmuyor” adlı kitabı tevafukun böylesi dedirtmişti. Zira o metin yeni bir isimle yayınlanmıştı.

Aslında kitabın geçmişi internetin ülkemizde ilk kullanıldığı döneme, yani 2000’li yıllara dayanıyor. Sosyal medyanın esamesinin okunmadığı o zamanlar e-mail grupları paylaşım ve tartışma ortamı olarak iş görüyordu. Alev Alatlı, dâhil olduğu bir gruptaki yazışmalara istinaden yazdığı bir mail sonrası harekete geçilerek Safsata Kılavuzu adıyla bir kitapçık ortaya çıkarılıyor. Safsatanın tanımı ve sınıflandırmalarının yapıldığı o kitapçığa bugün internette ulaşmak mümkün fakat sonradan eklenen yazılardan yoksun hâli epeyce cılız kalıyor.

Alatlı’nın çıkış noktası, e-mail grubunda da şahit olduğu üzere, dil kullanımında düşülen mantık hatalarıdır. Alatlı’ya göre dil kullanımında yapılan bu mantık hataları yanlış sonuçlar doğurduğu için gerçek ya da hakikat ortaya çıkamayacaktır. Ayrıca bu durum sistematik düşünmeyi ve tartışmalardaki tutarlılığı engellemektedir.

Safsata Kılavuzu, 2009 yılında Aklın da Yolu Bir Değildir adıyla basılırken metne mantık ile ilgili yeni yazılar ekleniyor. Eklenen yazılarda, kesin ve tekçi bakışı temel alan Batı merkezli mantık (Aristo Mantığı) eleştirilirken yerine alternatif olarak çoklu yapıya sahip Doğu düşüncesi öneriliyor. 2018 yılına gelindiğinde ise kitabın temel omurgası aynı kalırken kısmi değişiklikler yapılarak ve yeni yazılarla zenginleştirilerek “Ben Böyle Düşünüyorum!” Demekle Olmuyor adıyla yeniden yayınlanıyor. Kitabın önceki hâliyle ilgili detaylı değerlendirme Şuur, mantık, dil yoluyla düşünce üzerine düşünmek başlıklı yazıda bulunuyor. Temel söylevi aynı olduğundan tekrara düşmemek adına safsata konusuna değinen başka bir kitaptan bahsetmek istiyorum. Yalnız ondan önce, sanıyorum bir konuya dikkat çekmek gerekiyor. Eser bilgi ve yorum açısından Alatlı’nın yetkinliğinin bir yansıması ve yazar ufuk açıcı onlarca konuya değiniyor fakat savunulanların tümüne katılmak zor. Nitekim kitabı okurken Alatlı’nın mantık hakkında söyledikleri ve düşünüş tarzıyla ilgili akla takılan birkaç çetin mesele beliriyor. Oradan mülhem Taha Selçuk’un yazının sonuna eklediği notu tekrarlamanın faydalı olduğu kanaatindeyim:

Not: Bir nevi “Aristo mantığının eleştirisinin eleştirisi” olan Caner Çiçekdağı’nın “Aklın Yolu da Bir Değildir… (Alev Alatlı) Üzerine" isimli makalesi ile bu metni birlikte okumak biraz daha fazlasını isteyen okuyucu için tavsiye olunur.

Mantık gibi ilgi ve uzmanlık gerektiren meselelere dair kitapların konuyla profesyonel olarak ilgilenen kişilerin anlayacağı seviyede olması konunun uzmanı olmayan kişiler için kısıtlayıcı bir durum ortaya çıkarıyor. Doğrudan mantık ile ilgili olan safsata da bu durumdan nasibini alıyor elbette. Mantık ve safsata kavramlarını ‘basitleştirerek’ (anlaşılırlık açısından elbette) anlatmaya çalışan Tevfik Uyar’ın Safsatalar isimli eseri bu durumu gidermeye yönelik önemli bir çalışma. Destek Yayınları’ndan çıkan kitap iki yüz elli altı sayfadan oluşuyor. Kitapta hem üst başlık hem de alt başlık kullanılmış. “Aklın Kırk Haramisi” üst başlığıyla kitapta yer verilen kırk safsata çeşidine atıf yapılıyor. Uyar, buradaki safsataların tamamına yakınını literatürde kullanılanlardan almış. Bunun yanında birkaç tane de kendisinin tespit ettiğini söylediği başlık eklemiş. Alt başlığı ise “Günlük hayatta sıklıkla yapılan yanlış akıl yürütmeleri” olarak belirleyen yazar, herkesin her konuda kontrolsüzce konuşmasının yol açtığı anlam sorunlarına işaret ediyor.

Müellif kitaba safsata kelimesinin anlamsal karşılığı ve etimolojik kökenine dair açıklamalarla başlamış. Bu bağlamda Antik Yunan’dan günümüze uzanan süreç kabaca özetlenerek konuyla ilgili küçük bir sözlüğe yer verilmiş. Kitabın belki de benzerlerinden en önemli farkı, konu başlığının tanımı ve açıklamalarının çok kısa tutulup mevzunun örneklendirmelerle anlatılmış olması diyebiliriz. Tevfik Uyar verdiği her örneği detaylı şekilde analiz ederek neden mantıksal açıdan safsata olduğunu izah etmeye çalışmış. Kısacası, doğruymuş gibi gözüken örneklerin dikkatle incelendiğinde mantık ilkeleri çerçevesince yanlışlığı ortaya konuluyor.

Kitapta izlenen yöntemin önemli olduğu düşüncesindeyim. Safsata örnekleri detaylı açıklamalarla birlikte verilerek hemen arkasından söz konusu safsatanın nasıl tespit edileceği ve sınıflandırılılacağına değinilmiş. Bunun yanında, buradaki mantık hatasına düşmemek için de tavsiyeler eklenmiş. Tevfik Uyar bu yöntemi oluşturmada kendisinin safsata konusundaki bilinçlenme sürecinin etkili olduğunu belirtiyor.

Safsatalar, tespiti ve anlaşılması biraz meşakkatli olan safsata olgusunun anlaşılırlığını kolaylaştırmada kılavuz bir kitap. Konunun detayına girdikçe hayatımıza etkisini fark etmek kolaylaşıyor. Fark edilen çok daha önemli bir durum daha var. Safsata bizleri sadece dışarıdan gelecek şekilde etkilemiyor. Bizler de safsatanın birer kullanıcısı olarak sürecin içinde yer alıyoruz. Kitap bu durumu sonlandırmasa bile belki yavaşlatmaya yardımcı olabilir.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

15 Mayıs 2020 Cuma

İnsan olmak bir inşa sürecidir, bitmez bu tadilat

"İnsanoğlu için en büyük mutluluk 
Sadece insanın kendi kişiliğidir!"
- Goethe, Doğu-Batı Divanı

"Bir insanı başkalarından ayıran özellikleri belirlemek, o insanı tanımaktır."
- Hermann Hesse, Narziss ve Goldmund

Düşmesiyle, kalkmasıyla, kaygısıyla, kırılganlığıyla, yarasıyla, yasıyla insan denen varlık için her nefeste bir şeyler olur, bir şeyler biter. Çünkü insan olmak bir inşa sürecidir, bitmez bu tadilat. İnsanın yazgısında savrulmak vardır. Kimse her zaman dimdik duramaz, daima dümdüz ilerleyemez, ömrü boyunca dosdoğru yaşayamaz. Savrulmak yaralanmaktır ve insanı evvela kendi yaraları iyileştirir. Hayat, kabuk tutmaktır.

"Paramparça edilmemiş, fırtınalara göğüs germemiş, tel tel dağılmamış, büyük dikişler ve çirkin yara izleriyle, pek nahoş bir halde kendini tekrar bir araya getirmemiş insanlara tahammülüm yok. Ancak böyle olurlarsa bir parıltı görürüm. Ama dışı pırıl pırıl olan şu tipler, şu kıç sallayanlar, doğrusu onlardan hiç hoşlanmam. Hem de hiç." diyor Andrea Dworkin (aktaran: John Berger, Portreler), ne güzel diyor.

Ölene dek taşıdığımız o gizemli kabuğumuzun altında, arka ya da saklı bahçemizde, belleğimizin ve hatıralarımızın karakutusunda ne vardır? Elbette çocukluğumuz vardır. İnsan gelişiminin başlangıç noktası ve hiç bitmeyen o kıldan ince, kılıçtan keskin çizgisi. Öyle bir çizgi ki paçamızı, yakamızı bırakmıyor. Hem omuz verenimiz hem de omuz isteyenimiz oluyor çoğu zaman. Arzularımızın, meraklarımızın, tutkularımızın yakıtı o. Çocukluk yaşlarında merak duyduğumuz, sonradan vazgeçtiğimiz birçok şeye olgunluk çağlarımızda yeniden kavuşmamız bundan.

"Yolları yollara sormayı ve denemeyi sevdim hep. Bir sorma bir denemeydi benim tüm yürüyüşüm." diyor NietzscheBöyle Söyledi Zerdüşt adlı başyapıtında. "Aradığın da seni aramakta..." diyor RumîDîvân-ı Kebîr'inde. Sonra mesela Kafka, "Buradan uzağa işte, buradan uzağa, hep uzağa buradan, ancak böylelikle hedefe varabiliriz." diyor. Peki Kişiliğin Gelişimi'nde Carl Gustav Jung, insanın bu asla bitmeyecek arayışlarında, buluşlarında, vazgeçişlerinde ve yoruluşlarında neyin rolünün üstün olduğunu söylüyor? Şöyle: "İç sesin ruhu bizim hem en büyük tehlikemiz hem de vazgeçilemez bir yardımcımızdır."

Duygu Olgaç'ın titiz çevirisiyle Pinhan Yayıncılık tarafından neşredilen Kişiliğin Gelişimi; çocukta psişik çatışmalar, Amerikalı psikolog Frances G. Wickes'in "Analyse Der Kindersele" kitabına dair bir giriş yazısı, çocuk gelişimi ve eğitimi, üç oturum süre analitik psikoloji ve eğitim, doğuştan yetenekli çocuk, bireysel eğitimde bilinçdışının önemi, kişiliğin gelişimi ve psikolojik bir ilişki olarak evlilik başlıklarına ayrılmış. Kitabın çocukluktan başlayıp eğitime, oradan bilinçdışına ve kişiliğe, son olarak da evliliğe doğru bir kronoloji çizmesi etkileyici. İnsanoğlunun hayatındaki en önemli evreler. Diğer yandan evlilik de insan yavrusunun doğumuna bir vesile. Böylece Jung döngüyü tamamlıyor. Her zaman ki gibi daireye işaret ediyor. İnsanın kişiliğinin gelişim sürecinde zaman zaman yaşanan yoğunluğun ve zorlukların yükünün de bir sahibinin olduğunu hatırlatıyor üstelik: "Bitmek bilmeyen kalıp ve alışkanlıklarıyla kitleler halindeki insanlığın ağır yükünü, Tanrıdan başka biri nasıl dengeleyebilir?"

Jung'un; insanın bir amacının, özellikle de ruhani bir amacının olmasına yönelik düşünceleri beni her zaman etkilemiştir. Hemen hemen her kitabında ve makalesinde bu düşünceye yer verir. "Bir erkek için ekmek parasını kazanabilmek ve eğer mümkünse bir aileyi geçindirmek kadar önemli olan bir başka şey, kendi hayatına tam olarak bir anlam verebilecek şeyi elde etmesidir." cümlesi, insanın zihnini uzun bir süre meşgul edebilir örneğin. Dünya edebiyatı sadece işe gelip giden ve böyle bir rutin yüzünden hem kişiliğini hem de ömrünü heba eden, üstelik yakınlarına da hiç bir faydası olmayan karakterleri işleyen romanlarla dolu. Dünya sineması da keza. Jung işi biraz daha öteye taşıyor: "Ruhani bir amaç, ruh sağlığının kesin gerekliliğidir; bu, tek başına dünyayı kaldırmanın mümkün olduğu ve doğal durumu kültürel bir duruma dönüştüren bir Arşimet noktadır."

Birbirinden bağımsız gibi görünen makaleler dikkatle, altını çize çize ve üzerinden düşünülerek okunduğunda, aslında üç önemli meseleyi insanın zihnine çakması gerekiyor:

1. Çocukluk döneminde yaşananlar kişiliğin gelişimine dair çok şey söylüyor. Dolayısıyla bir çocuk problemliyse, çoğu zaman bunun sebebi ebeveyni ve onun geçmişi oluyor.

2. Rüyaların yorumlanması, bilinçdışının bir anlama kavuşturulması ve insanın kendi ruhunun farkında olması; kişiliğin gelişimi konusunda en önemli meseleler.

3. Kişisel kabiliyet önemli, en az ailevi aktarım kadar. Çocuğun bir şekilde sanatla buluşması, dünyaya farklı bir gözle bakmasını sağlayabilir. Dünyaya farklı gözle bakan bir insan, kendisi için anlamlı olanı daha kolay keşfedebilir. "Gönlünün muradını bulmak" diyebiliriz buna.

Kitabın tek başına özeti olabilecek bir cümle: "Her yetişkinin içinde gizlenen bir çocuk vardır; her zaman orada olan, hiçbir zaman tamamlanmayan ve sürekli ilgi, dikkat ve eğitim isteyen ebedi bir çocuk. İnsan kişiliğinin gelişmek ve bir bütün olmak isteyen kısmı bu çocuk kısmıdır."

İnsan, Jung'un da belirttiği gibi bilinmeyenden hem korkar hem de ona derin bir ilgi duyar. İnsan psikolojisi, insanı tanıma yolunda hem korkutucu hem de ilgi çekici bir kuyu. Bu kuyudan çıkamama ihtimali ne kadar ürkütücüyse, su çekebilme imkânı da o kadar etkileyici.

Kişiliğin Gelişimi, daha evvel kullandığım cümlemi bana yeniden hatırlattı: İnsan olmak bir inşa sürecidir, bitmez bu tadilat.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

13 Mayıs 2020 Çarşamba

Bir kalp kırıklığı tragedyası

Göründükleri gibi olmalıdır insanlar,
Eğer değillerse göründükleri gibi,
İnsan değil, şeytandırlar.

Şimdiye kadar hiç görmedim ben / kulak yoluyla iyileştirildiğini yürek acısının.” diyor Shakespeare, henüz oyunun başlarındayken. Kalbin kırılmasının kolay olduğunu, tamirinin ise emek gerektirdiğini anlatan bundan daha güzel bir cümle okumadım şimdiye dek. Pek çok isim verilebilir ama bir kalp kırıklığı tragedyası da diyebiliriz beş perdelik bu oyuna.

İyi kalpli Desdemona’nın küçücük bir mendil yüzünden kocası Othello tarafından nasıl yargılandığını, ona düpedüz yapılan haksızlığı anlatıyor bu kitap. Üstelik Desdemona “Tanrı bana yanlışlardan yanlış davranmayı değil, yanlışlardan doğru davranmayı göstersin.” diye dua edebilecek kadar da temiz bir kadın. Othello da onu “Ah benim ruhumun sevinci…” diyecek kadar da çok seviyor aslında. Hatta evlenmeden önce, sevgisinin ciddiliğini bize fark ettirecek şu cümleleri kuruyor çok güvendiği çavuşu Iago’ya: “Şunu bil ki Iago, aşık olmasaydım eğer Desdemona’ya / Denizlerin tüm hazinelerini vereceklerini bilsem de / Bekârlığın sultanlığından ayrılıp sokar mıydım başımı sıkıya”.

Zaman o kadar çok şeye gebe ki” geçen zaman içinde bir hata yapıyor Othello, sultanlık olarak nitelediği bekârlığından vazgeçecek kadar çok sevdiği Desdemona’ya. Bazen burnumuzun dibindeki insanları tanıyamıyoruz ya, bu kötülüğü de çok güvendiği çavuşu yapıyor Othello’ya. Bir kuşku düşürüyor aklına. Karısının onu aldattığını ima ediyor Iago konuşmalarıyla. “Gerçi birçok şey yetişir güneş altında / Ama ilk çiçek açanlar / İlk önce olgunlaşan meyvelerdir / Sabredin azcık daha” diye muhteşem cümleler de var kitapta ama Othello sabredemeden varıyor karara. Yazar da şöyle diyor kitapta: “Bir kez fırsat verdin mi kuşkuya / Karara vardın demektir”. Othello da varmıştı zaten karara. Kendi elleriyle kıydı, masum Desdemona’nın canına.

Sonra tüm gerçeği, Desdemona’nın hiçbir suçunun olmadığını, kendisine ihanet etmediğini öğreniyor ama ne fayda. Bu gerçekle yaşayamayacağını anlayınca kendi canına da kıyıyor o anda. “Benim için, akılsızca ama çok seven biri deyin / Kolayca kıskanmayan ama bir kez de kıskandı mı / Kendini kaybeden biri diye söz edin benden” diyerek veda ediyor hayata.

Asıl ihanet eden Desdemona değil, Othello oluyor burada. Hem sevdiğinin canına hem kendi hayatına ve yaşayacakları güzel anılara ihanet ediyor, sevdiği insana inanmamakla. İşte tam da bu yüzden, karara varmamalıyız düşünmeden, olup biteni tam anlamıyla öğrenmeden… Dinlemeliyiz sevdiklerimizi; kırmadan, dökmeden…

Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk