4 Mart 2019 Pazartesi

Kopya çektiği sınavı bile kaybedenler

Başarı ve kariyer bu zamanın vazgeçilmez iki kelimesi. Ne pahasına olursa olsun başarılı olmanın hikâyesi gün geçtikçe daha çok dayatılıyor ufkumuza. Neşet de bu ufkun insanlarından biri. Her ne kadar bir roman kahramanı olsa da o da zamanın akışında sürüklenip giden bir karakter. O da aynı zaman diliminde yaşadığımız biri. Gerçek olmaması bile buna engel değil. Peki, Yakarım Gül Satanlar Bahçesini’deki Neşet kimdir? Bir flanör mü? Değil elbette. Onun bir baltaya sap olamamışlığını ve yırtma çabasını bu kavramla izah edebilmemiz neredeyse imkansız. Fransız Şair Charles Baudelaire’in tanımladığı aylak ve burjuva kent gezgininde Neşet’in hayatındaki çizgilerden çok azına yer var. Esasen Neşet, bir “miş gibi yapma canbazı”.

Bütün stratejisini “yırtma” yolu bulmak üzerine kurduğu için yerel bir gazeteden öteye gitme fırsatı bulamayan Neşet’in ayağına bir gün hayatının fırsatı gelir. O güne dek “söyleyecek sözü” olmadığı için patronunun istediği yazıyı kaleme alamayan Neşet’e biri adeta suflörlük yapmaya başlar. Neşet’e teslim edilen dosyalar, onu yazılarında şimdiye dek bulamadığı bir içerikle yüklüdür. Bu noktadan sonra yaşanan ise bir yazarın metin yazarına dönüşmesi sürecidir adeta. Neşet, bir “tutunamayan” değildir, zira sürüklenendir. Tutunamamak bile bir irade gerektirir çünkü. Stratejisini “yırtma” üzerine değil de yazmanın hakkını verme üzerine kursa iyi kötü söyleyecek sözünü de bulacak olan Neşet, temize çekip redakte etmekle yetinmiş ve bir anlamda da ruhunu şeytana satmıştır.

İlk yazıların birer tuzak olduğu zamanla anlaşılır. Neşet tuzağa sinekkapana yakalanan sinek gibi hapsolduktan sonra “sürüklendiğini” ancak farkeder. O ne yaptıysa kendine yapmıştır. Bence romanın Neşet’e yazdırılan yazılardan daha önemli olan kısmı Neşet’in iç çelişkileri, insanlarla ilişkileri, duyguları, zihin dünyası… Bütün bu detaylar, romanı bir entrika romanı olmaktan çıkartıp bir “insanın” anlatıldığı, bir karakterin analiz edildiği derinlikli bir romana dönüştürüyor. Şimdi “insanı anlatmayan hikâye veya roman var mı?” diyeceksiniz. Haklısınız elbette. Ancak entrikanın, maceranın cazibesine yönelince insanı o hız ve aksiyonun arkasında kaybeden metin ve filmler var. “İnsanı” çelişkileriyle ve çatışmalarıyla anlatmak ise entrikadan fazlasını anlatmakla mümkündür.

Girdiği her sınavı kaybeden Neşet, kopya çektiği sınavı da kaybeder. Neşet’in kaybını söylemek elbette tali bir durum hakkında fikir vermektir. Zira neyi kaybettiğinden ziyade önemli olan nasıl kaybettiği, kimi kaybettiği ve kaybettikten sonra ne olduğudur? Bundan ötesini anlatmak ise okurla kitap arasına girme anlamına geldiği için susacağım. Yine de cevaplamam gereken bir soru daha var. Peki, ya Mahmut Coşkun? Bence o ilk romanıyla girdiği sınavı geçmiş görünüyor. Zira o neyi anlatacağını, nasıl anlatacağını dert etmeyi biliyor. Bir romanda yakalaması gereken bütünlüğü, gözetmesi şart olan kurgusal dengeyi biliyor. Emek vermiş ve özentiye düşmeden özen göstermeyi başarmış. Bir ilk romanda görmemiz gereken pek çok güzellik Yakarım Gül Satanların Bahçesini’de mevcut. Yine de karar vermek için en az bir kitap daha beklemeliyiz bence. Ne de olsa tek çiçekle bahçe olmaz. Bu noktada tek temennim şu: Umarım Coşkun’un anlatacağı bir sonraki karakter bir yazar olmaz. Zira roman ne kadar iyi olursa olsun anakarakterin yazar olmaması anlatıcı/yazar/anakarakter üçlüsünü güzel ve merak uyandıran bir deplasmana davet ediyor. Umarım o da bu deplasman davetine bigane kalmaz. Kahramanı başarılı yahut başarısız yazar olan kitapların çoğalmasına bir noktadan sonra anlam veremiyorum maalesef. Mahmut Coşkun kitabında bu anlamsızlığa düşmemenin bir yolunu bulmuş. Yine de çıtayı daha yukarı taşıması bundan sonra ilk kitabını yanaştırdığı güvenli limandan uzaklaşmasına bağlı.

Sonuç olarak Mahmut Coşkun dil ve üslup olarak dikkate değer bir ilk kitaba imza attı. İkinci kitabı beklemeye değer...

Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal

Batının batılı olmayanlara karşı yaptıkları

Batı’nın kendinden olmayana karşı ikircikli tavrı kendi içindeki vicdan sahiplerinin de reddettiği bir durum. Tarihsel arka planı oldukça eskilere dayanan ve literatürel açıdan oldukça zengin olan bu arızi tutumdan bugün en fazla pay düşen Müslümanlar diyebililiriz. Temel sebebin din olup olmadığı tartışılır lakin Batı düşünsel ve eylemsel temelini din üzerinden inşa ediyor. Müslüman olmak Batı için en baştan mimli olmak anlamına geliyor. Müslüman kimliğinin uluslararası kamuoyunda oluşturulan olumsuz imajı da bu tarihi tutumdan beslenerek büyüyor. Kemikleşmiş olumsuz algıyı değiştirmek, dönüştürmek ya da yeniden inşa etmek pek mümkün gözükmüyor. Ortaya çıkan sorunlu durumdan Batı’nın kastı ve dâhli var, bunu biliyoruz. Peki, Müslümanların bu imajı değiştirmeye yönelik sığ retorikten başka çabası bulunuyor mu? Kendimizin çalıp kendimizin oynadığı iç politika paçozluğundan başka… Aksine, eyleme ihtiyaç bırakmayan hamasi söylemlerle bu ‘kötü’ imajı destekliyoruz. Kısacası, Batı’nın istediği bir koz, Müslümanların verdiği ceviz bahçesi.

Tarihsel süreç içinde İslam ve Müslümanlara dair bilgiden negatif bir imaj oluşturulması meselenin bir yönü. Diğer taraftan her yeni malumat mevcudun üzerine konumlandırılıyor. Dolayısıyla aynı kasıt ve önyargı yeniden üretilerek daha güçlü şekilde devam ediyor. Konuyu oryantalizmin serin sularına taşımadan devam etmekte fayda olduğunu düşünüyorum. Entelektüalizm ve/veya literatürel fetişizm bir yerden sonra meseleyi boğarak amaçtan ve çözümden uzaklaştırıyor. Nitekim, benzer bir yöntemi benimseyen akademisyen Bekir Berat Özipek kendisine bu meseleyi dert etmiş ve Batı’nın önyargısını, çifte standartını ortaya koyabilmek için bir çalışma hazırlamış. Yanlış Sorulara Doğru Cevaplar isimli çalışma Liberte Yayınları etiketini taşıyor. Ayrımcılık, İslamofobi, Entegrasyon ve Ötesi alt başlıklı eser yüz yetmiş altı sayfadan oluşuyor. Özipek, kasıtlı olarak oluşturulan sorulara cevaplar vererek meselenin arka planına inmeye çalışıyor. Toplamda kırk üç soruya yer verilen kitapta sorular ‘doğru sorular’ ve ‘yanlış sorular’ olarak kategorize edilmiş. Yanlış olarak sınıflandırılan sorularda direkt önyargı ve çifte standart göze çarpıyor. Masumiyet ekseninde kurgulandığı ve bir arka planı olduğu açıkça anlaşılıyor. Doğru şeklinde sınıflandırılan sorular ise meselenin iç yüzünü açıklamaya yönelik oluşturulduğu söylense de Batı’nın riyakarlığını göstermekten geri kalmıyor. Soru metinlerinde kullanılan kalıpların kasıtlı bir planın izdüşümü olduğu açıkça görülüyor. Batılı birçok politikacı ve düşünürden örnekler vererek söylemin alt metnini açığa çıkaran Özipek, zaman zaman söylemin ötesine geçerek Batı’nın kendi içinde geliştirdiği vicdani yönün eleştirel değinilerine de yer veriyor. Yazar bu yöntemle Batı’nın Müslümanlara karşı kastını ve önyargısını deşifre ediyor diyebiliriz.

Kitap, alt başlıktaki kavramlar etrafında oluşturulmuş. Batı’nın ayrımcı politikalar ürettiği, korkutarak İslamofobi yaydığı ve entegrasyon adı altında faşizan uygulamalarda bulunduğu görülüyor. Özipek’in çalışması için sadece Batı’nın önyargılı ve çifte standartlı içyüzünü gösteriyor diyemeyiz. Özellikle dikkat çektiği iki nokta olduğunu düşünüyorum. İlki, Batı’nın Müslümanlara karşı olumsuz tavrını deşifre eden eleştirisi, ikincisi Müslümanların bu olumsuz tavra sunduğu katkı ya da olumsuzluğu kaldırmaya yönelik çaba göstermemesini deşifre eden eleştiri diyebilirim. Soruların ve cevapların bu bağlamda değerlendirilmesi fayda sağlayacaktır.

Biçim ve içerik açısından değerlendirdiğimizde kitapta kullanılan dilin liberal söylem üzerine inşa edildiğini söyleyebiliriz. Liberalizm eleştirisi saklı kalma koşulu ile genel olarak özgürlükçü, eşitlikçi ve demokratik değerleri önceleyen bir üst dil kullanıldığı görülüyor. Üst dil diyorum çünkü metni klasik liberal düşüncenin soft bir yansıması olarak değerlendirmek mümkün. Zira mevcut liberal düşüncenin bu eksenden kaydığını görmek zor değil. Kısacası, Özipek’in eleştirisini üzerine inşa ettiği özgürlükçü ve serbest alan maalesef teorik olarak var. Zaten liberal düşüncenin/politikanın gözetildiği Batı’nın çalışmadaki eleştirisi de bize bunu söylüyor. Batı, yaptıklarını bu değerleri kullanarak meşrulaştırmıyor mu?

Özipek’in oldukça anlamlı tespitleri yer alıyor kitapta. Birkaçını aktarmak gerekirse, aslında dinden bağımsız radikalleşen yapıların dine ikame edildiği görülüyor. Böylelikle uygulanan politikalara kamuoyu nezdinde dayanak sağlanmış oluyor. Müslümanlara izafe edilen şiddet olgusu Batı’da gözardı edilen yapısal sorunların neticesidir. Kısıcası yapısal sorunların ürettiği şiddet ve adaletsizlik tersine çevrilerek Batılı olmayanlarca şiddet üretildiği tezine dönüştürülüyor. Belirli kesimlerin yaptığı bu organize işin toplumsal yansıması da önyargı ve nefret şeklinde açığa çıkıyor. Özipek, “önyargı bir görme bozukluğudur” diyor ve tarihsel arka planının bu görme bozukluğunun derecesini nasıl büyüttüğünü irdeliyor. Kitapta verilen birçok yaşanmış örnekte olduğu üzere Batı, Müslüman için oluşturduğu imajı şekilcilik üzerinden kurgulayarak indirgemecilik yapıyor. Giyim-kuşam, tutum-davranış, yeme-içme gibi kültürel aidiyet içeren örüntüler katı şekilcilik saikiyle itibarsızlaştırılıyor, ötekileştiriliyor ve ayrımcılığa tabi tutuluyor. Asıl şekilcilik olarak değerlendirilebilecek bu uygulama çifte standart olmasının ötesinde felsefi düşüncenin de iğfali anlamına geliyor. Özipek bu durumu “Aydınlanma totaliterdir” şeklinde özetliyor. Çalışmada yer verilen somut örnekler Avrupa’nın ırkçı olduğunu gösteriyor. Bu ırkçılığın en güçlü olduğu alan dinsel ırkçılık olarak açığa çıkıyor. Söz konusu ırkçılık, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Yahudilere gösterilen tutumun Müslümanlar üzerinen tekrar açığa çıkışıdır. Bu bağlamda tarih felaket ve düşmanlığa indirgenerek çatışma için uygun zemin oluşturuluyor. Ayrıca İslamlaşma olgusu bir kaygı aracı olarak kullanılıyor ve karşı olma duygusu diri tutulmaya çalışılıyor. Kısacası bu durum ne anlayış ne de köken olarak yeni değildir. Özipek, verdiği örneklerle bu ırkçılığın bilim ve sanat alanına taşındığını belirtiyor. Suç konusunda da çifte standart uygulandığı görülüyor. Göçmenlerin karıştığı suç oranları düşük seviyelerde olmasına rağmen özellikle medya aracılığıyla yüksek olduğu imajı çiziliyor. Özipek zaman zaman Batılı olmayanlar açısından da meseleye bakmaya çalışıyor. Batı karşıtlığının dışında Batı yanlılığına değiniyor. Örneğin göçmen olup müntesibi olduğu topluma karşı öz-nefret veya aşağılık kompleksi ile ‘eleştiride’ bulunan kişiler. Yazar, Batı tarafından bu kişilerin kasıtlı olarak ön plana çıkarıldığını belirtiyor.

Kitaptaki ‘bu, budur’ şeklinde oluşturulan dili sorunlu bulduğumu söylemeliyim. Yazar için mesele ‘bu, budur’ açıklığında olabilir fakat ne Batı’nın kendinden olmayana yönelik uyguladığı çifte standartlı anlayışın felsefi ve kültürel köklerinin eserdeki kadar yüzeysel olduğunu ne de teolojik yargı ve değerlendirmelerin Özipek’in ön kabulü kadar net algılandığını düşünüyorum. Buna rağmen hem tespit hem de analiz bağlamında fayda sağlayacak bir çalışma olarak değerlendirmek mümkün. Yanlış Sorulara Doğru Cevaplar, Batı’nın Batılı olmayanlara karşı uyguladığı önyargı ve çifte standartı göstermesi açısından önemli tespit ve değerlendirmeler içeriyor. Meraklısına tavsiye olunur.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

1 Mart 2019 Cuma

İslâmcıların siyasi görüşlerini yeniden düşünmek

Son zamanlar siyasi iktidarın etkisinin de inkar edilemez oluşu ile Türkiye, yeniden bir İslamcılık konusuna doğru yelken açmış görünüyor. Tabi bu yelken açmada sadece siyasi iktidarı başat unsur kabul etmek doğru olmayacağı az çok konu ile ilgilenenlerin malumudur. Gerek Müslüman dünyasının içinde bulunduğu hal ve şerait gerek dünyanın gidişatı ve Müslümanların bu gidişatta aldıkları konum, eyleyebildikleri, söylemleri, duruşları yeniden bir tartışma konusu oluyor. Bu gidişata ilişkin olarak da cemiyet yeniden bazı meseleleri gündemine alırken, bazı üzeri hafif közden soğumuş meseleleri yeniden harlayarak tartışmaya başlıyor. İslamcılık da bu furyada göz ardı edilemeyen bir konumda bulunuyor ve her defasında ısrarla belirttiğimiz üzere meselenin ehil olmayanları tarafından tabir-i caizse har vurup harman savrulmaktan kurtulamıyor. Herkes kendi İslamcılık’ı üzerinden bir yer tayinine gidip kendisine müstahkem bir kale inşa etmekte ve sonrasında bu kaleden ya bol keseden verip veriştirmekte taraftarı olmakta yahut katıksız bir müdafaa ile toz kondurmama gayretiyle çabalamaktadır. Peki durum nedir? Bu kadar savurgan bir kavram dünyasında, bu kadar peşin hükme yaslı bir cemiyette ne yapılmalıdır? Kavramın her ele alanına göre bir tanımı olan bir dünyada, izlenecek bir metod olmadan söylenecek her söz, varolan karmaşıklığı gidermekten çok ona katkı sunmaya yarayacaktır ve bu nedenle buradan bir çözüm yahut anlama gayretinden ziyade karmaşıklık ve bir çatışma dünyası doğacaktır. Bu nedenle öncelikle bir durup nefeslenmeli, sonra da bol bol okuyup mümkün mertebe idrâk kanallarımızı olabildiğince dikkatlice açıp kavramımızın üzerine düşünmeliyiz.

Saygıdeğer hâzirûn, mesele İslamcılık olunca aklıma isimler üşüşse de yazımız bir kitap üzerinden başlangıcı gaye edindiği için bu isimlerden ziyade kavramın ne’liğine ilişkin bir çabaya şahit olacaksınız. Yazıya konu kitap İsmail Kara’nın İslamcıların Siyasi Görüşleri 1: Hilafet ve Meşrutiyet kitabı. Bir de yazının yardımcı kaynak kitabı var, o da yine saygıdeğer Kara’nın Yeni Şafak gazetesinin eski vakitlerde vermiş olduğu Türkiye’de İslamcılık el kitabıdır. Genel olarak bu iki kitap arasında bir mekik dokuma ile İslamcılık bahsine bir giriş yapma niyeti ve bunun için de bir yola düşmüşlüğümüz, gayret etmişliğimiz var. Biz de o vakit meşhur kitap başlangıçları için bir niyeti/duayı dile getirerek başlayalım: Gayret bizden tevfik Allah’tan!

Kafa karışıklıklarına bir derman olması açısında öncelikle efradını câmi, ağyarını mani/dâfi bir giriş elzem durmaktadır, yoksa daha hemen baştan işler sarpa sarmakta ve içinden çıkılmaz hâl almaktadır. Yeni Şafak’tan çıkan Türkiye’de İslamcılık eserinin hemen başında bir tanım bizi karşılamaktadır: "İslamcılık, 19-20. Yüzyılda, İslam’ı bir bütün olarak (inanç, ibadet, ahlak, felsefe, siyaset, hukuk, eğitim..) “yeniden” hayata hakim kılmak ve akıllı bir metodla Müslümanları, İslam dünyasını batı sömürüsünden, zalim ve müstebit yöneticilerden, esaretten, taklitten, hurafelerden… kurtarmak; medenileştirmek, birleştirmek ve kalkındırmak uğruna yapılan aktivist, modernist ve eklektik yönleri baskın siyasi, fikri ve ilmi çalışmaların, arayışların, teklif ve çözümlerin bütününü ihtiva eden bir hareket olarak tarif edilebilir. (İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık)”. Görüleceği üzere “İslamcılık” tabiri modern zamanlara ait bir kavram olarak ve modernitede yaşayabilmenin çözüm yollarına yönelik olarak ortaya çıkmış bir kavramdır. İslamcılık ile Müslümanlık yahut İslam aynı kavramlar asla ve kat’a değildir. Bazı çevrelerin sürekli olarak, bu iki değeri birleştirmek yahut aynı anlamak ve algılamak ve bu nedenle de buradan kendilerine ekmek çıkarmak/tabiri caizse “çakmak” için ellerini ovuşturmaları da aslında böylece boşunadır. İslamcılık meselesinin ortaya çıktığı vasat tarümar olmuş bir vatan, ezilmiş bir topluluk ve buna karşı refleks gösterme gayretidir ve en nihayetinde İslamcılık da bir yorumdur. Kurtuluş amaç ve çabaları için bir çözümleme ve kurtuluş reçetesidir de diyebiliriz.

Kara’nın kitabından iktibasla devam etmek gerekirse; “Bu hareket (İslamcılık) Mısır’da Cemaleddin Efgani (Aslen İranlıdır, 1839-1897), sadık talebesi Muhammed Abduh (1845-1905), Hindistan’da Seyyid Ahmed Han (1817-1898), Seyyid Emir Ali (1849-1928), Türkiye’de Sırat-ı Mustakim-Sebilürreşad, Beyanu’l-Hak, İslam Mecmuası, Volkan gibi dergilerde kümelenen kişilerin öncülüğünde ortaya çıktı ve gelişti” (İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık).

Öncelikte bir kavramsal şemaya ihtiyaç olduğu, hele ki böyle ağızlara pelesenk olmuş bir meselede ne kadar elzem olduğu bir tanımlama ve sonra bir coğrafya irtibatlı konumlandırma ile ortaya çıkmıştır. Görüleceği üzere İslamcılık bugün sanki yeniden “hortlamışçasına” birden topraktan biten bir durum değildir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarında yaşanan toprak kayıpları ve buna bağlı olarak devlet sınırlarının sürekli küçülmesi, bu küçülme sırasında kaybedilenin sadece toprak unsuruyla sınırlı olmaması; insan unsuru başta olmak üzere ekonomik sorunların ortaya çıkması, bu nedenle tabir-i caizse rakibinden sürekli yumruk üstüne yumruk yeme durumu mevcuttur. Bu inkıraz halinden çıkış için çeşitli yollara başvurulmuştur. Bu noktada ortaya çıkan akımlardan birisi de, yazının da başat unsuru olan “İslamcılık”tır.

Bu noktada İslamcılar açısından batıya karşı bir mutlak konumlanma ve mutlak kötü olarak batıdan bahsetmek pek de mümkün gözükmemektedir. İslamcı eşhas açısından o dönem dünyasında ortaya çıkmış olan kavramların özü İslam’da mevcuttur ve bu kavramlar İslamidir. Sadece uygulayıcıları açısından Müslümanlar geç kalmış, kendileri fark edememiş ve bu nedenle batı bu kavramları keşfetmiştir. Müslümanlar, ödünç olarak vermiş oldukları bu kavramları şimdi sahibi olarak almaya hazırdır/yahut hazırlanma gayreti göstermektedir. İslamcıların demokrasi, meşrutiyet, istişare gibi kavramlara yönelik dayanakları Kur’an’ı Kerim’dir. Bu yönetim biçimleri aslında meşhur olarak “emruhum şura beynehum” ayetine dayandırılarak temellendirme yoluna gidilmek suretiyle bir meşruiyet dayanağı yaratma gayretinin varlığı söz konusudur.

Bu noktada batı, bir örnek olarak her hali ile alınmamalı, merhum Akif’in de dediği üzere alınız ilimini fennini garbın vecizeleşmiş sözü ile iktibas yoluna başvurulmalıdır. Bir seçicilik halinin, bir elekten geçirerek, süzerek yeni bir dünya oluşturmanın ve düşülen yerden kalkmanın derdinde olmadır İslamcılık. İslamcılık; bir saldırıdan ziyade savunma konumu ve noktasında durmaktadır. İslam’ı yaşamak veya anlatmaktan çok, onu batılıların açtığı yolda savunmakla uğraşan İslamcılar (İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık, sf. 20) kendilerine dayanak olarak gösterdikleri kavramların üzerinde hak iddiasında idiler.

İslamcılık meselesinin bu topraklarda tarihlendirilmesi yapılması gerekirse şöyle bir yol izlenmesi mümkündür: “İslamcılık, ittihad-ı İslam adı altında 1870 yılından itibaren Osmanlı Devleti’nin hakim siyasi düşüncesi olmakla beraber; bir fikir hareketi olarak ortaya çıkışı yaklaşık 40 sene sonra 2. Meşrutiyet sonrasında, Sırat-ı Müstakim’in 14 Ağustos 1908’de yayın dünyasına girişiyle başlatılmaktadır.” (İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık, sf. 26)

Bu konuda; İslamcılık denince hemen akla gelen isimlerden, Said Halim Paşa’nın da İslamcılık tanımını saygıdeğer okuyucuya sunmak elzemdir. Said Halim Paşa’ya göre İslamcılık/İslamlaşmak: “Binaenaleyh bizim için İslamlaşmak demek İslam’ın itikâdiyatını, ahlakiyâtını, içtimaiyâtını, siyasiyâtını daima zaman ve muhitin ihtiyacatına en muvafık bir suretle tefsir ederek bunlara gereği gibi tevfiki hareket etmekten ibarettir.

Yukarıda az çok çevresi çizilme gayreti gösterildiği üzere İslamcılık paramparça olmuş zihinleri, toprakları, insan unsurunu yeniden bütüncül bir dünya görüşü çerçevesi çizmek suretiyle birleştirmek ve birlemek amacına yönelik bir hareket olduğu anlaşılmaktadır. Coğrafya olarak epey geniş bir alana yayılan Müslümanların akıbetleri, batının üstünlüğü sonrasında ezilmişlikleri, batının başını alıp gitmesi karşısında (teknolojik üstünlükler, ki özellikle askeri alanda sahada alınan yenilgiler bu meselenin başat unsurudur, bunun yanında buhar makinesi, resim, edebiyat, güzel sanatlar ilh.) kafasını iki elinin arkasına almış olarak düşünme çabasına girme çabaları İslamcıları yeni bir dünya görüşü teşekkülüne doğru tabir-i caizse itmiştir. Bir kendinelik hali yahut hareketlerini tayin noktasında emin ve kararlılıkla atılan bir adımlar manzumesi ve yürüme çabasından çok, düşmesinin farkına geç varmış olan insan telaşı ile düşünmekten ziyade harekete dayalı olarak yola çıkma derdinde olan insanların varlığının söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle İslamcılık uzun uzun düşünme ve sonrasında eyleme ile hesap verilebilir bir hareketler manzumesi olmaktan çok, yola çıkalım da kervanı düzeriz mantığı ile hareketine başlamıştır denilebilir.

Bu girizgâh sonrası kitabımıza doğru bir adım atmak istersek, öncelikle kitabımızın ana meselelerine bir göz atmak gerekmektedir. İslamcıların siyasi görüşleri için kitabın girizgâhında üç cilt olarak bir çalışma düşündüğünü ifade eden Kara, ilk cilt alt başlıkları olarak şu tasniflendirmeyi tercih etmiş; İslam, İslamcılık ve Siyasi Hayat; Meşrutiyet ve İstibdat başlıkları ile son başlık olarak Meşrutiyet İdaresinin İşleyişi ve Kurumları. Diğer iki cilde ilişkin ise başlıkları belli olmakla beraber yazma aşamalarının sürdüğü haberini ulaştırmış okurlarına. Heyecanla ve merakla bekliyoruz notunu düşerek geçelim çalışmanın kaynaklarına.

Yukarıda da belirttiğimiz üzere İslamcılık ve bu başlık üzerinden açılmış bir konu konuşulacaksa Türkiye topraklarında değinmeden geçemeyeceğiniz isimlerden birisi merhum Mehmet Akif ve mecmuası Sırat-ı Mustakim olacaktır. Bunun yanında, İslamcılık tartışmalarına dair kaynak okuması yapacaklar içinde bir Osmanlıca bilgisi gerekmektedir. Bu tartışmalar genelde mecmualar üzerinden şekillenmiştir. O gün şartların kendisini yakın gördüğü fikir dünyasına aidiyet hissi içinde mecmua yazarları; mecmua sayfalarında ya bir cevap verme yahut varolan mevcut duruma çözüm arayışı içindedir. Kitaptan iktibasla bir kaynakça ifade edilmek gerekirse; “2. Meşrutiyet’in etkili fikir akımlarından birinin temsilcileri olarak İslamcıların siyasi görüşleri çerçevesinde meşrutiyet kavramı ve meşrutiyet idaresini ele almaya çalışan bu araştırma, esas itibariyle İslamcılar tarafından yayınlanan Sırat-ı Mustakim, Sebilü’r-Reşad, Beyanü’l-Hak, Hikmet, İttihad-ı İslam, Volkan, Tearif-i Müslimin dergi ve gazeteleriyle tarikat çevrelerinin neşrettiği Tasavvuf ve Muhabbin mecmualarına ve çalışılan dönem için süreli yayınlar kadar önemli ve fazla sayıda olan siyasi-dini muhtevalı risalelere dayanıyor.

Hemen bu satırların arkasından İslamcılara ilişkin kısmi bir eleştiri ve bunun yanında uğraştıkları meselelere ilişkin olarak bir haklarını teslim etme paragrafı olarak adlandırabileceğimiz bir kısım geliyor: “Siyaset ve idare konuları son iki asırdır Müslüman aydınların öncelikli ilgi alanlarını oluşturmakla beraber İslamcıların siyasi görüşlerinden bir siyaset felsefesi çıkmıyor, bir devlet anlayışı ve bütünlüğü olan bir idari organizasyon da belirginleşmiyor. Siyasi, sosyal, kültürel boyutları olan, geçmişi değerlendirip yorumlayan ve gelecekle ilgili üzerinde kafa yorulmuş beklentileri vurgulayan bir programlarından bahsetmek de mümkün değil. Buna mukabil netlik, vukuf, derinlik, tutarlılık ve bütünlük arayışlarını bir tarafa bıraktığımızda Türk siyasi kültürü açısından zengin ve temsil gücü yüksek bir malzemeyi ortaya koyan gayretlerle karşılaşıyoruz.”. İslamcılık düşüncesinin bir zihin inşası uğraşında olacak vaktinin olmadığı bu satırlarda da görülecektir. İttihat ve Terakki’den yanılmıyorsam Muhittin Birgen’in hatıratında “biz her şeyin 2. Meşrutiyetin ilanıyla yoluna gireceğini düşünüyorduk, halbuki asıl mesele ondan sonra başlıyor imiş” itirafına benzer bir hali, durumu ve hissiyatın bire bir halini İslamcılar içinde söylemek çok da yanlış duracak bir konumda olmasa gerek.

Bu girizgah sonrası birbirinden önemli meseleler ışığında kitabın büyülü satırları arasında seyahatimize başlıyoruz saygıdeğer okur. Öncelikle İslamcılık kavramına ilişkin çerçeve çizimi doğrultusunda Din, Meşruiyet ve Siyaset, İslamcılık Hareketi ve İlmiye Sınıfı, İslamcıların İttihat ve Terakki ile Münasebetleri, Modernleşme, Kamuoyu ve Matbuat başlıkları misafir kabul ediyor. Akif’in bir şiirinde geçen “seyl-i huruşan” ile başlıyor İsmail Kara. Tam olarak bu kavramın üzerinden bir hal okuması yanında mazi okuması ve buna mukabil bir ati tasavvurunun ne olması gerektiği konusunda kafa yoruyor. Durum tespitleri ve bir yola icbar edilişin öyküsü olarak İslamcılık aslında bu satırlarla çıkış noktası daha da iyi tetkik edilebilir bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Kara o ince işçiliği ve harika ama bir o kadar da ağır dili ile İslamcılık konusunda bazı olmazsa olmaz kavramlarını ince eleyip sık dokuyor, kolaya kaçmak yerine olabildiğince gayretle bir emekçi gibi satırlara adeta hayat veriyor.

Meşruiyet kaynağı olarak dinin, İslamcıların Kitab’a yönelik yaklaşımlarının ve ayet ve hadislerin İslamcı çerçeve içinde ele alınışın hikayesini dinlemeye başlıyoruz sonrasında. Konunun hemen başında Kara’nın girizgâhı şu şekilde: “Çağdaş İslam düşüncesinde değişme ve farklılaşmayı, hatta sapmaları görebilmenin en emin ve kestirme yollarından biri olarak nasların istmaline ve yorumlanışına bakılabilir.”. Kavramların içinin kimi zaman boşaltılması, bir irtifa kaybının yaşandığını ifade eden yazar, kavramlara yönelik bu gayretlerin temellendirilmesinin eksik olduğunu ve bu nedenle bu gayretlerin sığ ve yetersizliğine vurgu yapmaktadır. Bunun en önemli sebebi ise “Batı menşeli siyasi kavramların felsefi ve sosyal arkaplanları pek de hesaba katılmadan aktarılmasının getirdiği çakışma eksikliği; diğeri de İslam dünyasının, bu arada Osmanlı Devleti’nin aydın ve bürokratlarının bu fikir jimnastiklerini aktarma teşebbüslerini rahat ve soğukkanlılıkla yapacak bir ortamdan hem maddeten hem de zihnen mahrum olmaları ve acil tedbirlerin öne çıkarak birçok şeyi gölgelemesidir.

İslamcılık ve bu hareket ile İlmiye sınıfının ilişkileri bir sonraki başlığımızı teşkil etmektedir. Osmanlı’nın son zamanlarında devleti kurtarma amacıyla yapılan ıslahatların varolan mevcut gerek kurumsal gerek toplumsal değerlere ket vurmasının söz konusu olduğu ifade edilmiştir. Bu ket vurma halinden etkilenen sınıflardan birisi de ilmiye sınıfı olmuştur. İlmiye sınıfı ve bu bağlamda şeyhülislamın konumu ne olduğu ve ne oldusuna ilişkin olarak, hem de bir değer olarak bu kavramlarının içinin boşaltılması konusunda aydınlatıcı satırlar karşısında olduğunu bilmesi insanın dikkatini daha da çok cezbediyor.

İslamcılar ve İttihat Terakki başlığı, daha başlık okunur okunmaz dikkati en çok çeken kısımlardan birisi gibi durmaktadır. Bugünlerde efkar-ı umumiyenin menfi İTC algısı, İslam ile yan yana gelmesini bırakalım, kıyısından köşesinden bir adının geçmesi ile duyulan rahatsızlık söz konusu iken böyle bir başlık dikkati epey derecede dikkat çekmektedir. Saygıdeğer İsmail Küçükkılınç ağabeyimizin defalarca dediği üzere İTC içinde bir İslamcı damarın olduğu artık inkar edilemez bir gerçektir. Bu damar aslında yukarıda da ifade ettiğimiz hususlara binaen, arayış içerisinden olan, imparatorluğun dağılışını öngören ve bir arada tutma gayreti ile canhıraş bir şekilde ileri atılan fakat artık geç kalındığının farkına varan fakat yine de çabalamaya devam eden, bütün çabalarının nihayetinde de bugün üzerinde yaşadığımız toprakları kurtarabilen, elde tutmayı başarabilen, bu topraklarda Türk adının kalmasını sağlayan damardır. Tabi İTC ile İslamcılık bire bir olarak aynı şeyler demek kastımız değildir, fakat İTC’nin etkilendiği ve beslendiği damarlar arasında İslamcılık görüşünün de mevcudiyeti kabul edilmelidir.

İTC’nin İslam’a bakışına ilişkin İsmail Kara’nın değerlendirmesi şöyledir: “İttihat ve Terakki, dine bir nüfuz, meşrulaştırma, katılımı sağlama, muhalefeti zayıflatma, mobilizasyon aracı olarak başvurmaya her zaman özel bir önem arz etmiştir.” (sf. 60). İslamcılar’ın İTC’ye bakışını yine hocanın cümlelerinden aktarırsak: “2. Meşrutiyet’in ilanı sonrasında İslamcılar tarafından yayınlanan mecmualara bakıldığı zaman, İttihat ve Terakki Cemiyeti ve müntesipleri konusunda diğer yayın organlarının fikir ve düşüncelerini paylaştıkları görülür; tabir yerindeyse “göklere çıkarma”ya onlar da katılırlar.” (sf. 63)

Daha sonrasında tekrar ilgi çekici bir başlık gelmektedir: Tarikatların İttihat ve Terakki ile Münasebetleri. Bu kısıma da son vermek kapsamında bir iktibas yapalım: “2.Meşrutiyet’in ilanından sonra gerek tarikat çevrelerinin yayınladıkları mecmualarda gerekse tarikata mensup kişilerin başka dergilerdeki yazılarında İttihat ve Terakki Cemiyeti ile meşrutiyetin övülmesi ve istibdat devrinin yerilmesine çokça rastlanır.”. Okudukça aslında ne çok hayrete düşecek şeyler var saygıdeğer okur ve aslında kabuller dünyasında olanlar ile tarihte yaşananlar arasında nice dünyalar, ne farklılıklar bizi misafir etmek için beklemekte. Onun için diyoruz ki; oku hayretin artsın, hayretin arttıkça daha da çok okuyasın!

Birinci bölümün son basamağının başlığı “Modernleşme ve Matbuat” olarak belirlenmiştir. Üç alt başlık halinde matbuatın kamuoyu oluşturma işlevi; vaazlar, komuoyu ve meşrutiyet; matbuat ve ittihad-ı İslam olarak meselenin derunune doğru seyir devam etmektedir. Okuyacağınız satırlarda sizi karşılayacak ilginç vakıalar, düşünce dünyasının zaman ve zemin irtibatı ile toplumsal farklılıklar ve bunun yansımaları, yorumları açısından değerlendirmeleri ile aslında ele alınan her meselenin öyle basit bir şekilde açıklığa kavuşmadığı, birden çok etken ve etkilenen temelinde şekillendiğini görecek, bundan sonrası için konuşurken iki düşün bir söyle düsturuna göre hareket tayininde bulunma ihtimaliniz artacaktır.

İkinci üst başlığımız meşrutiyet ve istibdat olarak şekillenmiştir. Meşrutiyet kavramının bu topraklara gelişi, temellendirilmesinin çabaları ve bu doğrultuda destek arayışlarına şahit olacağınız satırlar ile başlıyor yolculuğumuz. Bu noktada getirilen dayanakların savunma kapsamında kullanıldığı, kendini bir aklama çabası diyemesek de en azından dersimizi aldık ve evet biz de bu yolun yolcusu olma adayıyız demenin gayreti gibidir bölümün özeti. Bu ilişkinin istisnasını teşkil eden isim ise Said Halim Paşa’dır ve eseri “Meşrutiyet” adlı risalesidir. Kitapta bu konu vazıh bir şekilde ifade edilmiştir. Kitaptan iktibasla devam edersek: “Biraz daha ileri giderek Paşa’nın eserlerindeki temel meselenin kavranmadığı bile söylenebilir. İslamcıların, meşrutiyetle İslamiyet arasında güçlü bağlar kurma cehdi içinde bulundukları ve meseleleri ilkeler düzeyinde değil de daha çok uygulama çerçevesinde ele aldıkları bir ortamda Said Halim Paşa’nın, Osmanlılar’ın dini, siyasi ve sosyal şartlarının batı dünyasından farklılıklarını vurgulayan, ıslahat teşebbüslerini ve düşüncelerini temel uyuşmazlıklar açısından tenkit eden görüşleri muhatap bulamamıştır.

Bu kısmı takip eden kısımlarda istibdat ve İslamcılar’ın görüşleri ile bir “müstebit” olarak 2. Abdülhamid ve icraatı kısımları mevcuttur.

Son üst başlık “Meşrutiyet İdaresinin İşleyişi ve Kurumları”dır. Halifelik, Meclis-i Mebusan, Kanun-i Esasi, İtaat ve Muhalefet ve Fırka altbaşlıkları ile misafirliğimiz son bulmaktadır.

Bu kısımda aslında modern zamanlara ait kavramlar, geleneksel kavramlar ve bunların tabir-i caizse İslamcılar’ın ara bulma çaba ve gayretlerine şahitlik edilecektir. Yazının üst kısmında da belirttiğimiz üzere İslamcılık modern zamanlara ait bir kavramdır, parçalanan bir dünyada, bütüncül bir dünya görüşünü modern zamanlara ait kavramlarla geleneksel kavramları birleyerek ulaşma gayreti gütme çabasıdır. Kanun-i Esasi fikrinin çıkışı taze bir kavramdır, çıktığı topraklar için hikayesi vardır ve fakat acaba bu topraklarda ki hikayesi nedir? Menbaında gördüğü işlevi mi görecektir yoksa başka yerlere doğru yönelme yahut sapmadan mı söz edilecektir? Aynı şekilde bir meclis fikri, temsil edilme fikri de bu noktada önem arz etmektedir. Halifelik kavramı; ortaya çıkışı, coğrafya ile irtibatı, aktif olarak kullanılma çaba ve gayretlerinin nerelere tekabül ettiği sorusu yine bu zeminde önemlidir. Fırka ve İtaat ve Muhalefet başlıkları da sana kalsın saygıdeğer okur!

Bir toplama ve hitama erdirme gayretine girersek: İslamcılık bugünkü anlaşıldığı şekliyle lineer, dümdüz bir çizgi değildir, kendi içinde tek ses barındırmaz ve hiçbir zaman da tek-düze bir şekilde tek sesin çıktığı bir fikir akımı olmamıştır. Daha çok muhalif olmaklıktan ziyade uyum sağlama gayretinde olan bir fikriyatın varlığından söz etmek mümkündür. İki devre İslamcılık’tan söz edilebilir: İlki kurtuluş çaba ve gayretleri ile yurdu ayaklar altına alınmış alınmak üzre olan bir devirde dört elle sarılmış bir İslamcılık fikriyâtı. Hareket odaklı ve düşünce açısından önemli isimlerin içinde yer aldığı ilk dönem ekolü bugün hala dikkatlice okunması, üzerinde düşünülmesi gereken, bir yanıyla ilk dönem İslam tarihinden esinlenen, diğer tarafta modern değer ve kavramları bir çerçeve belirleyecek iktibas için zemin arayan, arayış içerisindeki ekiptir. Bu ekip 1924 sonrası bir sessizliğe bürünmüştür. İkinci devre ise bu kadar çalışkan olmayan, coğrafya ve toprakla irtibatı daha zayıf olan, gelenek açısından daha mesafeli olan damardır. Tabi bu çerçevenin üstüne birden farklı anlayış örnek gösterilebilir. Bugünkü parçalanmışlıkları ve bunun üzerinden İslamcılık fikriyatı tartışmaları pek sağlıklı neticeler doğurmayabilir.

Sonuç olarak, üzerinde epeyce çalışılması ve durulması gereken konulardan birisi de İslamcılıktır. Fakat kavram üzerine çalışırken dar bir çerçeveyle artniyetli olarak İslamcılık üzerinden yahut bir Siyasal İslam edebiyatı üzerinden İslam’a doğru yönelmek en hafif ifadesiyle seviyesizliktir. İkincisi İslamcılık’ı iktidar ile özdeşleştirip burada ekmek çıkarmaya çalışmakta doğru değildir. Yapılacak en doğru hareket, sevabıyla günahıyla, yanlışıyla doğrusuyla kitaplar önünde diz kırıp oturmak ve okumak okumak yeniden okumaktır. Eleştiriler olmazsa olmazdır, ama bunların dişe dokunur olarak, mümkün mertebe yapmış olmak için yapmak davranışlarından uzak olarak olmasıdır.

Bu vesileyle anmış olduğumuz isimlerin ruhları için fatiha diyerek yazımıza nokta koyalım saygıdeğer okur! Okumak iptiladır, müptelalara selam olsun!

Muhammed Hüseyin Güneş
twitter.com/muhammeddgunes1

Avrupa'nın son cüzzam hastanesinden fışkıran acılar

Cüzzam, Hansen basili adı verilen bir organizmanın yol açtığı, insanın sinir sistemini, derisini ve birçok organını etkileyen bulaşıcı bir hastalıktır. Fakat yapılan çalışmalara baktığımızda bulaşma ihtimalinin yok denecek kadar az olduğunu görüyoruz. Yine de halk arasında en az veba kadar bulaşıcı bir hastalık olarak görülmektedir. İnsandan insana bulaştığı temelde bir varsayımdır çünkü nasıl bulaştığı henüz kanıtlanamamıştır.

Hansen’in Evlatları, tam olarak cüzzamlı bireylerin hayatlarının bir kısmını konu ediniyor. Karadağlı yazar Ognjen Spahic tarafından 2004’te yazılan ve 176 sayfadan oluşan kitap, dilimize Dedalus Kitap etiketiyle geçtiğimiz mart ayında çevrildi. 2005’te Mehmet Selimovic Ödülü'nü aldı ve Fransızca, İtalyanca, Slovence, Rumence, Macarca, Makedonca dillerinde yayımlandı. İlginç bir konu seçmesiyle de kanaatimce bu ilgiyi hak ediyor.

Arka kapağında yazdığı gibi Avrupa’nın son cüzzam hastanesinde geçen gerçek bir hikâye Hansen’in Evlatları. Anlatıcı isimsiz. En yakın arkadaşı ve aynı odayı paylaştığı Amerikalı Robert Duncan ve cüzzam hastanesinin en yaşlısı Zoltan’ın kitapta etkin olduğunu görüyoruz. Bu üç karakterin temeli oluşturduğu kitap bazı yan karakterler de barındırıyor. Cüzzamı anlatıcının gözünden aktaran yazar, cüzzam hastanesine nasıl geldiğini, orada ne gibi zorluklar yaşadığını, ‘diğer’ sağlıklı insanlarla olan ilişkilerini ya da iletişim kuramamasını, en yakın arkadaşının hikâyesini, hastaneden kaçış planlarını satırlara döküyor.

Kitabın başında BBC’nin Doğu ve Orta Avrupa muhabiri Nick Thorpe’un bir giriş yazısı karşılıyor bizi. Thorpe burada cüzzam hakkında ve kitap hakkında bilgi veriyor, yazarın anlatım becerisine değiniyor ve kitabın gerçekten ayrılan yönlerine değiniyor. Belirtmek gerekir ki hikâye gerçek fakat Spahic cüzzam hastanesinin çevresine, orada bulunmayan bazı yapılar eklemiş. Ama bunun gerçekliği azalttığını veya saptırdığını söylememiz mümkün değil.

Hansen’in Evlatları mantığın bitip hissedilenin başladığı yeri gösteren bir kitap. Yazar, okura o duyguyu genellikle yansıtmış. Zaten az sayıda karakteri olan bir kitap. Bu da yazarın karakterleri iyi işlemesini sağlamış, özellikle oda arkadaşı Robert’ı. Anlatıcı da kendisi olduğu için, hastaneye geliş zamanından hastaneden ayrılış zamanındaki duyguları realist bir şekilde kâğıda dökmüş. Geliş zamanındaki ne yaşayacağının tahmini şöyle aksetmiş anlatıcıda: “Aslında tedavi amacıyla değil, bu dünyanın dışında bir yerlere, bambaşka bir yolculuğa hazırlanmak üzere buraya getirildiğimi fark ediyordum. Ve bunun tıbbi bir tedaviden çok, daha uygun bir ifade ile tecritteki hastalık olarak adlandırıldığını kavradım.

Yazar hastaneye geliş pasajı üstünden cüzzamlıların ölüme terk edildiğini de söylemiş oluyor. Kitabın genelinde de dışarıdaki sağlıklı insanların bırakın teması, cüzzamlı hastaları uzaktan gördüklerinde bile gösterdikleri tavırlar ve yazarın bunları işleyişi bize hastanenin ve cüzzamlılara bakışın genel havasını veriyor.

Kitabın iki numaralı karakteri Robert ayrı bir değerlendirmeyi hak ediyor. İlginç bir geçmişi olan Robert, Rus istihbarat şebekesini ortaya çıkarmak için çalışırken Berlin’de yakalanıyor ve türlü işkencelerden geçiyor. Anlatıcının Robert’ı konuşturabildiği yerlerde Robert’ın geçmişiyle ilgili bilgileri de edinebiliyoruz. Bu karakter üzerinden Rus-Alman savaşı da kendine kısa da olsa yer buluyor. Yeri gelmişken bir eleştirimi söyleyeyim: Kitabın arka kapağında yazan Çavuşesku iktidarının devrilişi ise kitabın arka planını oluşturuyor kısmına katılmıyorum. Evet, Çavuşesku döneminden çok da somut olmayan bir iki örnek ve Çavuşesku devrildikten sonra yaşananlarla ilgili kısa pasajlar var fakat hikâye neredeyse tamamen cüzzamlı hastalara ve cüzzam hastanesindeki duruma ayrılmış. Yazar siyasi ve sosyal arka planı romana iyi yansıtamamış. Devrim birkaç anlatıyla geçiştirilmiş. Ana olay olarak almamız mümkün değil.

Kitabın duygu olarak en iyi kısmı, iki arkadaşın hastaneden kurtulduktan sonra, anlatıcının hislerini açıkladığı bölüm olmuş. Bundan önceki bölümler olayla birlikte duygunun öne çıkarıldığı bölümlerdi fakat bu kadar saf bir his açıklaması çok yoktu. Daha çok realist bir bakış açısı hâkimdi önceki sayfalarda fakat romanın sonlarında kurtuluşu anlatan, yine de hastaneyle bütünleşmiş olmanın verdiği his şöyle yansıyor satırlara: “Çoktan o aptal mazinin büyüsüne kapılmıştım. Bu bir tür komplo olmalı diye düşündüm. Son Çin imparatoru, doğduğundan beri ayaklarında olan prangalardan kurtulduğunda, hanedanın söylediklerine göre, ara ara onları tekrar takmak istiyormuş çünkü artık onlar dünya görüşünün ve bedeninin doğal bir parçası hâline gelmiş. Efsaneye göre, kral unutulmuş şehrin ferah sokaklarında gezinir ve ağır zincirinin sesiyle, sanki siyah bülbüllerin şarkılarını dinliyormuşçasına eğlenirmiş. Aynı şeyleri hissettim. Sonunda ayrılıyor olmanın verdiği mutluluğa rağmen, Robert’ı almak için yukarı çıktığımda, ellerimi yavaşça bu lanetlenmiş duvarlara kondurdum. Hatta daha ötesinde, gözlerim yaşlarla doldu ve midemde kelebekler uçuşmaya başladı; bu kelebekleri oldukça iyi tanıyordum.

Spahic, Hansen’in Evlatları'nda sağlam bir kurgu ortaya koymuş. Karamsarlığı, terk edilmişlik duygusunu, kötülüğü, cinayet ve ölüm karşısında takınılan tavırları, iktidar olma ya da hükmetme arzusunun götürdüklerini kitabın hemen her sayfasında hissediyoruz; fakat arkadaşlığı da hissediyoruz: Tıpkı Fareler ve İnsanlar'daki George ve Lennie gibi.

Sade bir üslûp, açık bir dil, yormayan bir anlatım ve ara ara anlatımı aksatsa da fena olmayan bir çeviriyle Hansen’in Evlatları dünya edebiyatında önemli bir yeri hak ediyor. Geç olsa da son zamanlarda çağdaş yazarların eserleri daha çok çevrilmeye başlandı dilimize. İnsanın yüreğine yerleşen acıların anlatıldığı Hansen’in Evlatları da o eserlerden biri.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

26 Şubat 2019 Salı

Ağaçların neler fısıldadığını duymak

Ağaçlar hep en etkileyici vaizler olmuştur benim için.

Böyle başlıyor Hermann Hesse’nin son kitabı Ağaçlar. Varoluş yolculuğunda kendisine en büyük cümleleri ağaçların fısıldadığını söyleyen yazarın günlük niteliğinde okunabilecek bu kitabındaki satırlar, ağaçların kaynaklık ettiği bir ilham ormanı gibi âdeta…

Yazar Hesse’nin çeşit çeşit ağaçlarla yaptığı içsel konuşmaları kutsalı arayışın da bir sonucu. Bu sonuçta elbette kevni düzende görmek isteyenin muhakkak göreceği Tanrısal güç ve uyum da var. Ağaçlarla uğraşmanın kutsallığına güvendiğini dile getiren yazar, Tanrı’yı içinde hissettiğini ve bu hisse sonsuz güven duyduğunu ifade eder. Farklı türden ağaçların sahip olduğu özellikler sıralandığında bile Tanrı’yı hatırlamak mümkünken Hesse için daha fazla bir inanış söz konusudur. Poetik yaklaşımla desteklediği bakışını o kadar güçlü tutar ki kitabın arasına yerleştirdiği şiirlerle ağaçlarla olan yolculuğunu ve Tanrı’ya olan inancını süslemek ister.

Kitabı anlamlı kılan sadece yazarın ağaçlarla konuşması veya onlara şiirler adaması değil; evrendeki işleyişi ve hikmeti görme çabasıdır. Hareket, dinginlik, uyum, mücadelecilik, köksüz, güç, tutku, yeniden doğuş gibi başlıklarla ifade ettiği düşünceleri sadık bir mürid olduğunu ve hikmet arayışında kararlı olduğunu gösteriyor. Ağaçlardan aldığı derslerin yaşamda karşılığını bulduğunu ifade eden bu mürid, insanlardan uzakta ağaçlarla kurduğu yaşamının öğreticiliğine çok inanmaktadır. Ağaçları birer vaize olarak kabul eden Hesse ağaçlara bakmayı ve onları görmeyi, sadece onlar hakkında konuşmak değil onlar gibi olmak şeklinde bir üst mertebeye taşır. Artık insanlara olan yaklaşımını ağaçlardan edindiği birikimle sağlayan yazar, “böyle öğrendiğim ben insanları ağaçlar ya da kayalar gibi görmeyi, onlar hakkında düşünmeyi, onları o sessiz çamlardan ne daha az saygıdeğer bulmayı ne de daha çok sevmeyi” diyecektir.

Doğayla iç içe olmanın en az iki kazanımı vardır. Biri, doğayı okuyabilmek diğeri de doğayla birlikte insanı okuyabilmek. Hesse bu ikisi için bir mertebe kaydetme çabasındadır. “Her gün yanımızdan geçip gidiyor dünya bereketi” derken sahip olduğu farkındalığı “ben görmemiş olsam da mucize gerçekleşmiştir” mütevazılığı ile besleyen; ağaçlardan öğrenmenin ömür boyu devam edeceğini bilen bir hâldir onunki.

Doğadan aldığı ilhamla üreten insanoğlu için var olan gizli bir tehlikeden de bahseder. Bu, çoğumuzun gözden kaçırdığı bir gerçektir: “Bu tür şeyleri izlemek, kendini doğanın akıldışı, girift, tuhaf biçimlerine vermek, benliğimizin bu varlıkları yaratan iradeyle uyum içinde olduğu duygusunu uyandırır bizde; bir süre sonra onları kendi fikirlerimiz, kendi eserlerimiz gibi görme hevesine kapılırız; bizimle doğa arasındaki sınırın muğlaklaşıp ortadan kalktığını görür, retinamızdaki imgelerin dışsal izlenimlerden mi yoksa içsel izlenimlerden mi kaynaklandığını bilmediğimiz bir ruh haline gireriz”. İnsanın kendini doğaya “kaptırıp” gördüğü ya da düşlediği arasındaki o ince çizgi, sınırları hatırlatmak için önemlidir. Hesse bu çizgiden dolayı insanın düşeceği aldatmacayı hatırlatsa da ileri gitmekten korkmaz. Hatta ona göre “dış dünya yıkılsaydı bile içimizden biri onu yeniden kurmaya muktedir olurdu, zira dağ ve nehir, ağaç ve yaprak, kök ve çiçek, doğadaki tüm varlıklar içimizde önceden şekillenmiştir, zira özü sonsuzluk olan, özünü bilmesek de çoğu zaman kendini bize sevme gücü ve yaratma gücü olarak hissettiren ruhtur onun kaynağı…”dır.

İnsanoğlunun burada sözü edilen ruhu ve özü kaybettiği, ona yabancılaştığı bir zaman diliminde, kendi elleriyle yıktığı o dış dünyayı yeniden inşa edebilmesi için ağaçların fısıldadıklarını duyması gerekiyor. Bu güç ve tutku, bu idrak ve iman onda mevcuttur.

Kitaptan bir şiirle bitirelim:

Latif ve narin ne vardıysa içimde,
Hoyratça kırdı geçirdi dünya,
Memnunum, barışığım yine de,
Sabırla yeni yapraklar veririm
Yüzlerce kez kırılmış dallarımdan
Ve tüm acılara rağmen hâlâ
Aşığım ben bu divane dünyaya.

Ayşenur Narboğa
aysenurnarboga@gmail.com