14 Şubat 2020 Cuma

Mağrur ve haklı haykırışlar

Ülkemizde bir dönem en çok okunan kitaplar arasına girmiş, askeri okullarda zorunlu ders kitabı olarak okutulmuş olan Beyaz Zambaklar Ülkesinde kitabını ilk okuduğumda bir parça romantik ama kâfi derecede idealist bulmuştum. İkinci defa okuyunca bir yerlerin eğreti olduğu hissi uyandı bende. Zamana ve zemine yeterince uymayan bir yön vardı sanki. Belki de coğrafi uzaklık yer ve şahısların zihnimde yerli yerine oturmasına engel oluyordu. Necip Fazıl Kısakürek'in İman ve Aksiyon'unu okuduğumda esas eksikliğin ruhi özdeşleşme olduğunu gördüm. Birincisinde kime seslendiğini bilmediğimiz bir anlatıcı çıkıyordu karşımıza. İkincisinde ise doğrudan bizim beynimize, bizim kalbimize ve en şiddetli biçimde bizim ruhumuza seslenen bize ait bir ses vardı. Bize ait bir ses diyorum, gerçek manada bize ait bir ses. Türkçe olmanın ötesinde, Türk ve İslam ahlakının, kadim kültürümüzün ve şanlı tarihimizin sözleriyle konuşan bir ses.

Erzurum ve Ankara'da verdiği, sırasıyla "İman ve Aksiyon", "Özlediğimiz Nesil" konferanslarının metni. Üstad ilk olarak geniş bilgi birikimi ve analiz yeteneğiyle hayran bırakıyor kendine. Avrupa tarihinin farklı dönemlerine ait şahıslara dair bilgileri birlikte ele alarak onları harekete geçiren esas gücün yani aksiyonu doğuran gücün tanımını yapıyor. Türk ve İslam tarihinin dönüm noktalarında öne çıkan şahısları aksiyona yönelten imanı gençlerin önüne örnek olarak sunuyor.

Napolyon, Sezar, İskender, Frederik gibi Batılı liderlerle Hz. Muhammed (sav), Hz. Ebu Bekir, Alparslan, Fatih, Yavuz gibi İslam liderlerindeki ortak noktanın aksiyon olduğunu ve bu aksiyonun da aşktan doğduğunu görüyoruz. Bir farkla ki İslam'da söz konusu olan aşkta iman, diğerlerinde ise inanç esastır. İnanç ve iman sözcükleri ise aynı manaya gelmezler. İnanç varlığına, iman doğruluğuna inanmaktır ki iman daha üstün bir mana ihtiva eder.

Aksiyon sözcüğüne de kuru bir "hareket" anlamından öte "planlı, hedefi belli olan, şuurlu bir hareket" anlamı yüklüyor üstad. Buradan da hareketle aksiyonun ancak imanla mümkün olabileceğini çıkarıyoruz.

Özlediğimiz Nesil'de ise imanla harekete geçecek bir aksiyonu yüreğinde taşıyan bir gençlik hayalini haykırıyor Üstad. Bu konuşmada "genç" sözcüğünü de alışılagelen anlamıyla tanımlamıyor ve esas gencin tanımını tarihi aksiyon sahnelerinden veriyor. Üstada göre genç, ruhunda harekete geçme kabiliyeti ve iradesi gösterebilen inançlı ve bilhassa imanlı adamdır. Bu konuşmada da yine sahabiden, Evliyaullahtan, İslam ve Türk komutanlarından örneklerle gençliğe yüklediği misyon olan "şuurlu eylem"e dair örnekler veriyor.

Üstad, "özlediğimiz nesil" dediği gençliğin on bir vasfını şöyle sıralıyor: aşk, üstün akıl ve sır idrakı, nefs muhasebesi, eşya ve hadiselere tahakküm ve onları tasarruf mizacı, aksiyon ruhu, gözü karalık, fedakarlık ve disiplin, en derin merhamet içinde en derin şiddet, başta samimiyet, her şubesiyle O'nun ahlakı, zarafet ve estetik, tek ümmet modeli olarak sahabiyi almak.

Konuşmaların her ikisinde de Üstad'ın değindiği bir konu var ki aksiyonun bir çeşit İlahi düzen olduğunu göstermesi açısından çok önemli: "İslam tasavvufunun canlılardan başlayan tekamül akışı insana ve insandan öteye kadar gider. Cemadın ufku, yani -son noktası- mercandır. Mercan tıpkı bitki gibi kök atar, yani bitkileşmeye doğru gider. Bitkinin ufuk noktası hurma ağacıdır. Dişisinin üstüne abanarak tohumunu gönderir. Hayvana yaklaşır böylece... Hayvanın ufuk noktası attır; tıpkı insan gibi rüya görür, bunu (veteriner) ilmi bile tesbit etmiştir. İnsanın ufku ise sonsuzluk... İlahi marifet ve ebedi kemal... Bütün olmuşlar hummadan hummaya geçerek olur, böyle miskin miskin oturmakla hiçbir şey olunmaz."

Bu iki konuşma ve Anadolu’nun diğer şehirlerindeki konuşmalar bağrından kopup geldiğimiz yüce bir dinin, şanlı bir mazinin, güçlü bir hatıranın kırık ve kırgın ancak asla yenik olmayan, mağrur ve haklı bir haykırışı. Evinden, ailesinden, bütün bir geçmişinden koparılıp bambaşka bir çevrede, ait olmadığı insanların arasında büyütülmüş bir sefil çocuğun kulağını delercesine ama geçmişini hatırlaması için rahmet dolu bir haykırış.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

12 Şubat 2020 Çarşamba

Tarihi farklı okumak - II

Tarihi farklı okumak başlıklı yazıda resmî tarih kurgusunun dışına çıkabilen tarih yazımının gerçekle ilişkisinin çok daha tutarlı olduğundan bahsetmiştim. Aynı şey salt batı merkezli tarih anlayışı için de geçerli. Muhalif düşünce için alternatif tarih yazımı… Fakat bu sefer de hesaplaşma içine girmemeye dikkat etmek gerekiyor. İçine doğduğumuz ve içinde yoğrulduğumuz sistem maalesef bize batı merkezli resmî tarih anlayışını dikte ediyor. Bu bakış açısının tam karşısında yer alan anlayış ise rövanşist tavırlı olduğundan gerçekle sağlıklı bir ilişki kurulamıyor. O da resmî tarih gibi ideolojik, hamaset içerikli, popülist söylemleriyle tarihi keyfince eğip büküyor. Hakikat açısından daha sağduyulu, daha tutarlı, daha metodolojik bir bakış açısı geliştirilebilir mi sorusu boşlukta öylece savruluyor. Bu yazı, bağlantı eklenen yazıda da olduğu gibi tarihi farklı okuyabilme ihtimalini sorguluyor.

Düz mantığa göre ‘malumat’ ne kadar çok tekrar edilirse etkisi o doğrultuda büyük olacaktır. Daha açık söylemek gerekirse; çok tekrar çok iz, çok etki bırakır diye düşünülür. Yalnız, bu düşüncenin geçerlilik payı düşünüldüğü gibi olmayabilir. Yani çok tekrar istenilen etkiyi yapmayabilir. Sosyal bilimlerin araştırma alanlarından iletişim ile ilgili oluşmuş literatürde ‘doygunluk’ denilen bir olguya yer verilir. Bir olay ya da duruma dair her türlü bilgi/belge, duygu veya düşüncenin doygunluk eşiğini aşacak seviyede tekrarı hissizliğe yol açar ve muhatap ya da hedef kitle iletiyi algılasa bile içeriği alımlamamaya başlar. Dolayısıyla etki derecesi de ortadan kalkarak amaç ıskalanmış olur. Elbette iletinin içeriğinin alımlanması isteniyorsa böyledir. Yoksa günümüz dünyasında istenen şey zaten doygunluk eşiğinin aşılmış olmasıdır. Böylelikle kitleler tepkisizleştirilerek pasifize edilir ve kolaylıkla yönlendirilir/yönetilir.

Sosyal medyada uzun zamandır takip ettiğim Emrah Safa Gürkan’ın bu aşamaya geldiğini düşünüyorum. Tarih konusunda toplumun ilgisizliğini ve saplantılı/patolojik tarih yazıcılığının pervasızlığını ‘popüler tarih’ anlatımıyla etkisizleştirmeye çalışan Gürkan’ın yönteminin bir yerden sonra popülist söylemden farkı kalmayacak gibi görünüyor. Aslında, Emrah Safa Gürkan Türkiye şartlarında bir akademisyenin sahip olması gereken bilgi ve donanımın fazlasına sahip. Tarihi doğru anlamak ve anlatmak konusunda canhıraş mücadelesinde son derece samimi olduğunu da gönülden kaniyim. Benim dikkat çekmek istediğim mevzu, tıpkı Gürkan’ın tarih konusunda metodolojik bir bakış açısını oluşturmaya çalışması gibi teknik bir konu. Ne yazık ki haklılık ihtimalimiz ters orantılı. Umarım benim düşündüğüm şey yerine toplumda Gürkan’ın ‘hayalini kurduğu’ metodolojik tarih anlayışı/yorumlaması oluşur da o entelektüel seviye yakalanır.

Yeni nesil akademisyen olarak kullandığı ‘dil’ ile gençlerin nabzını tutmayı başaran Emrah Safa Gürkan yalnızca akademik çalışmalarda bulunmuyor. Çok geniş bir spektrumda at koştururken dijital oyunlardan bahsediyor, sinemaya dair bilgisini konuşturuyor, videolar çekiyor, televizyon programınlarında boy gösteriyor, ödüller alıyor ve sosyal medya fenomeni olarak karşımıza çıkıyor. Elbette alanındaki yetkin birikimiyle kitaplar da yazıyor. Son yılların tarih yayıncılığının lokomotifi hâline gelen Kronik Kitap tarafından yayınlanan Bunu Herkes Bilir, Gürkan’ın yeni kitabı. Tarihteki Yanlış Sorulara Doğru Cevaplar alt başlığını taşıyan eser üç yüz dört sayfadan oluşuyor. Önsöz ve Sonsöz haricinde on iki bölüme ve birkaç dili içeren kapsamlı bir kaynakçaya yer verilmiş. Yazar, metnin akademik bir çalışma olmadığını ve olmaması için çaba sarfettiğini belirtiyor. Kitaba dair yapılan tanıtımlarda ‘bilginin mizahla birleşimi’ şeklinde lanse ediliyor. Evet, kitabın dilinin akademik olmaması doğru fakat mizahi yönü de yansıtıldığı kadar değil. Sözlü ve yazılı iletişim farkı kendini belli ediyor. Gürkan’nın konuşurkenki mizahi üslubu yazarken o kadar ortaya çıkmamış lakin bilgi kısmı için söylenecek çok fazla bir şey yok. Zira bilgi ve yorumlama konusunda üst düzey bir kitap. Bu bağlamda anlamak için de belirli bir seviye gerektirdiğini kabul etmek lazım. Bunların yanında kitaptaki bazı tekrarlar ve özellikle denizcilik/korsanlık konusundaki detaylar yoruyor. Fakat hepsinin ötesinde son bin yıllık tarihe güzel bir panoramik bakış yapılmış. Elbette arada önceki dönemlere de değinilmiş ama asıl olarak Osmanlı’nın kuruluş dönemi ve sonrasında dünyada meydana gelen gelişmeler ele alınmış. Kitapta izi sürülecek en önemli detayın Osmanlı ve Batı’daki gelişmelerin eşzamanlı olarak anlatılışı diyebiliriz. Bu yöntem her iki yapının geçirdiği aşamaları karşılaştırmalı olarak anlamayı mümkün kılıyor. Batı’da yaşanan bilimsel ve teknolojik gelişmeler sırasında Osmanlı İmparatorluğu özelinde doğunun neden ve ne ile meşgul olduğu gösterilmeye çalışılmış. Emperyalizm ve kapitalizmin kurumsallaşma süreçleri ile Batı’nın dünya genelinde tahakküm kurma aşamasında elini güçlendiren determinist ve konjonktürel unsurlar başarılı şekilde sıralanmış. Osmanlı başta olmak üzere doğu toplumlarının Batı’nın gücü ele geçirmesine zemin sağlayan zorlu şartlara maruz kalmayışı net olarak açıklanmış. Doğuluların görece rahatlığı rehavete neden olduğundan batı gibi kabuğunu kırmaktan uzak durduğu anlaşılıyor. Batı risk alırken doğu garantici davranıyor. Gürkan, doğu ve batıyı birlikte ale alarak bildiğimiz Batı merkezli tarih yazımının az da olsa dışına çıkmayı başarmış. Bu açıdan hakkının verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu yaklaşım bugünkü dünyayı anlamayı kolaylaştırıyor.

Metnin en önemli özelliğinin, eğitim sistemimiz başta olmak üzere hayatımızın her alanında fazlasıyla maruz kaldığımız hamasete, ideolojiye ya da popülizme kapı aralamayışı olduğu kanaatindeyim. Zira bizler tarihi bu kalıplarla öğrenmiş olan ve meşrebimize göre devam ettiren bir toplumuz. Bu özelliğimiz kurumsallaşamama sorunumuzu ortaya çıkarıyor. Metinde çok öne çıkmasa da beni en heyecanlandıran yaklaşım Anadolu üzerindeki Farisî etkiye dikkat çekilmesi diyebilirim. Şahsen bu etkinin/etkileşimin dini, siyasi, sosyal ve kültürel alanlarda sanıldığından çok daha fazla olduğunu düşünüyorum.

Emrah Safa Gürkan eserinde toplum tarafından doğru bilinen hatta kanon kabul edilen konuları masaya yatırıyor. Efsaneci, rivayetçi tarihçiliğin açmazlarına işaret ediyor. İdeolojik kutuplaşmaların sırf mevzi ve dolayısıyla rant kazanmak için öne sürdüğü görüşlerde eldeki veriler doğrultusunda neden tutarsız olduğunu ortaya koymaya çalışıyor. Gerçekçi davranarak ve aklı kullanarak yapılacak yorumlarda tarihe belli bir disiplinle metodolojik bakmayı öneriyor. Bu önerisini, “çağın bilgiyi elde etmekten öte farklı alanlardaki bilgileri meczederek yorumlayabilme çağı” olduğu savıyla destekliyor. Hasılı, tarihe ve dolayısıyla hayata esaslı ve kapsamlı bir bakış açısı oluşturabilmeyi deniyor. Bunu Herkes Bilir sadece giriş yazısı için bile okunması gereken bir kitap. Bunu herkes bilmeli.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

7 Şubat 2020 Cuma

Köksüzlüğün ızdırabını duyan bir adamın hikâyeleri

Edebi eserler, yazarlara kimi zaman kimliklerini gizlemek için kimi zamansa gerçek kimliklerine dair gizemleri işaret etmek için büyük imkanlar verir. Tanpınar bu imkanları sonuna kadar kullanmayı bilmiştir. Neredeyse bütün yapıtlarında kendini haykırmış kahramanları aracılığıyla. Romanları ve öykülerini okuduğumuzda bütün bu hikâyelerin arkasında varlık ve estetik hazzının nedenlerini arayan, zaman zaman bulduğunu sandığı kimi nedenleri acımasızca sorgulayan ve nihayetinde ruhi bir köksüzlüğün ızdırabını duyan bir adam görüyoruz. Muhtemeldir ki Doğu kültürü içinde yetişmiş bir ruh Batı estetiğinin örnekleriyle karşılaştıkça ve Batılı düşünme biçimiyle olaylara yaklaştıkça içsel bir kırılma yaşamıştır. Ne kadar Batılılaşsa da ruhunun derinleri hep Doğuludur.

"Abdullah Efendinin Rüyaları" ve diğer hikâyelerde; huzursuz bir adam, okuyucuyu zihninin içinde dolaştırıyor. Pek çok mutlu insanın sormayı dahi akıl etmediği sorularla hayatına dair güçlü bir anlam arayışı sürdürüyor. Abdullah Efendinin Rüyaları öyküsünde: "Eşyanın sükuneti, değişmez manzarası onun için hayatta bir teselli ve zevk kaynağı idi." cümlesi dikkat çekiyor. Bu cümle, yazarın "Her Şey Yerli Yerinde" şiiriyle beraber düşünüldüğünde eşyanın bir ruhu olduğu yönündeki mistik düşünceyle örtüştüğü görülebilir.

Abdullah Efendi'yle ilgili yine kahramanın kendi ağzından şu ifadeleri kullanıyor yazar: "Abdullah büyük bir mistikti. Allahsız bir mistik. Aşk bu mistikliğin gayesi olmuştu.". Buradaki mistisizm anlayışıyla Tanpınar'ın estetik anlayışı arasında bir paralellik kurulabilir. Tanpınar, yaşama dair her ayrıntıda bir aşk arıyor. Yine Abdullah Efendi'nin ağzından şu ifadeleri duyuyoruz: "Bana gelince, kaybettiğim şeyi, yani kendimi hiçbir zaman sevmedim.". Bu cümle Tanpınar'daki huzursuzluğun nedenini açıklayabilir. Peki Tanpınar‘ın kaybettiği şey tam olarak neydi? Belki de Tanpınar'ın esas kaybettiği şey teslimiyetti. Hayatın ritmine, eşyanın ve tabiatın dengesine teslimiyet; hatta belki de İlahi iradeye teslimiyet.

Tanpınar'ın hayal ve zihin dünyasının çakraları sonuna kadar açık. O etrafındaki her şeyin farkında olan bir zihne ve bütün bunları her an yeniden canlandırabilen bir hayale sahip. Bu yüzden yaşanan kısacık bir anın dahi uzun süre etkisinde kalabiliyor.

Bu hikâyede sürekli bulmaya ve olmaya çalışan bir adam görüyoruz. Bu arayışın kahramanı dervişliğe götürmesini bile bekliyor okuyucu ama hikâye bir boşlukta bitiyor.

"Eski Zaman Elbiseleri" hikâyesinde de hayattaki muvaffakiyeti küçük zevklerde arayan ama iradesizliği yüzünden hiçbir zevki doyasıya yaşayamayan bir adam görüyoruz. Dönemin aydınlarına yönelik bir eleştiri olarak da okunabilir bu durum. Bu hikâyede hayal ve gerçeğin içiçe geçtiğini görüyoruz. Doğu, kayıp bir hazine gibi derinlerde yine kendini gösteriyor bu hikâyede.

"Bir Yol" adlı hikâyede yazar yolu, kendini hayatın esas gayesine ulaştıracak bir metafor olarak kullanıyor. Yolun nereye çıktığının bir önemi yoktur kahraman için, önemli olan bir yere gidiyor olmasıdır. Bu hikâyede kahramanın ağzından şu cümleleri kuruyor yazar: "Herhangi bir kalabalıkta kendimden başka herkes olmaya razıyım. Ah, elbise değişir gibi hüviyetini değişebilmek, lalettayinin içinde kaybolabilmek, bir avuç kum içinde bir kum tanesi olmak ve böyle olduğunu dahi bilmemek." Bu ifadeler yazarın esas huzursuzluğunun etrafında yaşanan her şeyin farkında olmasından kaynaklandığını gösteriyor. Aynı hikâyede yazar: "Felaketim şu ki ben zaman zaman kendini bulan adamım… Kendi kendini bulmak… BuBu hakikaten korkunç bir şeydir." ifadeleriyle idrak edebiliyor olmanın huzursuzluğunu dile getiriyor.

"Erzurumlu Tahsin" hikâyesinde yazar bir meczup üzerinden hayatın anlamını sorguluyor. Tahsin Efendinin hayat karşısındaki kaygısızlığı Tanpınar'ın esas kaygısını oluşturuyor belki de. Tanpınar'ın arayıp da bulamadığı bir hakikati bir meczup bulmuş olabilir mi? Kim bilir…

"Evin Sahibi" hikâyesinde yıkılan Osmanlı'dan geriye kalan sakat bir ruh anlatılıyor. Tanpınar'ın kök arayışı bu hikâyenin esasını oluşturuyor. Huzurlu olmak için sahip olması gerektiğini düşündüğü şeylere sahip olmasına rağmen onu rahatsız eden bir şeyler var. O da aidiyet duygusu.

Tanpınar, Türk toplumunun hiçbir zaman ve şartta batılı olamayacağı ama doğulu da kalamayacağı gerçeğini idrak etmiş olmanın huzursuzluğudur bir anlamda.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

6 Şubat 2020 Perşembe

Bir iç savaştan geriye kalan hayatlar

Avrupa Tarihi’nin en kanlı savaşlarından birini İspanya, 1936-1939 yılları arasında kendi içinde yaşadı. General Franco liderliğindeki isyancı Milliyetçiler ile Cumhuriyetçiler arasındaki iç savaş sadece İspanya’nın iç meselesi olarak kalmadı. Birçok ülkeye de yansıdı ve birçok ülke de, kimisi Cumhuriyetçileri kimisi Milliyetçileri destekleyerek, bu kanlı savaşta bir taraf oldular. 1937’de Milliyetçiler güney ve batıdaki kalelerinden İspanya’nın kuzey kıyı şeridinin çoğunu ele geçirdiler. Savaşın çoğunda Madrid’i ve Madrid’in güney ve batıdaki alanlarını kuşattılar. 1938 ve 1939’da Katalonya’nın çoğunu ele geçirince savaş Milliyetçilerin zaferiyle ve binlerce solcu İspanyol'un sürgüne gönderilmesiyle sona erdi. İspanyol yazar Juan Marse’nin Türkçeye çevrilen tek kitabı Şanghay Büyüsü, sürgüne gönderilen, baskı uygulanan veya kaybeden tarafta olduğu için bir dizi hukuksuzluğa maruz kalan birkaç arkadaşın hayatına ışık tutmakla beraber, savaş sonrası İspanya’sının Barcelona şehri üzerinden arka mahallelerdeki etkilerine de değiniyor.

Savaşlar olup bitmez. Bir başlangıç evresi ve belki de ondan çok daha uzun sosyolojik sonuçları vardır. Bu savaş bir iç savaşsa sonuçları çok daha uzun bir zamana yayılabilir. Basit birkaç çatışmadan kanlı savaşlara kadar her olayın sonucundan etkilenen insanlar, mahalleler, şehirler vardır. Juan Marse’nin 1993’te yazdığı ancak dilimizde bundan yirmi altı yıl sonra, Kasım 2019'da Jaguar Kitap tarafından yayımlanan kitap, bu iç savaşın sonuçlarına aslında en vurucu yerden, olayların merkezindeki bir şehrin kenar mahallelerinden sesleniyor.

Şanghay Büyüsü bize, başlangıçta 14 yaşında olan, kitap bittiğinde ise 23 yaşında bir genç olacak olan (9 yıllık bir süre zarfında geçiyor roman) Daniel’in bakış açısından anlatılıyor. Okumanın ve çizmenin dışında ilgimi çeken tek şey, mahallede ve Güell Park’ta aylak aylak dolaşmaktı diyen ve küçük bir mahallede annesiyle birlikte yaşayan Daniel, Kaptan Blay adında yaşlı bir adama, kaptanın eşinin isteğiyle sokaklardayken göz kulak olacaktır. Kaptan, ilginç bir adamdır. Yazarın çizdiği portreye göre, aslında toplumda meczup diye adlandırılan tiplerdendir fakat aynı zamanda –bence- bilge bir karakter olarak da görebiliriz onu. Fabrikaların çıkardığı gazların insanları zehirlediği ve verem yaptığı gerekçesiyle, kentte yaşayan insanlardan fabrikaların bacalarının uzatılmasını istedikleri bir imza kampanyası başlatır. Bu kampanya dosyasına koymak için de resim yeteneği olan Daniel’den, mahalledeki veremli kız Susana’nın resmini, sefil bir şekilde çizmesini ister. Daniel, Madam Anita’nın kızının resmini çizmek için sık sık onların evine gitmeye başlar. Bu gidişler başladıktan sonra roman iki kısma ayrılıp devam eder. İlki mahalledeki sosyal hayatla, ikincisi Madam Anita’ya misafir gelen ve eşinin arkadaşı olan Nando Forcat isimli eski bir komünistin, Anita’nın uzaklardaki eşi Kim hakkında anlattıklarıyla ilgilidir. Marse, Nando Forcat’ın anlattıklarından yola çıkarak İspanya İç Savaşı’yla ilgili bilgileri roman formatına sokarak okura iletir. Arka mahalledeki sosyal hayat ise bize o anın bir panoramasını çizer.

Kaotik ve arka mahalle havası çizer Marse başlangıçta. Devletin pek uğramadığı, hayati olaylara müdahalede yetersiz kaldığı, insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde tutukluk sezilen bir mahalledir burası. İç savaşın etkilerinin fakir bir mahalledeki sosyal hayatı nasıl etkilediği özellikle Kaptan Blay’in ‘söylenmeleriyle’ okura aksettirilir daha çok. Blay, iki oğlunu kaybetmiş, hiçbir şeye inancı kalmamış, aklı da pek yerinde olmayan biri olarak çizilse de, eski hayatı ve çocuklarıyla ilgili şeyleri hatırlayan biridir:

’Sence onu nereye gömmüş olabilirler? diye sordu.
Ne yanıtladı ne de ona doğru baktı karısı.
‘En azından dürbününü verebilirlerdi bize,’ diye ekledi Kaptan. ‘Çok iyiydi.’
‘Tanrı’nın takdiri böyleymiş, çene yormanın manası var mı? dedi Betibu.
‘Artık Tanrı hiçbir şeye karışmıyor Conxa. Şimdi bunlar kumanda ediyor.’

Savaş büyük bir olaydır; hele ki bu bir iç savaşsa. Ve birçok şeyi dönüştürür. Hem sosyal hayatı hem de insanların kişiliklerini. Bu değişimlerden herkes payını alır. Juan Marse bu savaşın taraflarından kimseyi masum göstermeye çalışmadan objektif şekilde oluşturmayı başarmış karakterlerini. Birçok romanda görülebilecek taraf olma halini onun bu kitabında görmüyoruz. Komünist Kim ve Forcat da, işkenceci albaylar da yahut devlet de eleştirilebilirdir yazara göre. Eleştirilmelidir de. Örneğin Kim’in yıllar sonra yaptığı şu sorgu kimsenin masum olmayabileceğinin önemli bir göstergesidir:

Bu yeni bozgun nereden çıkmıştır? Neden onu önlemeyi becerememiştir? Yeniden nehrin sularına gömer bakışlarını. Nerede yanıldık, diye sorar kendi kendine. Yol ne zaman çatallandı? Biz nerede sapıp ayrıldık ütopyadan? O kadar derin inanç, o müthiş ahlaki enerji, neden bencilliğe ve sahtekârlığa evrildi?

Roman sürpriz bir sonla bitiyor diyebiliriz. Tabii bunu söyleyip kitabın heyecanını kaçırmanın anlamı yok; ancak iyi bir sosyal roman okumak isteyen ve özellikle İspanya İç Savaşı’na merak duyan herkesin ilgisini çekecektir.

Juan Marse başarılı bir yazar. Hemen her kitabının bir ödülü var. Ödül almayı bir romanın başarı ölçütü saymıyor olsak bile bir yazarın hemen her kitabı ödül alıyorsa ortada da bir başarı var diyebiliriz. Bu kitabı da Premio de la Critica ödülünü kazanmış.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaklaşık dokuz yıllık bir süreyi kapsayan romanda, bu büyük savaşın da etkilerini görebilmek mümkün. Zaten İspanya İç Savaşı’na İkinci Dünya Savaşı’nın ön hazırlığı da diyebiliriz. Bu iki faciayı birbirinden ayırmak mümkün olmamalıydı.

Dil ve anlatım açısından da bir iki cümle kurup yazıyı bitirmek istiyorum. Romanı çeviren Gökhan Aksay gerçekten iyi bir iş çıkarmış. Son zamanlarda gördüğüm en iyi çevirilerden hatta. Bir iki yerde aksayan yerler olsa da romanın okunurluğunu artıran bir çeviriye sahip Şanghay Büyüsü. Dil açısından ise Juan Marse’nin hakkını vermek lâzım. Dil ve üslûp oldukça yalın, anlaşılır. Fakat bazen betimleme konusunda sınırları zorlamış Marse. Uzun cümlelerden oluşan betimlemeler her zaman gerekli değildi. Türkçeye çevrilmiş ve İspanya İç Savaşı’nı konu edinen romanların en ünlüleri Ernest Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor’u ile George Orwell’in Katalonya’ya Selam adlı kitaplarıydı. Bundan sonra bu iki esere Şanghay Büyüsü’nü de eklemek yanlış olmayacaktır.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

5 Şubat 2020 Çarşamba

Proust ve hiç eskimeyecek bir ön söz: Okuma Üzerine

Marcel Proust'un psikolojik bir edim olarak okumayı irdelediği bu anlatısının aslında Ruskin'in Susam ve Zambaklar’ı için kaleme alınmış bir ön söz olduğu hepimizin malumudur. Yazar bu metni her ne kadar ön söz mahiyetinde yazmış olsa da fikirlerinin derinliği neticesinde ortaya müstakil bir eser çıktığını görüyor; keşke tüm önsözler bu ciddiyetle kaleme alınabilse diyorum.

Bilindiği gibi Proust 1871-1922 yılları arasında yaşamış, Fransız edebiyatına roman, deneme ve eleştirileriyle büyük katkıda bulunmuş bir yazardır. Biz onu daha çok 1913-1927 yılları arasında yayımlanmış 20. yüzyılın en büyük eserlerinden biri olarak kabul edilen 7 ciltlik A La Recherce Du Temps Perdu yani Kayıp Zamanın İzinde ile tanıyoruz.

Tarihte okumak ve yazmak üzerine elbette ki pek çok eser kaleme alınmıştır fakat böylesine büyük bir romancının okumak üzerine söyledikleri, bize bir yazarın gözünden “okuma” eylemini ele alma imkânı sunması bakımından oldukça önemlidir. Proust diğer pek çok yazar gibi okumayı en önce dostlukla özdeşleştirmiştir: “Okuma bir dostluk biçimidir. Dahası o, öteki bütün dostluk biçimlerini çirkinleştiren her şeyden bağımsız bir dostluktur.

Osmanlı şairi Abdüllatif Çelebi’nin, kütüphanesinde ağırladığı her kitabını “bütün dertleri def eden hakiki ve müşfik dost” olarak görmesi de buna benzerdir. Yahut Cemil Meriç’in “Okuma iki ruh arasında âşıkâne bir mülâkattır” ifadesinin aynı hissiyatla sarf edildiği aşikardır. Aynı bakış, aynı ünsiyet... Dikkatlice bakın, değişen zamana ve mekâna rağmen kitaplarla ünsiyeti olan pek çok kişinin; okumayı yakınlaşma, mülaki olma, iç içe geçme, karşı karşıya gelme eylemleriyle bir tuttuğunu fark edeceksiniz.

Proust’un okumaya dair daha derin ifadelerine bakacak olursak “…okuma, insanların en bilgesiyle bile olsa, bir konuşmaya indirgenemez; bir kitapla bir dost arasındaki asıl farklılık, bilgeliklerinin büyüklüğündeki farklılık değil, onlarla iletişim kurma biçimidir; okuma konuşmanın tersine, yalnızlığımızı sürdürürken, yani yalnızken sahip olunan ve konuşunca çabucak dağılan entelektüel güçten yararlanmaya devam ederek, esinlere açık olmaya ve zekanın kendi kendisi üzerindeki çalışmasını bütünüyle verimli kılmaya devam ederek, her birimizin önceden iletilmiş bir başka düşünceyi edinmesidir.” sözlerini hemen fark ederiz. Çarpıcıdır çünkü. Okuma ve konuşma eylemlerini kıyaslamaktadır yazar. Konuşmaktan kastı elbette ki -konuşulanı- dinlemedir. Ona göre pek çok anlama gebe olan kelimeleri sessizce anlamlandırmak ancak satırların okuyucunun zihin ve gönül dünyasında açtığı esin yolu ile mümkündür.

Proust’un bu sözleri bize Schopenhauer'un “…kitaplar bir zihnin, en saf özü, en mükemmel suretidir ve bu yüzden her zaman karşılıklı konuşmadan, hatta en büyük kafanın sohbetinden bile çok daha büyük bir değere sahiptir.” satırlarını anımsatır.

Evet, Proust’un dediği gibi okumak inziva gerektirir. Günümüz insanının okumaya karşı gösterdiği mesafeli duruşun arkasında belki de “kendiyle baş başa kalmak korkusu” bulunmaktadır. Modern çağın sanal bağlanmalar yoluyla dayattığı kurmaca karakterler, kurmaca hayatlar insanların durup, dinlenip, soluklanmasına imkân tanımamaktadır. Dahası cevaplarını aradığı soruların peşinde attığı voltalar, sağlıklı ve dingin bir hayat sürmesine olanak sağlaması yerine insanı melankoliye sürüklemektedir. Öyle ki kendisini kan ter içinde bırakacak bir macera yerine simülasyonu tercih etmektedir insan. Onun tercihi artık, kendisiyle karşılaşma ihtimaline karşı sanal bağlanmalar yoluyla mücadele göstermektir.

Başkaları için konuşup kendimiz için sustuğumuzu söyleyen Proust’un bu düşüncesinde Schopenhauer’un etkileri tecessüm etmiştir belki de. Ona göre “Akılllı adam her şeyden evvel ıstıraptan ve tacizden azade olmak için çabalayacak, sessizliği ve boş vakti, dolayısıyla mümkün olan en az sayıda beklenmedik ve tehlikeli karşılaşma ile birlikte sakin, mütevazı bir hayatı arayacaktır ve böylelikle sözüm ona hemcinsleriyle çok az bir ortak tecrübeyi paylaştıktan sonra, münzeviyane bir hayatı tercih edecektir, hatta eğer büyük bir ruha sahipse büsbütün yalnızlığı tercih edecektir.

Yalnızlığın iç dünyayı zenginleştireceğine inanan iki yazara göre de bir insanın olabileceği ya da başarabileceği en iyi ve en büyük şeyin kaynağı kendisidir. Okumak eylemi, insanı kendini keşfetme serüveninde derinleştirecek bir gizilgüce sahiptir. Okumanın insanlık için kendisinden beklenen en faydalı mesuliyeti de belki de budur. Okumak insana sorgulamalarla, düşünüşlerle ve hayallerle örülü “tinsel bir hayat” sunmaktadır ama onun araladığı kapıdan içeri girme iradesini göstermek yine kişinin kendisine bağlıdır:

…Bir okuma disiplini yaratmak, sadece teşvik edici bir şeye fazlasıyla rol yüklemektir. Okuma tinsel hayatın eşiğidir, oradaki yolu bize gösterebilir, yolu oluşturmaz.

Proust’un okuma üzerine sahip olduğu fikirleri ifade ederken köyünün çiçekli yollarından evinin yakınlarındaki parka, parktaki kuğulara, ikindi vakti kurulan sofralardan büyük halasının tutumuna kadar pek çok konuya değindiği görülür. Konu çocukluğuna geldiğinde onu durdurmak mümkün değildir. Tıpkı 1908 yılında Kanadalı yazar Lucy Maud Montgomery tarafından yazılan Anne of Green Gables romanının başkahramanı Anne gibidir. Daldan dala atlarken sıraladığı sayısız cümlenin müthiş uyumuyla kendisini dinleyen insanları düşünme hızına ve ifade biçimine hayran bırakır. Okuyucu, yazarın çocukluk anıları ile ilgili verdiği yerli yersiz malumat arasında kaybolduğunu düşünürken o, “Okumadan söz etmek isterken, kitaplardan başka her şeyden söz ettim” diyerek sanki bir kusurunu itiraf etmektedir. Siz, yazarın ses tonuna mahcup bir edanın yerleştiği zannına kapılmışken Proust bu kez, “Çünkü okumalarım sırasında benimle konuşanlar kitaplar değildi. Ama belki okumaların bende birbiri ardına bıraktıkları hatıralar, benim okurumda da uyanacaktır. Bu çiçekli ve sapa yollarda zaman kaybetse de okuma adı verilen özgün psikolojik edim, zihinde yavaş yavaş yeniden yaratılacak ve böylece benim belirtmem gereken kimi düşünceleri şimdi kendine aitmiş gibi izleyebilecek güce sahip olacaktır.” sözlerine ifadelerini ekler. O kadar haklıdır ki az evvel yazarın boşboğazlığına maruz kaldığını düşünen okuyucu buz kez ona hak verecektir. Yazarın üslubundaki bu manevralar, Proustyen anlatımın tipik bir örneğidir denilebilir. Bu, yazarın kasıtlı olarak yaptığı bir şeydir. Onun ne düşündüğünü öğrenmek isteyen okuyucunun kendisine gösterilen işaret levhalarını dikkatle takip etmesi gerekmektedir. Yazar okuyucusunu kendine has bir yöntemle adeta yetiştirir.

Sözünü hiç tökezlemeden uzata, devire, yuvarlaya başladığı yerden çok uzaklara taşır ama şaşırtıcı biçimde onca uzatma, devrilme ve yuvarlanmadan sonra onun okuyucusunu yine sözün başladığı yere götürdüğünü görürsünüz. Proust, satır aralarını birbirine bağlayan incecik bir ipte yalpala yalpalaya ilerleyen ama dengesini hiç kaybetmeyen bir kelime cambazdır adeta.

Proust’un üslup ve tarzını “çalçene kadınefendi” tabiriyle tanımlayan Samuel Beckett, Proust adlı eleştirel çalışmasında onda kimseyle karşılaştırılmayacak kadar harika şeyler olduğunu, bazı benzetmelerinin parlak bir infilak gibi tüm sayfayı aydınlattığını, bazılarının ise donuk, mat hatta aşınmış olduğunu, ama bu durumun incelikli, büyüleyici ve titreşen bir denge yarattığını ifade etmekten geri kalmaz.

Becket gibi Proust’un okuyucusuna üst perdeden seslenişini garipseyenler olsa da onun sözüne ve yazısına yerleşen sivri dillilik ve muzipliğin kendisine hayranı olduğu İngiliz eleştirmen Ruskin'in bir mirası olduğu ifade edilir. Kim bilir belki de gerçekten öyledir. Umberto Eco’ya kulak verecek olursak;

Son saatlerinin gelip çattığını anladıklarında, Proust’u hala okumadıklarını fark eden o ölüm döşeğindeki insanların sızlanması korkunçtur.

O halde, okuyalım derim.

Firdevs Kapusızoğlu
twitter.com/FirdevsKap

4 Şubat 2020 Salı

Kan kırmızı kar yağıyor ancak gökten değil

"(...) Az sonra bir başka uçak alçak uçuş yaparak tepemizden geçti ve köye mühimmat ve erzak sandıkları bıraktı. Belli ki bu akşam da biraz bisküvi yiyebilecektik."

İkinci Dünya Savaşı tarihi üzerine birçok kitap dilimize kazandırılmaya devam ediyor. Bu tip kitaplar yalnızca savaş tarihi okumayı sevenler için değil; savaş psikolojisini, şiddetin kökenlerini, siyasi gerilimleri ve insanların zor zamanlarda neler yapıp yapamayacaklarını merak eden herkes için çok şey söylüyor. Askerî tarih çalışmalarında cephanelere, saldırı ve savunma teknolojilerine, siper mücadelelerine ve çatışmalara dair bir şeyler okumak bize bazı reçeteler sunabilir ama Çinli bir bilgenin "reçeteleri okumak insanı sağlığa kavuşturmaz" sözü de unutulmamalı. Okur bakışını biraz da tüm meselelerin psikolojik yönüne çevirmeli. Orada çok, hem de çok malzeme var.

Ekim 2019'da Kronik Kitap etiketiyle ve Barbaros Uzunköprü çevrisiyle neşrolunan Kan Kırmızı Karlar, İkinci Dünya Savaşı'nın en gergin hattı Stalingrad'da görev yapmış bir Alman makineli tüfek nişancısı olan Gunter K. Koschorrek'in anılarından oluşuyor. 1923 yılında Almanya’da doğan Koschorrek, 19 yaşında Nazi Almanya’sının silahlı kuvvetleri Wehrmacht’a katılmış. Ekim 1942'ye kadar oldukça iyi eğitimlerden geçtikten sonra Stalingrad’a konuşlandırılmak üzere 24’üncü Panzer Tümeni’ne alınmış. Savaş boyunca defalarca yaralanmış, çabası sebebiyle birçok madalyayla ödüllendirilmiş. Sovyet kuvvetlerine karşı savaştığı Stalingrad hattından sağ salim kurtulsa da Amerikalılara esir düşmüş. Bu, savaşın coğrafyası, şartları ve şartları düşünüldüğünde bu esaret nişancı için bir şans elbette. Haziran 1945’te esaret hayatı son bulmuş. Yazımıza konu olan kitabı "Vergiss die Zeit der Dornen nicht" adıyla ilk olarak 1998'de yayınlanmış. Koschorrek'in hayatta olduğunu da belirterek kitabın ürpertici atmosferinden biraz bahsedelim.

Kitap, kronolojik bir esasla bölümlere ayrılmış. Koschorrek yola çıkışından başlıyor ve Stalingrad'da yaşadığı savaştan kıl payı kaçışına, İtalyan partizanlarından peşinden Rus cehennemine dönüşüne, Nikopol köprübaşındaki teyakkuz vaziyetinden dipsiz çamur deryalarının ortasına, Nemmersdorf'daki ölüler üzerine çöken akbabalardan Polonya ve Sibirya'ya dek savaşın her hâlini oldukça akıcı bir üslupla aktarıyor. Tüm anlatıma birçok görsel ve harita eşlik ediyor. Okuyucu bir yandan Eylül/Ekim 1942'de alevler içindeki Stalingrad'ı görürken diğer yandan Rusya’nın çamur deryasına dönmüş arazisinde Bug istikametinde yapılan ricatın güzergâhını takip edebiliyor. Koschorrek, savaşı ne yüceltmek ne de yargılamak istemediğini önsözünde belirtiyor. Rusya’da cephe hattında yaşadığı şahsi tecrübelerini ve savaşa bakış açısını tüm gerçekliğiyle tasvir ederken "savaşın büyük kısmını Rus topraklarındaki berbat avcı çukurlarında geçiren ve bu çukurları yalnızca düşmanla çarpışmak zorunda kaldığı zamanlarda terk eden ismi meçhul sayısız askeri takdirle anmak" da onun yazım amaçlarından biri.

Bir an evvel öldürmesi için kendisine teslim edilen Sovyet askerlerini silahsız oldukları gerekçesiyle öldürmeyen bir asker var karşımızda. Hem iklim hem de duygu yoğunluğu anlamında tüm yaşadıklarını zihninde taşıyan bir asker. Cephe hattında arkadaşlarını kaybeden, cephane ve yiyecek yetersizliği yüzünden sık sık psikolojik ve fizyolojik gerilimlere saplanan, yaşarken cehennemi yaşayan bir asker. Bir notu onun ruh hâlini tam manasıyla ortaya seriyor: "Şimdi küçük bir tepenin üzerinde dikiliyorduk ve şehrin bir bölümü gözlerimizin önündeydi. Daha fazla kara duman ve için için yanan ateş – ne korkunç bir manzaraydı. Stalingrad’ın sıcak nefesini hissedebiliyorduk. Nero, Roma’yı ateşe verdiğinde demek ki şehir böyle görünüyordu. Ancak bir farkla: bu kez şehrin cehennemi andıran görüntüsünü daha kötü hale getiren ölümcül patlamalar ve çığlığı andıran sesiyle düşen bombalar, ortaya çıkan deliliğin çıtasını yükseltiyor ve bakan kişiye dünyanın sonuna şahitlik ediyormuş hissi yaşatıyordu."

Emir komuta zincirinin en tavizsiz işlediği, tabiri caizse kendi kurallarını oluşturduğu ve savaşın her an değişebilen vaziyetine göre şekillendiği zamanlar, hiç şüphe yok ki cephe savaşları. Gelebilecek herhangi olumlu bir haberin askerin psikolojisini sanki karnı doymuş ve sevdiklerine kavuşmuş gibicesine etkileyen zamanlar. Aslında cephedeki çatışmalardan çok önce, henüz eğitim kampında başlamış psikolojik yönetim işlemleri. "Eğitim kampında sürekli surette nasıl hizmet edeceğimizi, düşmanı öldürmek için silahlarımızı nasıl kullanacağımızı söyleyip dururlardı ve bizler de Führer, Volk und Vaterland (Askerleri manevi olarak motive etme amacı güden ve “Führer, Millet ve Vatan İçin” anlamına gelen slogan) uğruna savaşmaktan ve gerekirse bu uğurda canlarımızı hiçe saymaktan gurur duyardık. Ne var ki kimse bize, öldürülmeden önce nelere katlanmak zorunda kalacağımızı söylememişti. Ya da ölümün her zaman aniden gelmeyeceğini de söylememişlerdi." diyor Koschorrek. Ancak savaşın kıldan ince kılıçtan keskin hesap defterinde tıpkı bir futbol maçındaymış gibi skor her an değişebiliyor. Bu tip durumlarda da askerler aniden çöküyor, delirmenin yahut kendini öldürmenin eşiğine gelenlerin sayısında artış görülüyor. Hatta kazanan tarafta olanlar bile delirme hissini yaşayabiliyor. Koschorrek bizzat şöyle anlatıyor bu hâli: "Nicedir makineli tüfeğin arkasında durur ve bu mekanik ölüm meleğinin bünyesinde tezahür eden gücü içimde hissederdim ancak daha önce şu anda hissettiğim rahatlama duygusuna benzer bir duyguyu hiç hissetmemiştim. Düşmanlarımızın düşüp öldüğünü ve yaralarından akan kanı görüyor, acınası çığlıklarını işitiyordum ancak inanın bana içimde onlara karşı en küçük bir acıma ya da üzülme duygusu yoktu. Vücudum bir tür delilik hali içindeydi."

Uğruna savaştıkları devleti ve ülkeyi ilgilendiren önemli gelişmelerden bihaber olmak askerler için şüphesiz başka bir gerilim mevzusu. Ancak bazı haberler kısa sürede yayılma özelliğine sahip olduğundan askerleri de kimi zaman olumlu kimi zamansa olumsuz etkileyebiliyor. Burada bilhassa komutanların filtre görevi üstlendiği ortada. Hangi haberlerin askerlere iletilmesi gerektiği yahut bazı haberlerin kasıtlı olarak geç iletilmesi gibi meseleler de var. Diğer yandan, savaştıkları ülkenin başında bulunan birinin ölüm haberini almak bir askeri, hatta savaşta hayatta kalma mücadelesi veren askerleri nasıl etkiler? Bu sorunun cevabını cephenin tam içinden okuyabiliyoruz: "Üç gün önce Adolf Hitler ve Eva Braun’un intihar ettiği haberini aldık. Mağrur liderin sorumluluklarından böylesine ödlekçe kurtulmaya karar vermesi hepimizi şoka uğratmıştı. Ancak meseleyi birkaç saat içinde geride bıraktık çünkü hepimizin kendi dertleri vardı. Haberler Rusların çok uzakta olmadığını ve kısa süre içinde buraya ulaşacağını söylüyordu. Bu yüzden her iki taraftan yükselen ve giderek yaklaşan düşman topçusunun kükremesini dinleyerek son derece huzursuz bir uyku uyuduk."

Koschorrek, son derece duygusal bir insan olduğunu kitabının sonuna saklamıyor, her satırında bunu okur anlayabiliyor. Sayısız insanın beklediği gün gelip de savaş bittiğinde bile "Ancak kalplerde de sona erecek miydi? Nefretin solması ve intikam ateşinin sönmesi için ne kadar zaman geçmesi gerekecekti?" diye soruyor. Yaşanan tüm vahşete rağmen intikam duygusunu, nefretini ve öfkesini bir kenara bırakıp düşmanlarıyla yakın ilişkiler kurmaya çalışan insanlar gördükçe umutlanıyor. Bunun yanı sıra "kitleleri harekete geçirme ve onları kendi amaçları uğruna istismar etme becerisine sahip zorba ve güç delisi insanların herkesi manipüle edilebileceğini ne zaman anlayacaklardı?" diyerek cehalete isyan etmeyi de elden bırakmıyor. O, bu kitapla birlikte hayatını kaybeden tanıdıklarını asla unutmayacağını gösteriyor aslında. Onlardan bahsederek onlara can veriyor.

Bazen böyledir, kalanlar gidenlerin gölgesi oluverir. Koschorrek de gölge olanlardan. Karnı daima aç olan Hans Weichert, uzun boylu Warias, kaslı vücudu ve sarı saçlarıyla Küpper, sessiz sakin bir çocuk olan Grommel, mızıka çalan Heinz Kurat, bulduğu her boş zamanını kart oynamakla geçiren Otto Wilke, onun gölge olduğu arkadaşlarından sadece birkaçı. "On yıllar geçiyordu ancak ruhumun derinliklerinde yer alan savaş yıllarının acı hatıraları zihnimden bir türlü silinmiyordu" demesi, bu gölge olma vasfını tüm yürekliliğiyle taşıyabilmesinden geliyor belki de...

Kan Kırmızı Karlar, hem savaşın hem de insanın yıkıcılığını anlatıyor. Bu yüzden sadece bir savaş tarihi kitabı değil; şiddetin kökenlerine inen, tansiyonu yüksek bir roman gibi okunuyor. İnsanın zihnini okunduktan sonra da sarsmaya devam ediyor.

Bu yazıya başlık olarak kullandığım bölümden, sarsıcı bir film sahnesiymiş gibi yazılan şu paragrafla bitireyim:

"Şiddeti içimizde öyle bir hissettik ki sanki binlerce şeytan gökyüzünden üzerimize doğru geliyordu ve üzerinde durduğumuz yer kabuğu cehennem ateşinin kaynayan çukurlarına çekiliyordu. Bizler kendimizi canhıraş sığınağa atmadan önce dışarıda nöbette olan Wilke, ciğerlerinin sınırlarını zorlarcasına bize doğru koştu ve tam önümüzde yere kapaklandı. Tedirgin ve bembeyaz suratlarla birbirimize bakıyorduk. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu ancak vücudumuzun her zerresi korkunun şiddetiyle dolup taşmış durumdaydı. İçimizdeki korku gözlerimizden taşıyordu. Cehennemin ortasındaydık! Gökyüzünden üzerimize ateş ve çelik yağmaya başladı. Eğer bunun Sovyet kuvvetlerinin başlattığı dehşet verici top ateşi olduğunu bilmeseydik, o gün orada, 13 Aralık tarihinde dünyanın sonunun geldiğini düşünebilirdik."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

İnsanın arada kalmışlığına bir şerh

En son ne zaman bir kenara, bir köşeye, bir soteye çekilip kendinizi dinlediniz? Böyle bir şey artık lüks. Çocukken köyde en çok yaptığım şeylerden biri evimizin az ötesindeki mezarlığın yanıbaşında bulunan armut ağacına çıkıp ‘dinlemekti’. O anki aklımla kuşları, rüzgârı, sessizliği dinlerdim. Hayatın yoğunlaşarak zamanın daraldığı hissi veren günümüz dünyasında bu pek mümkün görünmüyor. Durup bir soluk almaya, neler oluyor diye etrafa bakmaya, gidişatı kontrol etmeye ihtiyacımız var. Kısacası aciziz ve nefeslenecek aralara muhtacız. Bu ihtiyaç giderilirse önce kendimizi sonra hayatımıza bir şekilde giren her şeyi dinlemeye, sorgulamaya ve anlamaya başlayabiliriz. Eğer daha sağlıklı ve nitelikli bir hayat istiyorsak buna zorunluyuz.

Necdet Subaşı, Mahir Zaman'la Yakaza Hâlleri’nde iç dünyasıyla söyleşirken insana kendisiyle iletişim kurmanın yollarından birini gösteriyor. İnsan kendisiyle iletişim kurar mı demeyin. Zira insanının bidayetten beri var olan kadim sorunudur iletişimsizlik. İnsanın hem kendiyle hem de çevresiyle, ‘diğeriyle’, ‘ötekiyle’ çözümleyemediği bu ontolojik duruma/soruna ister yozlaşma deyin ister yabancılaşma; farketmiyor. İsterseniz daha felsefi bir edayla ‘zamanın ruhu’ diyerek sorumluluğu insanın sırtından indirin. Yine farketmiyor. Mevzu, insanın evvela özüyle iletişimini kuramamasıyla başlıyor. İnsan kendini tanımıyor, ‘kendini bilmiyor’. Kendini bilmeyenin başka bir şey bilmesini beklemenin abesliğinin bile farkında değil.

Mahya Yayıncılık tarafından neşredilen yüz seksen dört sayfalık eser 2015’te yayınlanan bir radyo programında “irticalen yapılan konuşmaların” bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş. Bir konuşmanın yazıya aktarılmasından olsa gerek bir sohbet havasında cereyan ediyor metin. Dil açısından (yazı diline alışkın) okura farklı gelebilecek iki özelliği var Mahir Zamanla Yakaza Hâlleri’nin. İlki, konuşma dilini yazı dilinden ayıran en önemli özellik olan devrik cümlelerin yoğunluğu ve kısa cümleler. Kısa oluşları derin anlamlı olmalarına engel olmuyor. İkincisi ise metnin kısmen örtük bir anlam dünyası taşıyor olması. Bu örtük anlam karşısında elbette kepçeyi kazana daldıran kişi kendi nasibince faydalanacaktır. Şu da var ki, metindeki anlam dünyasının kimine derin ya da örtük gelmemesi de ihtimal dâhilinde. Detaylar, kaybolan anlamı bulma derdinde olan için bir anlam taşıyor. Zaman akmakla mahirdir. Bu maharetin gücü altında ezilen insanın en belirgin özelliği ise yakaza hâlinde olmak olabilir. Temelde ‘arada kalmışlığa’ işaret etse de yakaza kavramının her insanda açığa çıkışı farklılıklar gösterir. Buradaki gizem insanın kemalatıyla doğru orantılıdır şüphesiz.

Kitapta yazarın yaşamsal süreçte önemli bulduğu on dört kavram ele alınıyor. Sırasıyla yakaza, konuşmak, yol, aklıselim, dostluk, sıradanlık ve sıra dışılık, önyargı, kendini bilmek, zamanın ruhu, muhabbet, gurbet, niyet, dert ve vefa olguları değerlendiriliyor. Necdet Subaşı’nın İslami bir perspektiften kendine has bakış açısıyla ele aldığı bu kavramların anlamsal karşılığı ile hayat içinde bulduğu karşılık mukayese ediliyor. Okur, insanın zihninde olgunlaştırıp idealize ettiği değerleri hayatın akışı içinde yaşarken nasıl yozlaştırdığını, nasıl görmezden geldiğini, nasıl unuttuğunu görebiliyor.

Necdet Subaşı yaptığı değerlendirmelerde toplumsal gerçekliğimizle yoğurulmuş tecrübelerinden ve teorik bilgiyle pratik eylemin farkını ortaya koyan gözlemlerinden faydalanıyor. Yalın bir üslupla günlük yaşamdan, tarihten örnekler veriyor ve az da olsa literatüre değiniyor. Bu yöntemle bir yandan farkındalığı arttırarak anlattıklarına gerçeği konu ederken bir yandan da anlaşılır bir dille insana özüne, fıtratına, ruhuna dönmeyi salık veriyor. En çok da geleneğin, gelenekselin modern dünyanın pratikleri içinde nasıl eriyip kaybolduğunu gösteriyor.

Kitap, ‘insanın yaşarken geçirdiği aşamalar (onun) arada kalmışlığına nasıl etki eder’ sorusunun cevabını arıyor. Aidiyetlerin, geleneklerin, değerlerin süreç içindeki, ‘zaman içindeki’ dönüşümleri ve insanın nerede durduğu açığa çıkarılmaya çalışılıyor. Meseleleri olabildiğince hassas ele alan Necdet Subaşı bu sosyolojik alanda bir arkeolog edasıyla ve kavramlara takla attırmadan olması gerekenle olan arasındaki farkı sade bir üslupla ortaya koymaya çalışmış. Belki de zamanla unuttuklarımızı hatırlatmayı denemiş. Amacı ne olursa olsun anlatılanlar hayatın dağdağası içinde insanın manevi tarafından gelen hafif bir esinti gibi dokunup geçerken zaman tüm maharetiyle akmaya devam ediyor. Şerh, düşüldüğüyle mi kalıyor; zaman gösterecektir.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp