9 Ocak 2019 Çarşamba

Göçmenlik sadece mekân değiştirmek midir?

İkinci Dünya Savaşı’nda insanlık dışı muameleye maruz kalan toplumların başında geliyor Yahudiler. Katliamdan kaçabilenler mülteci konumuna düşmüş, dünyanın farklı coğrafyalarına gitmek zorunda kalmışlardır. Savaş sırasında kamplarda tutulanlardan kurtulanların durumu ise çok daha içler acısıdır. Katliamdan kaçamayan Yahudiler üzerinde yapılan spekülatif söylemler bir yana, kaçabilenlerin gittikleri ülkelere hatırı sayılır katkı sundukları görülüyor. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri bu konuda inkar edilemez bir birikim elde etmiştir. ABD’ye göç eden (ya da ettirilen) ‘eğitimli’ Yahudiler özellikle bilim ve sanat alanlarında önemli işlere imza atmıştır. Bu madalyonun bir yüzü. Madalyonun diğer yüzünde çok daha başka şeyler bulunuyor. Zoraki göç eden bu insanların hayatları hiç de kolay olmamıştır. Normal şartlarda savaştan sağ çıkmış olsa dahi insan psikolojisi darmadağın olur. Buna bir de kadim Yahudilik travması eklenince, bu insanlar içinden çıkılmaz bir bunalıma girmiştir. Travma o kadar büyüktür ki, kaçmış ya da kurtulmuş olsalar bile yaşananlar mağdurların peşini bırakmaz. Yeni bir topluma, dile, kültüre, coğrafyaya alışmak oldukça zordur. Kısacası başka bir yerde yeni bir hayata başlamak zorunda kalmak travmayı derinleştirmiştir.

Kendisi de göçmen çocuğu olan Cynthia Ozick (1928) Şal isimli eserinde bu konuyu işliyor. Nebula Kitap tarafından yayınlanan seksen sayfalık eserin çevirisi Esra Birkan’a ait. Şal’da, Varşova’da doğmuş ve savaş nedeniyle Amerika’ya göç etmiş bir Yahudi kadının (Rosa Lublin) hem yaşadıkları hem de yaşadıklarının iç dünyasındaki yansımaları anlatılıyor. Rosa, Nazilerden korumaya çalıştığı bebeğini şalına sararak gizlemektedir. Getirildikleri toplama kampında bebeğini trajedik şekilde kaybetmiştir fakat onun ölümünü kabullenememektedir. Savaştan yeğeniyle kurtarılanlar arasındadır. Filistin’e gönderilmek yerine yeğenini de alarak ABD’yi gitmeyi tercih etmiştir. Mecburiyetten geldiği bu yeni ülkeye yeterince uyum sağlayamamıştır. Yaşadıklarını unutamayışı geçmişine takılı kalmasına neden olmaktadır. Amerikalılığı bir şekilde içine sindiren yeğeniyle sürekli tartışma hâlindedir. Yeğeni ona bebeğinin öldüğünü ve bunu kabullenerek hayatını devam ettirmesi gerektiğini söylemektedir. Bu sözlere kulak tıkayan Rosa rahatsızlığının nedeni olarak gördüğü insanlardan kaçarak kendi dünyasında yaşamaya çalışmaktadır. Girdiği bunalım sebebiyle sahibi olduğu antika dükkanını harabeye çevirmesi onu dönülmez bir yola sokmuştur. Yeğeniyle birlikte yaşadığı evden uzaklaşma kararı almasının ardından başka bir kente yerleşmiş ve parası olmadığı için masraflarını yeğeninin karşıladığı bir otelde yaşamaya başlamıştır. Artık daha da yalnızdır fakat düşüncelerinde rahat hareket edebilmenin sakinliği içindedir. Rosa, sağ olduğu ve Amerika’da yaşadığını varsaydığı bebeğine/kızına mektuplar yazmaktadır. Yıllar önce gizlemek için bebeğini sardığı ve yanından ayırmadığı şal onun için çok önemlidir. Geçmişiyle, daha da önemlisi bebeğiyle tek bağı olarak gördüğü şal kutsalı hâline gelmiştir. Yaşadıkları Rosa’nın peşini yeni geldiği kentte de bırakmamıştır.

Gerçeklerden hareketle kurgulanan Şal, hem duygu yoğun hem de psikolojik boyutu oldukça baskın bir metin. Roman karakterinin ruh hâli başarıyla yansıtılmış. Bir olay hikâyesi örneği diyebileceğimiz eserde ‘o’ anlatım tekniği kullanan yazar gereksiz detaylara girmeden yalın bir üslupla ele almış konuyu. Şiirsel dil ve sembolizmin ustalıkla kullanıldığı görülüyor. Betimlemeler ve atıflarlarla zenginleştirilen metin için başarılı bir iş çıkarılmış diyebiliriz. Bu başarının oluşmasında çeviri faktörünü de unutmamak gerekiyor elbette.

Cynthia Ozick’in genel olarak eserlerinde Amerikan Yahudilerinin yaşamını Nazi katliamı ve sonuçları ekseninde ele aldığı görülüyor. Şal özelinde belirtmek gerekirse, esere siyasi boyut eklenmemesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Yazarın konuya tamamıyla insani açıdan yaklaşması metni değerli kılmış. Şal sedece eleştiri değil aynı zamanda bir özeleştiri metni olarak da değerlendirilebilir. Örneğin bilim dünyasının ve üniversitelerin Yahudi göçmenlere bakışını irdeleyen yazar, göçmen Yahudilere insan olarak değil araştırılacak bir ürün ya da denek gibi bakılmasını eleştiriyor. Bir diğer eleştiri noktası ise özgürlükçü Amerikan düşüncesi ve katı Siyonist ideoloji olarak göze çarpıyor. Ozick, gerçeklerin anlatıldığı gibi olmadığı belirtiyor ve az da olsa Amerikan ve Yahudi kültürüne dair detaylara yer veriyor.

Şal, genel olarak ideolojik ve siyasi saplantılara malzeme yapılan bir trajediye insani bir bakış açısıyla bakılabileceğini göstermesi açısından önemli bir eser. Yazarın eserini siyasi ya da ideolojik malzeme yapmamasına binaen ‘unutmadığımız defterleri’ açmamak uygundur sanıyorum. Yalnız, buradan mülhem eklemek istediğim başka bir konu var. Hayatımızın bir parçası hâline gelen ama son günlerde gündemimize olumsuzlaştırılarak sokulan göçmenlik konusunu aklı selim şekilde değerlendirmek gerekiyor diye düşünüyorum. Göçmenlik mekân değişiminin ötesinde bir olgudur ve gösterilen hassasiyet insanın vicdanıyla doğru orantılıdır. Biz biliriz ki, hepimiz göçmeniz.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Ahlak, kişinin kendi kendisiyle olan ilişkisine dayanır

Bir süredir yazamadım ve ne gariptir ki bunun sebebi okuduğum bir kitap. Genellikle tersi olması beklenir. Yazmak için okumak gerektiği bilinir. Ne kadar derinlikli ve ilham verici bir okuma yaparsak o oranda yazma duygumuzun tetiklendiğini, yıllarca içimize attığımız bütün birikimin kendini dışavurmak için üzerimizde baskı kurduğunu hissederiz.

Bütün bir ömür içimizden yaptığımız konuşmaların dile gelmesi için bazen bir kaç güçlü cümle okumaya ihtiyacımız vardır. Okumak yazdırır sözü, oldukça eskidir. Buna en ufak bir şüphe duymadan inanırız. Okumak, zihnimizin gündelik akışını kesintiye uğratır, durmak ve düşünmek zorunda bırakır çünkü. Asıl etkisi belki de edindiğimiz yeni bilgilerden değil bizdeki bilgileri yeniden düşünmek durumunda kalmamızdan kaynaklanır.

O halde nasıl olur da okuduğumuz kitaplar aynı zamanda yazmayı durdurur? Ya da bu süreci kesintiye uğratır, dilimizin ucuna gelen düşüncelerin bir anda geldikleri yere kaçıvermelerine sebep olur?

Bir süreden beri Hannah Arendt’in Sorumluluk ve Yargı’sını okuyorum. Arendt’in düşünme biçimini her zaman kendime yakın bulmuş, onun kitaplarını kütüphanemin baş köşesine koymuşumdur. Onun kitapları, bitirdikten sonra bir türlü yerine koyamadığımız, bizdeki yaşamını sürdürdüğü için hep yanımızda tutmak istediğimiz kitaplardandır. Şiddet Üzerine ya da Kötülüğün Sıradanlığı’nı her okuduğumda yeni ilhamlar almış, benzer konularda yazdıklarımı her defasında gözden geçirip değiştirme ihtiyacı duymuşumdur. Ve genellikle de her okuduğum ve etkisinde kalarak kitabı kapatıp bir süre üzerinde düşünme ihtiyacı hissettiğim cümleden sonra kendi metinlerime dönerek işin heyecanı kaçmadan düşüncelerimi hemen kayda geçirme ihtiyacı duyarım. Bunu hemen yapmazsam uçup gidecek ya da hiçbir zaman aynı heyacanı kelimelere dökemeyecekmişim gibi bir duyguya kapılırım.

Bu defa biraz farklı oldu nedense. Kitapta beni etkileyen ve durup düşünmek zorunda bırakan ama başkaca hiçbir şey yapmama izin vermeyen ne çok cümlenin altını çizip yanlarına soru işaretleri, alıntı parantezleri ve yıldızlar koydum. Kırmızı kurşun kalemim elimden hiç düşmedi. Farketmeden ağzıma o kadar götürdüm ki bir iki kez dudaklarımı yıkamak zorunda kaldım. O kadar ki durup düşünmekten okumakta zorlandım, her cümleden sonra sindirmek için uzaklara dalmak zorunda kaldım, etrafımdaki insanlara anlamsız denebilecek bir gülümsemeyle baktım ve en önemlisi de galiba şu hayatta düşünerek üstesinden gelinemeyecek bir sorun yoktur hissine kapılıp durdum. Çeviri gayet iyi yapılmıştı ama yine de acaba çevirmenin yorumundan geçerken kaybolan anlamlar olmuş mudur diye ve bir de yetersiz kaldığını hissettiğim satırlar nedeniyle kitabın İngilizce’sini de aldım. İşte o çizdiğim satırlardan bazıları:

Dünya ne zaman bize hakiki bir hediye sunsa, bizi aciz bırakan esas minnettarlığı ayrı tutuyorum. Hakiki bir hediye bize durup dururken gelir; Talih güldüğünde, bilinçli ya da yarı bilinçli olarak el üstünde tuttuğumuz amaçlarımızı, beklentilerimizi ya da hedeflerimizi görkemli umursamazlığıyla hiçe sayar” (sf.7). Gerçi ben çevirsem böyle mi çevirirdim diye merak etmedim de değil. Biraz eksik kalmış ve kimi yerlerde çevirmen söyleneni tam olarak anlayamamış gibi geldi. Sonra bu merak artınca ben çevirsem nasıl çevirirdime bakmak istedim. Bu harika cümle aslında bir önceki cümlenin devamı. O nedenle de kendi başına bağımsız bir anlama sahip değil. Ben olsam şöyle derdim: “Bizi tamamen aciz bırakan burada olma minnettarlığımızı saymazsak dünya ne zaman bize hakiki bir hediye, yani gerçek anlamda durup duruken birşey verse, ne zaman talih yüzümüze gülse, bilinçli ya da o kadar bilinçli olmaksızın en başa koyduğumuz amaçlarımızın, beklentilerimizin veya hedeflerimizin ne olduklarına bakmaksızın hiçe sayar.

Alıntılarla devam edelim:

Teori ve kavrayış gerektiren meselelerde, olayların dışındakilerin ve basit seyircilerin, önlerinde ya da çevrelerinde meydana gelmekte olanların gerçek anlamına daha keskin ve derin bir sezgiyle nüfuz etmeleri az rastlanır bir şey değildir. Tüm dikkatlerini, gerektiği gibi, parçası oldukları olaylara veren asıl failler ve katılımcılar aynı ölçüde yetkin olmayabilir.” (sf.11)

Ahlaki yönden değerlendirildiğinde, bir kişinin somut bir şey yapmadığı halde suçlu hissetmesi, gerçekten sorumlu olduğu bir suç bulunduğu halde biraz olsun suçluluk duymaması kadar yanlıştır.” (sf.29).

Kolektif suç ya da kolektif masumiyet diye bir şey yoktur; suç ve masumiyet ancak bireylere atfedildiği takdirde anlam ifade eder.” (sf.30).

Bunun gibi sayısız cümle... Ünlü sözü, “Tehlikeli düşünce diye birşey yoktur, düşünmenin kendisi bizatihi tehlikelidir.” de yine bu kitapta. Bununla tam olarak ne demek istediğini de gayet etkileyici bir biçimde anlatmış Arendt.

Bütün bunlarla birlikte kitapta beni en çok etkileyen yerlerden biri, Nazi döneminde az sayıdaki bir grup insanın rejime başkaldırıp isyan edememiş olsalar da, toplumun hiçbir kesimiyle işbirliği yapmamış ve kamusal yaşama katılmayı reddetmiş olmalarının esas nedeninin sorgulandığı kısımdı.

Nazi rejiminden önceki rejime ve ahlaki değerlere de aynı güçlü bağlarla bağlı sayısız insan -ve de entelektüel!- bir anda değişen yeni düzene ve yeni ahlaki normlara tereddütsüz bir şekilde uyum sağlamış, eskiden nasıllarsa yine öyle bir kendinden eminlikle şüpheye yer bırakmayan bir dünya görüşü oluşturmuşlardı. Bu insanlar, rejim kendilerinden ne istediyse hepsini yerine getirmekte bir yanlışlık görmemişlerdi. İşin garibi, bu insanlar birer cani, kötücül ruhlu ya da insanlıktan nasipsiz kimseler de değillerdi. Sadece güçlü bir bağlılıkla düzene ve yeni düzenin kodlarına inanıyor, herkesçe doğru kabul edilene itaat etmekten başka bir şey yapmıyorlardı. Karşı çıkmaksa gerçekten de çok zordu. Arendt bu noktada da çok ilginç bir tespitle şöyle der:

Dünyaya karşı sorumluluğumuzu –ki bu esasen politik bir sorumluluktur- yerine getirmemizi olanaksız kılan olağanüstü durumlar vardır, çünkü politik sorumluluk en azından bir ölçüde politik güce dayanmalıdır. Benim görüşüme göre, güçsüzlük veya mutlak iktidarsızlık geçerli bir mazerettir.” (sf.45).

Fakat, işbirliği yapmak ve sorgusuzca itaat etmek öyle değildir. İtaat, rızadan farklı olarak çocukla ebeveyn ilişkisi gibidir. İtaat ettiğimizde, itaat ettiğimiz emrin ya da düşüncenin doğruluğunu ya da yanlışlığını bilemeyeceğimizi kabul eder, istemesek de boyun eğmemizin en doğru yol olduğunu düşünürüz. Yetişkin insanların birbirleriyle, hukukla ya da politik sistemle ilişkisi ise itaate değil rızaya dayanır. Doğru olmadığını düşündüğümüz bir yasa maddesine ya da emre uymamız zorunlu olsa bile rıza göstermek zorunda değilizdir çünkü onu değiştirme gücünü ve yetkisini kendimizde görmekteyizdir. Aksini savunmak için demokrasi dışı bir yerden düşünmek ve insanların kendi kendilerini yönetme taleplerini ayrı bir yönetici zümreye devretmek gerekir. Arendt’in örneğiyle, bir çocuk yuvasında itaat etmeyen çocuklar çaresiz durumda kalacaklardır. Oysa yöneten yönetilen ilişkisinde bunun tam tersi geçerlidir.

Dolayısıyla, Nazi rejiminde itaat edenler ile karşı çıkmak için gerekli politik güce sahip olmadığı için itaat etmek yerine işbirliğini ve kamusal yaşama katılmayı reddeden insanların bunu neden yaptıklarını anlamak oldukça önemlidir. Bu kişiler kimlerdi peki?

Düzene katılmayanlar ve dolayısıyla çoğunluk tarafından sorumsuz addedilenler kendi başlarına karara varma cüretini gösteren kişilerdi ve bunu daha iyi bir değerler sistemine sahip olmalarına ya da doğrunun ve yanlışın önceki ölçütlerinin zihinlerinde ve vicdanlarında çok güçlü bir yer edinmelerine borçlu değillerdi. Bilakis tanıklık ettiğimiz her şey, Nazi döneminin ilk yıllarındaki entelektüel ve ahlaki yozlaşmadan etkilenmemiş kesimin, yani saygın zümrenin herkesten önce teslim olduğunu göstermektedir. Onlar, bir değerler sistemini bir diğeriyle değiştirmekte hiç zorlanmamışlardır. Dolayısıyla, rejime iştirak etmeyenlerin, değerlerin bu değişimi içinde vicdanları istemsiz çalışmayan, yani otomatikleşmeyen kişiler olduklarını öne sürüyorum. Diğer bir deyişle, onlar tikel bir vakaya, ortaya çıkarken uygulanacak, dolayısıyla da yeni bir deneyime ya da duruma peşinen hükmedilmesini, öğrenilmiş ve sahiplenilmiş bilgilere göre muamele edilmesini sağlayacak doğal ya da öğrenilmiş ilkeler ve kurallar bütününün var olduğu kabülüyle davranmamışlardı.” (sf.44-45).

Bu tür bir karara varmalarının önkoşulu ne iyi gelişmiş bir zeka ne de üstün bir ahlak anlayışıdır: “daha ziyade, insanın kendisiyle samimiyet içinde yaşamaya, kendisiyle ilişki kurmaya, yani kendisiyle sessiz bir diyalog içine girmeye yatkındılar; diğer bir deyişle, Sokrates ve Platon’dan beri düşünme olarak adlandırdığımız şeydir. Felsefi düşüncenin temelinde yatmasına rağmen, bu tür bir düşünme tarzı ne teknik bir iştir ne de teorik problemlerle ilgilenir. Kendi başlarına düşünmek ve dolayısıyla karara varmak isteyenleri diğerlerinden ayıran çizgi, tüm sosyal ve kültürel farklılıkları boydan boya kateder.” (sf.44).

Bunu dedikten sonra şu muazzam yargıya varır:

Bu açıdan, Hitler rejimi sırasında, saygın toplumun topyekün bir ahlaki çöküntüye uğraması, değerleri el üstünde tutanlara ve hem ahlaki normlara hem de standartlara sıkı sıkıya bağlı olan insanlara bu gibi koşullar altında güvenilmeyeceğini bize öğretir.” (sf.44).

Kısacası bu insanlar, ne itaat etmişler ne de rıza göstermişlerdi ama bunun nedeni bu kişilerin diğerlerinden daha yüksek bir ahlaka sahip oluşları ya da düşünsel olarak daha gelişmiş insanlar olmaları değildi. Oldukça sıradandılar yani. Dışarıdan bakıldığında sorgusuzca itaat edenlerden çok bir farkları varmış gibi gözükmüyordu. Ama çok önemli bir meziyete sahiptiler. Ahlakları dışarıda bir yerlerde, yazılı metinlerde ya da kanaat önderlerinin düşüncelerinde değil kendi içlerindeydi. Ve kriterleri farklıydı. “Kendilerine bazı cürümleri işlemeleri halinde iç huzurlarını koruyup koruyamayacaklarını sormuşlar ve hiçbir şey yapmamanın daha yerinde olduğuna karar vermişlerdi, sayelerinde dünyanın daha iyi bir yer olacağını düşündükleri için değil, kendileriyle barışık yaşamayı sürdürmeleri bu şarta bağlı olduğu için böyle davranmışlardı.” (sf.44).

Kitabın sonunda en fazla bende kalan şeyler neydi derseniz? Şöyle özetleyeyim:

Ahlak, sanılanın aksine kişinin başkalarıyla değil kendi kendisiyle olan ilişkisine dayanır. Vicdan istemsiz ve kendiliğinden devreye giren otomatik bir uyarıcı değildir. Ahlak, ancak insanın kendisiyle samimi bir ilişkiyi kurabilmesi ve çelişkilere itaat etmeyerek en değerli yetisi olan düşünmeyi sürdürebilmesiyle mümkündür. Ahlak dediğimiz şey, basit bir bilinenleri uygulama işi olmayıp, düşünmenin başka türlü bir görünümüdür ve her düşünce kendi ahlakını yaratır. Onun ahlak yasalarına ya da politik düzenin doğrularına itaatle de hiç ilgisi yoktur. Ahlakı, normlar ve kabul edilen, sıkı sıkıya sarılıp korumak için savaş verilen değerler olmaktan çıkarmadıkça her yeni düzenin kendi ahlaksızlarını yaratması kaçınılmazdır. Ahlak, hiçbir dönemde ve düzende yok olmaz sadece insanların kendileriyle kurdukları ilişki kesintiye uğrar, şekil değiştirir ve kamusal yaşam bütün içsel varlığımızı teslim alıp eline geçirir. Kısacası, her şeyi normalleştiren insanların tam zıttına bir şekilde ahlak hiçbir zaman normal birşey değildir çünkü o, bir kelimeyle, düşünebilmektir. Düşünebilmek içinse sadece insan olmak yetmez, insanlığını her koşulda korumayabilmeyi bilmek gerekir. Vicdan bunun bilgisine sahiptir. Akılsa bizi buraya götürebilir. Dönemler ve düzenler hep değişmiş her zaman da değişmeye devam edecektir ve buna karşı değişmeyen öz, ahlak ya da ahlak yasaları değil ahlaklı olmanın işleyiş biçimidir.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca
* Bu yazı daha evvel serbestiyet.com'da yayınlanmıştır.

8 Ocak 2019 Salı

Kendi gerçeğinin peşine düşmek

"Bir gerçeğe bel bağladım erenler 
Aldı benliğimi bitirdi beni 
Damla idim bir ırmağa karıştım 
Denizden denize götürdü beni."
- Âşık Daimî

Gerçek kelimesi, TDK'da yalan olmayan, doğru olan şey, hakikat olarak tanımlanıyor. Gerek sözlü gerek yazılı olarak bir gerçekten bahsettiğimizde yalandan uzak bir yerde olduğumuzu beyan etmiş oluruz. Gerçek, doğru olandır çünkü. Doğru ve düzgün olmak, olmaya çalışmak, insanın 'gerçek'ten yaşamasını sağlar, gerçek bir insan olunur bu oluş hâlinde. Her oluş için de bir yola ihtiyaç vardır. Her yol, insana varlığını hissettiren, varoluşunu yeniden keşfetmesini sağlayan bir süreçtir diyebiliriz.

Yola, tasavvufî manada tarikat denir. Yolcu çıkar yola. Bazen aşkla, bazen kederle. Bakar ki o yol tek başına yürünebilecek bir yol değil. Bu yüzden "önce yoldaş sonra yol" dendiğini anlar. Önce yoldaşı bulmak lâzımdır ki gerçek manada yola çıkılsın, yolda olunsun. Bunun için yolcu, gerçekten 'yolun yolcusu' olmak istediğini beyan eder. Kime? Yolun büyüğüne, mürşide. Mürşid onu kabul ederse artık yolcu mürit olur, yola girenlerden olur. Şah Hatayî "Ârif isen bir gün seni seslerler / bülbül deyü gülistanda beslerler" diyor gerçekten yola girenlere. Girmiş gibi yapanlara, daha yola çıkmadan bulduğunu zannedenlere de "Bir gün seni rehberinden isterler / kimin izni ile girdin yola sen" ikazını yapıyor. Çünkü rehberin yoksa yolun yol değildir, bir oyalanmadır o. Evet yine 'ol'ursun, ama şeytanın maskarası olursun...

Sadık Yalsızuçanlar, tüm kitaplarında 'bir gerçeği' işaret eden yazarlarımızdan biri, nadirattan. Gerçeğin hikâyelerini, gerçeğin rehberlerini, gerçeğin taliplerini yazıyor, anlatıyor. Cam ve Elmas, yine bir gerçeğe ulaşma hikâyesi, bir rehberle bir talibin buluşma serüveni. Hemen başında bir rüyaya tanık oluyoruz. Tasavvuf okullarında, yani tarikatlarda rüya son derece önemli. Rüya vesilesiyle bir kapıya varmak için yola koyulan, bir rüyadaki işaretle bir insanın peşine düşen çok kimseler vardır herkesin malumu. Yalsızuçanlar da kısa bir rüya anlatımıyla bunu hatırlatıyor önce. Sonra da 'dünya'ya dönüyor. Bir kameramanın, belgesel çekmek maksadıyla ekiple birlikte Kars'a doğru yola çıkışına. Böylece roman iki türlü yola çıkış hikâyesi anlatarak başlıyor. Dünya ve ukba arasındaki insanı tarif eder gibi. Havf ve reca arasındaki kulu tarif eder gibi. Yalnızca ariflere tarif gerekmez, ama düşe kalka yürüyenlerin hem tarife hem de bir arife ihtiyaçları vardır der gibi. Tariflerin en hakikatlisini arifler yaparlar keza. Zaten rüyadan sonraki fasılda şöyle diyor yola koyulan kameraman: "Benim öyküm böyle başlamadı. Beni dünyaya temiz getirmiştin, onu koruyamadım, Sana kirlenmiş halde dönüyorum."

Dönüş kimedir? O'nadır. O'nun sevdiklerine doğru yola koyulmak da O'nunla buluşmaya vesiledir, aracıdır. Her şey, başka bir şeyin hatırlatıcısıdır. İnsan eğer yüreğiyle o hatırlatmayı yakalayabilirse buluşma için en büyük adım da atılmış olur. Başlangıç adımı, bebeklerin için deniyor ya hani, ilk adım diye, tam da öyle. Bebek demişken, merhum gönül erlerinden Lütfi Filiz bir şiirinde "Yalnız gidenin hâli harap, ömrü hederdir / yol göstereni olmayanın zevki kederdir" der. Bu dizeleri 20. asrın büyük mürşidlerinden Muzaffer Ozak'ın sözlerine tutunarak açalım: "İki türlü baba vardır. Biri, insanın dünyâya gelmesine sebeb olan, diğeri de insanı kemâle eriştiren yani ma'nen 'urûc ettiren babadır. Birincisine sulb babası ya da döl babası, ikincisine ise yol babası denir."

Romanın kahramanı, yani kameraman, yalnız Kars'ın değil Anadolu'nun manevi büyüklerinden Ebu'l Hasan Harakânî'nin dergâhına vardığında yaşadığı çeşitli manevi hâller ve manevi değişiklikler neticesinde kendi hikâyesiyle yeniden yüzleşir. Buralara gelmesinin sebebi yalnız bir belgesel çekimi değil, bambaşka bir şey olmalıdır. İşte bununla yüzleşir. Yani vaziyeti anlamlandırır. Hüznü azık edinir: "Gönlünüz hüzünlenince bunu ganimet bilin, insanlar sıkıntının bereketiyle bir yere varırlar. Azığın hüzün olsun diyorsun hep. Ne zaman senden bir öğüt istesem böyle söylüyorsun."

Dergâhın şeyhiyle her karşılaşmasında tarifi mümkün olmayan şeyler hisseder. Bunların hiçbirini çevresindekilere ifşa etmez. Zaman zaman dalgınlaşır, uykuları ağırlaşır, işini savsaklamak belki denmez ama o kameranın ardında olmasının, hele ki Kars'ta olmasının sebebi onu düşüncelerden düşüncelere sevk eder. Madde ile mana arasındaki savaşta o da rolünü üstlenir. "Nerede niyaz varsa amaç O'dur, nerde kavga varsa amaç insanlardır." sözü gibi nice Harakânî sözü, ona rehber olur. Elbette her yolcu gibi işin içinden çıkamadığı zamanlarla karşılaşır. "Bana hazineleri açman için ne yapabilirim?" diye sorarken cevabı öğütlerden çıkarır: "Gönül denizdir, dil kıyı; deniz dalgalanınca içindekileri sahile atar."

Bâyezid-i Bistâmî, Dehistan'da şehitlerin mezarlarının bulunduğu tepeyi yılda bir kez ziyaret edermiş. Harakan'dan geçerken dururmuş, havayı koklayıp soluklanırmış. Dervişleri (yoldaşları) "Efendim, neden burada durup böyle yapıyorsunuz?" diye merak edince "Ben bu vurguncuların kasabasından bir erin kokusunu alıyorum. Adı Ali, künyesi Ebu Hasan'dır, benden üç basamak yukarıdadır. Aile yükü çekiyor, çiftçilik yapıyor ve ağaç dikiyor" der. Haber verir yani, Kars'tan Anadolu'ya, oradan cihana yayılacak o ulu eri. Çünkü aşk bir kaba sığmaz. O ağaç gibidir, kökü topraktadır. O kök o kadar sağlamdır ki tüm cihanı kaplar, kapsar, kavrar. Bundan sebep "Sevgiyi ağaçtan öğrenerek dönüyorum" der hikâyenin kahramanı. Camı ve elması anlar artık, bilir, görür. Kendi hikâyesinin nerede ve kimle başladığını öğrenir.

Bundan sonra ne mi olur? Bir büyüğüm, "Bırak kalbin uçsun, nasılsa konacağı yeri buldu" demişti. Herhalde yolcunun kalbi de bunu yaşar. Uçar ve konar... Gerçekle başlamıştık gerçekle bitirelim. İnsanın yolculuğunun gerçek bir yolculuk olması için, Harakan dergahının şeyhi ne buyuruyorsa onu küpe etmeliyiz kulağımıza: "Nefsin ölmedikçe asla hayat giysisi giyemezsin. Bir gezgine hangi seyahatinin çetin olduğu sorulduğunda şöyle cevap verdi: Nefsimden sefer edişim."

Bazen insan cam gördüğünü zanneder de gördüğü elmastır, dokunduğu ve duyduğu elmastır. Bu ayrımı yapabilmek, yani sahiden görebilmek için bazen bir roman bile kılavuz olabilir. Yola çıkarmak ve o yolu gerçek kılabilmek için. Cam ve Elmas böyle bir roman...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

4 Ocak 2019 Cuma

Pürüzsüzlük çağımızın alametidir

Byung-Chul Han’ın kitapları dilimize bir bir çevrilmeye devam ediyor. Bunlardan en sonuncusu İnsan Sanat Yayınları’ndan neşredilen Güzeli Kurtarmak. Çoğu Han kitabı gibi ince, fakat yoğun bir kitap olan Güzeli Kurtarmak, 87 sayfadan ve 14 bölümden oluşuyor.

Güzel veya estetik kavramı üzerine kafa yoran birçok filozof veya yazar var olageldi dünya üzerinde. Antik çağlardan modern çağlara kadar, düşünceler değişse de ya da ifade ediliş şekilleri değişse de bu kavramlar genel bir çerçeve içine sokulabilir. Kore asıllı Alman filozof Han da bu kavrama geçmiş düşüncelerin ışığında yeni bir bakış açısı getirmek için, bu konudaki denemelerini Güzeli Kurtarmak’ta toplayarak, bu alana bir katkı sunuyor.

Pürüzsüzlük çağımızın alametidir diyerek ilk denemesine başlıyor Han. Daha önceki kitaplarında incelediği konuları bu kez estetik ve sanat başlığı altında, bu kavramlarla ve bu alandan örnekler vererek değerlendiriyor. Modern dünyanın geldiği/getirildiği noktada, mükemmel olma zorunluluğunun tahakküm kurduğu toplumlarda ‘güzellik’ olgusunu, ilk denemesinde pürüzsüzlük üzerinden ele alıyor. Televizyon reklamlarından sınav sistemlerine kadar dayatılan, her yerde pürüzsüzlüğe/mükemmelliğe ulaşmaya çalıştığımız bu zamanda Han’ın sözleri bize destek olmanın da ötesinde bir bakış açısı sunuyor. Pürüzsüzlüğü pozitif toplumun buyruğu olarak yorumluyor Han. Bunu daha önceki kitaplarında da hem pozitiflik hem de olumluluk adı altında incelemişti. Bu sefer yaptığı ise, bu kavramları ‘güzel’ başlığına taşımak olmuş. Yazar, pürüzsüzlüğü bir nevi hareketsizlik kavramıyla bağdaştırıyor. Olumlu veya olumsuz, iyi veya kötü hiçbir yaşam belirtisi göstermeme hâli, yani tepkisizlik durumu. Bunu da Jeff Koons ve Andy Warhol’un eserleri üzerinden inceliyor. Han’a göre, iki sanatçı da sanat perspektifinden baktığımızda son derece önemli kişiler. Fakat Koons’un eserlerinde bir pürüzsüzlük görüyor yazar. Uysallık ve dirençsizlik kelimeleriyle tanımlıyor bu pürüzsüzlük halini. Bu durumu bağladığı yer ise Roland Barthes’ten mülhem, görme ve dokunma arasındaki karşıtlık. Han, görme haliyle pürüzlü olma halini eş değer sayarken dokunma işin içine girdiğinde bir pürüzsüzlük, negatifliğin ortadan kaldırılma çabası, sekülerleşme gibi kavramların tahakkümüne girildiğini belirtiyor.

İlk deneme ‘Pürüzsüz’ kitabın en uzun denemesi. Bu yüzden daha çok örnekle konuyu genişletmiş yazar. Verdiği örnekler de somut, düşüncede rahatça yer bulacak şeyler. Anlattıklarını birkaç cümleyle özetlediği ara duraklarla da yazıyı daha okunaklı hale getiriyor:

Günümüzde sadece güzel değil, çirkin de pürüzsüz hâle geldi. Çirkin de şeytani, tekinsiz veya dehşetli olanın negatifliğini kaybetti ve tüketim-eğlence kalıpları için pürüzsüzleştirildi. Her şeyi dondurabilen korkutucu ve dehşet verici Medusa bakışından tamamiyle yoksundur.

‘Pürüzsüz Beden’de fotoğraf, daha doğrusu yüz fotoğrafı üzerinden insanların ‘boşluk’ta, manasız bir hayat içinde sürüklendiklerini ele alan yazar, yüz fotoğraflarını selfie’yle bağdaştırıyor ve ‘Selfie bağımlılığı Ben’in iç boşluğuna işaret eder’ diyor. Burada Han’ın değindiği ilginç nokta, selfie’yi narsisizmin sonucu değil, iç boşluğun ürettiği bir şey olarak görmesidir. Fotoğraf sanatı üzerinden ‘güzel’e değinmeye çalışan Han, paragraflar arasında bazen bağlantı kurmakta zorlansa da konuyu toparlamayı başarmış.

Yüce ve güzel kavramları üzerinden Platon ve Edmund Burke’nin bu kavramlar için yaptıkları tanımlara değinen Han, aslında bu iki kavramın ayrılmaması gerektiğini, güzeli yüceliğe irca ettirmemiz gerektiğini belirtir. Platon’da bu kavramlar ayrılmamıştır fakat Burke’de ‘yüce’ saf dışı bırakılmıştır. Çünkü yüce pürüzlüdür, marazidir. Güzel ise pürüzsüzdür. Yüce negatiftir güzel ise pozitiftir. Bununla birlikte örtme kavramı üzerinden de bilgi ve enformasyon kavramlarına değinen Han, aslında aynı olan, daha doğrusu eş anlamlı kelimeler kabul edilen bu iki kavramla ilgili farklı bir bakış sunar. Han’a göre enformasyon örtük olamaz. Çünkü örtük olan, yazara göre güzeldir. Örtüsüz olan ise pornografiktir. Enformasyon, bilgiye göre her türlü metaforu, örtücü elbiseyi geri çevirir. Bilgi ise kendisini sırra geri çekebilir. Güzel, bilgi, görünmekten tereddüt eder. Han, bu durumu sanat eserlerinde Walter Benjamin’in fikirlerini baz alarak savunur:

Gerçek bir sanat eseri, kendisini kaçınılmaz şekilde bir sır olarak temsil etmesinden başka bir şey olarak hiçbir zaman kavranamaz. Son kertede, örtünün asli bir unsur olduğu bu nesne başka türlü tanımlanamaz.

Yaralanmaya görmenin hakikat anı denilebilir diyen Han, ‘Yaralanmanın Estetiği’ bölümünde bizi iki kavramla karşılıyor: studium ve punctum. Bu kavramları çok fazla kullanıyor yazar. Hem bu kitabında hem de diğer kitaplarında bu tür ikili kelimelerle bir zıtlık oluşturuyor ve anlatısını/fikirlerini seçtiği iki kavram üzerinden genişletiyor. Hakikat ve yaralanma arasındaki ilişkiye dikkat çekerek, ‘aynı’nın olduğu yerde sanat olamayacağını, kazasız hiçbir şiir yazılamayacağını, ‘negatiflik’ olmadan düşünme dahi olamayacağını savunan yazar, bu konuda Roland Barthes’in fotoğraf teorisini baz alarak düşüncelerini ilerletiyor. Studium’u, ‘kaygısız arzuları amaçsız ilgilerin, tutarsız tatların’ alanı olarak gören yazar, punctum’u ise izleyiciyi yaralayıp sarsan bir unsur olarak tanımlıyor. Tıpkı diğer yazı ve kitaplarındaki gibi ‘olumluluk’, ‘pozitiflik’, ‘tekdüzelik’, kısacası ‘aynı’nın istikametinden, düşündüğü konuların izinden ilerliyor.

Yazar birçok denemede güzel kavramıyla başka bir kavramı yan yana getirerek metnini oluşturuyor. Bunlardan biri de politika. Kitabın ilgi çeken denemelerinden biri ‘Güzelin Politikası’. Adalet-etik-güzel üçgeninde ve Platon ve Aristoteles’in fikirleriyle genişleyen bu yazıda Han, günümüzün politik düzenini ‘güzel’le olan ilgisizliği düzeyinde inceliyor. Güzellik eyleminin her türlü kısıtlamadan azade olduğunu savunan yazar, buradan, günümüzün politikasının sistematik kısıtlamalara tâbi olduğu ve güzel olamayacağı sonucuna varıyor. Günümüzün politikasını özgür bir insan olarak değil bir köle olarak tanımlıyor:

Aristoteles’in edamonik (mutluluk) etiği, kendine özgü iyi-güzel anlamına gelen kalokagathia kavramını ortaya çıkarır. İyi, burada güzele tâbidir veya ikincilleştirilmiştir. İyi olan, güzelin ihtişamıyla tamamlanır. İdeal politika, güzelin politikasıdır.

Çağımızda güzelin politikası mümkün değildir çünkü günümüzün politiği tamamen sistematik kısıtlamalara tâbidir. Günümüzün politiği özgür bir alana bile sahip değildir. Güzelin politikası, özgürlüğün politikasıdır. Günümüzün politiğinin boyunduruğu altında çalışan alternatifsizlik, sahici bir politik eylemi imkânsız kılmaktadır. Politika eylememekte, fakat çalışmaktadır. Politika bir alternatif, gerçek bir seçim sunmalıdır. Yoksa bir diktatörlüğe dönüşerek çöker. Sistemin yardakçısı olarak politikacı, Aristotelesçi anlamıyla özgür bir insan değildir, daha ziyade bir köledir.

Kitapta tekrarlar oldukça mevcut, Han’ın bütün kitaplarında olduğu gibi. Yazar birkaç denemeyle anlatacağı şeyleri 14 denemeye çıkartmış. Bölüm başlarında incelediği, Kant’ın, Hegel’in veya başka filozofların estetik ve güzel hakkındaki fikirleri farklı fikirler; fakat sonunda kendi düşünceleriyle vardığı nokta aynı. Denemelerin sonunda sık sık aynı anlamlara gelen, aforizma tarzı cümleler okuyoruz. Örneğin “Tüketim ve güzellik birbirini dışlar. Güzel kendisini reklam etmez” veya “Sanatın özgürlüğü, sermayenin özgürlüğüne boyun eğmektedir” gibi. Evet, kendi kendiyle çelişmez Han, tespitleri muazzamdır, yerindedir fakat bir çözüm yolu da sunmaz okura. Şahsen çözüm yolu için okumuyorum Han’ı; ancak bunun için okuyacaklar için doğru adres olduğunu düşünmüyorum.

Hakikat Olarak Güzel” kitabın en ağır denemesi belki de. Çünkü Hegel’in estetik anlayışından yola çıkarak ‘güzel’i inceleyen Han, burada felsefenin dilsel anlamda sınırlarını zorlamış. Aslında bu kitap, Türkçeye çevrilmiş bütün Han kitapları içinde (Şiddetin Topolojisi hariç, onu okumadım) en ağır dille yazılmış olanı. Felsefi terimler, konuların buralardan çıkış yolu alması ve dilin o noktaya evrilmesi okuru oldukça zorluyor.

Yazar, kitabın ismindeki gibi aslında güzeli kurtarmaya çabalıyor metinlerinde. Güzelin; tüketim toplumunun, kapitalist toplumun nesnesi haline geldiğini ve buradan çıkması gerektiğini birçok filozofu karşısına alarak veya kendine destekçi yaparak anlatmaya çabalıyor. Fakat hissi olarak fark ediliyor ki bir karamsarlığı da mevcut. Yine de böyle bir kitabı yazmak bile yazar için atılmış olumlu bir adım bence:

Radikal olumsallığın karşısında, bağlayıcı olana özlem duymak gündelik olanın ötesine uyanmaktır. Bugün güzelin pürüzsüzleşerek beğeni, like objelerine, keyfî ve rahatlatıcı şeylere dönüşmesi sonucunda güzelin krizi ile karşı karşıyayız. Güzeli kurtarmak bağlayıcı olanı kurtarmaktır.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Dünya, içinde düşü olan bir yolculuktur

“Yeryüzünde sayısız kapı dururken araladığınız kapının Düş Yiyiciler Sirki’ne açılmasından daha talihsiz bir hikâye yoktur.”
- Memed Osman, Düş Yiyiciler Sirki

Kitap yukarıdaki alıntıyla başlıyor. Yapılan ironi okuyucuyu içine çeken bir anafora dönüşüyor adeta. Sonra direkt meseleye giriyor yazar. Kaçışı, göçüşü yok. Bu kapıdan girdiyseniz, çarkların arasındaki yerinizi, yani ezilmeyi göze almalısınız demeye getiriyor. Yaşamak öyle değil midir zaten.

Ve Yayınevi’nin en başta söylenmesi gereken ilginç bir özelliği var. Yayınladığı eserleri numaralandırarak ‘ilgilisine’ koleksiyonluk bir ‘eser’ sunuyor. Yayınevinin yayın listesini genel olarak şiir kitabı oluşturuyorsa da araya roman serpiştirmeyi ihmal etmiyor. O romanlardan biri de Düş Yiyiciler Sirki. Memed Osman (asıl adı bu değil ama buna yakın) imzasını taşıyan eser seksen sayfadan oluşuyor. Öyle seksen sayfa olduğuna bakmayın. Düş Yiyiciler Sirki son derece yoğun bir metin. Duygu yoğun, dil yoğun, tepki yoğun, düş yoğun… Ne derseniz artık. Ya da ne dilerseniz…

Düş Yiyiciler Sirki benim gibi karamsar mizaçlı ve depresif ruhlu okurlar için birebir. Bizler, “Beni bu güzel havalar mahvetti,” mısrasının içinde biteviye yankılandığı kişileriz. Herkesin Güzel Havalar’ı başkadır sanıyorum. Örneğin benim için güzel hava güneşsiz havadır. Soğuk, rüzgârlı, yağışlı havaları güvenli belleyenlerdenim. Düş Yiyiciler Sirki beni böylesi bir diyarda dolaştırdı. Kasvetli bir dünya… Tıpkı gerçeği gibi. Güneşli havaları gerçekçi bulmam. Kitabı okurken çok keyif aldığımı söylemeliyim.

Hikâyenin başkahramanı Na!, hayatını kabuslarının işgâlinden kurtarmak için hunharca çare arayanlardan. Kendisi ilaç mümessilliğinden emekli. Hangi ilaç neye iyi gelir, biraz biliyor. ‘Kötü’ yaşıyor. Rehabilitasyona ihtiyacı var. Çocukluğuna iniyor. İçinden çıkmak ne mümkün! Geçmişiyle hesaplaşıyor; borçlu çıkıyor. Alternatif iyileşme yöntemleri deniyor. Çaydanlığa bitki atıp ocağa koyuyor. Hayatı su kaynatıyor. Nafile çabalar. Durmadan aynı kabusu görüyor ve uyanıyor. Kabusu gün gibi hatırlıyor. Hatırlamasa da önemli değil. İçine uyandığı hayat zaten kabusun devamı niteliğinde. Na!, kalabalıktan kaçan yalnız bir adam. Ayrıca o sık sık ölümle burun buruna gelen bir panik ataklı. Bilen bilir.

Düş Yiyiciler Sirki’nin masalsı bir üslubunun olduğunu görüyoruz. Yazar, ‘ben’ ve ‘o’ anlatıcı tekniğini dönüşümlü olarak kullanıyor. Na!’nın ‘kuralları’ ve “yaşamak intikam almaktır” söylemi eserdeki leitmotive örneği diyebiliriz. Romandaki bol imgelemli dil metne melankolik bir şiirsellik katıyor. Öte yandan mitik ve fantastik ögeler havada uçuşuyor. Gerçek, gerçeküstü ve gerçek dışı birbirine giriyor. Toplumsal gerçeklik absürdizmle yoğrularak işi çığırından çıkarıyor. Sonra aniden sıradışı akış gündelik hayatın basit bir görünümüyle duraklıyor. Her şey normale dönüyor sanıyorsunuz ama boşa heveslenmeyin. Dil açısından muhayyileyi zorlayacak dercede zengin bir metinle karşı karşıya kalıyor okuyucu. Yazar yazmaktan ziyade kelimelerle bir görsel oluşturuyor. Okuyucu izlemekle yetiniyor. Tıpkı bir sirk izleyicisi gibi.

Memed Osman, hayatın, düş yenilerek tüketilen bir yer olduğuna dikkat çekiyor. İnsanlar birbirinin düşlerini yiyerek duyarsızlaşmaktadır. Dolayısıyla ortaya tekdüze, programlanmış, duygusuz bir yaşam biçimi çıkmaktadır. Bu yönüyle eser modern dönem eleştirisi olarak da değerlendirilebilir. Geçmişe yapılan atıfta, uygarlar tarafından ilkel diye tabir edilen anlayışın manipüle edilişi gösterilmeye çalışılıyor. Bu bağlamda, ilkel ile gerçek arasındaki uyum, modern ile gerçek arasındaki uyumdan çok daha ileridedir. Yazar, insanların gösteri izlerken kendinden geçtiği sirkin bir eğlence yeri olup olmadığını soruyor. Hayatı sirk analojisiyle açımlayan alt metinde ise insanın sığlığının iktidarı sorgulanıyor. Düş Yiyiciler Sirki psikolojik yönü ağır bir metin. Na!, günümüz insanının gerçeklerden soyutlanarak gizlenen aciz tarafı olarak değerlendirilebilir. Ya da soft bir sistem eleştirisi.

Düş Yiyiciler Sirki, gerçek ile düşün (gerçeküstü ve/veya gerçek dışının) diyalektik çözümlemesini içeren bir roman. Fantastik bir modern zamanlar sorgulaması da diyebiliriz. Az da olsa Michael Ende’nin (1929-1995) Momo’sunu hatırlattı bana. Sanırım bu kadar kasvet yeter. Hayat her ne kadar ‘düşlerin yenilerek tüketildiği bir sirk’ olsa da romanın son cümlesi insanın var olduğu yerde ümidin tükenmeyeceğini vurguluyor: “Dünya, içinde düşü olan bir yolculuktur.

Düşmesini bilene…

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp