9 Nisan 2020 Perşembe

Nâzım Hikmet'in en sevdiği Kemal Tahir hikâyeleri

Nâzım Hikmet’in hapishaneden Türk Edebiyatı’na kazandırdığı iki büyük isim vardır. Bunlardan biri Orhan Kemal diğeri de Kemal Tahir’dir. Nâzım, bu iki ismin çoğu eseriyle birebir ilgilenmiş ve acımasız tenkitlerini onlara ve eserlerine yöneltmiştir. Hatta Orhan Kemal’e acımasız bir şekilde şiiri bırakmasını söyleyen de odur. Fakat sonunda Türk Edebiyatı büyük bir düzyazı ustası kazanmıştır. Aynı şekilde Kemal Tahir’in de özellikle hapishanede yazdığı roman ve öyküleriyle birebir ilgilenmiş, yorumlarını uzun mektuplarında yazara aktarmıştır. Kemal Tahir’in en ünlü ve en önemli öykü kitabı olan Göl İnsanları hakkında “Senden o kadar defa dinlediğim, âdeta birçok satırlarını başlarken sonunu getirecek kadar hatırladığım ilk hikâyeyi yine büyük bir lezzetle, iştiha ile ve gururla okuyorum,” der. Ve bir başka mektubunda ise düşüncesini açık ve değişmez bir biçimde ortaya koyar: “Hiç endişeye düşme. Göl İnsanları Türk edebiyatının en güzel dört hikâyesi olarak kalacaktır.”. Bundan başka da övgüleri vardır bu kitapla ilgili şairin: “Çok yüksek bir yere çıkıp haykırmak istiyorum: ‘Şu Göl İnsanları hikâyelerini yazanı biliyor musunuz? O daha ne güzel şeyler yazacaktır.

Nâzım Hikmet en güzel dört hikâye demiştir ancak Kemal Tahir’in İthaki Yayınları’ndan neşredilen kitabında sekiz öykü vardır. Bu durumun açıklaması ise şudur: Kemal Tahir 10 Mart 1941 ve 25 Nisan 1941 tarihleri arasında ilk dört öyküyü Tan Gazetesi’nde tefrika halinde yayımlamıştır. Daha sonra bu öyküleri 1955 yılında kitaplaştırmıştır. Fakat daha sonraki yıllarda, kitabın bir başka baskısı olacağı zaman (1969) Kemal Tahir bu dört öyküye dört tane daha eklemiştir. Ayrıca ilk neşredilen dört öykü içinde de bazı değişiklikler yapmıştır. Bu değişiklikler çok ufak değişikliklerdir. Bazen bir cümle eksiltme veya başka bir kelime yerleştirme gibi, öykünün kurgusunu etkilemeyecek değişikliklerdir. Böylece yazarın sağlığında yayımlanan Göl İnsanları son haliyle sekiz öyküdür. İthaki Yayınları bu son basımı temel alarak eleştirel basım adı altında bir baskı yapmış, öykülerde hem tefrika halindeki kısımları hem de yazarın sonradan değiştirdiği kısımları göstermiştir. Tefrika halindeki cümle dipnot şeklinde belirtilmiş, yazarın değiştirdiği kısım ise asıl metin içinde gösterilmiştir. Bu açıdan Sevengül Sönmez’in kitaba yazdığı önsöz önemlidir.

Kitapta sekiz öykü var demiştik. Aslında bu kitap iki ayrı öykü kitabı olarak ele alınabilir. Kemal Tahir her ne kadar kendi düşüncesiyle bu birleştirmeyi yapmış olsa da ilk dört öykü ile sonradan eklenen dört öykü arasında pek benzerlik yoktur. Yazar ilk dört öyküde, ekonomik koşullarla şekillenen ve değişen kadın-erkek ilişkisini, köylünün hayata bakışıyla beraber verir. Yani toplumsal ilişkileri daha net görürüz. Fakat sonradan eklenen dört öykü daha yüzeysel konulardan bahseder. Hatta Sevengül Sönmez’in dediği gibi bu öyküler onun mizah dergilerinde takma adlarla yayımladığı öykülere benzemektedir… İlk dört öykünün insanı anlamaya ve ona yakın olmaya çalışan dokusu bu öykülerde neredeyse yoktur.

Göl İnsanları’nın ilk dört öyküsünün isimleri sırasıyla şöyledir: Göl İnsanları, Çoban Ali, Gelin-Kadın Oyunu, Arabacı. Sonradan eklenen öyküler ise Nam Uğruna, Kondurma Siyaseti, Bir Kodoşluk Hikâyesi ve Fermanlı Hoca isimlerine sahiptir. Fermanlı Hoca’nın farklı bir biçimi Kemal Tahir’in bir başka öykü kitabı Zehra’nın Defteri’nde de yer alır.

İlk öykü olan Göl İnsanları kitabın ilk halinde olan diğer üç öyküden daha farklı bir konumda bulunuyor. Kemal Tahir’in kadın-erkek ilişkilerinin toplumsal hayata yansımasının en az olduğu öyküdür bu. Beş tane arkadaşın denizden Terkos Gölü’ne çakıl taşımalarını konu eder. Bu beş arkadaştan Hamdi, diğer karakterlerin merkezinde yer alır ve diğerlerini etkiler. Öbür karakterler ister istemez Hamdi’ye göre konum alırlar. Yazar, Hamdi karakterini merkeze alarak ahlaki bir bakış açısı sağlamaya çalışır. Günlük rutinde bir nevi vicdandır bu karakter. Öykünün kahramanları son derece realisttir. Herhangi bir olay olmadan, bir durumdan nefis bir öykü çıkarmıştır Kemal Tahir. Tek mekânda geçer. İşçilerin patronu Kaptan Şerif karakteriyle kötülüğü ve işçinin üzerinden kazanmayı somutlaştırır Tahir. Bir nevi Hamdi-Şerif karşılaşmasıyla vicdan muhasebesi yaptırır okura. Bunun dışında masumiyeti veya başka değerleri/kavramları temsil eden kişiler de vardır öyküde (Küçük Salih gibi).

İkinci öykü olan Çoban Ali’de yazar köydeki kadın-erkek ilişkilerine daha net değinir. 1940’lı yılların İskilip’inde geçen öykü dört kısımdan oluşur. Çoban Ali ile Fatma’nın evlilik hikâyesi şeklinde kısa bir özet geçebiliriz bu öyküye. Ancak normal bir evlilik değildir bu. Fatma’nın zorla kaçırılması ve bir dizi zor kullanma ve tehdit sonunda onun jandarmaya “kendim kaçtım” demesini sağlama uğraşını içerir. Dört bölümden oluşur demiştik; bu bölümlerden ilkinin öykünün kalan kısmıyla bir bağı yok gibidir. Diğer kısımlardan kopuk durur. Çoban Ali’nin koyunlarını İstanbul’a götürüp satmasını konu eden bu bölüm olmayıp olmasaydı öyküden bir şey eksilmezdi. Asıl öykü ikinci bölümle birlikte başlıyor. Kadın-erkek ilişkisiyle beraber o zamanlarda taşradaki askerin ve bürokrasinin gücünü de hissediyoruz. Hatta jandarmanın zenginin yanında yer almasını içeren pasajlar da mevcut. Bir nevi toplumsal gücü elde tutanla toplumsal yetkiye sahip unsurların çıkar doğrultusunda anlaşması diyebiliriz.

Öykülerdeki kadın-erkek ilişkilerine bakış açısının birçoğu aslında hâlâ Anadolu’daki birçok yerde mevcut. Bu bakış açısına ek olarak bir de ‘kişiye göre muamele’ işin içine giriyor ve ‘namus’ kavramı, toplumdaki en adaletli veya dindar görünen kişilerin gözünde bile ‘adamına göre’ bir hâl alabiliyor. Bunun iyi bir örneğini Gelin-Kadın Oyunu öyküsünde, Sultan’ın aklından geçenlerde görüyoruz. Ancak o da sadece aklında karşı çıkabiliyor bazı şeylere:

…Kanının sıcak sıcak yüzüne toplandığını hissediyordu. Az daha, ‘Halil’le bu haltı eden bir ben miyim? İmam’ın gelini Şehime, Karagöz’ün karısı, muhacirin karısı hep Halil’le tutulmadı mı?’ diyecekti. Az daha, ‘Hacer teyze ayartmadık gelin mi bıraktı köyde… Kocası gurbette olan karıların yoldan çıktığını, be imam, sen bilmezden mi gelirsin?’ diye bağıracaktı.

Arabacı öyküsü ilk üç öyküden bazı yönleriyle ayrılıyor: Doğrusal bir istikamette devam eden öyküde çok az karakter bulunuyor örneğin. Az olaylı, hatta olay bile bulunmuyor diyebiliriz öyküde. Başka bir köye iş için giden bir arabacının yolda gördüğü iki yaşlı kadını at arabasına alıp belli konuşmalardan sonra onların birinin kızıyla evlenmek için işi bırakıp köylerine gidişini konu ediyor. Daha sonra da, aslında evli olduğu için bir kurtuluş yolunu aramasına değiniyor. Bu öykünün toplumsal tarafı çok baskın değil; daha çok arabacının vicdanıyla olan muhasebesini konu ediyor. Aslında birkaç olay eklenip biraz daha uzatılsa çok daha biçimli ve başarılı bir öykü çıkabilirdi ortaya. Ancak yine de keyifle okunuyor. Diğer üç öyküye göre daha trajikomik demek de mümkün.

İlk dört öykü bu şekilde. Sonradan eklenen diğer öykülere de daha genel değinmek istiyorum. Bu öykülerde Kemal Tahir’in toplumsal eleştirilerini daha ironik bir anlatım ve diyaloglarla yaptığı çok bariz belli oluyor. Kitabın uzun öykülerinden olan Nam Uğruna öyküsünde bir barajın açılış hikâyesini konu ediyor örneğin. Bürokrasinin ve köylünün aynı anda yer aldığı bu öykü başından sonuna güldürü unsurlarından sıyrılmıyor. Fakat her an genellenebilecek politik eleştirilerini de sıralıyor Tahir:

İşçiler barajın iki yanında, gölgelerde oturuyorlardı. Son gündelikleri vermeyerek açış törenlerini kalabalıklaştırmak, Şaban Bey’in önemli buluşlarındandı.

Kondurma Siyaseti’ne de değinmek gerekiyor çünkü bu öykü anlatım yönünden diğer öykülerden biraz daha farklı bir konumda bulunuyor. Tunceli sürgününü konu eden öykü ‘ben’ diliyle oluşturulmuş. Ayrıca bir halk hikâyesini anlatır gibi bir üslûp söz konusu. Hatta destansı bir dil kullanmış diyebiliriz yazar için. Sürgünle, dramatik unsurlarla başlayan öykü daha sonra bir mizah öyküsüne dönüyor. Bürokrasinin şaşkınlığı, devletin baskısı, yağma, hırsızlık gibi olumsuz durumların iç içe geçtiği öyküde göç ettirilenlerin sosyal yapısına ve ekonomik düzeylerine önem vermiş yazar. Ancak karşıt unsurları öyküde anlatması en önemli özelliği. Zorla göç ettirilmek o insanlar için oldukça zor bir durum ancak bunun dramatik tonunu iyi ayarlamış Kemal Tahir ve bürokrasinin durumuyla ilgili verdiği örneklerle de öyküyü dengelemiş. Örneğin, göç kararı verirken son derece ciddi olan bürokrasi ve bürokratlar, konu bir işi halletmeye geldiğinde nasıl hallere düşüyor, şu örnekler yeterli olacaktır:

Hükümat bu kez işi her nedense sıkı tutmuş… Yol boyunun iki yanına çifter çifter nöbetçiler dikmiş… Sağa sola bükülmek yok! Otlağı buldun, biraz soluklanacaksın! Hayır! Bakmışsın şurdan bir atlı kopar hışım gibi… ‘Nerede sizin Büyük Bey’iniz?’ ‘N’olacak?’ ‘Vali emridir, size durmak yok! Basın bakalım ağır ağır!’

Bir Kodoşluk Hikâyesi ve Fermanlı Hoca öyküleri de son derece mizahi öyküler olarak görülebilir. Kemal Tahir’in kitaplarında cinselliğin baskın olduğu her zaman vakidir; ancak bu kitapta kadın-erkek ilişkileri yoğun olarak işlenmesine rağmen bu temaya çok değinilmez. Sadece Bir Kodoşluk Hikâyesi öyküsünde biraz daha baskındır. Ancak öyküleri bir sıralama yapacak olsak sanırım bu öykü en son sırada yer alacaktır. Fermanlı Hoca ise kitaptaki en komik öykülerden biridir. Ama daha önce de dediğim gibi, bence bu son dört öykü okura eğlence ve biraz da bazı konularda dokundurmalar dışında çok şey katmaz. İlk dört öykü ise Nâzım Hikmet’in dediği kadar vardır. Genel anlamda iyi, keyifli bir kitaptır Göl İnsanları. Son dört öykü eklenmese daha mı iyi olurdu diye soruyorum kendime. Böyle olsaydı bu durum Göl İnsanları’nı daha yukarı çekebilirdi. Kalan dört öykü de bir iki eklemeyle müstakil bir öykü kitabı olarak basılıp kendi kulvarında iyi bir öykü kitabı olabilirdi. Yine de bu kararı veren yazarın kendisi olduğu için bize söz düşmez artık. Bize, Kemal Tahir okuyup biraz dertlenmek, biraz düşünmek ve kitabın ikinci yarısında da bolca gülümsemek düşer. Kahkaha attırmaz çoğu zaman ama insanın suratında ironik gülümsemeler oluşturur.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Bir şairin nur tercümesi

Nasreddin Hoca'nın pekçoğumuzca malum bir fıkrası vardır. Hocamız ağaçtan düşer ve başına toplananlar hekim çağırmak isterler. Karşı çıkar hoca ve kendisine ağaçtan düşmüş birini bulmalarını ister. Nihayetinde ağaçtan düşenin halinden ağaçtan düşen anlar. Gelin görün ki kör bilim, her hastalığın hekim işi olduğunda ısrar eder de hekimler dahi pek çok derdin dermanını tıp da değil ruh da bilirler.

İki cihan serveri Hz. Muhammed (sav) Cenab-ı Hakk'ın davetini bildirmeye başladığında Mekkeli müşriklerce en çok şair olmakla ve şiir söylemekle suçlanmıştır ve bu suçlama yüce Kur'an'ın ne büyük bir mücize olduğunu ispat etmekle birlikte pekçok azılı düşmanın hidayete ermesine de vesile olmuştur. Kur'an öyle mücizevi bir lisana sahiptir ki dünyanın bütün şairleri bir araya gelse onun bir ayetinin dengini dahi yazamazlar. İşte böylesi mücizevi bir sanatı ancak bir şair hakkıyla anlatabilir. Öyle bir şair ki o kutlu nebinin aksiyonunu, ahlakını, belagatını ve nezaketini kendine şiar edinmiş olsun. Çöle İnen Nur, tasavvuf ahlakıyla ahlaklanmış, İslamı aksiyon ruhuyla benimsemiş bir şairin, son peygamber Hz. Muhammed (sav) Efendimizin mübarek hayatlarını ve nübüvvetlerini, levha levha, bir şiir estetiğiyle gözümüzün önüne serdiği bir eserdir.

Hz. Muhammed (sav) Efendimiz bir kral yahut komutan olsaydı hiç şüphesiz onun hayatını ve eserlerini bir tarihçiden okumak çok daha makul olurdu. Aynı şekilde bir düşünür, bir reformist ya da bir şair olsaydı onun hayatını bir felsefe tarihçisinden ya da bir edebiyatçıdan dinlerdik. Ancak o, bütün bu sıfatların çok ötesinde bir müjdeci, bir kurtarıcı ve bir yol göstericidir. Onu ve onun görevini idrak etmek salt akılla mümkün olacak bir iş değildir. Bu nedenle onu hakkıyla anlamak ve anlatmak için gönül gözüyle görebilen ve gönüllere seslenebilen bir şair gerekir ki Necip Fazıl kitabın daha başında; "Bu bir ilim değil sanat eseridir ve ilmin içini dışını tahkik selahiyetinde olmadığı mukaddes kapıya, ancak inanmış ve teslim olmuş sanat tavrıyla sokulmaktan başka çare yoktur." diyerek onu anlatmanın ilmi bir metoddan ziyade kalbi bir kabullenişle mümkün olduğunu belirtiyor. Pekçoğumuzca malum bir kıssa: Karınca, ağzında bir damla su ile giderken sorarlar kendisine: Nereyedir bu yolculuk? Cevap basittir: Hz. İbrahim'in ateşine su götürüyorum. Alaylı bir karşılık: Yahu senin bu suyun o ateşe ne fayda edecek, hem sen oraya varamadan ölürsün. En nihayetinde yanıt, bir ders niteliğinde: Hiç olmazsa yolunda ölürüm ya... Bir başka kıssa: Hz. Yusuf köle pazarında satılığa çıkarılır ve alıcılar isim yazdırmaya ve peşinat vermeye başlar. İhtiyar bir kadın da yaklaşır köle tacirinin yanına ve Yusuf'a kendisinin de talip olduğunu söyler ve isminin talipliler listesine yazılmasını ister. Peşinat olarak verebileceği hamallık için kullandığı urganından başka bir şeyi yoktur. "Neyine güvenerek Yusuf'a talip oluyorsun ve ahmak kadın!" diye, kendisiyle alay eden tüccara ders niteliğinde bir cevap: "Yarın, defter açıldığında Yusuf'un taliplileri arasında benim de ismim olsun"... Belki binlerce, milyonlarca hatta daha fazla anlatıldı, yazıldı o mübarek hayat ama her biri bir talip ve her talep Allah katında niyeti ölçüsünce makbul. Üstad da kendi diliyle; "İzin ver; onu bir kere de ben anlatayım! İzin ver; herkesin boyuna göre açıldığı bu ufuksuz denizde sana yaklaşabilmek değil, fakat kıyılardan, gerilerden yani kendimden uzaklaşabilmak manasına bir kere de ben gücümü deneyeyim! Öyle ki, sahili kaybetsem, artık gerilere dönemesem ve sende boğulsam, işte o zaman aradığım hayatın eşiğine ayak basmış olurum." diyerek niyetini ifade ediyor.

Onu anlamanın yolu, onun gelişini hazırlayan ve onun gelişine hazırlanan dünyayı anlamaktan geçiyor. İçine doğduğu coğrafyada meydana getirdiği ruhi dönüşüm, bir ömür boyu kendi hayatıyla tatbik ederek örneklendirdiği Kurani hayat ve asırlar sonrasına verdiği mesajlar ansiklopedik birer veriden çok öte ruhsal bir ürpermedir.

Kronolojik bir siyer olmanın çok ötesinde şiirsel bir levha. Peygamber Efendimizin mübarek hayatlarında, münafıkların hâlâ kurcalamaya devam ettiği hususlara tam bir teslimiyetle açıklık getirerek münafıkların kendi içlerinde düştükleri çelişkileri gözler önüne seriyor. Özellikle namaz esnasında kıblenin değşmesi, Hz. Aişe annemize atılan iftira ve Efendimizin kaybolan devesinin yerini bilememesi gibi durumlar münafıklarca kullanılmış olmasına rağmen bütün bu durumlarda idrak edebilen gönüller için Efendimizin nübüvvetinin mücizeleri gizlidir. Efendimiz her seferinde kendisinin gaybı bilemeyeceğini ancak Allah'ın bildirdiğini ve bildirdiği kadar bilebileceğini ifade etmişlerdir. Yine efendimiz, hükümlerinde kendi nefsini değil Allah'ın emirlerini esas almıştır. O, hayatı boyunca her türlü imtihana tabi tutularak ahalaki ve şer'i bir örnek olmuştur. Bu örnekliği de ancak şair ruhlu bir mümin idrak edebilirdi. Üstad, kitapta bunu başarıyla yapmış.

Kur'an-ı Kerim ve Hz. Muhammed bir bütün... Biri müjde, diğeri mucize... Hz. Muhammed, bir ömür Kur'an... Kur'an, kıyamete kadar kurtarıcı... Bu iki mücizeyi birbirinden ayırıp bunları kendi içinde anlamlandırmaya çalışmak biskleti ikiye bölüp tek tekerle kullanmaya çalışmak gibidir. Bu nedenle hadis ve sünnet bir tarafa bırakılarak yalnızca ayetler üzerinden bir İslam okuması yapmak ahmaklıktır.

Hz. Muhammed, yalnızca 23 yıllık nübüvvet dönemiyle değerlendirilirse büyük bir eksiklik ve haksızlık yapılmış olur. Hatta onu 63 yıllık bir insan ömrüne sıkıştırmak da haksızlıktır. Bizzat kendi ahlâkı ile terbiye ettiği ve sohbetleriyle eğittiği sahabileri, dört büyük halifesi ve ölümünün ardından uzun bir süre devam eden Asr-ı Saadet dönemi ve günümüze kadar gelen İslam medeniyeti onun ömrünü ve mücizesini daha da anlamlı kılıyor. Bu derin kavrayış da bir tarihçinin değil şairin bakışıyla mümkündür.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

7 Nisan 2020 Salı

Modern tıp insanın manevi dünyasını önemsemiyor

Akıl hastaları veya toplumun onlara taktığı isimle ‘deliler’, tarihin her anında diğer insanların ilgi odağı olmuşlardır. Sadece toplumun değil, tabii ki tıbbın da doğal çalışma alanlarından biridir. Bu tür insanlara tıbbın yaklaşımı her zamanda farklılık göstermiştir. Bazı zamanlarda ve toplumlarda içlerine şeytan girdiği düşünülerek yakılmış, bizde ise aynı dönemlerde kuş ve su sesleriyle tedavi edilmişlerdir. Fakat modern tıp geliştikten sonra bu tür insanlara modern toplumlarda tektip bir bakış açısıyla bakılmış ve çoğunlukla da ilaçla, şoklarla veya bu tür başka yöntemlerle tedavi edilmeye çalışılmıştır. Elbette bu yöntemler birçok vakada etkindir.

Modern tıbbı reddedebilecek bir konumda değiliz şu anda, dünya olarak. Ancak 1960’lı yılların ortalarında İngiltere’de modern psikiyatrinin yöntem ve savlarını eleştiren bir akım doğdu: Antipsikiyatri. Temsilcileri arasında Franco Basaglia, Ronald David Laing, David Cooper, Michel Foucault ve Thomas Szasz bulunmaktadır. Özellikle Laing ve Cooper bu akımın başını çeker. Onlara göre şizofreni bir tür hastalık değil; kişisel bir eylem, aile veya topluma karşı gösterilen bir protestodur, başkaldırıdır. Tepkisel bir sendromdur. Bu sebepten ilaç veya bu tür bir iyileşme yöntemini bu tür kişilerde uygulamak doğru olmaz. Soruna direkt modern tıbbın yöntemleriyle yaklaşmak yerine daha farklı bir yerden bakma gerekir. Özellikle Laing bu konuda ailenin rolünü en tepeye çıkarır ve tedaviyi buradan başlatır.

Antipsikiyatriyi savunan ve bu tür kitaplar yazan birçok yazar, psikanalist veya psikiyatr sayabiliriz. Son zamanlarda bu türde okuduğum en önemli kitaplardan biri İngiliz psikanalist Christopher Bollas’ın harika eseri, Türkçeye Güneş Patladığında: Şizofreninin Gizemi adıyla çevrilen kitaptır. Bu kitabında Bollas şizofreninin tedavisinde ilaç tedavisinin işin insani boyutunun kökünü kurutmakla tehdit ettiğinin sıklıkla göz ardı edildiğini savunur. Bu görüş Laing’in görüşlerine çok yakındır. Laing de Yaşantının Politikası adlı eserinde bu türden görüşlerini genişleterek okura aktarmıştır. Laing, hasta olarak karşısına gelen kişileri bir ‘şey’, bir obje olarak görmediğini, hastayı kategorize etmekten ve onu etiketlemekten kaçındığını belirtmiş ve bunların sebeplerini inandırıcı bir şekilde anlatmıştır.

Yaşantının Politikası kitabı ünlü yazarımız ve psikiyatrımız Kemal Sayar tarafından dilimize çevrildi ve Vadi Yayınları etiketiyle ikinci baskısını yaptı. Kemal Sayar’ın bir vefa borcunu ödemek için bu kitabı çevirdiğini söylediği eser, bu alanda çalışan veya bu alana ilgi duyan birçok kişinin çok çok önem verdiği kitaplardan olacaktır. Laing’in biyografisini de içeren ve uzun bir sunuş yazısı yazan Kemal Sayar da bu kitabın öneminden bahsetmiştir. Üstünkörü geçmeden, hem bu kitaptan hem de yazarın diğer kitaplarından alıntılarla zenginleşen bu sunuş yazısı aslında kitaptan alınacak özü de içerir. Çünkü Kemal Sayar’ın belirttiği gibi ağır bir kitaptır Yaşantının Politikası. Bu yüzden Sayar’ın kitabın başında yaptığı çözümleme eğer dikkatle okunursa, okura yön gösterecektir.

Başlıkta Laing’in bir hikmet arayıcısı olduğunu belirtmiştim. Bunun sebebini kitabı okuyanlar anlayacaktır. Laing bir doktordan ziyade bir şifacı olarak yaklaşır şizofren bireye. Çünkü Laing psikiyatrik tıbbın hastaları çıldırttığını savunur. Bireylerin iç seyirlerine set çektiğini söyler. Burada Laing’in iç dünya ve dış dünya ayrımına gittiğini söylemek mümkün. Modern tıbbın kaçırdığı ya da bilerek göz ardı ettiği yer de burasıdır. Bireyin iç dünyasını anlamadan ve üstüne onu gömmeye çalışarak bir dış dünya kurmaya çalışan modern psikiyatri, Laing’e göre bireyleri birer makine gibi görmektedir.

Laing’in görüşlerini iyi anlamak için onun ilk bölümde değindiği birçok konuyu iyi özümsemek gerekir. Bunların ilki ‘yaşantı’ konusudur. Kişiler ve Yaşantı adlı bu bölümde yazar ‘yaşantı’ kavramıyla neleri kastettiğini biraz ağdalı bir dille anlatır. Hatta ‘felsefe yapar’. Hatta konuyu da biraz uzatır daha anlaşılır ifade etmek varken. Ancak kitabının ve fikirlerinin temelini oturttuğu ‘yaşantı’yı da okura özümsetir:

İnsanlar, nispeten kestirilebilir yollarla, uyurken, yerken, yürürken, konuşurken gözlemlenebilirler. Ancak bizim sadece bu tür bir gözlemle yetinmememiz gerekir. Davranışın gözlemi, yaşantılamaya dair çıkarımlarla genişletilmelidir. Ancak bunu yapabilmeye başladığımızda, insanoğlu demek olan o yaşantısal-davranışsal sistemi gerçekten kurabileceğiz.”. Bu bakış açısı bize insanları sadece davranışsal değil manevi/ruhsal olarak da değerlendirmek isteyen bir psikiyatrın, kişinin hayatında ne gibi şeyler değiştirebileceğinin de bir öngörüsünü verebilir. ‘Yaşantı’ya çok önem verir Laing çünkü yaşantılanan şey yok edilirse davranışlarımız da yıkıcı olacaktır.

İlk bölümde Laing’in bir tür toplumsal yakınma gösterdiğini görüyoruz. Kaybın felsefesi, boşluk hissinin tespiti, normal kavramı gibi düşünsel konuları kendi felsefesiyle birleştiren Laing’in sosyolojik tespitleri hiç de yabana atılacak cinsten değil.

H. S. Sullivan, kendisiyle çalışmaya gelen genç psikiyatrlara şöyle dermiş: “Hatırda tutmanızı isterim ki toplumumuzun bugünkü durumunda hasta haklı ve siz haksızsınızdır.”. Bu görüş Laing’in de görüşleriyle birebir örtüşmektedir. Çünkü Laing toplumun hastalıklı bir hale geldiğini ve şizofren bireyin bu duruma bir tepki vermek, bir çıkış yolu bulmak için bir şeyler yaşantılamaya çalıştığını ve bunun da hastalıklı toplumda anormal görüldüğünün farkına varmıştır. Sadece toplumun değil modern psikiyatrinin de bireyi anormal gördüğünü belirtir ve kitabın ikinci bölümü olan Psikoterapötik Yaşantı adlı bölümde psikiyatrlara eleştirilerini yöneltir. Farklı psikanaliz ve derin psikoloji okullarının ‘yaşantı’ya odaklanmadığını söyleyen Laing ‘yaşantı’yı ihmal edip davranışa odaklanan kuramın yanıltıcı olacağını savunur.

Laing kendi düşüncelerini oluştururken ‘yaşantı’ kavramına verdiği önemi, şizofren bireylerin tedavisinde aileye verdiği önemle birleştirir. Aile ve çevre, buna geniş anlamda toplumu da ilave ettiğimizde, Laing’e göre bu tedavide asıl incelenmesi ve değiştirilmesi gereken şeylerdir. Yaşantının Kandırmacası bölümünde ‘modern zaman ailesi’ni eleştiren Laing’e göre çocuk ve ebeveyn arasındaki ilişki arızalıdır. Aileler sevgi adı altında çocukları boğarak onlara bir dünya kurmaya çalışmaktadırlar. Çok tanıdık olan bu görüşler aslında ülkemizde de çok rahat gözlemlenebilir. Meslek edinip aç kalmaması yönünde yetiştirilen, akademik alanda en iyisi olmadığında bir hiç olacağını çocuklarına empoze eden binlerce aile vardır. Başarısızlık duygusuyla intihar eden binlerce genç vardır dünyada. Ülkemiz de hiç masum değildir bu konuda. Yazara göre böyle kıskaçlardan bir çıkış yoludur şizofreni. Yeni bir dünya arayışı, bir arınma ihtiyacıyla başvurulan bir durumdur:

Neye uyum? Topluma mı? Çıldırmış bir dünyaya mı? Ailenin işlevi Eros’u baskılamak; yanlış bir güvenlik bilinci uyandırmak; hayattan uzak durarak ölümü inkâr etmek; aşkınlıkla bağları koparmak, Tanrı’ya inanmak ancak boşluğu yaşantılamamak; kısaca, tek boyutlu insan yaratmak; saygıyı, rahatlığı, itaati çoğaltmak; çocukları oyundan alıkoymak; bir başarısızlık korkusu yaratmak; işe saygıyı artırmak; ‘saygınlığa’ saygıyı artırmaktır.

Kitapla ilgili bahsedecek onlarca şey var. 179 sayfalık kısa bir kitap olmasına rağmen çok yoğun ve içi dolu dolu. Bunlardan başka Biz ve Onlar, Şizofrenik Yaşantı, Aşkın Yaşantı, On Günlük Bir Yolculuk bölümlerine sahip kitapta ailelerin iç dinamiklerine daha derin bir bakış da yer alıyor, şizofreninin mistik yönünü yakalayıp onu bir vecd haline bezeyip okura aktarmak da. Son bölüm biraz farklılık gösteriyor. Laing’in tanıdığı bir kişinin, Tesse’nin, on günlük bir yolculuğunu ve geri dönüşünü ele alıyor konu. Tabii bu on günlük yolculuk zihinsel bir yolculuk. Metafizik bir âleme gidip gelme söz konusu olan. Bireyin bir arayış bir arınma çabasının kâğıda dökülmüş ve yazar tarafından yorumlanmış hâli diyebiliriz bu bölüme. Kitabın en ilgi çekici yerlerinden biri olduğunu söylemek mümkün.

Yaşantının Politikası iyi ki okumuşum dediğim kitapların arasında yerini rahatlıkla aldı. “Bakın bir de böyle bir şey var”, diyor Laing bizlere ve psikiyatri dünyasına. Modern psikiyatriyi şu anda reddedecek güç birçok kimsede yok; ancak bu, Laing’in örneklerle zenginleştirdiği görüşlerini de reddedeceğimiz anlamını taşımıyor. Bu durum biraz da dünyaya bakış açısıyla alakalı bence. Sadece maddi dünyaya mı yönelmeliyiz yoksa bir de manevi dünyamızın olduğunu mu düşünmeliyiz? Bazen karşımızda bir tasavvuf ehlinin konuştuğunu sanacağımız Laing’in cevabı belli. Ya sizinki?

Biz manevi yaşantıyı yitirmişken bizden iman etmemiz bekleniyor. Ama bu iman, kanıtı olmayan bir gerçeğe inanma şeklinde ortaya çıkıyor. Amos’da, ülkede bir kıtlığın ortaya çıkacağı bir zamanın geleceği, bunun ‘yiyecek kıtlığı’ ya da susuzluk kıtlığı değil, Tanrı’nın sözlerini işitme kıtlığı olacağı hakkında bir kehanet vardır. Bu kehanetin zamanı gelmiştir. Bu, içinde bulunduğumuz çağdır.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

6 Nisan 2020 Pazartesi

Değişen dünyaya itiraz eden dönem öyküleri

1991 yılında okurun karşısına çıkan Elveda Alyoşa, 12 öyküden oluşuyor. 12 Eylül darbesi ile beraber yurt dışına kaçışların, sosyalizmin çözülüp çökmesinin, sosyalist tezlerden vazgeçişin, anlatının merkezinde yer aldığını düşünürsek eserin bir döneme net ve şeffaf biçimde ayna tuttuğunu fark ederiz.

Sosyalist geçmişi ile tanınan sosyolog-yazar Oya Baydar, 12 Eylül Askerî darbesinden birkaç gün önce yurt dışına çıkmış, 11 yıl Federal Almanya'da yaşamıştır. Devrimin gerçekleşeceğine duyulan inancın günden güne azaldığı, romantik coşkunun yıkıma uğradığı dönemin tanığıdır ve dolayısıyla bu tanıklığını edebi bir kurgu ve plan dahilinde esere yansıtmıştır.

Temelde benzer yaklaşımlar olsa da birbirinden farklı, tamamen bağımsız 12 öykü anlatılır kitapta: “Çantan Neden Ağır Postacı”, “Bir Duraktır Frankfurt”, “Zaman Katilleri”, “Elveda Alyoşa”, “Madrid'de Ölmeyi Özlediğimiz Akşam”, “Bir Düğün Fotoğrafı”, “Ölü Bir Sincaba Ağıt”, “Teyzem Yaşadı Mı”, “Bir Güneş Bir Kar Sayıklamaları”, “Oymalı Sandıkta Vurulan Çocuk”, “Eski Ev”, “Brandenburg Kapısı'nda Ölüm”.

Çantan Neden Ağır Postacı'da sürgün edilmiş bir devrimcinin yurda duyduğu özlem, postacının getirdiği gazeteler üzerinden sembolize edilerek anlatılıyor. O gazetelerde ana karakterin gençliği, umudu, yenilgileri, kavgaları vardır. Dolayısıyla kurgu burada bir miktar lirik söyleyişe yaklaşır. Fakat tematik anlamda bireyci tutumla ideolojik-toplumsal olanın eserin bütününde dengeli dağıldığı gerçeğini değiştirmez bu.

Sol dünya görüşünün argümanları şiirsel bir dille ele alınırken, rasyonellikten epey uzaklaşıldığını ve devrimci romantizmin anlatıya hâkim olduğunu belirtmek gerekir.

Dur! Belki bir gazete daha kalmıştır çantanın bir köşesinde. Bir ölü daha vardır belki şu elime bıraktığından başka. Dur! Orada dostlarım, orada umutlarım, orada ölülerim ve belki de -kim bilir- orada, çantanın bir köşesinde adı 'Umut' olan bir çocuğun doğum ilanı var.

Dünyadaki ekonomik ve siyasal düzenin liberal kapitalist sisteme evrilmesi ile beraber solun romantizmini kaybedip gerçekçiliğe teslim olmasındansa Baydar, derin bir acı da duyuyor aynı zamanda.

...asıl gazetecinin sorularına verdiğin yanıtların kahredici ölçülülüğünde, sağduyuya uygunluğunda, ‘aklı başında’lığında, hesaplılığındaydı hüzün.

Eserdeki psikolojik çözümlemeler, karakterlerin bunalımları, iç çatışmaları üzerinden nesnelere ve mekâna anlamlar yüklenmesi oldukça dikkat çekicidir. Öykülerde tasvir edilen mekânlar oldukça işlevseldir.

Bir duraktır Frankfurt... Yıllardır geciken bir otobüsü, donmuş ayaklarımız, buz kesmiş ellerimizle -tıpkı çocukluğumuzda okul paydoslarında bizi evlerimize götürecek otobüsü beklediğimiz gibi- umutla beklediğimiz bir durak.

Roman türünü değerli kılan aslında biraz da budur. Tarihsel olanın salt sıralanmasına dayanan teorik tarih kitaplarının veremeyeceğini verir okura romanlar. Bu da, devrin bireylerde bıraktığı izin psikolojik tasvirlerle ele alınabiliyor olmasıdır.

Gurbeti tadan karakterler haliyle Türkiye'ye özlem duyarlar: “Ben soğuktan, yağmurdan kaçıp Boğaz'ın yeşiline, mavisine dalmışım. Bir yanım minarelere tırmanmış çoktan, bir yanım cıvıl cıvıl Eminönü Meydanı.

Fakat memlekete duyulan özlem yerini daha sonra oryantalist bir bakışa terk ediyor. Esasında bu bariz bir çelişkidir. Sosyalist kitlelerin bir çelişkisi.

Benim geldiğim yerlerde çocuklar hep 'karaderili'dir ve bebeler, çokluk açlıktan, yoksulluktan, sancıdan senin bebeğin gibi ağlarlar.

‎...Benim geldiğim yerlerde, ama Volker, yeşil ormanların kuytuluğunda, kekik kokan gecelerin karanlığında, biçilmiş ot ve toprak kokan serin yeşil şafaklarda yok edilir insanlar sessizce...

Edebi türlerde eser sahipleri politik söylemi eserin arka planında hissettirse de büsbütün belirgin kılmaz, saklar ve örter.

Baydar'ın öykü estetiğinde değişen-dönüşen dünyaya karşı takındığı tavrı ve itirazı ise apaçık ve nettir. Neoliberal ekonomik sistemin biçimlendirdiği, dizayn ettiği şehir mimarisine karşı geliştirdiği refleksler gayet belirgindir.

Dışarıda soğuk ve dinmek bilmez yağmur. Çepeçevre gökdelenler. Çağımızın en korkunç, en acımasız devlerinin, BIG'lerin, DB'lerin Siemenslerin, AEG'lerin, Deutsche Bankların, Dresdner Bankların, IBM'lerin, Höechst'lerin üstümüze düşen ve havayı büsbütün karartan gölgeleri.

Baydar 1971'deki 12 Mart Askerî müdahalesi sırasında sosyalist kimliği nedeniyle tutuklanmış ve üniversiteden atılmıştı.

Bir gün ders ortasında kürsüden alınıp götürülüşüm; evlerimizi hayatlarımızı kimliklerimizi didik didik eden Tomsonlu... kuşkulu korkulu bakışlarını üzerimde hissettiğim apartman komşuları; bir bölük silahlı asker arasında komik miki filmlerini andıran ufacık küçücük halimdi.

Elbette her eser, sahibinin hayatından izler, kesitler taşır. Fakat Elveda Alyoşa'daki karakterlerin portresine baktığımızda Oya Baydar'ın serüveniyle neredeyse birebir örtüştüğünü görürüz. Bu anlamda eser otobiyografik bir eser olarak da okunabilir.

Remzi Köpüklü
twitter.com/remzikopuklu

3 Nisan 2020 Cuma

Aşk ve hakikat: Bilen söylemez, söyleyen bilmez

İçinde "derviş" ve "sufi" kelimeleri geçen yeni tarih-tasavvuf kitaplarının genelinde tat tuz yok. Yazanın tasavvufu bir iş olarak görmesinden olsa gerek. Oysa tasavvuf mektebinin talebesi yazınca bambaşka oluyor. Bal demek başka, bal yemek başka, bal olmak başka...

Ferîdüddin Attâr'ın Tezkiretü'l Evliyâ'sı, Abdurrahman Câmî'nin Nefahâtü'l Üns'ü, Kuşeyrî'nin Risale'si, Muhammed ibn Münevver'in Esraru't-Tevhid'i, Hemedânî'nin Temhîdât'ı, Nesefi'nin İnsan-ı Kâmil'i, sonra Miftâhü'l-Kulûb ile Noktanın Sonsuzluğu ciltleri. Hepsi baldır bal. Darkavî'nin Mektuplar'ı, Gazzîzâde'nin Mergûbü’s-sâlikîn'i, Hâce Hemedânî'nin Rütbetü'l-Hayat'ı, Hüseyin Hamdî Efendi'nin Hasbihâl'i, Sirâceddin Şirvânî'nin Risâleler'i, Kitapsız Mustafa Efendi'nin Maksadu's-Sâlikîn'i, İbni Mübârek'in Enîsü't Tâlibîn ve Uddetü's-Sâlikîn'i. Baldır. Muhammed Sâdık Efendi'nin istisnasız bütün risaleleri, Anadolu'nun üç ermişi Yûnus, Eşrefoğlu Rûmî ve Niyâzî-i Mısrî'nin dilimize kazandırılan her eseri, İbn Arabî sultanın tüm yazdıkları, Muzaffer "Aşkî" Ozak'ın İrşad ciltleri ve Zînetü’l-kulûb'u. Baldır bal. Velhâsıl, haddim olmadan bir liste sunmuş oldum, affola. Ahmed Avni Konuk hazretin buyurduğu gibi "ilim ve mârifet satmak için değil de olmak ve bulmak için" okumak, sonra da "ibret-âmiz olarak okuduğun vakit cânına ten kafesi dar gelir" lezzetinden almak için her şey. İşte bundan mütevellit, ismi geçen bu güzide isimlerin eserlerinden birine değinmek istiyorum.

1098'de İran'ın Hemedan şehrinde doğmuş Aynülkudât Hemedânî. Mutasavvıf, kelâm âlimi, Şâfiî fakihi ve şair olarak tanınıyor. TDV İslâm Ansiklopedisi'nde Süleyman Uludağ ile Nurettin Bayburtlugil'in ortak yazdığı maddeden, Hemedânî'nin Ömer Hayyâm ve Şeyh Hameveyh’in kelâm, matematik, astronomi, felsefe ve edebiyat derslerini takip ederek bu sahalarda da geniş bilgi sahibi olduğunu öğreniyoruz. Yirmi bir yaşında kelâma dair Gāyetü’l-bahs ʿan meʿâni’l-baʿs adlı eserini yazmış ve genç yaşta fetva verecek seviyeye ulaşmış. Şurası çok önemli: "Çocukluğundan itibaren bazı şüphelerini gidermek için bilhassa kelâm ilmine merak sarmıştı. Bu konuda pek çok kitap okuyor, okudukça da şüpheleri artıyordu. İçine düştüğü fikrî ve itikadî buhrandan kurtulmak için kelâm ilmine dört elle sarıldı, ancak bu ilim onu daha büyük bunalımlara sürükledi. Bunun üzerine fikrî ve ruhî huzura kavuşmak için dört yıl boyunca İmam Gazzâlî’nin eserlerini okudu. Bu eserlerden geniş ölçüde faydalandı. Hatta bir ara maksadının hasıl olduğunu bile sanmıştı. Fakat bu sırada yine büyük problemlerle karşılaşmış ve öğrendiği bu ilimlerin ötesindeki gerçeklere giden yolun kendisine kapandığını zannetmişti. Bir yıl kadar süren bu ikinci fikrî bunalımı sırasında İmam Gazzâlî’nin kardeşi Ahmed el-Gazzâlî’nin Hemedan’a gelişi Aynülkudât’ın hayatında bir dönüm noktası oldu. “Efendim, rehberim ve sultanım” dediği Ahmed el-Gazzâlî ile görüşmesi fikrî ve ruhî problemlerinin çözümünü sağladı ve artık gerçeğe giden yolu bulduğuna kanaat getirdi."

Tasavvuf yoluna Ahmed el-Gazzâlî’ye intisap ederek giren Hemedânî, ümmî bir zat olan Hemedanlı Şeyh Bereke'yi de üstat olarak benimsemiş. Çok sevdiği Hallâc-ı Mansûr’un katline sebep olan şathiyelerini çeşitli şekillerde te’vil ve tefsir etmesi, geniş bir zümrenin onun aleyhinde bulunmasına sebep olmuş. Olağanüstü tesire sahip sohbetleri ve kuvvetli hitabetiyle birçok müridi olmuş. Azîzüddîn-i Müstevfî gibi önemli devlet adamları da müridleri arasındaymış. Hemedânî'nin bu şöhreti, Azîzüddîn-i Müstevfî’nin siyasî rakibi olan Selçuklu sultanı Sencer’in veziri Kıvâmüddin Dergezînî’yi korkutmuş. Dergezînî, Aynülkudât’ı tekfir eden fakihlerden, onun eserleri içinde dinsiz ve zındık olduğunu ispat eden ibare ve ifadeleri ortaya koymalarını istedi ve katline fetva vermelerini temin etmiş. Yakın dostları arasında Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr gibi çok önemli sufilerin yer aldığı Hemedâni 1131 yılında otuz üç yaşındayken, derisi yüzülerek öldürülmüş. Yine ansiklopedi maddesinden, cesedinin ders verdiği medresenin kapısına asıldığını ve bir gün sonra da üzerine gazyağı dökülerek yakıldığını öğreniyoruz. Vaziyetin bu şekilde geliştiğini her ne kadar ansiklopedik bilgiden elde etsek de, Temhîdât'ta yer alan metinlerin içinde son derece 'yüksek' cümlelerle karşılaşıyoruz. "Ben, ne kadar yüceyim" gibi esasında birçok büyük sufide rastladığımız şathiyelerin bir hayli fazla olmasının okların üzerine çevrilmesinde payı olsa gerek.

Temhîdât, Aynülkudât’ın yazdığı en önemli eserlerden biri olarak kabul görmüştür. Müktesep ilim ile leddünnî ilim arasındaki farklar, Allah yolunda sülûkun şartları, insanların üç çeşit fıtrat üzere yaratılması, nefsini bilenin Rabbini bilmesi, İslâm'ın beş rüknünün açıklanması, aşkın hakikati ve hâlleri, ruhun ve kalbin hakikati, Kur'ân'ın sırları ve insanın yaratılışının hikmeti, iman ve küfrün hakikatinin açıklanması, yer ve göğün asıl ve hakikatinin Hz. Muhammed ve İblis'in nuru olması gibi son derece önemli konuları ele alıyor. Dergâh Yayınları tarafından ilk defa Aralık 2015'te neşredilen basımı hazırlayan isim Halil Baltacı. Önsözüne başlarken kullandığı şu epigrafta Hemedânî hem bu eserindeki sözlerin ağırlığını hem de kendi manevi makamını sır kapısından avamın önüne getiriyor denebilir: "Ben bunları sana söylüyorum çünkü muhatabım sensin, ancak maksat bizden sonra gelecek gâip muhâtaplardır. Bu kimseler kitabımızdan görülmemiş faydalar bulacaklardır. 'Şahid gaibin görmediğini görür' bu makamdır. Bu makamda gaip olmadıkça hazır olamazsın, hazır olmadıkça da gaip olamazsın."

Hemedânî kitabının başında, çevresindeki bir grup dostunun o dönem için kendilerine fayda sağlayacak bir kitap isteğine karşılık vermek için yazdığını söyler Temhîdât'ı. Lakin ilk sayfadan son sayfaya kadar çok geniş bir kitleye hitap ettiğini ve bu yüzden de asırlardır okunduğunu söylemek mümkün. Aşk ve hakikat, dinin ve tasavvufun olmazsa olmazları. Dervişi esas yola çıkaran bu iki kuvvet. Onu yolda sağlam tutan da yine bu iki kuvvet. Ne hakikatsiz aşktan ne de aşksız hakikatten bahsetmek mümkün değil. Bu sebeple Hemedânî sık sık okuyucuyu uyarıyor. Aşk olmadan hakikat bahçesine dalmaya çalışmak, kuru bir davadan başka bir şey değil ona göre. Yola yeni çıkmış yahut seyrinde nice seneleri geçirmiş fark etmeksizin her derviş için bir diyeceği var Hemedânî'nin. Kitaptaki her bir izah, yolda olan için azık.

"Senin gönül levhana yazılacakları bizzat Allah'ın kalemi yazar, olanları sana bizzat senin kalbin söyler. Bütün bunlar, ancak kalbin hizmetçisi ve müridi olduğunda meydana gelir. Kalbin pir sen mürit, kalbin hizmet edilen sen hizmetçi, kalbin amir sen memur olduğunda bütün şerefler sende ortaya çıkar ve kalp seni kabul eder, seni terbiye eder. Bu iş öyle bir noktaya ulaşır ki artık her gün senin hizmetin görülmeye başlar."

"İnsanlar cennet tâliplisidir ve bunlardan hiçbiri aşkı talep etmez. Zîra nefis ve kalbin nasîbi cennet, rûhun ve hakîkatin nasîbi ise aşktır. Binlerce kişi cam bilyenin peşindedir de bir kişi bile inci ve mücevherin peşinde değildir."

"Hakikati bilmekten uzak olduğumuz için mâzuruz, gönül gözü bakımından körüz, beşeriyet mekânı konusunda kabirdeyiz."

"Gayret göster ki kendinden kurtulasın ve yola düşmenin ne anlama geldiğini anlayasın."

Yazıya başlarken birçok kitabın adını zikretmiştim. Bu kitapların belki de en önemli özelliği her okunduklarında farklı tatlar vermeleri. Okuyucu belki defalarca okuduğu bir cümleyi yahut paragrafı yeniden okuduğundan, ondan bambaşka anlamlar çıkarabilir. Şüphesiz ki kalp gözüyle ilgili bir durum bu. Okumakla kalp gözünü açmak ne derece mümkün bilemeyiz ama okunanları hayatın tam merkezine yerleştirirsek nice fetihler olacaktır insan kalbinde. Aşk, hakikat ve kalp dedik; şimdilerde her önüne gelenin konuşup bir şeyler yazıp-çizdiği bu büyük mesele için bakalım Hemedânî ne buyuruyor temhidinde:

"Bilmem ki bu sözlerden kim tat alacak, kim fayda sağlayacak? Canım ona fedâ olsun. Beni mâzur gör! "Kalp, bomboş bir arazide rüzgârların oraya buraya savurduğu bir kuş tüyüne benzer." Rahmet-i ilâhî rüzgârları kalpleri âlemlerde dolaştırırlar. Gönüller âlemde iki parmak arasında cevelân eder. İki parmak, sâlin meskeni olan iki makamdır."

Madem aşk dedik, hakikat dedik, bu ikisini deyip de Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'yi anmadan olmaz deyu Avni Konuk'un şerhinden (X.Cilt, Mesnevî-5) istifade ederek bir şiirle bitirelim. Esasında Hemedânî de bu şiirin her bir harfini şerh ediyor sanki Temhîdât'ında...

"Derd-i Hakk'a talib ol, dermâna erem dersen
Mihnetlere râğıb ol, âsâna erem dersen
Aşk yolu belâlıdır, her kârı cefâlıdır
Cânından ümîdin kes, cânâna erem dersen."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

2 Nisan 2020 Perşembe

Yazmayı bir yüzleşme eylemi hâline getirmek

“Her şey, bomboş günlerin, haftaların, ayların ve yılların baş döndürücü biçimde iz bırakmadan o biricik kesinliğe, yani ölüme doğru hızlanarak geçmesinden ibaret.” 
- Mario Levrero, Boş Sözler

İnsan -istisnasız- hayatın merkezindeymiş gibi hareket ediyor. Dünya onun etrafında dönüyor sanki ve eşya onun sayesinde ya da onun uğruna varolmuş gibi tavır takınıyor. Sanki varlığa imkân lütfediyor. Her anını kutsayan insanın her yaşadığı, hayatın amacı; her söylediği, hayatın anlamı oluyor. Lüzumsuzluğun da acizlik gibi yeri yok onun kitabında.

Uruguaylı yazar Mario Levrero, Boş Sözler’de bunun böyle olmadığını anlatmış: İnsanı o dokunulmaz biricikliğinden alarak asıl yerine, evrendeki çokluğun içine bırakmış. Bu açıdan Boş Sözler ismiyle müsemma olmayan bir eser. Bu tamlama için ironi hatta oksimoron demek mümkün.

Nebula Kitap tarafından neşredilen Boş Sözler’i Türkçeye Başak Güntekin çevirmiş. Yüz yirmi sekiz sayfalık roman üç bölümden oluşuyor fakat salt olay ya da durum hikâyesi diyemeyeceğimiz yapısı için bu bölümlemenin pek bir önemi yok. Romanın başlangıcı, akışı ve bitişi bitimsiz bir sirkülasyonun kesitinden ibaret.

Eserin hemen başında yazarın kitaba dair bir değerlendirmesi bulunuyor. Levrero burada eserindeki kurgunun “iki ayrı bakış açısı veya metin grubuyla örülü” olduğunu belirterek bu iki bakış açısı veya metin grubunu “Alıştırmalar” ve “Boş Diskur” olarak kategorize ediyor. Eserin tümünü ise bu iki yapının “edebi olma niyetiyle” birleştirilmiş hâli olarak tanımlıyor. Levrero, yine buradaki değerlendirmesinde eserininin basılmadan önce bir “günlüğe benzediğini” söylüyor. Metni okurken ne demek istediği daha net anlaşılıyor zira başlık olarak ‘alıştırma’ veya ‘diskur’ olarak tanımlanan metin gruplarına tarih girilerek başlanmış.

Romana geçmeden önce yazarın kitapta yer verilen kısa biyografisinin dikkate alınmasında fayda olduğu kanaatineyim. Burada yazarla ilgili verilen bilgiler romanın dili ve içeriğini anlamlandırmayı kolaylaştırıyor. Biyografiden anlaşıldığına göre Mario Levrero sıradışı karakterinin ötesinde psikolojik gerilimleri olan biri ve özel hayatında da bunun yansımaları görülüyor. Bu açıdan Levrero’nun psikososyal durumu romana da yansımış diyebiliriz. Zaten ben anlatıcı tekniğiyle yazılan metin kendini çevresinden tecrit etmeye çalışan bir karakterin iç monologlarından oluşuyor. Kısacası roman otobiyografik bir kesit olarak da değerlendirilebilir.

Bir Latin Amerika Edebiyatı örneği olmasının yanında Boş Sözler’i en ilginç kılan nokta konusu olsa gerek. Kitap kendinden pek hoşnut olmayan ve bu yüzden davranışlarını değiştirmek isteyen bir insanın durumunu ele alıyor. Davranışsalcı öğretiye göre insanın karakter özelliği ve el yazısı arasında derin bir bağ bulunmaktadır. Romanın başkahramanı bu iddiadan hareketle el yazısını geliştirerek karakterini değiştirebileceği varsayımında bulunuyor ve “alıştırmalar” dediği çalışmalarına başlıyor. Yaptığını “oto-terapi” olarak nitelendiren roman kahramanı el yazısını değiştirdiğinde davranışlarını da değiştirebileceğini düşünüyor. Davranışlarını değiştirerek karakterini değiştirmeyi ve karakterini değiştirerek de karakterini istediği şekilde geliştirmeyi amaçlıyor. Amacına ulaşmak için günlük çalışmalarına geçiyor. Harfleri nasıl yazacağına yönelik notları bir mucidin günlük kayıtlarını anımsatıyor. Yazmayı adeta bir ritüel hâline getirmesinin yanında yaptığının kaligrafi çalışması olmadığını belirtmesi önemli bir detay. Yalnız işler roman kahramanının hesapladığı gibi gitmiyor ve alıştırmalar sırasında büyük bir sorun ortaya çıkıyor. Başarılı olabilmek için sadece el yazısına odaklanmak ve harfleri düzgün yazabilmek gerekmektedir. En önemlisi çalışmada anlamlı metinler ortaya çıkmamalıdır. Yazılanların anlamlı metinler olması hâlinde odak noktası yazının anlamına kayacağı için el yazısı istenildiği oranda gelişmeyecektir. Dolayısıyla karakter değişimi de söz konusu olamayacaktır.

Romanın kahramanı bu sorunu yazdığı yazıları ‘alıştırmalar’ ve ‘diskur’ olarak kategorize ederek aşmayı deniyor. Fakat her defasında alıştırma kategorisinde sıkıntı yaşıyor. Aynı anda iki şeye konsantre olamadığı düşüncesiyle salt şekle dayalı yazılar yazmayı deniyor ce içerik yerine şekile konsantre olmaya çalışıyor fakat yeterli başarıyı sağlayamıyor. Gelinen aşama roman kahramanının disiplinli çalışmasına engel olduğundan görevini savsaklamasına yol açıyor ve yazma işine aralıklarla devam etmeye başlıyor.

Boş Sözler psikolojik eşiği yüksek ve biraz da kasvetli bir roman. Kaygıları yer yer depresyona dönüşen roman kahramanı gördüğü rüyalarla gerçeği iç içe geçecek şekilde aktarıyor. Bilinçaltını açığa çıkaran aykırı hayalleri ve antidepresan kullanımı pek de iç açıcı olmayan ruhsal durumunu gösteriyor. Diğer yandan psikolojik açıdan sorunlu gibi görüntü oluşsa da kitapta hayatın gerçekliğine dair önemli detaylara yer verilmiş. Sıradan insanın gündelik hayat içerisinde karşı karşıya geldiği/kaldığı bu durumlara aile içi ilişkiler, iş hayatı, politik atmosfer, sosyal ortam, yalnızlık ve mahremiyet gibi örnekler verilebilir. Bu bağlamda roman kahramanı yazmayı bir yüzleşme eylemi hâline getiriyor. Her ne kadar anlamlı metinler yazmak istemese de diskur kategorisi altında bilimden dine, eğitimden politikaya, sosyal hayattan ekonomiye kadar bir çok konuya değiniyor. Diğer yandan zaman, mekân, ruh, özgürlük, güzellik, ahlak, sevgi gibi kavramlara felsefi bir derinlik kazandırıyor. Kısacası ‘boş sözler’ dolu hâle geliyor ve Mario Levrero nahifçe günlük hayatın edebiyatını yapıyor.

* Alejandro Zambra’nın Mario Levrero’ya da değindiği Serbest Kürsü’de kitabın “El Discurso Vacío” olan orijinal ismi Türkçeye “Boş Söylev” olarak çevrilmiş. ‘Diskur’ kelimesinin ‘söylev’ şeklindeki çevirisinin anlamsal açıdan maksada ve içeriğe daha uygun olduğu kanaatindeyim.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

31 Mart 2020 Salı

Hecenin izinde bir şarklı

“Ağır aksak üç beş vezin ama şöyle dedirten;
Her mısrada buram buram rayihası Türkçenin."

Bir şairin dünyasına girmek, o dünyanın bir sakini olmaya niyetle başlayıp, onun adımlarını takiple devam ediyor ve yolculuk bittiğinde şairin bizi indirdiği durakta dünyamız zenginleşiyor. Çünkü her seyr-ü sefer de olduğu gibi şairle çıktığımız yolculuk ta bizi dönüştürüyor.

Abdulhalik Aker’in şiirleri Şehrin Şarklısı ismiyle Ketebe Yayınları'ndan çıktı. Böylece sesine dergilerden aşina olduğumuz Aker’in şairliğini deneyimleme fırsatımız oldu zira son dönemde dikkat çeken isimlerden biri olmuştu.

Şiirler üç bölümde toplanmış kitapta. Şiir, Şair ve Hüzne Dair.

İlk göze çarpan Aker’in şiirde biçime dair bir düsturunun olduğu ve bu düsturun dışına hiç çıkmadığı. Önderliğini Süleyman Çobanoğlu’nun yaptığı “modern hece” hareketinin izinden gidiyor şairimiz. Garip akımıyla birlikte nerdeyse Türk şiirinden kovulan hece vezni ve kafiye yıllar sonra Çobanoğlu’nun yetkin şairliğiyle birlikte tekrar gün yüzüne çıkmış ve dikkat çekmişti. Çobanoğlu bu tavrıyla Türk şiirinin asıl karakterinin bu olduğuna işaret ediyordu ayrıca. Türk şiirinin tarihi seyri incelendiğinde ise şairin çok da haksız olmadığı aşikâr ama konu tartışmaya açık. Benim gibi zihni modernizm ile fazlaca sakatlanmış biri için kalıplar bir zorlaştırıcı iken başkası için bir imkân olabiliyor. Galiba bu mesele zihin dünyamızın şekillenmesi ve dil ile münasebetimiz ile alakalı. Şunu da eklemeliyim ki şiirlerini çok beğendiğim Çobanoğlu’nun heceye olan inancını şiirimiz için bir zenginlik olarak görüyorum. Hece ile yazan şairlerden İbrahim Tenekeci’nin de bu kanalı zenginleştirenlerden biri olduğunu düşünüyorum.

Sanırım yazı boyunca bu konudan ayrılamayacağız. Şiirleri incelerken de hep önümüzde olacak. Lethe Irmağı şiiriyle açılıyor kitap ve şöyle bir dua ile sonlanıyor şiir.

"Lütfet Allah’ım, lütfet el açıp yüz döndüğüm / lütfet ki lisanımdan çözülsün şu kördüğüm."

Lethe Irmağı sanıyorum mitolojide geçmişi unutturduğu rivayet olunan su anlamına geliyor. Şair daha ilk şiiriyle geçmişi unutturulan bir neslin üzüntüsüyle Rabb'inden bu kördüğümün lisanınca çözülmesini diliyor. Aynı itiraz ilk bölümdeki Burçlarda Yalnız şiiriyle devam ediyor.

"Dilimi fersah fersah uzaklara sürdüler / dilim döner eğer o kıvrak bir küheylansa."

Ve geldik Hece ismini verdiği şiirine. Süleyman Çobanoğlu’na ithaf edilen şiirinde Aker “bir şairin temenni ettiği kalıptanım” diyerek durduğu yeri işaret ediyor bizlere.

Sırada Yay şiiri var. Hece vezninin en önemli temsilcilerinden biri olan Yahya Kemal’in Ok şiirine vefa ile diye başlayan şiir klasik Türk şiirin aruz vezinlerinden birinin kalıbı ile hece veznine sadık kalınarak yazılmış ve bu kalıp şiirin altına not düşülmüş. Yanlış hatırlamıyorsam divan edebiyatında en sık kullanılan aruz vezninden yani “fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün”den bahsediyoruz. Ayrıca Ok şiirinde Yahya Kemal'in hece ölçüsüyle yazdığı tek şiir olduğu bilgisiyle okununca taşlar yerine iyice oturuyor.

Yarım Şiir isimli şiirinde ise kıyamet gününde elindeki fidanı dikme metaforu ile kendi şiir tanımını yapıyor şair. “Defterlerin kapanıp dürüldükleri günde / ne âlemi var ise fidana yer kazmanın; -şiir böyle bir şeydir hakikaten özünde- / budur nedeni işte yarım şiir yazmanın."

Aker’in Şair ismini verdiği ikinci bölümünde ise Necip Fazıl’dan bir epigraf karşılıyor bizi. Şair hece vezninin bir diğer önemli temsilcisini hatırlatıyor bize.

Bu bölüm kitaba da ismini veren Şehrin Şarklısı ile açılıyor. Bu metafor ile yabancılaşma ve dışlanma vurgusu yapılıyor. Üyesi olduğu topluma ait olamama, iğreti durma vurgusu yapılıyor ama bunu şairliğin şanından sayıyor şair.

Kitabın üçüncü bölümünde ise Cahit Sıtkı’dan bir epigraf karşılıyor. Yani hecenin en iyi şairlerden biri. Bu bölümde bir de Cahit Sıtkı Tarancı isimli şiir var ayrıca.

Yolun ilk yarısında renkler siyaha döndü
Semada bir kuş gibi o bombalar uçarken
On altı yıllığına dünya güzel göründü
Bir şair bisikletle Nazilerden kaçarken

Mısralar sevinmişti felçli dudaklarını
Kırk beşinde yeniden “anne” için açarken

Bu şiiri anlamak için ise Cahit Sıtkı’nın hayatını bilmek elzem. Yükseköğrenimi tamamlamak için Paris’e giden şair İkinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesiyle ülkesine dönmek zorunda kalır fakat sınırlar kapalı olduğu için dönemez ve bir bisiklet bularak dağ yollarından İsviçre’ye gitmeyi başarır. İstanbul’a döndükten yıllar sonra ise felç nedeniyle Viyana’ya götürülür ve orada kırk altı yaşında vefat eder.

Aker’in şiirinde bariz bir Cahit Sıtkı etkisi görülür. Tarancı gibi çocukluğa özlem, yalnızlık ve yaşadığı çağa ait hissetmeme şiirlerinde göze çarpar. Bunda iki şairin de aynı toprağın insanı olmasının da payı var mı bilinmez ancak bir ruh arkadaşlıkları olduğu aşikâr. Galiba bu yüzden kitap boyunca sanki hecenin bu önemli şairleriyle aynı kuşaktan bir şairin gün yüzüne çıkmamış bir kitabını keşfetmişsiniz de onunla hemhal oluyorsunuz gibi bir his çevreliyor sizi. Bana öyle oldu en azından.

Tüm bunların ışığında şairin biçimle ilgili olgunlaşmış bir meselesinin olduğu ve bundan mülhem de şiir üzerine kafa yoran ve bu konudaki arayışını bitirmiş bir şair olduğunu söyleyebilirim. Dil konusunda ise pürüzsüz akıcı bir üslupla karşılaşıyoruz. İmgeler genel olarak kendini hemen açık etmeyen üzerine düşünmenizi isteyen tarzdan. Bazı şiirleri ise içine ipuçları saklanmış tarzdalar ve ancak o ek anlamlardan haberdarsanız tam olarak nasibinizi alıyorsunuz. Aker’in bunu da kasten yaptığı zaten belli. Her mısraında bize Türkçenin türlü rayihalarını buram buram hissettiren, beni fakülte günlerime götüren Aker’in ikinci kitabının yolunu gözlüyor olacağım.

Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf