9 Aralık 2019 Pazartesi

O vazgeçilmez ve korkutucu mesele: hayatın anlamı

"Benim kanaatime göre her yaratık, tam anlamıyla, bütün insanlığın ağırlığını taşır. Yalnızca onların tek tek işin ucunu ortasını bulma tarzlarıdır onları ayıran."
- Thomas Bernhard, Hakikatin İzinde

İnsan için hem son derece vazgeçilmez hem de oldukça korkutucu bir meseledir hayatın anlamı. Yaşamın girdabı içinde, akşamın nasıl geldiğini dahi anlamadığımız şu zamanlarda bir de "şu hayatın bana göre ne anlamı var mı?" diye sormak, kişiye çok büyük kapılar açabileceği gibi -şimdiye kadar hiç sormadıysa eğer- acı gerçekleri de yüzüne çarpabilir. Kapıları açmak da kapılara çarpmak da insanın elinde. Demek ki burada bir irade meselesi var, bu burada dursun.

Hayatın anlamı meselesine dair raflarda dolanan birçok kitap var. Zamanla, önüne gelenin kitap yazdığı bir konu olup çıktı ki insanlara da gına geldi. Meseleyi derinlemesine irdelemek isteyenlerin önünde birkaç "yiğit" kitap duruyor. Okuduklarımdan birkaçını sayacak olursam: Viktor E. Frankl - İnsanın Anlam ArayışıPaul Tillich - Olmak Cesareti, Alfred Adler Yaşamın Anlam ve Amacı, Erich Fromm - Sahip Olmak ya da Olmak, Rollo May - Kendini Arayan İnsan... Görüldüğü gibi saydıklarımın hepsi yabancı kaynaklar. Ülkemizde bu meseleye giren yazarların ve düşünürlerin iki farklı dünyaya saplanıp kaldığını görüyoruz. Bu da düşünce taassubunu ortaya çıkarıyor. Nedir bu iki dünya? İlki ilahiyat. İkincisi felsefe. Ne biri ne diğeri, meseleye herkesin anlayabileceği ve herkesin özümseyebileceği bir cevap sunamıyor. Çünkü biri diğerine, diğeri de birine uyamıyor. Yazarın dünyası çoğu zaman üste çıkıyor. Objektiflik kayboluyor ve dolayısıyla kitaplar da 'okunup geçilenler' arasında yerini alıyor. Son zamanlarda ülkemizin kalemlerinden hayatın anlamına dair hangi kitaplar çıktığıyla pek ilgilenmemiştim. Ta ki Erol Göka'nın Twitter hesabından yeni kitap duyurusunu görene kadar. "Hayatın Anlamı Var Mı?" adlı kitap, Ağustos 2019'da Kapı Yayınları tarafından neşredildi. Bazı kitapçıların psikoloji, bazı kitapçıların da kişisel gelişim raflarında yerini aldı. Sessiz sakin bir yer alıştı bu zira 'çok satanlar' hep 'çok gözükenler' arasından oluyor. Çoğu zaman rafları iyi karıştırmak gerekiyor. Bu teknik meselelere dair son bir kelam daha edeyim. Çok net bir isim, kapak ve renk seçmiş Erol Göka. Devir değişti, insan önce gözüne hitap etsin istiyor bir şeyler, sonra gönlüne. Gelelim kitabın gönle hitap eden tarafına dair konuşmaya...

Erol hoca kitabı üç bölüme ayırmış. Bölümler kitabın sorduğu soruya nasıl cevap verileceği konusunda da bir ipucu sunuyor. Çünkü hayatın anlamına dair konuşulması gereken ilk şey belki de irade. Dolayısıyla kitabın ilk bölümü de Hayat ve İrade başlığını taşıyor. Bu bölümde Göka, modern zamanların en büyük problematiği olan iradeyi masaya yatırıyor. Bir rüyada gibi yaşayan ve dolayısıyla iradesinden bihaber insanların hayatın anlamını arama konusunda 'çoktan kaybetmişler' arasında yerlerini aldıklarını söylüyor. Yine bu zamanların şeytan üçgeni olan ihtiyaç, talep, arzu konularında iradenin saptığı yerleri tespit ediyor. "Bize verilmiş en mühim emanet 'kendimiz'iz. Kendini ihmal eden, gerçekten kahramanlığın gerektiği çok istisnai haller dışında, kendini taşıyamayan kimselerin aslında başkalarında da bir faydaları olmaz. Bu nedenle varoluşsal suçluluk duygusuna batmak istemiyorsak ilk yapmamız gereken kendi sorumluluğumuzu üstlenmek, kendi potansiyellerimizi hayata geçirmeye gayret etmektir. İrade, her şeyden önce hayatın önümüze koyduğu yollardan birini tercih etmek, bu uğurda çaba göstermektir; onun ilk işi istemek, çabanın tetiğini çekmektir" diyerek okuyucuyu bölümün son konusu duygu-mantık karşıtlığına hazırlıyor. Çünkü irade söz konusu olduğunda akılla kalp arasında gidip geliyor insan fakat Göka teknolojik bir tabir kullanacak olursam 'kullanıcı dostu' bir edayla noktayı hedefin tam ortasına koyuyor: "Anlamını arayacağımız âlemde bir eksik yoktur; sadece âlem de insan da ziyadesiyle karışıktır."

Kitabın ikinci bölümü Hayat ve Anlam başlığını taşıyor. Anlamsız bir hayata sövmelerine rağmen kendilerini 'elli ton' içinde gerçekleştiren(?) kimseler hocayı da zıvanadan çıkartmış olmalı ki bölümün ilk konusu bu. Akabinde hayat derken neyin kastedildiği, inanç ve hayatın anlamı arasındaki ilişki, insanın anlam üretme noktasındaki vaziyeti, hayatın anlamını dert edinen psikoterapistler -ki şahane faydalı bir yazı-, anlam-amaç-amaçlılık arasındaki irtibat, insan ve endişe(si) birlikteliği, 'sıkı can'ın ne olup ne olmadığı, her şeye rağmen anlamsızlık duygusu çıkıp geldiğinde neler yapılabileceği gibi meseleler bu bölümü oluşturuyor. Kitabın en yoğun, en sert ve etkileyici bölümü. Ayrıca farklı okumalar yapmak isteyenler için dipnotlarda harikulade kitaplar olduğunu da zevkle belirtmeliyim. Bu bölümün bana kalırsa en güzel yanı, 'tek bir cevap arama-bulma' illüzyonuna tokat sallaması. Hani Dostoyevski, "Her şeyi fazlasıyla anlamak, hastalıktır" diyor ya, işte Erol Göka da bu pencereden bakıyor meseleye: "İnsan varoluşsal olarak, böylesine kaygan, sürprizler ve mucizelerle, umutlar ve hayal kırıklıklarıyla dolu bu dünya hayatında, anlam olmadan yapamaz ama anlamsızlığa da çok yakındır. Bütün her şeyin, olup bitenin anlamına vakıf olamamak nasıl tabii ise anlamsızlık yaşamak da öyledir. 'İnsan-ı kâmil' makamında değilsek, hayat bizim için muamma olma özelliğini koruyacaktır. Her bilgisizlik, karanlığı; her karanlık, ayağımızın kayma, tökezleme ihtimalini haber verir. Anlam varsa anlayamamak da, anlamsızlık da şöyle ya da böyle olacaktır."

İyi hayat nedir, diye soruyor kitabın son bölümünde Göka. Bu sorunun peşinden bir insanın ömrünü neye vermesi gerektiğini, otantik insan olmanın tanımı, sorumluluk ve ödev ahlakı, mücadele ve teslimiyet gibi önemli konular geliyor. Zaten hoca kitabının bütününde hem mücadelenin hem de teslimiyetin insanın vazgeçilmez yaşam kaynakları olması gerektiğini telkin ediyor. 'Şimdi ve burada' olmanın, popüler söylemin aksine sahiden an'da olmanın, ve an'ı yaşamanın en sağlıklı formülü bu. Hayalimizdeki her şeye kavuşmanın son derece tehlikeli olduğunu söylüyor Göka. Büyük İskender'in fethedecek başka bir yer bulamayınca ağladığını hatırlatıyor. Bu da akıllara Fromm'un, işkolik bir adamın hedefine -tekne almak- ulaştıktan sonra "şimdi ne yapacağım?" diye büyük bir boşluğa düştüğü hikâyesini hatırlatıyor. Tek bir hayal olmamalı, tek bir amaç da olmamalı demek doğru olsa gerek. Belki birkaç meşgale, birkaç hobi, birkaç tutku; insanın bilhassa ruh sağlığını koruma altına alması için büyük vasıtalar: "Hakikat arayıcısı için zirve yoktur, tırmanış hep sürer ve sağlıklı insanlar için hayat, sürekli mücadele gerektiren bir etik gerilim hattı olmayı sürdürür. Can sıkıntısına çare olsun diye uydurma bir anlam aramak yerine, önüne açılan bir işi yapmaya başlayan kimse daha şanslıdır. Gün boyunca karşılaştığı işlere hiç üşenmeden koyulan insan, can sıkıntısına karşı gerçek panzehri yakalamıştır."

Eseri sayısız altı çizili paragraf ve alınmış notla bitirdikten sonra memnuniyetimi gizleyemezdim. Çünkü böylesine ciddi bir konuda etraf 'edebiyat parçalayan' sözde diplomalı kimselerle doluyken, yetkin bir kalem ve mühim bir zihinden aldığım dersler karşısında vefakar olmalıydım. İşte tam da böyle düşünürken aklıma vefa bahsi geldi. Abdurrahman Câmî'nin Nefehâtü’l-üns'ünde önemli bir hikâye vardır. Büyük sufilerden Ebu Hasan Urmevî'ye "Vefa nedir?" diye sorarlar. Hazret şöyle cevap verir: "Bu dünyaya niçin geldiğini bilmendir."

Herkesin kendince peşine düştüğü bir yahut birkaç anlam var, bu hayatı üzerine inşa ettiği, etmeye çalıştığı. Kimi abid olmak için, kimi zahid, kimi alim, kimi gönül ehli, kimi de tacir... Herkes dert edindiğini sahiden dert edinirse, herhalde anlam boşluğu da kalmayacaktır. Zira "kainat boşluk kaldırmaz" der erenler. Her şeyin yeri dolar. İnsan da şu içindeki boşluk hissini doldurup, kaynağa dönmeli yüzünü, gönlünü. "Hayatın Anlamı Var Mı?" en çok da bunu hatırlatan bir kitap...

Hamiş: Kitabın hemen başında yer alan, Sünbül Sinan ve Mûsâ Muslihuddin arasında geçen hikâyeyi daha önceden bilseniz dahi koparıp cebinize, cüzdanınıza koyun. Canınız sıkıldıkça açıp okuyun. Gönül teraziniz 'merkez'ini bulsun!

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

6 Aralık 2019 Cuma

Yüz günlük bir katliamın öyküsü

“Nezaketten, haklılardan yanayızdır hepimiz
Sevinmemiz çapkıncadır, ağlatır bizi küpeşteler
Yaşamak deriz –Oh, dear- ne kadar tekdüze
Katliamlar ne kötü be birader.”
- İsmet Özel, Dişlerimiz Arasındaki Ceset

Ruanda’da, 1994 yılında büyük bir katliam yapıldı. Hutu liderliğindeki hükümet ve milisler Ruanda’da yüz günde 800 bin kişiyi öldürdü. Bahsettiğim kitabın adının Yüz Gün olmasının sebebi, bu insanlık dışı katliamın süresinden dolayıdır. Elbette bu katliamın iç ve dış birçok sebebi bulunuyor. Bu olayı sadece Ruanda’nın iç meselesi olarak görmek mümkün değil. Tabii ki Batı yine oradaydı, Afrika’da gerçekleşen diğer katliamlarda olduğu gibi.

İsviçre Edebiyatı’nın ünlü tiyatro yazarı Lukas Barfuss’un ilk romanıdır Yüz Gün. Metis Yayınları’ndan 2010 yılında, Zehra Aksu Yılmazer çevirisiyle neşredildi. Sadece bir katliamın romanlaştırılmasından ziyade bir belgesel kitap özelliği de taşıyor.

Romanın başkahramanı ve olayların içinde olan kişi, İsviçre Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı’nın bir üyesi olan ve Ruanda’ya bu sıfatla giden David’dir. Kitap, David’in, arkadaşına Ruanda’da yaşadığı o zor 100 günü anlatmasıyla başlıyor ve sonuna kadar David’in yaşadıkları resmediliyor, 167 sayfa boyunca ve David’in bakış açısından. Aslında klasik bir savaş resmi çizer bu roman. Batılı ve yardımsever kahramanımız, onu güçlü ve güvenli topraklara, yani Batı’ya taşıyacak uçağa, helikoptere binmez ve olaylar gelişir. Burada da başlangıç bu şekilde oluyor, David, İsviçreli arkadaşlarıyla o uçağa binmiyor ve işler karışmasına rağmen Ruanda’dan ayrılmıyor. Tabii bunun bir sebebi de Ruandalı sevgilisi Agathe.

Yazar, David’i oryantalist bir havadan, Batı’nın o rahat ve uzak koltuğundan Doğu’ya bakan bir karakterden ziyade Afrika’ya duyarlı bir kalkınma teşkilatı üyesi olarak karşımıza çıkarıyor. Aynı zamanda dünya vatandaşlığına inanan, ırkçılık karşıtı biri olarak görüyoruz David’i. Kendini bir davaya adamış ve İsviçre’deki o konforlu hayatını bırakmayı göze alacak biri olduğunu da söylemek mümkün:

Ülkemden, her şeyi derhal unutan dar kafalılardan gına gelmişti, arkadaşlarımın çoğu gibi bir köşeye sinip saçımı uzatmakla, işgal edilmiş bir at ahırında devrimci broşürler basmakla yetinemeyeceğim kadar değerliydi hayat benim için, öteki tarafa çark edemeyeceğim, sıradan bir büro çalışanı olarak zenginlikten payıma düşeni talep edip cebimi olabildiğince doldurmaya bakamayacağım kadar da önemliydi. Kapitalizmin piyade siperlerinde topun ağzına atılarak helak olmak da istemiyordum, eğer kendimi feda edeceksem, sadece büyük bir dava için feda ederdim, bunun için de gitmem gerekiyordu. Ülkemin bana ihtiyacı yoktu, oysa orada, Afrika’da mütevazı bilgimin binde biri bile bir servetti ve bu serveti paylaşmak istiyordum.

David’in olaylara bakışından yola çıkarak Batı’nın ve daha özelde İsviçre gibi refahın çok yüksek olduğu ülke halklarının da hayata ve Doğu’ya ne nazarla baktıklarını tahmin edebiliriz. Aslında David’in Ruanda’ya yardım için gidişinde vicdani bir yön de bulunuyor. Çünkü Afrika’nın sefaletinden sorumlu tutuyor “beyazları”:

Biz kendimizi beyazların bu kıtaya getirdiği sefaletten sorumlu hissediyor ve bu suçun bir kısmını olsun telafi edebilmek için canla başla savaşıyorduk.

Ruanda, birçok Afrika ülkesi gibi karışık bir coğrafya. Kimin kiminle saf tuttuğu belli olmayan, kendi kendini güçsüz düşüren bir ülke. Yıllardır devam eden, bazen azalan bazen artan iç çarpışmaların elbette bir geçmişi var. Yazar, bu geçmişi okura gayet açık bir şekilde ve gerektiği kadar detay kullanarak anlatıyor. Yani bu iç savaş ve katliam nereden çıktı diyen bir okur bunun cevabını kitapta buluyor. Burada da yazar oryantalist bir havaya bürünmeden, ansiklopedik bilgi kuruluğundan kaçınarak okurun merakını kitaba yöneltiyor. Ben kitabı okuduğumda kendimi, Ruanda’da neler olduğuna dair detaylı bir araştırma yaparken buldum. Fakat bu ülkenin sosyolojik ve tarihsel geçmişinden daha çok David’in yaşadıkları ön plana çıkarılmış kitap boyunca. Özellikle katliamın sürdüğü yüz gün boyunca saklandığı Amsar Evi’nde yaşadıkları ve duyguları:

Bazen kendimi yerin altında, arada sırada geğiren, yalayıp yuttuğu tüm o cesetlerden çıkan hazım gazlarını sesli bir osurukla salan leş kokulu bir canavarın içinde gibi hissediyordum.

100 Gün’ü ikiye ayırmak mümkün. Katliam öncesi ve katliamın gerçekleştiği yüz günlük süre. Katliam öncesindeki sürede yazar katliama giden yolu başarılı bir şekilde çizmiş ancak katliamın gerçekleştiği yüz günlük sürede biraz eksik kalmış diyebilirim; çünkü yazar burada karakterin ruh haline daha da yoğunlaşıyor ve ülkenin ne halde olduğu biraz arka planda kalıyor. Bu kısım, yani ikinci kısım biraz daha detaylandırılsa roman daha başarılı bir hal alırdı.

100 Gün kitabında, zaman zaman David’in ülkesi olan İsviçre’ye ya da Batı’ya yöneltilen eleştirileri de görmek mümkün. Kitabı okutan önemli bir sebeptir bu: objektiflik. Özellikle kitabın ilginç karakterlerinden Missland’in dilinden yansıtılır bu düşünceler. Missland’e göre İsviçre bu ülkeye gelmiştir çünkü Ruanda, Afrika ülkeleri içinde Afrika’ya en benzemeyen ülkedir. Missland, yardım ederken dahi riyakâr olduğunu düşünür ülkesinin. David’le iyi anlaşsa da, yardım konusunda tamamen zıt düşünürler. Burada da yine okurun vicdanına kalır neye inanacağı. Ancak Missland’in dedikleri de yabana atılacak cinsten değildir, Batı’nın onca zulmünden sonra:

Missland’e göre, bu ülkeyi sevmemizin en önemli nedeni burada zenci olmamasıydı. Gerçi insanlar zenciye benziyordu, tenleri siyah, saçları kıvırcıktı ama gerçekte bunlar Afrikalı Prusyalılardı, dakiklerdi, düzeni seviyorlardı, son derece kibardılar. Asla yere tükürmüyorlardı, müzikten nefret ediyorlardı, dansları da berbattı. En önemlisi de iyi işleyen bir devletleri vardı, abagetsi’lerin, nüfuz sahiplerinin her emrine uyuyor, işlerini güvenilir bir biçimde ve de mızırdanmadan yapıyorlardı.

Kitap en sonunda David’in de hem Teşkilatı hem Ruanda hükümetini hem de bu yardımların ne için yapıldığını sorgulamasıyla sonlanıyor. Karakterin kitabın sonlarındaki haliyle, başlardaki yardımsever hali arasındaki fark, aslında bize dünya siyasetinin nasıl bir çukurda, çamurda olduğunu net bir şekilde gösteriyor:

Dağıtım birkaç saat sürdü, herkes payına düşeni aldı, günlük bin dokuz yüz kalorilik paketlerde dört yüz gram mısır, otuz gram sıvı yağ, kırk gram balık konservesi vardı ama biz paketleri tek tek ailelere değil, belediye başkanlarına ve bölge şeflerine dağıtıyorduk, bunların tamamı yüz günlük katliamı başlatanlardı. Onlar da değişim geçirmişti, zira yardım örgütleri kaçak katillere de yiyecek, battaniye, çadır yardımı yapıyordu. Asla siyaset yapmayan Teşkilat gibi bu örgütler de siyaset dışıydı. Bizim yerimize başkaları, bizzat katiller siyaset yapıyordu, kamplarda eski devletlerinin aynısını kurmuşlardı, mevki sahipleri mevki sahipleri olmaya devam ediyor, yiyecekleri ilk onlar alıyordu, en iyi konumlardaki en büyük çadırlar da onlarındı, sıradan insanlara onlardan arta kalan kırıntılar düşüyordu ve elbette bunun bile parasını ödemek zorundaydılar.

Tarihsel olayların gerçek, kişilerin kurgu olduğu ve başarılı bir çeviriye sahip bu eser, benzer şeyleri okumaktan sıkılan ve farklı bir roman okumak isteyenler için oldukça ideal. Yaşanmış bir olayın, bir Avrupalının gözünden anlatılması okurları uzaklaştırmasın. Yazar, birçok Doğulu veya Afrikalı görünenden daha objektif bakmış çoğu olaya.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

İstanbul’a dair esrarlı öyküler

“Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...”
- Necip Fazıl Kısakürek, Canım İstanbul

Esasında İstanbul’u güzellemek, övmek, methiyeler dizmek bir yerden sonra yetersiz kalarak haybeye bir çabaya dönüşüyor. Diğer taraftan tarihine ve mirasına ettiğimiz bunca zulmü hesaba katarsak yüzsüzlükten başkası değil yaptığımız. Bugün, hem üzerinde yaşayıp hem talanın, kıyımın, yıkımın ucundan tutmayanımız yok. Yalnız, yine de şairin sözü bir kurşun gibi saplanıyor da sineye, hatırlamadan edemiyor insan. “Güleni şeyle dursun, ağlayanı bahtiyar” İstanbul’un. Üstelik ağlatan da o değil.

İstanbul denildiğinden akla ilk gelen yer Suriçi olsa gerektir. Son elli, altmış yılın ürettiği sakil yapılaşma bir yana gerçek İstanbul orasıdır. Suriçi’nde her sokak ayrı bir şehir, her mahalle, her semt başka bir ülke gibidir. Acımasızca silinip süpürülmesine rağmen yaşanmışlık tarihin içinden kopup geliverir yanınıza ve bir anda şehrin ruhu sarıverir etrafınızı. Bu eşsiz mekân sözüm ona aynı yerdir fakat Marmara’ya bakan tarafıyla Haliç’e bakan yanı bambaşkadır. Birbirine hiç benzemeyen Topkapı’yla Eminönü arasındaki mesafenin birkaç kilometre olması kadar şaşırtıcı çok az şey vardır. Ömrü ahirinizde yolunuz İstanbul’a düştüyse ve İstanbul’un ruhuyla kendinizce bir irtibat kurmuş iseniz, bu ünsiyeti kavileştiren her fırsat, her detay, her vesile daha bir hoş gelecektir. Örneğin bir kitapseverseniz ve bu irtibata sebep olan da bir kitapsa duyduğunuz hoşluk katmerlenecektir.

İsmiyle müsemma Küçük Sırlar Dükkânı’nın içeriğindeki hoşluk, bir İstanbul-severin içindeki müzmin hisse karşılık verecek cinsten bir kitap. Öyle ki, havsaladaki İstanbul’dan soyutlamadan geçmişe götürüyor okuru. Ötüken Neşriyat tarafından neşredilen eser Murat Erşahin imzasını taşıyor. Yayınevinin tabiriyle “İstanbul merkezli esrar, rivayat, müphemiyet” içeren on iki öykünün yer aldığı kitap yüz on sayfadan oluşuyor. Kitaptaki öyküler yazarın farklı tarihlerde Ayarsız dergisinde neşredilen yazıları arasından seçilmiş. Temiz bir Türkçeyle yazılan öykülerde yalın dil kullanılmamış olmasına rağmen akıcı bir üslup oluşturulmuş. Kültürümüzde var olan masalsı dili yeniden yorumlayarak fantastik bir biçem oluşturan Erşahin, edebiyatımızda pek karşılığı olmadığı var sayılan gerçeküstücülüğe göz kırpıyor. Bunun da ötesinde, kitaptaki öyküleri salt öykü olmaktan ziyade mistik/metafizik/tasavvufi boyutuyla manevi bir anlam arayışı olarak okumak mümkün. Arka kapak yazısında her ne kadar korku, ürperti ve tedirginliğe dikkat çekilse de çoğu öyküde hatıra gelen en önemli şeyin ‘hikmet’ olduğu kanaatindeyim. Zira belirli bir ahlaki düşünce üzerine inşa edilen hikâyelerde bilinçli olarak boş bırakılan yerlere en yakışan kavram hikmet oluyor.

Küçük Sırlar Dükkânı, Suriçi’nde gizemli bir yolculuğa çıkardığı okuru ecinni, ifrit ve canavarların kol gezdiği mahalle ve sokakları dolaştırıyor. İrrasyonel olarak nitelendirilebilecek bu seyahatler geçmişle bugünü birbirine bağlayarak insan hâllerine tercüman oluyor. Öykülerdeki alt metinler hiçbir şeyin tesadüf olmadığını, her şeyin bir karşılığı olduğunu ve zamanı gelince yerini bulduğunu söylüyor. Bu devridaim içinde başrol insanın eğilim ve zaaflarına verilmiş durumda. İnsanın özne olduğu öykülerde rastlanan gerçeküstü varlıklar, görünümler ve olaylar söz konusu sirkülasyonun içinde nesne konumundalar ve büyük resmin bir parçasını oluşturuyorlar. Küçük Sırlar Dükkânı, birkaç saatte biten keyifli bir okuma nöbeti sırasında tarihi ve gizemli bir yolculuğa çıkardığı okuru, gerçek İstanbul diyebileceğimiz bir zaman ve mekân düzlemine götürerek anlamı ortaya çıkarmayı deniyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

4 Aralık 2019 Çarşamba

Osmanlı’nın "kuruluş" meselesi mercek altında

Dergâh Yayınları’ndan çıkan ve Ahmet Demirhan imzalı “Kuruluş Sarmalından Kurtulmak” adlı eser, çalışmalarla ve araştırmalarla aydınlatılmaya çalışılan ve epey de ilgi uyandıran Osmanlı’nın kuruluş sorununu, bu hususta kalem oynatmış isimlerin tezleri üzerinden tafsilatlı bir biçimde okura sunuyor. Gibbons’tan Wittek’e, Köprülü’den Imber, Kafadar ve İnalcık’a kadar geniş çaplı bir analiz okuması yapma imkânı elde edilebilir gibi görünüyor. Kuruluş tartışmalarının ufkunu açıcı niteliği ve külliyatı derinlemesine izah edişi itibarıyla son derece dikkat çekici ve mühim bir eser olarak meraklılarını bekliyor.

Osmanlı’nın kuruluşu bir sorun olarak çeşitli çalışmalarda ele alınmaktadır. Bu sorunun modern dönemler için başlangıcını Herbert Adams Gibbons’un “The Foundation of Ottoman Empire” adlı eserinin yayımlandığı 1916 yılına kadar götürebiliriz. Osmanlı’nın felaketi ve çöküşü derinden hissettiği yıllarda İstanbul’da bulunan Gibbons, bu dönemde imparatorluğun menşei üzerine kafa yordu. Bu çabayı şu şekilde okumak son derece faydalı olabilir:

Osmanlı kuruluşunun mevcudiyetinin anlamından ziyade köken meselesine ilk eğilişi ve ilgiyi bu araştırmalar tetikler. Gibbons’un Osmanlı kuruluş tezi yeni bir ırk varsayımı ekseninde şekillenir. Bu ırkın temelinde çok çeşitli saikler ve etnik unsurlar yatar. Ona göre:

Sekizinci yüzyıldan on üçüncü yüzyıla kadar Küçük Asya’ya gelen bir dizi etnik unsur ilk saiki oluşturur. Ama Gibbons’un bahsettiği bu yeni ırk bundan ibaret de değildir. Bunların gelmesiyle beraber “emperyal kurumlara sahip Helenik örgütlenme” sahillere itilir. Böylece ortaya popüler kültür ortamı yavaş yavaş çıkmaya başlar. Anadolu’nun siyasi havası ise epey çalkantılıdır. Bizans geri çekilmiştir ve Bizans’la uzun yıllar savaş halinde olan Müslüman Araplar da pek ortalarda gözükmemektedir. Hülasa, Bizans İmparatorluğu Büyük Selçuklu zamanından beri Anadolu’ya gelen Türkler ile baskılar yüzünden oradan oraya taşınan etnik grupların ve kıyılara çekilen Rumların arasında sıkışıp kalmıştır.

Gibbons, Osmanlı’nın kuruluşuna ilişkin varsayımlarını öncesi olmayan ve tarih sahnesine yeni çıkan bir çizgiye yerleştirir. Türk’ünden Rum’una, Ermeni’sine ve Arnavut’una kadar çok sayıda unsur kan zenginliğini oluşturdu ve dönemi itibarıyla da tek benzeri Birleşik Devletler ’in ve Kanada’nın nüfusuydu.

Wittek’in gaza tezine göre Osmanlılar, Hristiyanlara karşı gaza ve mücadele ruh ve isteğini tebaası arasında diri tutabildiği ölçüde devletleşme fırsatı bulmuştur. Osmanlı’nın çöküşü de zaten teolojik varlık nedenini unutmasından ve bu hedeflerden feragat etmesinden kaynaklanır. Wittek’in gazileri tanımlayış biçimi ise kendi içerisinde bariz bir çelişki ve anlamsızlığı barındırır. Ona göre gaziler hem işsiz güçsüz ve durumundan hoşnut olmayan kişilerden oluşurken aynı zamanda bu kişilerin kâfirlerle ve sapkınlarla da mücadele etme amacı taşıdığına dair tarif son derece tutarsız gözükmektedir. Wittek’in Osmanlı öncesine ilişkin tasvirleri ise Osmanlı ve Türk tarih yazımıyla benzerlikler kuruyor gibi görünse de can alıcı bir yakınlık yoktur. Avrupalı refleksleri ve bilinci nedeniyle Wittek’in Osmanlı ile Bizans arasında çizdiği hat teolojik bir hattır. Osmanlı uç kültürü sayesinde diğer gazi devletlerin başaramadığı teşkilatlanmayı, gerekli bulunan unsurların da dahliyle beraber gerçekleştirebildi. İslami eğilimlerin temsilcisi konumundaki ulema, idareyi her ne kadar örgütleyip yürüten tek grup gibi görünse de gazileri yeni fetihler için tahrik edenler fanatik dervişler olmuştu. Wittek’in Ortaçağ gazileri ile Milli Mücadele ve bağımsızlık savaşçıları arasında kurmaya kalkıştığı paralellik ve alaka Colin Heywood’a göre aşikâr bir saçmalıktı. Her ne kadar Heywood böyle söylemiş olsa da Türk topraklarının bağımsızlığını muhafaza ettiği o dönemde bu tür söylemler pek de saçma bulunmazdı:

1922 yılında The New York Times Magazine’de yer alan Habeeb G. Istfan’ın haberine göre, Osmanlı’nın son döneminde Türklere sırtını dönen ve hatta kendi kurtuluşlarını Türklerden uzaklaşmakta arayan Ortadoğulu halklarda, İstiklal Harbi kazanıldıktan sonra yepyeni bir Türk imajı oluşmuştu. Doğu’nun Batı’ya, İslam’ın Hristiyanlığa verdiği dev darbenin altında Türk’ün mührü vardı.

Ciddi çalışmaların izini sürmek suretiyle kuruluş sorununun etraflıca ele alındığı eserde, Osmanlı teşkilatlanması ekonomik cephesiyle analiz edilir. Yazar Ahmet Demirhan, Türk sosyal bilimlerinde feodalite tartışmalarının bir tarihinin yazılmadığını belirterek bu nedenle devletin aldığı formların kavranmasında güçlük çekildiğine değinir.

Ömer Lütfi Barkan’a göre Osmanlı ilk günlerinden itibaren imparatorluk nizam ve örgütlenmesine karşı rakip olma potansiyeli taşıyabilecek soylara ve toprak asillerine karşı ciddi biçimde mücadele etmiştir. Bu mücadeleden “nizam”ın galip çıkmasında ise temelde iki etken belirleyici olmuştur:

- İmparatorluk nizamının çeşitli nedenlerle büyük toprak sahiplerinin mülklerini miri mülke çevirmesi ve böylelikle tımar sistemine dâhil etmesi,
- Mutlak ve merkeziyetçi devlet yapılanması yanında İslam miras hukukunun asillerin mülklerini inhilal ettirici tesirleri. Çünkü İslam hukukunun uygulanması çok geniş toprakların mirasçılar arasında bölünüp siyaseten idaresini kolaylaştırmıştır.

Fleischer’in yaptığı ikili bir ayrım, yasa ile töreyi yan yana fakat iki ayrı ve özsel gelenek olarak ele alır. Bu iki gelenek ile yüksek İslam geleneği ilk karşılaşma dönemlerinde birbirlerinin anti-tezi gibidir. İlk geleneğe göre her şeyin üstünde olan hükümdardır, yasası ve töresi hüküm niteliğindedir; bunun yanında ikinci gelenekte ise halife vasfıyla koltuk işgal edenler ancak şeriatın altında kendilerine bir yer bulabilirler ve sadece şeriatın koruyucusu pozisyonundadırlar. Hükümdarlar Fleischer’e göre hem iyi hükümdar, hem de iyi bir Müslüman olmak, bir yandan sultani hukukta ortaya koyulan yükümlülüklerini yerine getirirken öte yandan ilahi hükümlerin lafzını değilse bile ruhunu koruyup kollamaya özen göstermek zorundadır.

Remzi Köpüklü
twitter.com/remzikopuklu
* Bu yazı daha evvel Kitabın Ortası Dergisi'nin 33. sayısında neşredilmiştir.

Hafızayı dirilten edebiyat ve şehir üzerine düşünmek

"Bir kente hayran kaldığın şey onun yedi ya da yetmiş yedi harikası değil, senin ona sorduğun bir soruya verdiği yanıttır."
- Italo Calvino, Görünmez Kentler

Carel Bertram'ın "Türk Evini Hayal Etmek: Eve Dair Kolektif Düşler" kitabını okuduğumda iki şey çok dikkatimi çekmişti. İlki, yazar, evi sadece yaşanan/yaşayan bir mimari öge olarak değil; Yakup Kadri'den Peyami Safa'ya 'Türk romanındaki ev'i de tartışmaya açmıştı. Diğeri, kopuş ve unutuş üzerinden hatırlamayı, hafızayı, 'yeni ev sorunu' üzerinden düşünmüş ve edindiği derdi okura da yansıtmıştı. Kitap bittiğinde hem yazara gıpta etmiştim hem de neden bizde böyle çalışmalar yapılmıyor diye hayıflanmıştım. Ta ki Mayıs 2019'da Kesit Yayınları tarafından neşredilen, Ebru Burcu Yılmaz'ın üstün gayretlerinin neticesi olarak okura sunulan Edebiyat Şehir Hafıza'yı görene kadar. Kitabın alt başlığı, konuya merak duyanları heyecanlandıracaktır diye düşünüyorum: Türk Romanında Hafıza Mekânı Olarak Şehir (1940-1960).

Yazar, evvela hafıza, şehir ve edebiyat ilişkisi üzerine kavramsal bir çerçeve çizerek okuyucuyu bir nevi kitabın derinliğine hazırlıyor. Bu bölüm bana özellikle soru sormanın ne derece önemli olduğunu yeniden hatırlattı. Zira bir şehrin dehlizlerine dalıp, ona dair düşünmek 'durduk yerde' oluşacak bir şey değil. Zaten nostalji de soru sormadan gelişigüzel yapılan işlerden doğuyor. Şehir; efkar, melankoli ve nostalji eşliğinde kıymetlendirilecek ve korunacak bir şey değil. Esaslı biçimde dert edinmek kafi. Ebru Burcu Yılmaz hem sık sık sorular soruyor hem de çok önemli kaynaklardan yararlanarak çerçevesini belirginleştiriyor. Şu satırlara dikkat buyurun: "Hafızanın akışı insandan mekâna doğru mudur? Yoksa tersi bir istikamette yani mekândan insana doğru bir seyir mi takip eder? Aynı soruyu kitap ve hafıza arasındaki ilişkiyi dikkate alarak cevaplayan bir hikâye, hafızayı besleyen kaynaklara dikkat çeker... Kitaptan hafızaya doğru gerçekleşen etki, tıpkı kitap gibi mekânın da hafızaya yardımcı bir unsur olduğunu düşündürür. Mekân ve hafıza, birbirinin toprağındaki ürünlerle karşılıklı olarak beslenirken, mekânı da inşâ eden insan, unuttuklarının da dâhil olduğu hafızasını canlı tutacak birikimi muhafaza etmeye çalışır. Böylece mekânın aktif kullanıcılarına ait bireysel hafızalar, ortak bir yaşama üslubunun şemsiyesi altında birleşerek kolektif hafızayı oluşturur."

Edebiyat, şehri anlama ve onu tanıma konusunda şüphesiz en değerli kaynaktır. Kitabın ilk bölümü de bu doğrultuda ilerliyor. Yazarın da belirttiği gibi mekânın duygusal tarihini öğrenmek için ilk başvuracağımız kaynak edebiyat oluyor. Burada karşımıza bazı kavramlar çıkıveriyor. 'Mazi cenneti' olarak şehir, 'sığınak' olarak şehir, 'meta estetiğinin mekânı' olarak şehir, 'ütopik' ve 'muhayyel' şehir gibi. Zannedilmesin ki bu kavramları öğrenmek ve bunların arasında dolaşmak ürkütücü, tam aksi. Zira bölümün ve kitabın taşıyıcı malzemesi edebiyat, bu unutulmasın. Hem yazarın dili hem de beslendiği kaynakların üslubu oldukça lezzetli. Romanların dünyasındaki şehri tanırken insan bir şehre nasıl bakması, onu nasıl hatırlaması ve koruması gerektiğini de elbette maziye duyulan özlem eşliğinde yeniden değerlendiriyor. Çünkü: "Maziye duyulan özlem sadece bugüne dair kayıplardan hayıflanma amacı gütmeyip, yitirilen değerlerin bıraktığı boşluğun ne şekilde doldurulabildiği konusunda bir sorgulamaya vesile olduğu için de önem taşır. Şüphesiz şehrin çevresi değişirken aynı zamanda şehrin iç nizamını kuran temel öğe olan insan ve ilişki içinde olduğu çevre de ciddi değişimler geçirir. Şehirde yaşama üslubu olarak ifade edilen değerler manzumesi etrafında, müşterek kaideleri benimseyen insanlar, zamanla bu ortaklığın sağladığı intizamın bozulduğunu hissederler. Kısa vadede anlaşılamayan bu değişim, bir müddet sonra ortaya çıkan çarpıcı sonuçlarla kendisini hissettirir. Bu değişimi, sınırlı hayat süresi içerisinde gözlemleyemeyen insan, edebî metinler sayesinde, zaman ve mekân sınırı olmaksızın zahmetsiz bir şekilde görme imkânı bulur."

Kitabın en geniş bölümü ikinci bölüm. Burada yazar 1940-1960 yılları arasında, Türk romanında şehir hafızasının görünümlerini masaya seriyor. Muhtemeldir ki okuyucu bu bölümden hem büyük zevk alacak hem de çok yorulacak. Romanların arasında gezinirken yeni okuma listeleri yapmak işin zevki, geniş kaynaklardan yapılan alıntılardan istifade etmek için not almak yorucu. Bu bölümde okuyucuyu nelerin beklediğini şöyle kısaca belirteyim: Şehirde yaşama üslubu ve şehirli, konaktan apartmana hafıza, kimlik mekânı olarak ev, şehrin özel insanları ve özel zamanları, uhrevî mekânlar, sesler, kokular, mahalleler, sokaklar, kahvehaneler, mezarlıklar, ticaret mekânları... Peki bizi kimlerin eserleri bekliyor? En azından bazılarını sayayım: Ahmet Hamdi Tanpınar, Sâmiha Ayverdi, Abdülhak Şinasi Hisar, Refik Halit Karay, Safiye Erol, Reşat Nuri Güntekin, Orhan Kemal, Yusuf Atılgan, Salah Birsel, Mustafa Kutlu. Hani Politika'da "Bir şehir farklı tür insanlardan oluşur; benzer insanlar bir şehir meydana getiremezler." diyor ya, yazar da öyle isimleri bir araya getirmiş. Düşünce dünyaları farklı ama şehir görgüleri insanın yaşadığı tüm mekânları gözden geçirmesini sağlıyor. Bölüm bilhassa "şehirde bir yaşama sanatının var olduğunu fark etmek ve şehrin yaşatacağı estetik uyaranlara açıklık, bilinçli bir şehirli olmanın gereği" olduğunu hatırlatıyor.

Üçüncü bölümün adını çok sevdim. "Kokusunu kaybeden zaman" demiş yazar. Fakir, şehirle ilgili kitabıma "Şarkısı Biten Şehir" demiştim, belki bundandır. Bu bölümde, romanlarda yer alan şehir eleştirlerine göz gezdirmiş oluyoruz. Hafızasız ve hatırasız mekânları dolaştıktan sonra, yazarın teklifiyle karşılaşıyoruz. Bu teklif, şehir meselesinde edebiyatın da söz sahibi olması gerektiğini vurguluyor. Dikkatle okuyalım: "Bugünün şehir sorunlarının anlaşılabilmesi için, farklı disiplinlerin ışığında yapılacak süreç odaklı okumalara ihtiyaç vardır. Eleştirel yaklaşımı ve ortaya koyduğu tekliflerle edebiyat, kaybedilen şehir fikrinin yeniden inşâsı için başvurulabilecek önemli bir alandır. Bu noktada romanlar, hafızada kalıcı izler bırakırken, zamansal boyutta nesillerin birbirleriyle bağlantı kurmalarını sağlayabilir."

Sonuç olarak kitap, 1940 ve 1960 yılları arasında neşredilen Türk romanlarından misallerle; edebiyat, şehir ve hafıza arasındaki ilişkiyi makul bir noktada buluşturuyor. Ancak bunu yaparken Tanpınar'ın Yaşadığım Gibi kitabından bir alıntıyı da okuyucuya sorumluluk olarak yüklüyor: "Bir şehirde hatıralar ve tarih, yalnız kitaplarda yaşarsa o şehir kendi zamanlarını kaybetmiş demektir."

Şehir, en çok da onu dert edinenlerindir. Ebru Burcu Yılmaz'ın değerli kitabı Edebiyat Şehir Hafıza, bu anlamda çok dertli. Çünkü edebiyat, hafızayı diriltiyor. Bu da şehir hakkında sürekli düşünmeyi bir yükümlülük hâline getiriyor...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf