16 Mayıs 2020 Cumartesi

Algı her şeydir! - II

"Algı her şeydir!" başlıklı yazıda Yalın Alpay’ın Yalanın Siyaseti adlı eserini değerlendirirken, kitabın ‘post-truth’ ve safsata olmak üzere iki ana konu üzerine oluşturulduğundan bahsetmiştim. Bu yazı ilişkili olarak safsata konusuyla alakalı olacak.

İki yıl kadar önce bu blogda Taha Selçuk’un Alev Alatlı’ya ait Aklın Yolu da Bir Değildir adındaki eserle ilgili değerlendirmesini okuduğumda kendisiyle kitaba dair yazışmıştık. Mantık ve safsata meselelerini ele alan kitabın baskısı bulunmuyordu. Alatlı’nın kısa süre sonra Everest Yayınları’ndan çıkan ve konusu safsata olan ““Ben Böyle Düşünüyorum!” Demekle Olmuyor” adlı kitabı tevafukun böylesi dedirtmişti. Zira o metin yeni bir isimle yayınlanmıştı.

Aslında kitabın geçmişi internetin ülkemizde ilk kullanıldığı döneme, yani 2000’li yıllara dayanıyor. Sosyal medyanın esamesinin okunmadığı o zamanlar e-mail grupları paylaşım ve tartışma ortamı olarak iş görüyordu. Alev Alatlı, dâhil olduğu bir gruptaki yazışmalara istinaden yazdığı bir mail sonrası harekete geçilerek Safsata Kılavuzu adıyla bir kitapçık ortaya çıkarılıyor. Safsatanın tanımı ve sınıflandırmalarının yapıldığı o kitapçığa bugün internette ulaşmak mümkün fakat sonradan eklenen yazılardan yoksun hâli epeyce cılız kalıyor.

Alatlı’nın çıkış noktası, e-mail grubunda da şahit olduğu üzere, dil kullanımında düşülen mantık hatalarıdır. Alatlı’ya göre dil kullanımında yapılan bu mantık hataları yanlış sonuçlar doğurduğu için gerçek ya da hakikat ortaya çıkamayacaktır. Ayrıca bu durum sistematik düşünmeyi ve tartışmalardaki tutarlılığı engellemektedir.

Safsata Kılavuzu, 2009 yılında Aklın da Yolu Bir Değildir adıyla basılırken metne mantık ile ilgili yeni yazılar ekleniyor. Eklenen yazılarda, kesin ve tekçi bakışı temel alan Batı merkezli mantık (Aristo Mantığı) eleştirilirken yerine alternatif olarak çoklu yapıya sahip Doğu düşüncesi öneriliyor. 2018 yılına gelindiğinde ise kitabın temel omurgası aynı kalırken kısmi değişiklikler yapılarak ve yeni yazılarla zenginleştirilerek “Ben Böyle Düşünüyorum!” Demekle Olmuyor adıyla yeniden yayınlanıyor. Kitabın önceki hâliyle ilgili detaylı değerlendirme Şuur, mantık, dil yoluyla düşünce üzerine düşünmek başlıklı yazıda bulunuyor. Temel söylevi aynı olduğundan tekrara düşmemek adına safsata konusuna değinen başka bir kitaptan bahsetmek istiyorum. Yalnız ondan önce, sanıyorum bir konuya dikkat çekmek gerekiyor. Eser bilgi ve yorum açısından Alatlı’nın yetkinliğinin bir yansıması ve yazar ufuk açıcı onlarca konuya değiniyor fakat savunulanların tümüne katılmak zor. Nitekim kitabı okurken Alatlı’nın mantık hakkında söyledikleri ve düşünüş tarzıyla ilgili akla takılan birkaç çetin mesele beliriyor. Oradan mülhem Taha Selçuk’un yazının sonuna eklediği notu tekrarlamanın faydalı olduğu kanaatindeyim:

Not: Bir nevi “Aristo mantığının eleştirisinin eleştirisi” olan Caner Çiçekdağı’nın “Aklın Yolu da Bir Değildir… (Alev Alatlı) Üzerine" isimli makalesi ile bu metni birlikte okumak biraz daha fazlasını isteyen okuyucu için tavsiye olunur.

Mantık gibi ilgi ve uzmanlık gerektiren meselelere dair kitapların konuyla profesyonel olarak ilgilenen kişilerin anlayacağı seviyede olması konunun uzmanı olmayan kişiler için kısıtlayıcı bir durum ortaya çıkarıyor. Doğrudan mantık ile ilgili olan safsata da bu durumdan nasibini alıyor elbette. Mantık ve safsata kavramlarını ‘basitleştirerek’ (anlaşılırlık açısından elbette) anlatmaya çalışan Tevfik Uyar’ın Safsatalar isimli eseri bu durumu gidermeye yönelik önemli bir çalışma. Destek Yayınları’ndan çıkan kitap iki yüz elli altı sayfadan oluşuyor. Kitapta hem üst başlık hem de alt başlık kullanılmış. “Aklın Kırk Haramisi” üst başlığıyla kitapta yer verilen kırk safsata çeşidine atıf yapılıyor. Uyar, buradaki safsataların tamamına yakınını literatürde kullanılanlardan almış. Bunun yanında birkaç tane de kendisinin tespit ettiğini söylediği başlık eklemiş. Alt başlığı ise “Günlük hayatta sıklıkla yapılan yanlış akıl yürütmeleri” olarak belirleyen yazar, herkesin her konuda kontrolsüzce konuşmasının yol açtığı anlam sorunlarına işaret ediyor.

Müellif kitaba safsata kelimesinin anlamsal karşılığı ve etimolojik kökenine dair açıklamalarla başlamış. Bu bağlamda Antik Yunan’dan günümüze uzanan süreç kabaca özetlenerek konuyla ilgili küçük bir sözlüğe yer verilmiş. Kitabın belki de benzerlerinden en önemli farkı, konu başlığının tanımı ve açıklamalarının çok kısa tutulup mevzunun örneklendirmelerle anlatılmış olması diyebiliriz. Tevfik Uyar verdiği her örneği detaylı şekilde analiz ederek neden mantıksal açıdan safsata olduğunu izah etmeye çalışmış. Kısacası, doğruymuş gibi gözüken örneklerin dikkatle incelendiğinde mantık ilkeleri çerçevesince yanlışlığı ortaya konuluyor.

Kitapta izlenen yöntemin önemli olduğu düşüncesindeyim. Safsata örnekleri detaylı açıklamalarla birlikte verilerek hemen arkasından söz konusu safsatanın nasıl tespit edileceği ve sınıflandırılılacağına değinilmiş. Bunun yanında, buradaki mantık hatasına düşmemek için de tavsiyeler eklenmiş. Tevfik Uyar bu yöntemi oluşturmada kendisinin safsata konusundaki bilinçlenme sürecinin etkili olduğunu belirtiyor.

Safsatalar, tespiti ve anlaşılması biraz meşakkatli olan safsata olgusunun anlaşılırlığını kolaylaştırmada kılavuz bir kitap. Konunun detayına girdikçe hayatımıza etkisini fark etmek kolaylaşıyor. Fark edilen çok daha önemli bir durum daha var. Safsata bizleri sadece dışarıdan gelecek şekilde etkilemiyor. Bizler de safsatanın birer kullanıcısı olarak sürecin içinde yer alıyoruz. Kitap bu durumu sonlandırmasa bile belki yavaşlatmaya yardımcı olabilir.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

15 Mayıs 2020 Cuma

İnsan olmak bir inşa sürecidir, bitmez bu tadilat

"İnsanoğlu için en büyük mutluluk 
Sadece insanın kendi kişiliğidir!"
- Goethe, Doğu-Batı Divanı

"Bir insanı başkalarından ayıran özellikleri belirlemek, o insanı tanımaktır."
- Hermann Hesse, Narziss ve Goldmund

Düşmesiyle, kalkmasıyla, kaygısıyla, kırılganlığıyla, yarasıyla, yasıyla insan denen varlık için her nefeste bir şeyler olur, bir şeyler biter. Çünkü insan olmak bir inşa sürecidir, bitmez bu tadilat. İnsanın yazgısında savrulmak vardır. Kimse her zaman dimdik duramaz, daima dümdüz ilerleyemez, ömrü boyunca dosdoğru yaşayamaz. Savrulmak yaralanmaktır ve insanı evvela kendi yaraları iyileştirir. Hayat, kabuk tutmaktır.

"Paramparça edilmemiş, fırtınalara göğüs germemiş, tel tel dağılmamış, büyük dikişler ve çirkin yara izleriyle, pek nahoş bir halde kendini tekrar bir araya getirmemiş insanlara tahammülüm yok. Ancak böyle olurlarsa bir parıltı görürüm. Ama dışı pırıl pırıl olan şu tipler, şu kıç sallayanlar, doğrusu onlardan hiç hoşlanmam. Hem de hiç." diyor Andrea Dworkin (aktaran: John Berger, Portreler), ne güzel diyor.

Ölene dek taşıdığımız o gizemli kabuğumuzun altında, arka ya da saklı bahçemizde, belleğimizin ve hatıralarımızın karakutusunda ne vardır? Elbette çocukluğumuz vardır. İnsan gelişiminin başlangıç noktası ve hiç bitmeyen o kıldan ince, kılıçtan keskin çizgisi. Öyle bir çizgi ki paçamızı, yakamızı bırakmıyor. Hem omuz verenimiz hem de omuz isteyenimiz oluyor çoğu zaman. Arzularımızın, meraklarımızın, tutkularımızın yakıtı o. Çocukluk yaşlarında merak duyduğumuz, sonradan vazgeçtiğimiz birçok şeye olgunluk çağlarımızda yeniden kavuşmamız bundan.

"Yolları yollara sormayı ve denemeyi sevdim hep. Bir sorma bir denemeydi benim tüm yürüyüşüm." diyor NietzscheBöyle Söyledi Zerdüşt adlı başyapıtında. "Aradığın da seni aramakta..." diyor RumîDîvân-ı Kebîr'inde. Sonra mesela Kafka, "Buradan uzağa işte, buradan uzağa, hep uzağa buradan, ancak böylelikle hedefe varabiliriz." diyor. Peki Kişiliğin Gelişimi'nde Carl Gustav Jung, insanın bu asla bitmeyecek arayışlarında, buluşlarında, vazgeçişlerinde ve yoruluşlarında neyin rolünün üstün olduğunu söylüyor? Şöyle: "İç sesin ruhu bizim hem en büyük tehlikemiz hem de vazgeçilemez bir yardımcımızdır."

Duygu Olgaç'ın titiz çevirisiyle Pinhan Yayıncılık tarafından neşredilen Kişiliğin Gelişimi; çocukta psişik çatışmalar, Amerikalı psikolog Frances G. Wickes'in "Analyse Der Kindersele" kitabına dair bir giriş yazısı, çocuk gelişimi ve eğitimi, üç oturum süre analitik psikoloji ve eğitim, doğuştan yetenekli çocuk, bireysel eğitimde bilinçdışının önemi, kişiliğin gelişimi ve psikolojik bir ilişki olarak evlilik başlıklarına ayrılmış. Kitabın çocukluktan başlayıp eğitime, oradan bilinçdışına ve kişiliğe, son olarak da evliliğe doğru bir kronoloji çizmesi etkileyici. İnsanoğlunun hayatındaki en önemli evreler. Diğer yandan evlilik de insan yavrusunun doğumuna bir vesile. Böylece Jung döngüyü tamamlıyor. Her zaman ki gibi daireye işaret ediyor. İnsanın kişiliğinin gelişim sürecinde zaman zaman yaşanan yoğunluğun ve zorlukların yükünün de bir sahibinin olduğunu hatırlatıyor üstelik: "Bitmek bilmeyen kalıp ve alışkanlıklarıyla kitleler halindeki insanlığın ağır yükünü, Tanrıdan başka biri nasıl dengeleyebilir?"

Jung'un; insanın bir amacının, özellikle de ruhani bir amacının olmasına yönelik düşünceleri beni her zaman etkilemiştir. Hemen hemen her kitabında ve makalesinde bu düşünceye yer verir. "Bir erkek için ekmek parasını kazanabilmek ve eğer mümkünse bir aileyi geçindirmek kadar önemli olan bir başka şey, kendi hayatına tam olarak bir anlam verebilecek şeyi elde etmesidir." cümlesi, insanın zihnini uzun bir süre meşgul edebilir örneğin. Dünya edebiyatı sadece işe gelip giden ve böyle bir rutin yüzünden hem kişiliğini hem de ömrünü heba eden, üstelik yakınlarına da hiç bir faydası olmayan karakterleri işleyen romanlarla dolu. Dünya sineması da keza. Jung işi biraz daha öteye taşıyor: "Ruhani bir amaç, ruh sağlığının kesin gerekliliğidir; bu, tek başına dünyayı kaldırmanın mümkün olduğu ve doğal durumu kültürel bir duruma dönüştüren bir Arşimet noktadır."

Birbirinden bağımsız gibi görünen makaleler dikkatle, altını çize çize ve üzerinden düşünülerek okunduğunda, aslında üç önemli meseleyi insanın zihnine çakması gerekiyor:

1. Çocukluk döneminde yaşananlar kişiliğin gelişimine dair çok şey söylüyor. Dolayısıyla bir çocuk problemliyse, çoğu zaman bunun sebebi ebeveyni ve onun geçmişi oluyor.

2. Rüyaların yorumlanması, bilinçdışının bir anlama kavuşturulması ve insanın kendi ruhunun farkında olması; kişiliğin gelişimi konusunda en önemli meseleler.

3. Kişisel kabiliyet önemli, en az ailevi aktarım kadar. Çocuğun bir şekilde sanatla buluşması, dünyaya farklı bir gözle bakmasını sağlayabilir. Dünyaya farklı gözle bakan bir insan, kendisi için anlamlı olanı daha kolay keşfedebilir. "Gönlünün muradını bulmak" diyebiliriz buna.

Kitabın tek başına özeti olabilecek bir cümle: "Her yetişkinin içinde gizlenen bir çocuk vardır; her zaman orada olan, hiçbir zaman tamamlanmayan ve sürekli ilgi, dikkat ve eğitim isteyen ebedi bir çocuk. İnsan kişiliğinin gelişmek ve bir bütün olmak isteyen kısmı bu çocuk kısmıdır."

İnsan, Jung'un da belirttiği gibi bilinmeyenden hem korkar hem de ona derin bir ilgi duyar. İnsan psikolojisi, insanı tanıma yolunda hem korkutucu hem de ilgi çekici bir kuyu. Bu kuyudan çıkamama ihtimali ne kadar ürkütücüyse, su çekebilme imkânı da o kadar etkileyici.

Kişiliğin Gelişimi, daha evvel kullandığım cümlemi bana yeniden hatırlattı: İnsan olmak bir inşa sürecidir, bitmez bu tadilat.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

13 Mayıs 2020 Çarşamba

Bir kalp kırıklığı tragedyası

Göründükleri gibi olmalıdır insanlar,
Eğer değillerse göründükleri gibi,
İnsan değil, şeytandırlar.

Şimdiye kadar hiç görmedim ben / kulak yoluyla iyileştirildiğini yürek acısının.” diyor Shakespeare, henüz oyunun başlarındayken. Kalbin kırılmasının kolay olduğunu, tamirinin ise emek gerektirdiğini anlatan bundan daha güzel bir cümle okumadım şimdiye dek. Pek çok isim verilebilir ama bir kalp kırıklığı tragedyası da diyebiliriz beş perdelik bu oyuna.

İyi kalpli Desdemona’nın küçücük bir mendil yüzünden kocası Othello tarafından nasıl yargılandığını, ona düpedüz yapılan haksızlığı anlatıyor bu kitap. Üstelik Desdemona “Tanrı bana yanlışlardan yanlış davranmayı değil, yanlışlardan doğru davranmayı göstersin.” diye dua edebilecek kadar da temiz bir kadın. Othello da onu “Ah benim ruhumun sevinci…” diyecek kadar da çok seviyor aslında. Hatta evlenmeden önce, sevgisinin ciddiliğini bize fark ettirecek şu cümleleri kuruyor çok güvendiği çavuşu Iago’ya: “Şunu bil ki Iago, aşık olmasaydım eğer Desdemona’ya / Denizlerin tüm hazinelerini vereceklerini bilsem de / Bekârlığın sultanlığından ayrılıp sokar mıydım başımı sıkıya”.

Zaman o kadar çok şeye gebe ki” geçen zaman içinde bir hata yapıyor Othello, sultanlık olarak nitelediği bekârlığından vazgeçecek kadar çok sevdiği Desdemona’ya. Bazen burnumuzun dibindeki insanları tanıyamıyoruz ya, bu kötülüğü de çok güvendiği çavuşu yapıyor Othello’ya. Bir kuşku düşürüyor aklına. Karısının onu aldattığını ima ediyor Iago konuşmalarıyla. “Gerçi birçok şey yetişir güneş altında / Ama ilk çiçek açanlar / İlk önce olgunlaşan meyvelerdir / Sabredin azcık daha” diye muhteşem cümleler de var kitapta ama Othello sabredemeden varıyor karara. Yazar da şöyle diyor kitapta: “Bir kez fırsat verdin mi kuşkuya / Karara vardın demektir”. Othello da varmıştı zaten karara. Kendi elleriyle kıydı, masum Desdemona’nın canına.

Sonra tüm gerçeği, Desdemona’nın hiçbir suçunun olmadığını, kendisine ihanet etmediğini öğreniyor ama ne fayda. Bu gerçekle yaşayamayacağını anlayınca kendi canına da kıyıyor o anda. “Benim için, akılsızca ama çok seven biri deyin / Kolayca kıskanmayan ama bir kez de kıskandı mı / Kendini kaybeden biri diye söz edin benden” diyerek veda ediyor hayata.

Asıl ihanet eden Desdemona değil, Othello oluyor burada. Hem sevdiğinin canına hem kendi hayatına ve yaşayacakları güzel anılara ihanet ediyor, sevdiği insana inanmamakla. İşte tam da bu yüzden, karara varmamalıyız düşünmeden, olup biteni tam anlamıyla öğrenmeden… Dinlemeliyiz sevdiklerimizi; kırmadan, dökmeden…

Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk

Beyne’l-havf ve’r-recâ, ümit ve korku arasında

"İman edip de imanlarını zulümle bulaştırmayanlar var ya! İşte korkudan emin olmak onların hakkıdır."
- En’âm Suresi, 82. Ayet

“Savaş barıştır. Özgürlük köleliktir. Bilgisizlik kuvvettir... Bilinçleninceye dek başkaldırmayacaklar, başkaldırmazlarsa da hiçbir zaman bilinçlenemeyecekler.”
- George Orwell, 1984

Stratejiniz derin ve uzun vadeli ise yaptığınız hesaplardan büyük kazanımlar elde edersiniz. Öyle ki, bu şekilde savaşa bile gitmeden zafere ulaşabilirsiniz. Ama stratejiniz sığ ve kısa vadeli ise, yaptığınız hesapların size getirdiği kazanımlar küçük olacaktır. Öyle ki, bu şekilde savaşı daha savaşa gitmeden kaybedebilirsiniz. Büyük stratejiler, her daim küçük stratejilere galip gelir. Stratejisi olmayanlar yenilmeye mahkûmdur. Dolayısıyla, muzaffer savaşçıların ilk önce kazandıkları, sonra savaşa gittikleri; mağlup savaşçıların ise ilk önce savaşa gittiklerini, sonra galip gelmeye çalıştıkları söylenir.

Baylar, yemin ederim, her şeyi anlamak hastalıktır.” diyen Dostoyevski mi haklı yoksa “Her şeyi anlamak, her şeyi affetmektir.” diyen Tolstoy mu? Varoluşu anlamak, bizi içten çürüten bir hastalık mı, yoksa dışımızda filizlendiğini gördüğümüz tohumlar mı? Affetmenin hastalık olduğunu varsayamayacağımıza göre, Dostoyevski-Tolstoy kavgasını tarihin dipnotlarına bırakalım (1) ve yönümüzü ikisinin de üzerine aforizmalar ürettiği “anlamak” mefhumuna dönelim. Bir özü idrâk etmek olarak tanımlayabileceğimiz “anlamak”, aslında “an”da olmak, demektir. Bir nevi, izah edilenin insanda ettiği tezahürdür. Sanat eserini sanatlı yapan şey, sanatçının ona gizlediği tezahürdür esasında. Sanat eseri, hakikatin çeşitli unsurlarının değişik nispetlerdeki titreşimlerini o eseri deneyimleyen insana geçirir. İnsan, ruhu, akleden kalbi, mantığı, duygu ve duyumları ile sanat eserini bir bütün olarak kavrar. Lakin her bakanın bunu göremeyişi, eseri aradan çıkarıp sanatçısını gösterecek tezahürü anlamamasındandır. Bu yüzden bir sanat filmi kimi insanda harikulade bir çağrışım yaparken, kimi insanda uykuya gidecek derin bir esnemeye sebep olur.

Girizgahtaki anlamak mevzuunun bu kadar uzun olmasının sebebi, Tolstoy’un Savaş ve Barış romanında yaşadığı dünyaya dair yapmış olduğu insan, aile, din, devlet, toplum, özgürlük, boyun eğme, başkaldırma ve estetik konularındaki izahatlerin, bugünün insanına da geniş bir anlam sunması ve bunu yalnızca kelimeleri kullanarak yapması. Her sanat biçiminin kullandığı dil araçları, insanın onu kavrayacak çeşitli melekelerini harekete geçirir. Edebiyat kelimelerin oluşturduğu bir dünyada yaşar. Müzik, sesin ve duymanın eşiklerinden kalbe doğru akar. Resim, renkler ve fırça darbeleriyle görmenin derinliklerinden zihnin ve kalbin duvarlarını aşar. Tiyatro, konuşma, jest, mimik ve dekorun araçlarıyla zihne ulaşmaya çalışır. Sinema, edebiyatın kelimelerini ve ve onlarla imal edilen simgesel dilinden kaçış imkanı sağlar. (2)

İlk paragrafta verdiğim sanat filmi örneğine geri dönersem, bir yönetmenin film çekerken kullandığı enstrümanı kameradır ve bununla çok farklı anlamlar yaratabilir. Geniş açıyla mekan ve zaman hakkında bilgi verir, yakın planla karakterin duygu dünyasını yansıtır. Yağmur yağarken çekilen bir sahne bereketi temsil eder, günbatımı ise ölümü. Bana göre Savaş ve Barış’ı akıcı ve okunaklı kılan da Tolstoy’un kelimeleri bir enstrüman gibi kullanıp yeri geldiğinde karakterin duygu dünyasına eğilmesi, yeri geldiğinde de anlattığı hikayeye tepeden bakıp geniş bir perspektif sunabilmesi. Yani romanı okurken anlamak için bir çaba sarf etmemiz gerekmiyor. Çünkü eser, tarihçilerin anlattığı gerçeklerin aslında bir yanılsama olduğu gayet akla yatkın bir şekilde okuyucuya sunuyor. Bu sayede 1800 sayfalık kitap kendisini okutuyor.

Roman, 18. Yüzyıl başında Avrupa’yı kasıp kavuran Fransız İmparatoru Napolyon Bonapart’ın 1805 yılında Fransız Devrim Savaşları’ndan sonra giriştiği Rusya’yı işgal girişimine ışık tutuyor. Tarihte Napolyon Savaşları olarak bilinen ve 1815 yılına dek süren bu savaşların sonunda Fransız ordusu, başta Austerlitz Muharebesi’nde Ruslara ve müttefiklerine karşı büyük bir üstünlük kurmasına, hatta 1812 yılında yapılan Borodino Savaşı’nda galip gelmesine rağmen ordunun yağmacılığa ve birliklerin dağılmasına engel olamıyor ve kasım ayıyla birlikte sertleşen iklim koşullarına uyum sağlayamayıp geri çekilmek durumunda kalıyor. Rus Generali Mikhail Kutuzov’un ordusunun yok olacağını öngörüp, bir savaş taktiği yaparak Moskova’yı düşmana bırakma hamlesi sayesinde, kaybedilmiş savaş olan Borodino Muharebesi büyük bir Rus zaferi olarak tanımlanıyor. Kitapta, bu savaşlarda alınan kararların tarihçilerin zannettiği gibi büyük bir ustalık ya da yanılgı sonucu alınmadığını, bir kararı alırken bunu tetikleyen belki onlarca sebebin olduğunu, tesadüf ve dehâ kavramlarının birbirinden ayrılamayacağı naif ve akıcı bir dille ifade ediliyor. Bu sayede roman, tarihçilerin takındığı didaktik tutumdan ziyade lirik bir anlatıyla savaşın kronolojisine ışık tutuyor. (3)

Kısa ve çok az 'spoiler' vererek özetlemek gerekirse, kitap şu şekilde başlıyor:

Ölüm döşeğinde olan Bezuhovların aile reisinin imzaladığı vasiyetname, Moskova sosyetesi için büyük merak olmuştur. Görünürde mirasın varisi, babası öldükten aile reisliğini üstlenecek olan Prens Vasili Kuragin’dir ancak ihtiyar kontun hasta yatağında imzaladığı vasiyetnameden, kendi aleyhine bir sürpriz açıklanmasından şüphelenen Kuragin, kızkardeşiyle bir olup vasiyetnameyi yok etmeye çalışır ancak başarılı olamaz. Miras yaşlı kontun gayrımeşru çocuğu olan Piyer Bezuhov’a kalmıştır. Nikahsız bir annenin çocuğu olduğu için Moskova aristokratlarının gözünde itibarı olmayan Piyer Bezuhov, başına konan talih kuşu sayesinde artık sosyetenin gözde simaları arasında yer almaya başlamıştır. Ancak ürkek yapısı yüzünden bu yeni hayata uyum sağlaması zaman alacaktır.

Otoriter bir baba olan Prens Nikolai Andreiviç Bolkonski, orduda başkomutanlık yapmış, disiplinli, emekli bir askerdir. Kızı Marya ile Smolensk’te bir malikanede yaşar. Oğlu Andrey Nikolayeviç Bolkonski ise Nataşa Rostov’un kuzeni olan Liza ile mutsuz bir evlilik sürdürmektedir. Bu yüzden hamile eşini babasının yanına bırakır ve 1805 yılında ilan edilen seferberlik ilanı sonrası orduya katılır.

Bu esnada Napolyon Ordusu, Rusya’nın içine doğru kat etmeye başlamıştır. Prens Andrey ile birlikte Rus aristokrat tabakasından pek çok genç de orduya dahil olmuştur. Fransızlar başta püskürtülse de Austerlitz’e kadar ilerlemeyi başarırlar. Muharebe meydanında Rus komutanların kendi içlerinde yaşadığı koordinasyon problemleri yüzünden ordu ağır kayıplar verir, İmparator yaralanır, başkomutan vurulur. Savaş meydanınday aralan Prens Andrey de, elinde sancağıyla yerde kalır ve gözlerini açtıktan sonra gökyüzünü görür. Gökyüzü sayesinde her şeyin boş ve yalan olduğu gerçeğiyle yüzleşen Andrey, düşüncelerini şöyle dile getirir:

Ama nasıl oluyor da bu gökyüzünü daha önce hiç görmedim? Sonunda var olduğunu öğrendiğim için ne kadar mutluyum. Evet, her şey boş! Her şey yalan! Bu uçsuz bucaksız gökten başka her şey. Ondan başka hiçbir şey yok, hiçbir şey. Ama.. hayır o bile yok, hiçbir şey yok, sessizlikten, teselli veren sükunetten başka…

Düştüğü yerden Napolyon ordusunun esiri olarak kalkan Prens Andrey’in öldüğüne dair belli belirsiz havadisler Bolkonskilerin evine kadar ulaşır ve romanın ilerleyen bölümlerinde bu muammalar bir dizi felakete sebep olur.

Burada bir parantez açmak gerekir, çünkü Tolstoy bu girişimin başladığı zamanlardan yaklaşık 20 yıl sonra doğmuş, romanı da kırklı yaşlarında kaleme almıştır. Yazar olarak marifeti de aslında burada başlıyor. Kendisinden iki nesil öncesinde yaşanmış olan savaşlara geniş bir projeksiyon tutabilmek için, dönemin karakterlerine ait mektupları, anekdotları, günlükleri okuyarak romanına hem gerçeğe uygun bir mizansen katıyor hem de olay anlatısını tarihçilerin düştüğü neden-sonuç ilişkilerinden bağımsız olarak günlük hayatın olağan akışına indirmeyi başarıyor. Yeri geldiğinde tarihçilerin düştüğü yanılgıları da okuyucuyu ikna eden bir üslupla eleştiriyor. Bu sayede roman sıkıcı bir tarih anlatısı olmaktan çıkıp akıcı bir dile kavuşuyor.

Savaş ve Barış temelinde, savaş, sosyoekonomik ve politik değişimler ve ruhsal karmaşalar nedeniyle hayatları alt üst olmuş, tutunacak bir yer arayan insanları anlatıyor aslında. Ancak bir baş kahramanı yok, yaklaşık 600 yan ve 10 ana karakteri var. Yine de Piyer Bezuhov, Andrey Bolkonski ve Nikolay Rostov’un yaşadıklarına dair çokça detaya yer verilmesi ve sonuç bölümünde bu kişiliklere dair panoramalar sunulması sebebiyle baş kahramanlar olarak gösterilmesi mümkün. (Kitabın özellikle ilk 150-200 sayfası bu karakterlerin kim olduğunu anlamakla geçiyor, bunun için aşağıda yer alan karakter ağacından faydalandım). Bunların arasında Napolyon da var, Rus Çarı da, ve kim bilir kaç romana ve filme ilham olmuş toy Natasha ve kayıp Pierre de. Ve hiçbiri “iyi” ya da “kötü” değil aslında, ki bu da hepsini bu denli gerçek, bu denli insan yapıyor. Üstelik bu karakterin bazılarının büyüyüşüne bile şahit oluyor, gerçekçi bir bağ kuruyorsunuz. Romanın uzun yıllara yayılması sayesinde onlarca insanın hayatının nasıl geliştiğini ve değiştiğini izliyorsunuz. Muhtemelen normal yaşamınızda tecrübe etmeye imkan bulamayacağınız sayıda ve ilginçlikte hayatları. Bu karakterler sizi her duyguyla yeniden tanıştırıyor: aşk, hırs, ihanet, şehvet, kıskançlık, tutku, öfke. İnsana mahsus her duyguyla. Ve Tolstoy’un karakterlerinin varoluşsal kaygıları, tümüyle biz 21. yüzyıl insanlarıyla benzerlik gösterdiği için hem size hem de çevrenize ışık tutarak başka hiçbir romanın yaşatamayacağı deneyimi yaşatıyor. (4)

Bizler dünyanın kendi etrafımızda döndüğünü sanıp, zamanın lineer bir şekilde aktığı yanılgısına kapılıyoruz. Yaşadığımız yanılsamada sürekli olarak geçmişten bir şeyleri alıp, geleceğe atılımlar yapıyoruz. Dahası, anılarımızı da olagelenden aykırı hatırlayıp, zamanı kendimize göre kırıyoruz. Oysa zaman dediğimiz şey bir illüzyon, hayat öyküyü dışlıyor. Aslında hayat, zannettiğimiz gibi bir timeline üzerinde akmıyor. Bu hiçliğin üzerine biz bir anlatı inşa ediyoruz ama sayısız sebep olduğu için bu anlatı da sonsuz olasılığa sahip. Hissedilen ve hissedilmeyen gerçeklik birbirinden apayrı ve birbirine yapışık iki olgu. Yani her şey “an”da algıladığımızdan ibaret, bir “an”ı yaşamak için bir hayatı biriktiriyoruz.

Hepimiz, savaş ve barış gibi, dünyayı pek çok açıdan ikiye ayıracak tanımlamalar bulabiliriz: iyi-kötü, güzel-çirkin, siyah-beyaz, tembel-çalışkan, zengin-fakir, öyle-böyle. Bu kavramları kullanarak kolayca birini diğerine ötekileştirip çatışma yaratabiliriz, ki, günümüz siyasileri de ötekileştirme argümanlarını bir araç olarak kullanıyor. Ancak ben dünya üzerinde süregelen dört büyük çatışmadan bahsetmek istiyorum. Var olan diğer tüm çatışmalar, muhakkak bu dördünden birisinin türevidir.

İlki, insanın bedeniyle ruhu arasındaki çatışma. Allah’a dönmek isteyen kalbim ve dünyadan bir şeyler arzulayan kalbim. Ruhsal susuzluk ve maddesel susuzluk. Cennetin güzelliğine arzu vardır ve dünyanın güzelliğine arzu. Onu bulamazsın, ordadır. Ve bu ikisi arasında bir savaş vardır.

İkincisi, erkekle kadın arasında. Erkekle kadın birlikte yaşamak zorundadır, ama aynı zamanda birbirinden nefret ederler. Aşk ve nefret ilişkisi vardır, sürekli bir çatışma. Erkeğin tarafından bakarsak hakları nedir, kadının hakkı nedir? Kadına bırakırsak, kadın hakları nelerdir? Sonunda erkekleri ezecektir. Erkeklere bırakırsak eğer, sonunda kadını ezecektir. Bu da devamlı bir çatışma.

Üçüncüsü, sermaye ile işgücü arasındaki çatışma; patronla işçi arasındaki çatışma. Patron der ki; “Daha çok çalışmalısın, daha az ücret almalısın.”. İşçi der ki; “Daha az çalışmalıyım, daha çok ücret almalıyım.”. Birbirine zıt şeyleri isterler. Patron der ki; “Daha çok vaktini işe, daha az vaktini dışarda harcamalısın.”.  Çalışan der ki; “İşte daha az vakit harcamalıyım, dışarda daha çok.”. İşçi haklarının, asgari ücretin, sendikaların olmasının nedeni budur.

Dördüncü ve son, hükümet ve halk arasındaki çatışma. Dünyanın neresinde olursanız olun yönetim daha çok vergi isteyecek, daha çok hakimiyet isteyecek, daha çok kontrol isteyecek. Ve insanlar daha çok özgürlük isteyecek. Eğer bütün kararı yönetime bırakırsak diktatörlüğe dönüşecek. Eğer bütün söz halkın olursa kaosa dönüşecek. Bir denge olmalı. Bu dengeyi bulabilmek, adalet için mücadele etmek dediğimiz şeydir. (5)

Savaş ve Barış’ı harikulade yapan şey de, bu dört çatışmaya da çok doğru bir şekilde yer vermiş olması. Piyer Bezuhov karakteriyle, kendi gözleri önünde savrulup giden ömrüne bir bakış atıyor, sonra trende rast geldiği Hür Masonlar Derneği üyesi sayesinde başladığı ihtida yolculuğunu ele alıyor. Birey-Tanrı ilişkisini el aldığı bu bölümlerde, birinci çatışmaya ilişkin gözlemlerde bulunuyor ve kişinin Tanrı inancını sorgulatıyor. Prens Andrey ve Nataşa Rostov üzerinden yürüttüğü ikinci çatışmada; aşkın yarattığı manyetik çekim sebebiyle, kadın ve erkek arasındaki gözetilmesi zor olan denge halini sorgulatıyor. Toprak sahipleri ve mujikler üzerinden ilerleyen üçüncü çatışmada ise, sermayenin ne kadar iyi niyetli olsa da işgücünün inadını kıramayacağına, üst elden olmasa bile işgücünü sömürecek ustabaşıların her bereketli toprak üzerinde parsayı toplayacağına dair çok güzel izahatte bulunuyor. Son çatışma olan hükumet-halk çatışmasına ise Fransız İmparatoru Napolyon ile Rus İmparatoru Aleksandr’ın uluslarına olan muamelesini irdeliyor, sunduğu anlatılarla birlikte tüm bu çatışmaları birbirine çok güzel işliyor.

İnsan aklı hareketin mutlak sürekliliğini kavrayamaz. İnsan herhangi bir hareketin yasalarını ancak o hareketin rastgele seçtiği öğelerini incelediği zaman anlayabilir. Bununla birlikte, insanın yaptığı hataların büyük bir kısmı, sürekli hareketin sürekli olmayan öğelere rastgele bölünmesinin sonucudur.” diyor Tolstoy. Kitaptaki en güzel alıntılardan birini yazının son paragrafına almamın sebebi de, onun kastettiği farkındalığı fark etmiş olmam. Bizler bir kitap okuyunca, film izleyince, sokakta bir kazaya rast gelince hayatımızın değiştiği yanılgısına kapılırız. Geriye bakınca hatırladığımız şey o “an” hissettiklerimiz olur. Halbuki geride bıraktığımız eylem, geçmişte kalan herhangi bir zamandan farklı değildir. Yalnızca algımız değişmiştir. Bir kitap okuyunca hayatımız değişmez, yalnızca hayata dair algımız değişir. Yoksa zaman, bir fark etsek de etmesek de, kendi aleminde sürüp gitmektedir.

Karantinada okuduğum bu pek kalın kitap sayesinde algımın genişlediğine inanıyor ve içinde bulunduğum tüm çatışmalardan dengeyi tutturacak bir ömür yaşayabilmeyi diliyorum.

Hepimizin kendi ruhuyla bedenini çatışmaya sokacak bir Allah ağrısı var.

(1) Tolstoy mu? Dostoyevski mi? Bir Anlaşmazlığın Hikayesi, Karen Haddad-Wotling
https://oggito.com/icerikler/tolstoy-mu-dostoyevski-mi-bir-anlasmazligin-hikayesi/25705
(2) Suret Yasağı Meselesi ve Gelenek Arayışındaki Türk Sineması, Enver Gülşen
https://www.timeturk.com/tr/2013/02/22/suret-yasagi-meselesi-ve-sinema-3-islam-sanatindan-hareketle.html
(3) Napolyon Savaşları, Wikipedia
https://tr.wikipedia.org/wiki/Napolyon_Sava%C5%9Flar%C4%B1
(4) Savaş ve Barış’ı Niçin Okumalısınız?, Deniz Gürcü
https://oggito.com/icerikler/savas-ve-baris-i-nicin-okumalisiniz/31404
(5) Fatiha Suresi Tefsiri, Nouman Ali Khan
https://www.youtube.com/watch?v=3CKsVgX4q2Y

Beytullah Kurnalı
beytullahkurnali@gmail.com

10 Mayıs 2020 Pazar

Algı her şeydir!

“Post-truth, pro-faşizmdir.”
(Hakikat-sonrası, faşizm öncesidir.)
- Timothy Snyder, Tiranlık Üzerine

‘Algı her şeydir’ mottosu iletişim fakültesinde ilk öğretilen şeylerden biridir. Sebebi açıktır: Düşünce ve davranışları etkileme ve değiştirme algı üzerinden sağlanır. Bu meselede en önemli nokta algıyı oluşturma aşamasıdır. Önemini, ahlaki değer ve etik kodların rafa kaldırılmasına tekabül edişinden alır. Daha net ifade edersek; algı oluşturmada gerçek ve/veya hakikat önemsizdir. Önemli olan tek şey muhatabı etkisine alarak kontrol altında tutmak ve ‘kullanılabilir’ hâle getirmektir.

İlk bakışta gaye meşruiyet sağlanarak siyasi kazanım elde etmek gibi görünse de her daim amaçlanan maddi çıkardır. Yani, birey ve toplum sermayenin talepleri doğrultusunda kullanılabilir olmalıdır. Esasında yapılan şey bir nevi illüzyondur. Bu süreçte direkt çarpıtma ve yalanın yanında makulmüş gibi görünen ama mantıksal açıdan sorun teşkil eden malumat ya da önerme (safsata) kullanılır. Önemli nokta, meseleye dair bilinç kazanmış birey illüzyonun farkında olacağından bu tuzağa düşmeyecektir.

Yalın Alpay, Yalanın Siyaseti’nde bu illüzyonun nasıl yapıldığını işleyiş ve türleriyle birlikte ele alıyor. Destek Yayınları tarafından yayınlanan eser yüz seksen dört sayfadan oluşuyor. Kitabın iki temel konu (bölüm) üzerine inşa edildiğini söyleyebiliriz. İlk konusunu Batı literatüründe ‘post-truth’ olarak geçen olgunun oluşturduğu çalışmanın ikinci konusu ‘safsata’ kavramı. Bu bağlamda en genel tabiriyle mevzuyu, gerçeğin ve/veya hakikatin modern ve daha çok postmodern dönemde anlamını kaybetmesiyle birlikte ortaya çıkan ‘kaygan’ zeminde birey ve/veya toplumların bundan nasıl etkilendiğini belirlemek şeklinde özetleyebiliriz.

Yalın Alpay evvela İngilizcesi ‘post-truth’ olan kavramı anlamsal açıdan analiz ederek Türkçe’de “hakikatin önemsizleşmesi” şeklinde kullanmayı öneriyor. Hemen arkasından önerdiği kavramı çeşitli cihetleriyle detaylandırarak bir anlamda gerekçelendiriyor. Bu girişten sonra yalan ve gerçek yanılsamasının modern dönemde şimdiki kadar ayyuka çıkmamasının nedenleri üzerinde durarak sürecin neden bu yöne evrildiğini ve nasıl işlediğini ortaya koymaya çalışıyor. İlk ayrımı modernite/postmodernite arasında yapan Alpay, postmodernitenin özelliklerini sıralıyor. Postmodernitenin çerçevesini çizdikten sonra “hakikatin önemsizleşmesi” ile aralarındaki benzerliklere dikkat çekiyor. Böylelikle konuyu temellendirerek bu iki kavram arasında hakikat olgusu özelinde var olan dışlayıcı ortak ilişkiyi açığa çıkarmış oluyor.

Yazar, postmodernite ve “hakikatin önemsizleşmesi” arasında yaptığı ilişkilendirmeyle kavramların etkileşimsel boyutunu belirledikten sonra konuyu dil üzerinden insanları etkilemenin nasıl sağlandığına getiriyor. Esasında bu etki faaliyetleri bir dil oyunudur. Yani, mesele dilin yapısal özelliklerinin insanın psikolojik zaafları üzerindeki etkisinden faydalanmaktan ibarettir. Alpay, söz konusu dil oyununu açıklarken Aristoteles’in (MÖ 384-322) dil kullanımına dair yaptığı kategorizasyondan yola çıkıyor. Yalnız, önce mantık, aklın ilkeleri akıl yürütme konularına felsefi açıdan kısaca değinerek konuyu temellendiriyor. Sonrasında Aristoteles’in “Beş Sanat” şeklinde formülüze ettiği ‘savlar hiyerarşisi’ sınıflandırmasına geçiyor.

Bu hiyerarşi, sadece gerçeğin kanıtlandığı tanıtlama, gerçeği kanıtlamak yerine rakibi susturmanın yöntemi diyalektik, salt iknayı sağlayan retorik, doğruluğu olmayan ve düşsel bir alan olan şiir ile muhatabın algısını çarpıtarak yanılmasına yol açan safsata olarak tanımlanıyor. Buradaki sıralama aynı zamanda giderek gerçekten/hakikatten uzaklaşma şeklinde kendini gösteriyor. Yalın Alpay ilk dört başlığa kısa kısa değindikten sonra kitaptaki ikinci önemli konuyu oluşturan safsata meselesine geçiyor.

Müellif, safsata kelimesinin anlamı üzerine detaylı bir giriş yapıyor ve zihnin safsataya neden kapıldığını başlıklar hâlinden açıklamaya çalışıyor. Bu başlıkları safsatanın zihne sızdığı içsel ve dışsal çatlaklar olarak tanımlıyor. İçsel çatlakları insanın zaafları oluştururken dışsal çatlaklar sosyo-kültürel yapının sonucu olarak ortaya çıkıyor. Yalın Alpay bu çatlaklara dikkat çekerek ne kadar farkındalık oluşturulabilirse sızmanın o derece engellenebileceğini belirtiyor.

Kitapta safsata kavramıyla ilgili tanımlar yapıldıktan ve oluşma nedenleri belirtildikten sonra yazarın öznel olarak belirlediğini söylediği safsata örneklerine geçiliyor. Yazar buradaki örnekleri saptadığı en çok kullanılan safsata türleri şeklinde açıklıyor. Verilen örnekler günlük hayatta farkında olmadan ya da görmezden gelerek yaptığımız hataları gözler önüne seriyor. Bu hataların çokluğu ve kullanım sıklığı konuştuğumuz dilin neredeyse tamamen safsatayla örüntülü olduğu endişesi doğuruyor.

Yukarıda yazılanlardan sonra en önemli konuya; safsatanın ne olduğuna değinmemek olmaz sanıyorum. Genel olarak saçma, yalan, palavra gibi kelimelerle ya anlamlarıyla karıştırılan safsata, ‘doğru gibi görünen ama aslında doğru olmayan hileli akıl yürütme yöntemidir’. Daha net ifadeyle ‘mantıksal açıdan tutarsız akıl yürütmedir’. Günlük dilde dikkat edilmediği takdirde pek fark edilemeyen bu yöntem özellikle politik söylem ve medya ortamları başta olmak üzere -birebir ilişkiler de dâhil- hayatın her alanında kullanılarak bizleri doğrudan etkiliyor. Hayatımızın artık vazgeçilmezi olan sosyal medya ile birlikte ‘post-truth’ (hakikatin önemsizleşmesi) kavramının da muazzam etkisiyle maruz kaldığımız çarpıtma ve yalanın boyutu gün geçtikçe artıyor. Bu bağlamda safsataların doğru karar vermemezi etkileyen hatta engelleyen ve zarar görmemize sebep olan süreçleri ortaya çıkardığı görülüyor. Bunu engellemenin yolu ise safsata konusundaki farkındalığı arttırmaktan geçiyor.

Yalanın Siyaseti bir yandan safsataya dair farkındalığı artırırken bir yandan da safsatanın varoluş koşullarını gösteriyor. Postmodernite ile birlikte ele alınışı fotoğrafı daha geniş perspektiften görmeyi sağlıyor ve verilen güncel örnekler ve değerlendirmeler anlamı pekiştiriyor.

Kitaba dair iki konuda şerh düşmek gerekirse, Yalın Alpay’ın modernitenin bittiği ve postmodernitenin yeni bir paradigma olduğu söylemine katılmadığımı belirtmek isterim. Bu konuda postmoderniteye ithafen “modernite-tamamlanmamış bir proje” diyen Jürgen Habermas’ın görüşünün daha isabetli olduğu kanaatineyim. Zira postmodernite paradigmayı değil sentagmayı, yani ‘değerler dizgesini’ değil ‘değerler dizilimini’ değiştirmiştir. Sistem özünde aynı arkaik köklere sahiptir. Paradigma değişimi, modernitede olduğu gibi uygulayıcı ve uygulamanın tüm yönleriyle değişimidir. İkinci şerh konusu; Yalın Alpay’ın Türkiye için verdiği örneklerde ‘sağ muhafazakârlık’ kadar ‘sol muhafazakârlığa’ değinmemesidir. Konuyu siyasi angajmana çekmeden belirtmek gerekirse, bu toplumun sorunlarında sağ muhafazakârlık ne kadar sorumluysa sol muhafazakârlık da o kadar sorumludur. Dolayısıyla her iki kanat da safsata açışından diğerine rahmet okutacak kadar sorunludur.

Hamiş: Her ne kadar sevgili Yağız Gönüler seri yazıları ekstra bir yük ve sorumluluk olarak üzerimize almamamızı rica etse de post-truth ve safsata konuları birkaç kitap değerlendirmesi daha olacak gibi görünüyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

9 Mayıs 2020 Cumartesi

Gölgeler ve parlak ışıklar altında insanın durumu

Koreli filozof Byung-Chul Han, Güzeli Kurtarmak adlı kitabında estetik, sanat ve güzel kavramlarını detaylıca işlemiş ve gerçek bir sanat eserinin en önemli noktasının, kendisini sır olarak temsil etmesi olduğunu belirtmiş, sanat eseri için “son kertede, örtünün asli bir unsur olduğu bu nesne başka türlü kavranamaz” demiştir. Yine başka bir Doğulu yazar Tanizaki, geçtiğimiz yılın Mart ayında Jaguar Kitap’tan yayımlanan Gölgeye Övgü adlı eserinde, gölge kavramının ve bildiğimiz manasıyla somut gölgenin Japonlar ve Avrupalılar için ne anlamlara geldiğini, neleri etkilediğini, insanın tasavvur dünyasında ne gibi gerçekler ortaya çıkarabileceğini on altı deneme boyunca irdelemeye çalışmıştır. Gölge kavramının Japon milleti için öneminden, gölgenin şehirlerde, evlerde hatta tiyatrolarda ve eski Japon kültüründe ne şekilde kullanıldığından bahsetmiş, bunun insan ruhunda ne gibi olumlu değişimler yaptığını, bazen son derece ciddi bazense daha komik mevzular üzerinden incelemiştir. “Hüzünlü, kırılgan, ölmekte olan güneş ışınları mutlak bir sükûnete dalsın diye duvarlarımızı soluk renkli bırakıyoruz” diyen Tanizaki, gölge ve parlak ışıklar altındaki insanın durumunu ayrı ayrı değerlendirmiştir.

Tanizaki Batı ve Doğu insanının gölge ve parlaklık kavramlarına niçin ayrı manalar verdiğini incelerken aslında psikolojik ve sosyolojik tespitler de yapıyor. Sadece estetik üzerinden değerlendirmeleri olsa da genel anlamda Batı ve Doğu toplumlarının (Doğu’dan kasıt daha çok Japonya ve biraz Çin) gölge ve karanlık hakkındaki tutumlarından hayata bakışlarıyla ilgili çıkarımlar yapıyor. Yazara göre Doğu toplumları elindekiyle yetinmeyi bilir. Şartlara göre hareket eder ve elinde olmayan şey için gereksiz bir hırs bürümez gözünü. İslami bir yönü de vardır bunun. Neredeyse ne gelirse Allah’tan, biz elimizdekiyle başımızın çaresine bakmalıyız, der Tanizaki. Bu da bu kitabın yazıldığı zamanlarda iki dünya savaşı arasında olan Avrupa hakkında söylenecek doğrulardan biridir:

Bana göre biz Doğulular, içinde bulunduğumuz şartlardan hoşnut olmayı amaçlayıp elimizdekilerle mutlu olduğumuz için karanlıktan şikâyet etmek yerine bunun bir çaresi olmadığını kabullenip ışık azsa azdır der, karanlık üzerine düşüncelere gömülür ve karanlığın içindeki doğal güzelliği keşfederiz. Ancak yenilikçi Batılı yetinmeyip elindekini iyileştirmekte kararlıdır her zaman. Mumdan gaz lambasına, gaz lambasından elektrik ışığına daha aydınlık bir ışık arayışı asla bitmiyor, en önemsiz gölgeyi bile yok etmek adına hiçbir zahmetten kaçınmıyor.

Tanizaki bu sözleriyle bana yine Byung-Chul Han’ın dilimize çevrilen son kitabı Eros’un Istırabı’ndan bir parça hatırlattı. Han kısaca, modern insanın ya da modern toplumun, hayatın içinden negatifliği yani birbirinden farklılığı kaldırdığını, herkesi aynı hizaya çektiğini söyler. Şeffaflık Toplumu adlı eserinde ise tüm bunlara paralel olarak sır ve karanlığın hayranlık uyandırdığını belirtir. Tanizaki’nin denemelerinde genel olarak değinmek istediği de tam olarak budur aslında. Karanlık ve gölge insan ruhuna uygun olandır. Parlak ışık bizi rahatsız eder ve fıtratımız dışındadır.

Tanizaki karanlık ve parlaklık, beyaz ve gölge arasındaki ilişkiyi incelerken dünya üzerinde toplumsal sorun oluşturmuş birçok şeye de değinmeye çalışır. Bunlardan biri de insanların rengidir. Sarı ırk, beyaz ırk, siyahîler olarak adlandıracağımız bu durumu da eskiden beyaz ırkın, renkli ırkları kabul etmemesinin ardındaki psikolojiyi de anlayabiliyoruz diyerek açıklamaya çalışır. Tanizaki’ye göre hassas beyazlar, farklı tendeki kişilerin sosyal buluşmalarda yaydıkları gölgeden rahatsız olurlar. Bunu da, Amerikan İç Savaşı döneminde sadece zencilere eziyet edilmediği, aynı zamanda melezlere, melezlerin çocuklarına ve hatta melez ve beyazların çocuklarına da eziyet edildiği örneğini vererek kanıtlamaya çalışır. Biraz zorlama bir yorum gibi görünse de durumun iç yüzünü anlamaya çalıştığımızda, yine buradan Han’ın, farklılıkların yok edilmeye çalışılması tabirine yaklaşıyoruz.

Kitap bir bütün oluşturabilecek şekilde başlıyor ancak denemeler ilerledikçe Tanizaki’nin daha dağınık bir konu skalasını tercih ettiğini görüyoruz. Gölge kavramını elden bırakmıyor yazar fakat bu gölge kavramını temel alarak yeri geliyor geleneksel Japon ev mimarisini yeri geliyor modern ve eski Japon tuvaletlerini yeri geliyor mum ışığında yemek yenen bir restoranı inceliyor ve bu konular üzerinden çıkarımlar yapıyor. Ayrıca ara ara da olsa Batı ve Japon kültürleri arasında değerlendirmeler yaparak Japon kültürünün Batı’dan etkilenmesini eleştiriyor:

Batılı sıralı adımlarla ilerleyebildi ancak biz daha üstün bir medeniyetle karşılaşıp ona teslim olduk ve aynı zamanda binlerce yıldır izini sürdüğümüz yoldan ayrılmak durumunda kaldık. Kanımca bunun yarattığı yanlış adımlar ve güçlükler çoktur.

Tanizaki aslında Japon kültürünün ve geleneğinin Batı karşısında üstünlüğünü gölge kavramı üzerinden vermeye çabalıyor ancak bir taraftan da karşılaştıkları medeniyetin kendi medeniyetlerinden üstün olduğunu kabul ediyor. Bu durumu Tanizaki’nin 1923’teki büyük depreme kadar Batılı bir tarzda yaşamını sürdürerek yazmasına bağlıyorum. Herhalde o taraflardan bir şeyler kalmış olmalı. Ayrıca yazar savunduğu şeylerin karşısında yer alan modern hayatın getirilerini de tam olarak reddedemiyor. Yaşam olarak değil, fikrî olarak. Bir arada kalmışlık hissediliyor yazdıklarında. Ne diyelim, şairin dediği gibi belki de asfaltta yürürken asfaltı eleştirme hakkını kullanmak istiyor. Zaten bunun açıklamasını da kitabının son paragrafında okurla paylaşmış:

Çağımızın imtiyazlarının farkındayım ve onlara müteşekkirim. Ne kadar şikâyet edersek edelim, Japonya Batı’yı takip etmeyi seçti ve artık bu yolda cesurca ilerleyip biz yaşlıları geride bırakmaktan başka çaresi yok. Tenimiz olduğu renkte kaldığı sürece verdiğimiz kaybın çaresinin olmadığını kabullenmek zorundayız. Bütün bunları yazmamın sebebi, muhtemelen edebiyatta ve sanatta, hâlâ kurtarılacak bir şeyler olduğunu düşünüyor olmam. En azından edebiyat için kaybettiğimiz bu gölgeler dünyasını tekrar hatırlatmak isterim. Edebiyat denen kutsal yerin saçaklarını kalın ve böylece duvarlarını gölgeli yapıp apaçık gözüken şeyleri gölgeye saklamak, gereksiz süslemeleri ise söküp atmak istiyorum. Bu her yerde yapılsın demiyorum ama en azından biri böyle olsa yeter. Nasıl olurdu acaba, ışıkları söndürüp onlar olmadan etrafın neye benzediğini görmek…

Kitabın sonunda Thomas J. Harper’ın bir sonsözü bulunuyor. Bu sonsözde okurlar hem kitap hakkında Harper’in fikirlerini okuyup kendi düşünceleriyle bir harman yapabilecek hem de Tanizaki hakkında birkaç bilgi daha öğrenebilecektir.

Gölgeye Övgü Japonca aslı yerine İngilizceden çevrilmesine rağmen Didem Kizen çok başarılı bir iş çıkarmış ve neredeyse araya bir üçüncü dil girmediğine okuru inandırmış. Yazarın da romanlarından bildiğimiz gibi dili yalın ve üslûbu son derece sade ancak bu seferlik buna çeviri de ekstra katkı sağlamış.

Tanizaki büyük bir yazar. Hatta kimilerince en büyük modern Japon yazar (bence bu unvan Soseki’ye ait ancak bu Tanizaki’nin büyük yazar olduğu gerçeğini değiştirmez). Sadece kurgu eserleriyle değil onu bir de denemeleriyle tanımak isteyenler için Gölgeye Övgü’nün okunması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü Tanizaki biz’e çok uzak değil.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

8 Mayıs 2020 Cuma

Bana neden korktuğunu söyle, sana başından ne geçmiş olduğunu söyleyeyim

"Öyle bir tahtta oturur ki çocukluğumuz
Tüm unsurlardan fazladır iktidarı."
- William Wordsworth

"Eğer can sıkıntısı geleceğe inanma alışkanlı­ğımızı kırmanın yollarından biriyse, o zaman korku da, geleceği sürdürmenin yollarından biridir" diyor Adam Phillips, Dehşetler ve Uzmanlar'da. Bizdeki havf ve reca arasında yaşama gerekliliğini çağrıştıran bir cümle. Çocuklar, özellikle de yeni doğanlar insana kadim kanunları hiç zorlamadan, halleriyle hatırlatıyorlar. Hem bu dünyanın geçiciliğini hem de her şeye rağmen yaşamanın o mutlak sevincine olan ihtiyacımızı bazen cıvıldayıp, bazen de ağlayıp meşk usulü öğretiyorlar anneye, babaya. Yine kitapta, "çocuk hüsrana tahammül etmeyi, yetişkin ise etmemeyi öğrenmek zorundadır" diye yazıyor Britanyalı psikiyatrist. Güçlü olmak ve başkasına da güç vermek mecburiyetini hep olduğu gibi edebiyatın sağladığı kuvvetle aktarıyor. Tam şu zamanlarda, bana iyi geliyor Adam Phillips. Okuduğum her kitabının iyi geldiğini ve çok ufuk açıcı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Sadece çocuk psikolojisine ve gelişimine dair bir kitap değil elbette Dehşetler ve Uzmanlar. Otoriteler, semptomlar, korkular, rüyalar, cinsiyetler ve zihinler başlıklarıyla hem psikanalist adaylarına meselelere nasıl bakmaları gerektiği konusunda yeni açılar kazandırıyor hem de her şeyin ille de, net bir biçimde çocuklukta yattığına 'sopa sallamadan' işaret ediyor.

Psikanalisti 'muhalif seslere kulak kabartan kişi' olarak tanımlıyor Phillips. Onun en büyük riski, bu seslere kulak kabartmamak ve hastaya -danışana- tepeden bakmak. Burada günümüzün her yerden fışkıran uzmanlarına da bir işaret var. Çünkü uzmanlar, insanların nasıl yaşamaları gerektiğine dair bilgileri özümsemiş, tecrübe sahibi, 'her şeyi bilen' kılıfına bürünüyorlar. Psikanalistler de bu kılıf(lar)a bürünme riski taşıyor. Şurası konuya açıklık getirmesi açısından önemli: "Psikanalist ve hastası denilegelen kişinin ortak bir projesi vardır. Yani psikanalist kendisine "İyi bir analist olabiliyor muyum?" (Yeterince sıra dışı mıyım? Yeterince ortodoks muyum? Doğru sözü söyledim mi?") diye sormak yerine "Ben ne tür bir insan olmak istiyorum?" diye sormalıdır. İlk soruya cevap verecek yığınla insan bulunabilir. İkinci sorunun ise, dehşetleri olabilir ama uzmanları yoktur."

Adam Phillips, iflah olmaz bir Freud'cu. Tabir çok kesin gözükebilir ancak o birçok şey için bilimin ve insanlığın Freud'a borçlu olduğunu düşünüyor. Haklı olduğu tarafları var elbette ve bunları söylerken gayet sakin, bilge bir üslup kullanıyor. Böylece okuyucu Freud'dan soğumuyor. Phillips kendi görüşlerini ifade ederken de çocukla ebeveyn arasındaki ilişkinin ne kadar önemli olduğunu birçok farklı kapıdan aralıyor, ışık tutuyor. Işık tuttuğu yerin ne kadar karanlık olduğu herkesin malumu. Burada yaptığı psikanaliz tanımı, okuyucunun kitabı nasıl okuması gerektiğine dair de önemli bir bilinç kazandırıyor: "Psikanaliz, tanımı gereği, hiç var olmamış, sözcükleri aşan bir şeyi değil, kaybedilenleri kazandırır."

Çocuğun ve dolayısıyla insanın, 'ebeveynine doğru inanma'ya olan ihtiyacı konusunda Phillips; çocukların sadece onların otoritelerini ve kendilerine sundukları bakımı veri olarak kabul ettiklerini söylüyor. Burada üzerinde durulması gereken konu neden inanıldığı, inanmaya itenin ne olduğu. "Freud'un bize gösterdiği gibi, inanç arzuyu evcilleştirir. Uzmanlar bizi, en iyi hallerini görebileceğimiz yerde tutarlar" diyor Phillips. Freud'un bilinçdışı tanımının her ne kadar düşüncelerimizde kaybolduğumuzu öne sürse de insanların psikanalize nerede ve kim olduklarını bulmak için geldiklerini söylüyor. Yani Freud'a itiraz ettiği, ayrıldığı noktalar da yok değil elbette.

Rachel Wetzsteon, "Acının herhangi bir şeye bağlı olduğunu söyleyen kural nedir?" diye soruyor Kaçış Kıssaları'nda. Acı içinde sır barındırır, hatta neredeyse sırdan ibarettir. İnsan acılarını olduğu gibi sırlarını da kolay kolay kimseye açamaz. "İnsanlar sır saklayamaz hale geldiklerinde psikanalize giderler ya da konuşacak birini seçerler" diyor Adam Phillips. Dilin kuvvetleri. Özgürce konuşmanın tehlikeleri ve faydaları. Hepsi iç içe. Dünyayla gerçek bir temas kurmak isteyen insanın dünya ile arasına mesafe koymasını öneren Maurice Blanchot haklı. Bu mesafe biraz da delilik barındırıyor. Çünkü İngiliz edebiyatının 'çılgın' yazarlarından Gilbert Keith Chesterton öyle diyor: Deli, mantığını yitirmiş kişi değildir. Deli, mantığından başka her şeyini yitirmiş kişidir. Mantık devre dışı kaldığında özgürce, hisli biçimde konuşmak mümkün. Bazen en büyük dehşeti barındıran mantık oluyor. Başımıza uzman kesiliyor. Bu durumda kalp devre dışı kalıyor ve zamanla insan nerede olduğunu bulamıyor, hatırlamıyor. İşte tam da buralarda kaygı ve korku meselesi yatıyor.

"Kaygı, korkuya karşı bir savunma, neden korktuğumuzu bilmeyi reddetmektir" diyen Phillips'e göre savunmacı çocuklarda egonun işlevi, korkuyu kaygıya dönüştürmek. Tedavi edilmesi gereken de bu. Çünkü korkusunu kaygıya dönüştüren çocuğun bunu yapmaktaki amacı korkuyu nesnesinden ayırmak. Halbuki korkunun nesnesi bulunduğunda, yani kaygılar korkulara dönüştüğünde psikanalitik yorum yapılmış, çocuk yüzleşmiş ve dolayısıyla tedavi yönünden büyük bir gelişim imkânı yakalamış oluyor. Ve zaten: "Büyümek bir travmadır ve bin bir biçimiyle travma, psikanalizin temel konusu, hammaddesidir."

Freud'a göre korku, kılık değiştirmiş de olsa geçmişle yüzleşme, istemsiz bir kendini bilme ifadesidir. Sartra'a göre ise kendini bilmek bir tür kötü niyettir. Korkunun kötü bir duygu olduğu bu kadar bariz bir biçimde ortadayken, ardında yatan iyileşmeye dair imkân da bir o kadar ortada. Kaygı, insanın kendi kendinden bir şeyler gizlemesinin yoludur Phillips'e göre. Korkunun öznesi, geçmişteki gelecektir. Korku anında hayali gelecek ile geçmiş hoşnutsuzluklar birleşir: Bana neden korktuğunu söyle, sana başından ne geçmiş olduğunu söyleyeyim. Freud için de kaygı bir kez devreye girdi mi geriye kalan bütün duyguları yutar. Gerçekliğin kaybı.

Dehşetler ve Uzmanlar, bizleri sürekli dışarıda bırakmaya çabalayan uzmanlara, dehşetin avukatlarına bir itiraz kitabı. Dehşeti önce biz bilelim ve önce kendimizin uzmanı olalım diye. Tüm bu farkındalığı yakalarken yazarın "asla şu ya da bu değiliz, daima bir derlemeyiz" cümlesini aklımızdan çıkarmayalım. Çünkü "iş rutinlere geldiğinde hepimiz birer sofuyuz" ama "ne dediğinizi bildiğinizi sanırsınız sonra bir dil sürçmesi veya kelime oyunu sayesinde başka bir şey söylemekte olduğunuz çıkar ortaya. Çok fazla tanım yapmak, çok fazla şeyi dışarıda bırakmaktır."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf