6 Nisan 2018 Cuma

İnsandan insana mistik fısıltılar

Düşler, yıldızlar ve sonsuzlukta ebediyen kaybedilenler…

Ya da yeni bulunanlar… On dokuz öyküyle okurun ilgisine talip.

Akla gelenlerle, Halil Cibran’ın dünyasından, kelimelere yeniden başka yönden bakma isteği belki de:

“Beyaz bir alev tutacaktık ellerimizde
Ve diyecektik ki kalbimizin derinlerinden
Bu geri dönen kendimizden bir parça,
Firar eden nefesimizden bir nefes”

Uykudan uyandıran Mistik Fısıltılar okuruna, yeni bir nefes olma umuduyla Profil Kitap’tan ikinci baskısını yapmış başarılı bir öykü kitabı. “Bir gün insanlar günü olsa ve o gün herkes insan olsa!..” derken, Mehtap Altan; okul programlarında “aydınlatmak” cezaevi programlarında “arındırmak” için bıkmadan usanmadan, coşkulu edebi adımlarına devam etmekte. Yani kararlı ve üretken bir yazar olarak ilerliyor.

İmgesel bir örgüyle okuruna sesleniyor Altan: “Çünkü göğüne küstürülen her yıldız, yalnızlığın puslu perçemine değen suskusunda hapsedilir sonsuzluğa. Sonra yıldızları kendi sonsuzluğunda arama oyunu başlar. ‘Sobe’ diyen, kazanan değildir aslında, kaybedişe kucak açan yanık tenli düşlerdir.

Farklı bir çizgide, yazara has bir çerçevede, öykülerin su gibi aktığını gözlemlemek mümkün.

Kitabını kızları ‘Eda ve Rukiye’ye armağan etmiş yazar Mehtap Altan, “Minik… Evin yok mu senin?” diyor ansızın. Bam telinden yakalıyor okuru adeta.

Bu devirde kim heybesinde sayısız umut dağıtıyor ki?” böyle diyor ya, “Gri”de öykü kişisi; ”Beklemek; sancısına nâr saran gönlün, hüzne sevdalı öyküler doğurmasıdır. Hüzün olmadan us kıyısına kıvrılmaz gönül.”. Halep’teki Kerimiye Camii’ni özleyen, ya da namaz kılan dedesinin izini süren sürgün küçüklerin rüyası “Esvap” adlı öyküde birleşmiş sanki. Ümeyye Camii’ndeki Hz. Zekerriya kabrinin etrafında koşan çocuğun coşkusu ve Barra, Humus, Şam… “Hadi çocuk! Var mısın en cesur yanımda, benimle sonsuza uyumaya. Ne sen yaşamın kangren salınışlarında, canım yanarken bana çaresizce bakacaksın ne de ben her gece sana koşuşlarımda, iki arada bir derede kalacağım.

Acelesi olanların asla anlayamayacağı, dedesinin Mescid-i Aksa’ya dair sözlerini unutamayan kızlar... Liseyi okumasına izin verilmeyen ve gönülsüz evlendirilen bir kız çocuğunun dünyası “Sapan” ne çok şey anlatır meğer duyarlı okura. “İnsan dallarını kıranları değil de, kırılan dallarında çiçek olmak isteyene küsermiş önce…”. Kırılgan kadınların dili olan öyküler, Mistik Fısıltılar'da: “Bak! Kelebeğin kanatlarının rengini görüyor musun? Kardelenin köklerinde kalmış… Eğer o kelebeğin kanadını kurtarsaydın, yaşamdaki manayı çözmek için düşlerini satacaktın geceye!..”. Gece ki yeniden tanımlanıyor yazarın kelimeleriyle.

Salkım Saçak Gecenin Bağrında” çocuk ve kadın diyaloglarıyla sımsıkı örülü bir hesaplaşma öyküsü en çok: “Yaşam senin yürek ormanına bir kibrit çakarken, çıkan ilk yangında beni sınır dışı etmiştin yürek ülkenden.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

5 Nisan 2018 Perşembe

İkiyüzlü insanlar arasında yılkı atlarının mücadelesi

Yılkı Atı, Abbas Sayar’ın ilk romanı.

Abbas Sayar kimdir, kısaca bahsedelim: 1923 yılında Yozgat’ta doğmuş ve 1999 yılında hayata veda etmiştir. Çoğunlukla, Orta Anadolu kültürünü anlatan eserler vermiştir. Roman, öykü ve şiir alanında eserleri bulunmaktadır. Yazılarında Anadolu kültürün izlerini ve yöre insanlarının yaşantılarını açıkça görmek mümkün. Abbas Sayar denildiğinde aklımıza ilk gelen romanı büyük olasılıkla Yılkı Atı.

Yılkı Atı, 10 bölümden oluşuyor. Yılkı Atı’nın hikâyesi Üssüğünoğlu diye adlandırılan İbrahim’in Doru Kısrak’ı yılkılığa bırakma kararıyla başlar. Peki, ne anlama geliyor bu yılkılık?

Yılkı atı, doğada özgürce dolaşan at demek. At sahipleri, yaşlanmış ve artık işe yaramayan atları daha fazla beslememek amacıyla kış aylarında yılkılığa bırakıyorlar. Eğer at ilkbahara kadar hayatta kalmayı başarırsa sahibi tarafında tekrar alınıp bakılıyor. Yılkı atlarının soğuk hava şartları, açlık ve yabani hayvanlardan kurtulabilme mücadelesi tam da burada başlıyor.

Bu yaşlı atlardan biri olan Doru Kısrak’ın zorlu mücadelesini anlatır Abbas Sayar. Doru Kısrak’ın yaşadığı olaylar karşısındaki derin duygularını yılkılığın gözünden ustaca betimlemiştir. Bu betimlemeleriyle yılkı atlarının hayatlarını anlatan nadir bir roman ortaya çıkarmıştır. Romanın yayınlandığı 1970 yılında Sanat Ödülleri yarışmasında Yılkı Atı romanıyla “Başarı Ödülü” almıştır.

Atlar insanlara çok benzer derler, Doru Kısrak’ın hikâyesinde de kendimizden parçalar buluyoruz. Yaşam mücadelesi, eve dönmek için verdiği uğraş, yavrusuna duyduğu derin özlem, bu süreçte kendisine umut olacak bir sevginin peşine düşmesi ve zorlu şartlara rağmen özgürlüğünün peşinden gitmesi.

Yılkı Atının mücadelesinin yanı sıra kitapta insanoğlunun içinde bulunduğu ikiyüzlülüğe de sık sık yer verilmiş. Başta İbrahim’in Doru Kısrak’a yaptıkları ve köylünün bu yöndeki söylemleri en doğal haliyle samimi bir şekilde ifade edilmiş. “Bizim millet davulun iki tarafına da vurur”. İbrahim’in bu sözü insanoğlunun bu durumuna adeta ayna tutmaktadır.

Kitabı okuduktan sonra zihnimden şunlar geçti; her insan bir dönem yılkılığa bırakılmıştır ya da özgürlüğü adına uzaklara dörtnala koşmak ister. Belki de İsmet Özel bunun için söylemiştir; “ben atlara ve uzaklara hayrandım” diye. Atlara ilginiz varsa veya atların, bilhassa yılkılıkların gözünden dünyaya bakmak isterseniz Doru Kısrak’ın sürükleyici hikâyesine eşlik edebilirsiniz.

Elif Çıldır
twitter.com/elifcildirr

4 Nisan 2018 Çarşamba

İnsanlığı ‘güç dengesi’nden ‘kültür dengesi’ne davet

Sekizinci yüzyılda başlayan Tercüme Hareketleri’yle birlikte 1970’lerde ortaya çıkan Bilginin İslamileştirilmesi şeklindeki kavramsallaştırmanın İslam tarihindeki en ilginç ‘entelektüel’ girişimlerden biri olduğunu düşünüyorum. İslam dünyasının birinci konunun hakkını vermemiş olmasının yakıcı sonuçlarını hâlâ yaşamaktayız. Diğer yandan ikinci konuya yeterince ilgi gösterilmemiş olması üzücü olmakla birlikte söz konusu çabanın entelektüel düzeyiyle ilgili olsa gerektir. Türkiye’nin mevzuya alakası ve katkısı ayrıca değerlendirilmesi gereken bir durum! Her ne kadar hareketin önde gelen isimlerinden İsmail Raci el-Farukî’nin (1921-1986) Bilginin İslamileştirilmesi: Genel Çalışma Planı ve İlkeler isimli eseri Türkçeye kazandırılmış olsa da Mevlüt Uyanık’ın Bilginin İslamileştirilmesi ve Çağdaş İslam Düşüncesi adlı çalışması konuya dair daha kapsamlı bilgi sunuyor. Mevlüt Uyanık’ın eserinin hem konuyu ele alış biçimi hem de kaynak zenginliği açısından gerçekten takdire değer bir çalışma olduğunu söylemeliyim.

Yazıya Bilginin İslamileştirilmesi kavramsallaştırması üzerinden giriş yapmamın sebebi değerlendireceğim kitabın konuyla direkt bağlantılı olması. Yukarıda değinilen eserlerle birlikte okunulursa boşlukta kalan kısımlar daha rahat anlaşılacaktır diye düşünüyorum. Zira çalışma belirli bir programın devamı niteliğinde. Bilginin İslamileştirilmesi kavramı İslamabad İslam Üniversitesi ve Uluslararası İslam Düşünce Enstitüsü ortaklığında 1982 yılında düzenlenen bir seminerde bir araya gelen Müslüman aydınların ortak çalışması sonucu ortaya çıkmış bir metne dayanıyor. Doğu ile Batı’nın Buluştuğu Yer adlı eser de söz konusu metnin sonraki aşamalarından birisi diyebiliriz. Kavramsallaştırma derinleştirilerek zenginlik kazandırılmış.

Mahya Yayıncılık etiketini taşıyan yüz yirmi yedi sayfalık eser Mısırlı akademisyen Muna Ebu’l-Fadl’a (1945-2008) ait. Yasemin Savur’un Türkçeye kazandırdığı çalışma "İslami Uyanışın Gündeminde Batı" alt başlığını taşıyor. Eser tipik Doğu-Batı karşılaştırmasından epeyce farklı. Yazar her iki medeniyet ve/veya kültürün bir noktada buluşturulup buluşturulamayacağını sorguluyor ve bir çağrı olarak tanımladığı bu sorgulamayı “Batı’yla mutedil ilişki ve her iki tarafı anlamaya, incelemeye bir davet” şeklinde belirtiyor. Biraz ütopist ve fazlaca iyimser görünen bu çağrı yapılırken elbette Batı’nın uygulamalarını meşrulaştırmak ya da tavrını olumlamak gibi bir çaba içine girilmiyor. Fadl, Doğu ve Batı karşılaştırmalarının bir anlamda İslam-Hıristiyanlık karşılaşması anlamına geldiğini söylüyor ve sürecin Batı’nın sömürgeleştirme ile işgalleri sebebiyle bir kültürsüzleştirme ve tarihsizleştirme şeklinde devam ettiğinin altını çiziyor. Şeklen fiziki sömürgeleştirme uygulaması bitmiş gibi görünse de Batı’nın Doğu’ya karşı devam eden oryantalist tutumu İslam ülkeleriyle sağlıksız bir ilişki kurmalarına neden olmaktadır. Diğer yandan Müslümanlar bu süreçte sömürgecilik sonrası, hatta sömürgecilik öncesi dönemden kalma tahribatla mücadele etmektedir. Bu açıdan hem içsel hem de dışsal bir sorgulama yapılması elzemdir. Zira topyekûn insanlığın davet edildiği bu itidal çağrısına Batı kadar -belki daha fazla- Doğu’dan da karşıt yanıt gelmektedir.

Fadl, “Batı sorunu” üzerinden yapılan tartışmalar içinde “özgün ve çağdaş bir girişim” olarak gördüğü “modern İslam düşüncesini yenileme” konusundaki görüşlerini “niyetimiz, mevcut projenin ruhunu ve konumunu vurgulayarak Batı ile buluşma meselesini ekonomik ve siyasi bağlamdan, ait olduğu yere, kültürel ve entelektüel alanlara taşımaktır” şeklinde belirtiyor. Bu amaçla yayınlanan Bilginin İslamileştirilmesi: İlkeler ve Genel Çalışma Planı göstermiştir ki, ortaya konulan çalışmalar “modern akademik dünyada -epistemolojileriyle ve yöntemleriyle- Batı mirasının parçası olan tarihsel bir kültürün yansımaları veya yan ürünleridir.”. Bu tablodan hareketle, eğer bilgi Batı merkezli zihniyetten arındırılmak isteniyorsa en başta “felsefenin, tarihin ve kültürün disiplinler üstü bir seviyede ele alınması gereklidir.

Yazar, İslam medeniyetinin kaderinin ‘güç dengesi’ne değil ‘kültür dengesi’ne bağlı olduğunu belirtiyor. Ona göre geleceğin kültürünü de belirlemesi gereken bu durum sadece İslam dünyası için değil tüm insanlık için geçerlidir. Fakat günümüzde siyasi kontrolü elinde tutan Batı çağdaş medeniyetin hızını ve yönünü de belirlemektedir. Diğer yandan Batı’nın bu belirleyiciliği tüm dünyada memnuniyetsizlik oluşturmaktadır. Hatta bu memnuniyetsizliğin tezahürü olarak Batı düşüncesi içinde ortaya çıkan eleştirel tutumlar bile fayda sağlamamaktadır. Yazar bu sorunu Batı’nın yapısındaki yanlış konumlandırılan güç dengesi ve medeniyetin üzerine kurulduğu temellerin yetersiz oluşuna bağlıyor. Müslümanlara bu noktada görev düşmektedir. İslam vasıtasıyla alternatif sunma potansiyeli olan Müslümanların kuracağı alternatif düşünce ve/veya sistem siyaset üzerinden değil kültür üzerinden gerçekleştirilmelidir. Fakat bunu yapabilmek için Müslümanlar evvela kendi değerlerini ve geleneklerini sorgulayarak “İslam kültürünü özüne dönüştürebilmeli, varoluşsal tevhidi yeniden kazanmalı ve (epistemolojik) bilgisini aktif hale getirmelidir”. Diğer bir deyişle, Müslümanlar kültürel bağımsızlıklarını kazanarak bugüne kadar Batı’ya verdikleri raeaksiyonel tepkiyi bırakmalıdır. İkinci olarak İslam dünyası Batı’yı yetkinlikle ele almak durumundadır. Bugün için Müslümanların Batıyı gözden geçirebilmesi demek bir yanıyla kendilerini gözden geçirmeleri anlamına da gelir. Zira Müslüman toplumlar İslam’ın öz kültüründen ziyade modern Batı zihniyetinin bir parçası durumundadırlar. Müslümanların Batı’yı ele alması ve yorumlaması için Kur’an’ı ve Sünnet’i gerçek mânâda anlaması, eleştirel bir gözle ele aldığı İslam kültürünü bilmesi, İslami bir perspektifle eleştirisini yapabildiği Batı kültürünü öğrenmesi ve bu konularda İslami perspektife uygun “özgün çıkarımlarda” bulunması gerekir.

Bilginin İslamileştirilmesi sürecini ele alan yazar, Batı bilgi sisteminin geçirdiği aşamaları ve hâkim konuma gelişini değerlendiriyor. İnsanın dine ihtiyaç duymadan varolabileceğini savunan modernizmin seküler temellerinin Batı düşüncesine kazandırdığı dışlayıcılık ve soyutlayıcılık postmodern dönemde de devam etmiştir. Bu durum Batı’nın diğer kültürleri önemsememesine neden olmaktadır. Fadl’a göre Batı’daki bu anlayış Bilginin İslamileştirilmesi noktasında önemli bir sorun olmaktadır fakat Müslümanların büyük bir kısmının da aynı tavrı takındığı görülmektedir. İslam dünyasında Batı’yı reddederek koşulsuz geleneğe bağlananlar ile geleneği reddederek doğrudan Batı kültürüne eklemlenen bu iki tavrın aynı noktada buluşması tam bir paradoks oluşturuyor. Bu tavırları nedeniyle Müslümanların Aydınlanma ve modernizm değerlerine sadakati de tuhaflığı arttıran bir başka durum olarak karşımıza çıkıyor. Tarihsel olarak bakıldığında Müslümanların oluşturduğu toplumlarda kültürel hareketsizlik, entelektüel kopukluk ve faaliyetlerde süreksizlik olduğu görülüyor. Sisteme entegre olmanın çare olmadığı gibi kendini soyutlayarak kabuğuna çekilmek ve bilgisizce korumacı bir tutum takınmak da çözüm sağlamayacaktır. Bakış açısının değiştirilmediği takdirde çözümün de olamayacağını söyleyen yazar, bugünün kültürel sorunun etkileşim halinde olmak veya uyum sağlamak değil, hâkim kültür karşısında öz kültürlerin terkedilişi olarak tanımlıyor. Müslümanlar kimliklerini kaybetmeden özeleştiri yapabilmeyi başarmalı ve yeni bir anlayış, mutedil bir bakış açısı ve kapsayıcı bir dil geliştirilmelidir. Bilginin İslamileştirilmesi süreci ölçütün, kültürün, düşüncenin ve değerlendirmelerin İslamileştirilmesi sürecini doğuracaktır.

Yazara göre Müslüman dünyasında entelektüel uyanış bir zorunluluktur ve İslam coğrafyasındaki geri kalmışlık salt teknolojik ve bilimsel eğitimle çözülemez. Zira hayat boşluk kabul etmez ve Müslümanların hayata dair sahip olamadıkları bilgi boşlukları Batılı disiplinlerce çabucak doldurulmaktadır. Batılı disiplinlerle ancak entelektüel uyanış sayesinde oluşmuş bir bilgi kuramıyla mücadele edebilir. Entelektüel uyanış epistemolojik bilinç ve sosyokültürel duyarlılığı arttırmaya yöneliktir. Müslüman toplumu dönüştüren İslami bilginin oluşturduğu kültürel yapı belirli bir aşamadan sonra Batı’ya yönelecektir. Bu bağlamda sosyal bilimlerin önemi daha iyi anlaşılmalıdır. İnsanlık için bir arayış hâline getirilmesi gereken Doğu-Batı karşılaşmaları bir rekabet ve mücadele alanı olmaktan çıkarılmalıdır.

Bilginin İslamileştirilmesi sürecinin teorik olarak değerlendirildiği eserde, bu sürecin nasıl işleyeceğine dair yapılan akademik ve entelektüel çalışmalara atıfla bilgiler veriliyor. Tarihsel gelişim ve mevcut durum ele alınarak projenin gerçekleşmesi halinde İslam dünyasına ve insanlığa katacağı faydalar sıralanıyor. Kitapta, Batı bilgi kuramının ortaya çıkardığı modern düşüncenin hayatın problemlerini çözemediği gibi fazladan sorunlar çıkardığı ve bu durumun tek alternatifinin Bilginin İslamileştirilmesi ile ortaya çıkacak “tevhidî epistemoloji” olabileceği iddia ediliyor. Hem geleneksel kültürün hem de Batı kültürünün eleştiren tevhidî epistemoloji sayesinde entelektüel uyanış gerçekleşecek ve sonrasında İslam kültürünün oluşturduğu bir toplum yapılanması meydana gelecektir. Kendi özüne dönen bu kültürel yapı doğal olarak Batı kültürüyle karşılaşacak ve sorun çözmede daha mahir olduğu için insanlığın faydalanacağı bir oluşuma dönüşecektir.

Her şeyden önce kitapta değinilen yöntem ve uygulamaları gerçekleştirebilecek özgüven ve özgünlüğe sahip bir toplumun oluşması gerekir. Aksi durumda bugünkü görüntüden çok da farklı bir manzara ile karşılaşmamız mümkün görünmüyor. Modernist ya da gelenekçi eğitimden/terbiyeden geçmiş bugünün Müslümanları hayatı dünyevi ve uhrevi olarak ikiye ayırdıkları düalist yapıyı terk ederek tekli bir anlayışa sahip olmak durumundalar. Ancak bu şekilde bir anlam bütünlüğü ve kültürel başarı sağlanabilir. Bu bağlamda Batı karşısında Müslümanların acziyetini yalnızca bilim ve teknolojide geri kalmaya indirgemek doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Özellikle Müslümanların sahip olduğu bu zihniyet arızası günlük yaşamdan ideallere, siyasetten ekonomiye, edebiyattan sanata kadar hayatı tam anlamıyla kuşatan bir kültür sorunu olduğu görülüyor. İslam dünyasındaki bu ve benzeri sorunlar üzerine entelektüel manada esaslı bir çalışma yapılmaması bir yana yapılan çalışmaların tümüyle Batı kültürünün yeniden üretimi sağlayan popülist uygulamalar olduğunu görüyoruz. Sonuç itibariyle gerek bu eserden anlaşıldığı üzere ve gerekse bu eserin temsil ettiği Bilginin İslamileştirilmesi projesinin önemine karşın gördüğü yetersiz ilgi yakın zamanda Müslümanların durumunda pek bir değişiklik olmayacağını gösteriyor diyebiliriz.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Psikoz ve delilik arasındaki ince çizgi: şizofreni

Ruh sağlığıyla öyle veya böyle meraklı olan herkesin, muhakkak gizeminden etkilendiği bir konu şizofreni. Zaman zaman bazı içerikler paylaşılıyor, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde bir dönem şizofreni tedavisi görmüş kimselerin şiirleri, bazı hikâyeler... Onların hayata kusursuz bir gerçeklikle baktığı söylenebilir mi? Tamamen soyut bir pencereden baktıkları söylenebilir mi peki? Her ikisi için de ne tam evet, ne tam hayır. Sanki kişilikleri ikiye ayrılmış, bir kısmı hayatı bizler gibi yaşarken diğer kısmı bambaşka bir âlemde... Hangi âlem bu âlem?

İngiliz psikiyatrist ve yazar Christopher Bollas, çağdaş psikanalitik teorilerilerin öncülerinden. Kaliforniya Üniversitesi'nde eğitim aldıktan sonra otizmli ve şizofreni hastası çocuklarla ilgilenerek başlamış kariyerine. Sonra yetişkinlerin tedavileri için de uzun yıllar çalışmış. Biyografisinden okuduğumuza göre yaşanmış olaylarla yazılı eserler arasında aykırılıklar görerek, psikanalitik çalışmalar yapmak yerine klinik dünyaya yönelmiş ve psikanalize yoğunlaşmış. Kırk yılı aşkın bir süredi kliniklerde çalışıyor ve bu deneyimlerini kitaplaştırıyor. Nihayet bu kitaplarından biri Mehmet Gürsel'in çevirisiyle kazandırıldı. Güneş Patladığında, Bollas'ın hastalarından birinin ağzından çıkan iki kelime. Çok etkileniyor ve kitabına bu ismi veriyor, alt başlığı: şizofreninin gizemi.

Kitabın son derece kolay okunduğunu en başından söyleyebilirim. Bollas'ın niyeti belli ki söz konusu 'âlem'e okuyucuların ilgisini çekmek. Çevremizde bu hastalığa 'yakalanan' insanları anlamak, tanımak ve onlara yardımcı olmak anlamında önemli şifreler veriyor. En büyük şifre ise elbette konuşmak: "Hepimiz konuşmanın hikmetini biliyoruz. Başımız sıkıştığında başka bir insandan yardım isteriz. İnsana kulak verilmesi, kaçınılmaz biçimde yeni bakış açıları üretir. Aldığımız yardım sadece söylenen sözlerde değil, aynı zamanda insanlar arasındaki ilişkinin bilinçdışı düşünmeyi teşvik eden sağaltıcı konuşma sürecinin iyileştirici niteliğindedir. Başımız sıkıştığında halden anlayacak biriyle konuşmak kritik bir olaydır."

Dile gelmeyen söz sonsuzlukta yankılanır derler. Bu ifade ne kadar büyülü gözükse de aslında insanı yoran bir tarafı da vardır. İnsan söylemedikçe, fikirlerini dile getirmedikçe kendini ifade etmekte güçlük çekmeye ve neticede şifasını bulamamaya başlar. Şifadan uzaklaşır. Bu anlamda Bollas, kelimelere dikkat kesilen bir psikiyatrist. Özellikle şizofreni hastalarının ağzından çıkan cümlelerin her biri ayrı bir öneme sahip. Bilhassa çocuklarda: "Bir çocuğun korkularını onunla konuşmak önemliydi tabii ki ama kritik önem taşıyan bir diğer şey de, hayatın olumlu yönlerini hep aklın bir köşesinde tutmaktı. Düşünceler dile gelmeliydi, sevgi ve güvenlik için çocuğa açılma fırsatı verilmeliydi, masalda, maceranın içinde yol alırken, çocuğa hoşlandığı yönleri ifade edebilmesinin (espri yapabilmesinin) yolları gösterilmeliydi; sadece korkulara odaklanıp benliğin dikişlerinin atmasına neden olunmamalıydı."

Kitabın özellikle ilk bölümünde Amerika'nın dönem fotoğraflarını çekmek mümkün. Hem siyasi olarak hem de toplumsal olarak önemli mevzuların insan ruhunda yarattığı tahribatları anlatıyor Bollas. Paranoyanın, cinnetin, psikozun, içsel-dışsal çatılmaların bol olduğu bu zamanlarda çalıştığı okul da çeşitli sözcüklerle 'misafir'lerinin içini rahatlatmaya çalışmış. "Sen güvendeysen, biz de güvendeyiz" ile başlamış bu slogan stratejisi. Sonra "Okuldayız ve burada iyiyiz"e dönüşmüş. 1969 yılının yazında Ulusal Muhafızlar'a ait helikopterlerin göstericileri 'avlamak' için alçak uçuş yapması, sadece çocukları değil doktorları, öğretmenleri de çok etkilemiş. Kimsenin okula gitmek istemediği bu dönemde slogan da "Endişelenmemeye çalışın" olmuş. Yani tüm bu atmosferde okulda çalışan kimse "bırakalım sloganı, kelimeleri, evimizde güvenle oturalım" dememiş. Bir sorumluluk bilinciyle, "her şeye rağmen" hayatın devam ettiğini her yerde vurgulamışlar ve görevlerini, o çocukların kendi gerçekleriyle buluşabilme imkânlarını sonuna dek savunmuşlar.

Söz konusu atmosferin nasıl bir paranoyaya sebep olduğu ve bu paranoyanın aslında devletin nasıl da işine geldiği Bollas gayet samimi açıklamış: "Paranoya gerçekten de etkilidir ve diğer insanların canavarlığına odaklanan paranoyaklar tarafından tanımlanır. Hıristiyanlıkta bu rol her zaman, şeytan tarafından başarıyla oynanmıştır. Bu, Amerikalılar için, Avrupa yozlaşmışken, kendilerinin masum olduğu düşüncesini devam ettirmek anlamına gelir. Ahlaksızlığın adece yurtdışında bulunabilecek bir özellik olduğu düşüncesini yerle bir eden Amerikan İç Savaşı'nın ardından, Amerika Birleşik Devletleri, saflık algısını bir kez daha tesis etmek üzere, aradan çok geçmeden, harici düşmanlar bulmanın peşine düşecekti."

Psikoz ile delilik arasındaki çizginin çok ince olduğunu ve bu ayrımı yapmanın zorluğunu anlatırken Bollas, şizofrenlerin psikozlu olduğunu ama deli olmadıklarını belirtiyor. Delilikten, yani cinnet geçirmekten çok korktuklarını da ekliyor. Hatta bu yüzden birçoğu kendince fobi geliştiriyor. Deliliği 'biliçsiz fantezilerin dışavurumuyla güdülenen olayların kaotik hali' olarak yorumlayan Bollas bir konuya da dikkat çekiyor: Sophokles'in ve Shakespeare'in metinleri daha çok cinnet hakkındaydı, psikoz hakkında değil.

Bollas şairlerin 'bir şeyler görmesinin', sesler duymasının ve onları kâğıda geçirilmesinin üzerinde çok düşünülmediğini çünkü şairlerin 'kaygı uyandıran' insanlar olduğunu belirtiyor. Ancak çok esaslı sorular sorarak şiire ve şaire daha dikkatli bakılması anlamında bir nevi uyarıda bulunuyor: "Yoksa cinnetin sularına daldıklarında, biz karşılaşsak dehşete düşerdik, diyebileceğimiz şeyler mi görürler? Yoksa çocuğun akılları karıştıran psişik dünyası, bizlerin şiir adını verdiği düşünce biçimiyle geri dönen bir odada mı muhafaza edilir?"

Bu soruların ardından şairlerin şizofreni hakkında bizlere psikiyatri ya da psikofarmakolojinin öğretebileceğinden daha çok şey öğretebileceğini, çünkü onların insan geçmişinin katmanlarına inebildiğini, duyumsal, imgesel ve sembolik anlamda bilinçdışını başka yere taşımayı bildiklerini, bunu öğrendiklerini söylüyor. Şöyle tamamlıyor şair-şizofreni ilişkisini: "Belki şairler, şizofrenler tarafından deneyimlenen zihinsel kesişmeye yakın bir noktada duruyorlardır."

Güneş Patladığında, insanı hangi düşüncelerin ve ortamların ne şekilde etkilediğine dair okunabilecek bir kitap. Bu etkilerin şizofreniye götüren yollarının tespit edilmesi ve tedavi süreciyle hasta arasındaki gizem, kitabın esas meselesi. Kitabın Bollas tarafından hastalarına ithaf edilirken bile çok önemli bir yere işaret ettiği görülüyor: "İçinde bulundukları zor duruma getirdikleri dâhiyane, yaratıcı çözümlere ve özellikle de engin cesaretlerine adanmıştır.

Şizofreni tedavisindeki ana kaynak, kitabın başından sonuna dek üzerinde durulan şey aslında: kişinin yanında sürekli ve uzun süre konuşabileceği birinin olması.

Konuşmak... Ücretsiz, doğal, yakıcı.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

2 Nisan 2018 Pazartesi

Arafta yedi gün ve modern Çin'in iç yüzü:
ölüm ve hayat

Modern Çin Edebiyatı’nın önemli isimlerinden Yu Hua’nın Yedinci Gün adlı eseri, geçtiğimiz yıl Alabanda Yayınları tarafından yayımlandı. 213 sayfadan oluşan eser, yazarın dilimize çevrilen ikinci kitabı olma özelliği taşıyor. Daha önce Yaşamak adlı eseri Jaguar Yayınları tarafından dilimize kazandırılan Yu Hua’nın, ülkemizde daha da bilinir ve okunur olması bizim için kazanç olacaktır.

İlginç bir kurguya sahip olan roman “Kaldığım odadan çıkıp kıraç, kasvetli şehirde tek başıma dolaşmaya başladığımda sis epeyce yoğundu. Bir zamanlar krematoryum diye bilinen, şimdilerdeyse cenaze evi olarak adlandırılan yere doğru ilerliyordum. Yakılma törenim saat 9:30’a planlandığından, sabah saat 9:00’da orada olmamı söyleyen bir talimat ulaşmıştı elime” şeklinde başlıyor ve okuru, başkahraman Yang Fei’nin hikâyesini merak ettirecek şekilde içine çekiyor.

Roman; parası olmadığı için mezar yeri alamayan ve bu sebeple ölüsü yakılmayan Yang Fei’nin, “araf” diyebileceğimiz bir yerde geçirdiği yedi günü baz alıyor. Ölümle yaşam arasında gidip gelen Yang Fei, bu yedi günde geçmişiyle hesaplarını kapatıyor, yaşarken bilmediği şeyleri öğreniyor, geçmişinde -yani yaşarken- ona bir şekilde değip geçen insanlarla araf denilen yerde karşılaşıyor ve bütün bilinmeyenleri çözüyor. Kitabın ve yedinci günün sonunda, anlattıklarıyla ilgili herhangi bir açık bırakmıyor yazar. Ele aldığı insanların -Yang Fei, gerçek ailesi, üvey babası, eski karısı vs.- hikâyelerini nihayete erdiriyor ve okura bunu hissettiriyor. Yu Hua’nın hayatına baktığımızda Çin Kültür Devrimi’nden etkilendiğini görebiliriz. Tıpkı Türkçeye çevrilen ilk romanında olduğu gibi bu kitapta da düşüncelerine, yaşamına ve hayata bakışına ters gelen şeyleri eleştirmekten geri durmayan yazar, kurguyu hiçbir zaman arka plana atmadan; Çin’deki sosyal hayatı, toplumsal hayatın karanlık yönlerini, insanların ne şartlar altında ezildiğini, devlet kurumlarının çürümüşlüğünü ve toplumun da buna ayak uydurarak yozlaşmışlığını belgesel niteliğinde okura sunuyor. Bunun en net örneğini, Yang Fei’nin yakılmak için gittiği cenaze evinde, ‘normal insanlar’ ve ‘VIP’ gruplarının olduğunu; hatta ‘VIP’ grubunun dahi yakılmak için başkalarını beklediği bölümde görebiliyoruz:

Plastik sandalyelerde oturan bir başkası, yer göstericiye söylenmeye başladı. ‘Saatlerdir bekliyorum, hâlâ sıram gelmedi.’

Yer gösterici, ‘Belediye başkanına veda töreni sürüyor,’ diye cevapladı. ‘Sabahki üç cenazeden sonra ara verdiler, belediye başkanının fırına verilmesini beklemek zorundayız. O çıkmadan sizin sıranız gelmez.’

Yu Hua, toplumun geçirdiği değişimi ve bu değişimin bireyler üzerindeki etkisini, başkahraman Yang Fei üzerinden eserine yansıtıyor. 2013 yılında yazılan Yedinci Gün eski bir eser olmadığı için de, okura günceli, şimdiki Çin’i ve Çin üzerinden şimdiki dünyayı yorumlama imkânı veriyor. Devletin haksız yıkımlarından tıbbi atık olarak çöpe atılan bebeklere, fakirlikten yer altında yaşadığı için fare-insan denilen kişilerden sosyal adaletsizliğe kadar bir dizi konuyu işleyen yazar, aslında sadece Çin’in değil dünyanın birçok ülkesinin fotoğrafını çekiyor. Arafta geçirdiği yedi gün boyunca, her gün farklı bir veya birkaç kişinin hayatını, yaşadıklarını kendi hayatını da içine alacak şekilde anlatan Yang Fei, hemen her güne bir konu sıkıştırıyor.

Kitabın ilginç bir noktası, maalesef günümüzde artık önü alınamaz bir şekilde ilerleyen lüks yaşam isteğini, hatta saplantısını ele alması. Yu Hua, lüks bir yaşama ulaşma arzusuyla böbreğini veya kendini satmaya razı olan insanların önlenemez çılgınlığını romanda Yang Fei’nin bakış açısından bize gösteriyor.

Şimdi hedefleri kısa yoldan köşeyi dönmekti: yıllar yılı köle gibi çalışsalar bile böbrek satmaktan kazanacakları parayı biriktiremezlerdi. Sonraki tatlı hayatı, şık kıyafetlerle Apple iPhone alacakları, lüks bir otelde birkaç gece kalacakları ve şık bir restoranda birkaç yemek yiyecekleri hayatı iple çekiyorlardı.

Yu Hua’nın anlatımında ağırlıklı olarak, yaşarken çekilen çilelerin öldükten sonra biteceği düşüncesini görebiliyoruz. Hayatın zorluklarını ve çirkin yüzünü, sıklıkla Yang Fei’nin, bazen de diğer kahramanların bakışıyla ve geri dönüş tekniğiyle okura aktaran yazar, öldükten sonra arafta geçen ve ‘gömülmeyenlerin ülkesi’ olarak adlandırılan yerde, aslında bir çeşit ütopya oluşturuyor. ‘Gömülmeyenlerin ülkesi’nde insanların bir çeşit huzuru yakaladıklarını ve oradan ayrılmayı hiç istemediklerini; orada hiçbir zorluğun olmadığını, yıllarca orada kalıp iskelet haline geldikleri hâlde oradan ayrılmayı istemediklerini ölüler üzerinden aktaran yazar, insanlara ekonomik bir güçten ziyade huzurun iyi geleceğini, ölümün herkesi eşitlediğini de anlatmış oluyor:

Şaşkınlık içinde bana döndü. Afallamış ifadesi bir soru sorar gibiydi. ‘Devam et,’ dedim. ‘Burada ağaç yaprakları sana seslenecek, kayalar sana gülümseyecek, nehir seni selamlayacak. Burada fakirlik de yok zenginlik de; keder de yok acı da; kin de nefret de… Burada herkes ölümde eşitliği buluyor.

‘Buranın adı ne?’ diye sordu.
‘Gömülmeyenlerin ülkesi,’ dedim.

Yedinci Gün, kırk bir yaşında ölen bir adamın geriye doğru yaptığı yedi günlük yolculukta içsel hesaplaşmasını anlatırken esas olarak bir halkın acılarını, itilmişliğini, çıkmazlarını; bir devletin sosyal ve siyasi yönünü, burada yapılan hataları, insanların ekonomisine göre değerlendirilmelerini, kısaca modernizmin ve kapitalizmin bireyin ve devletin canlılığını nasıl etkilediğini sorguluyor ve eleştiriyor. Bunları yaparken de insanların arasında hissedilen ufacık umudu da ihmal etmiyor.

Kitabın dilinin akıcılığı okumayı rahatlatırken sade bir üslûp da buna eşlik ediyor. Anlatımdaki mizah ve kararında yapılan betimlemeler de kitabın kalitesine artı bir değer katıyor. Fakat direkt Çinceden değil de, İngilizceden Türkçeye çevrilmesi bazı aksaklıklar meydana getirmiş. Zaman zaman karşımıza tutarsız ifadeler çıkabiliyor. Yazarın Yaşamak, adlı kitabını, Çinceden Türkçeye çevrildiği için daha rahat okumuştuk.

Her şeye rağmen, Yedinci Gün'ün Türkçeye çevrilmesi edebiyatımız için önemli bir olay. Yu Hua’nın diğer kitaplarını da çevirecek yayınevleri olacaktır umarım.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10