5 Mart 2018 Pazartesi

Şuur, mantık, dil yoluyla düşünce üzerine düşünmek

Eğer bir politikacı adayı iseniz, geleceğiniz için yapacağınız en iyi yatırım safsataları hatmetmek ve mümkün olduğunca sık kullanmaktır.

Aklın Yolu da Bir DeğildirAlev Alatlı tarafından kaleme alınmış Aristo mantığı olarak bilinen “gökyüzü ya mavidir ya da mavi değildir. Hem mavi hem de mavi değil olmaz” şeklindeki “ya… ya…” prensibince çalışan klasik mantığa yapılmış bir eleştiri ve alternatif mantık arayışı. “Gönlüm, hem davalıya hem davacıya hem de mahkeme kâtibine hak veren Nasrettin Hoca’dan yanadır. Hayatın böyle bir şey olduğunu düşünürüm çünkü. Ne pür beyaz vardır ne de pür siyah. Ne tam doğru ne de tam yanlış. Kimse bütünüyle haklı ya da haksız değildir. Haklılık haksızlık, doğruluk yanlışlık, siyah beyaz derece meseleleridir.” diyen Alatlı, Aristo mantığının ikili sisteminin (bivalance) karşısına Buda’nın çoklu sistemini (multivalance) “fuzzy, saçaklı” mantığı koyuyor.

Yazara göre klasik mantıkla birlikte kendini ortaya koyan klasik fizik birinci aydınlanma çağını getirdi ama artık devir yukarıda bahsedilen saçaklı mantık fikrini ürünlerine tatbik ederek akıllı makinelerin ortaya çıkmasını sağlayan Hitachi, Panasonic, Mitsubishi, Samsung gibi Uzak Doğu teknoloji devlerinin yarattığı ikinci aydınlanma çağını yaşıyor.

Alatlı kitabında şuur, mantık ve dil mefhumları üzerinden okuyucusunu “düşünce” üzerine düşünmeye sevk ediyor. Mantığın ne olduğu önerme, öncül, argüman, vargı, çıkarsama ve geçerlilik ve doğruluk mefhumlarını örnekleyip açıklamak suretiyle klasik mantık nedir? Nasıl çalışır? Mantıkta gerçeklik ve doğruluk kavramları nelerdir? Gibi soruların da cevaplarını arıyor. “Laf Ola Beri Gele” isimli bölümde ise sokağın dili olarak adlandırdığı “safsata” üzerinden mantığın nasıl çarpıtılabileceğinin çeşitli köşe yazılarından örneklerle gösteriyor. Elli çeşit safsata türünün önce tanımını yapan yazar daha sonra bu safsataların örneğine uygun düşecek bir pasajı açıklaması ile birlikte okuyucusuna sunuyor. Emin Çölaşan, Fatih Altaylı, Ümit Zileli, Oral Çalışlar, Hasan Karakaya, Ruhat Mengi, Çetin Altan, Abdurrahman Dilipak, Abbas Güçlü bu bölümde alıntı yapılan yazarlardan sadece birkaçı. “Laf ola beri gele” bir metni mantık ölçüleriyle değerlendirmek isteyenler için kılavuz hüviyetinde.

Not: Bir nevi “Aristo mantığının eleştirisinin eleştirisi” olan Caner Çiçekdağı’nın “Aklın Yolu da Bir Değildir… (Alev Alatlı) Üzerine" isimli makalesi ile bu metni birlikte okumak biraz daha fazlasını isteyen okuyucu için tavsiye olunur.

Taha Selçuk
twitter.com/ecztaha

2 Mart 2018 Cuma

Darbeler birbirine benzer

Sanayi devrimi, teknolojik gelişmeler derken 20. yüzyılın başına gelindiğinde ufukta cennetvari bir gelecek tasavvuru vardı. Ama tahminlerin ötesinde bir şey oldu. Pozitif bilimi elinde bulunduran bilim adamları Hitler adındaki katilin elinde birer canavara dönüşüp aydınlanma çağını fersah fersah gerilere götürüp tüm dünyayı emsali az görülmüş katliamlara tanık ettirdiler. Büyük bir kaosun ortasında yangın yeri oldu dünya.

Bilimin ve sanatın bireyler ve toplumlar üzerindeki etkisi ve gücünü görmek için bakan gözlere sahip olmak yeterli. Ne yazık ki kafası hep yıkım üzerine çalışan çılgınlar da bunun farkında. Her devrimde ya da her darbede olduğu gibi başlangıç ateşi yakıldıktan sonra işin asıl kısmı yani gelişme dönemi darbeyle aynı kafadan sanatçılar eliyle filizlenir ve serpilir. Geri kalanlar ise bir dikta rejiminin çirkinlikleriyle yüzleşmek zorunda kalır. Tıpkı Şili’deki Pinochet darbesinde olduğu gibi.

Otobiyografik öğeler taşıyan romanıyla Uzak Yıldız romanı bize darbenin şiir yolu ile meşrulaştırılmasını, sanatla siyasetin kirli ilişkisini anlatıyor. Bir yandan da Şili’de Pinochet darbesi ile edebiyatla uğraşan gençlerin alt üst olan hayatlarını değiniyor. Şiir atölyelerinde kendilerini keşfetmeye çalışan genç solcu şairlerin dünyası darbeyle birlikte bambaşka bir boyuta geçiyor ve baskı her boyutuyla hissediliyor. Genç şairler bu acı gerçekle yüzleşmek zorunda kalıyorlar. Darbe öncesinde iki rakip şiir atölyesine katılmak konusunda yazarın ifadesiyle “uzlaşmaz bir ayrım” yokken yani demokrasi rüzgârları eserken darbeyle her şey tersine dönüyor. Ne yazık ki darbecilerin gözüne ilk görünen de sanatçılar ve entelektüeller oluyor. Tüm bu karmaşada edebiyat atölyelerinin tuhaf çocuğu alaylı bir şair darbenin ertesinde sanatına aradığı mecrayı buluyor ve ruhunu halkına şiddet uygulayan darbecilere satıyor. Ve bu yolla dehşet dolu yeni bir “şiir” yaratıyor. Tuhaflığı sadece mizacıyla ilgili değil. Carlos Weider’i asıl tuhaf yapan şiirlerini kullanmış olduğu bir uçakla gökyüzü yazması.

Uzak Yıldız romanından da anlıyoruz ki dünyanın her yerinde darbeler aynı yere varıyor. Kısaca söylemek gerekirse “faşizmin tarihi tekerrürden ibaret”.

Romanın diline değinmek gerekirse darbenin gölgesinde kıstırılmış bir dimağın ifadeleri nasıl olursa anlatıcının tonu da öyle. Muğlak ve biraz şaşkın. İfadeler genellikle “öyleydi galiba, öyle olması lazım, belki de öyle olmuştur” gibi belirsizlikle bitiyor. Darbe sonrasında kendini hapiste bulan şair-anlatıcının ruh halini şu cümlelerle anlıyoruz: “Halk Birliği’nin cankurtaran sandallarının battığı günlerde hapse düştüm. Tutuklanma koşullarım sıradandı, groteks de diyebiliriz; ancak sokakta, kafeteryada ya da yataktan kalkmak istemediğim odamda değil de hapiste olmam sayesinde, Carlos Wirder’in ilk şairane eylemine şahit oldum; tabii o zamanlar ne Carlos Weider’in kim olduğunu ne Germendia kardeşlerin başına gelenleri biliyordum.” (sf. 35)

Ayrıca yine hikâyenin atmosferine uygun olarak romanda sürekli kaybolan kişiler, ölenler ve arananlar yer alıyor. Bu da okuyucuyu darbe atmosferine yaklaştırıyor. Bolano’ya da değinmeden edemeyeceğim galiba. Çok sevdiği ve önemsediği Şili’ye daha fazla dayanamayarak Avrupa’ya iltica eden Bolano burada geçimini bekçilik, mevsimlik işçilik ve bulaşıkçılık gibi işlerle sağlarken bir yandan da şiirler, öyküler kaleme alır. İki çocuğunun dünyaya gelmesinden sonra ise daha iyi para getiren romana ağırlık verir. Başta Dostoyevski olmak üzere birçok sevdiğimiz yazarın yazgısı maalesef burada da bizi buluyor. Kendini daha çok şair olarak gören Bolano kuşağının en önemli yazarlarından biri olarak görülüyor.

Kitabı bizle buluşturan ise Zerrin Yanıkkaya çevirisiyle Can Yayınları. Yazarın bir başka eseri olan Vahşi Hafiyeler isimli romanının da aynı yayınevinden çıkacağı haberini paylaşmış olayım.

Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf

Anadolu sosyo-kültürel tarihine geniş bir bakış

Günümüzün önemli Orta Çağ Tarihi ve tasavvuf araştırmacılarından Doç. Haşim Şahin, Arı Kovanına Çomak Sokmak kitabında Prof. Ahmet Yaşar Ocak için şöyle der: “Her ne kadar tevazu gösterip kendisi kabul etmek istemese de, M. Fuad Köprülü ile başlayıp, Abdülbaki Gölpınarlı ve İrene Melikoff ile devam eden çizginin dördüncü halkası olduğu muhakkaktır.

Ahmet Yaşar Ocak, Türkiye tasavvuf tarihi, Osmanlı ve Selçuklu zihniyet dünyası, mistik cereyanlar ve şahsiyetler, menâkıbnâmeler, çeşitli tarikatların hâl tercümeleri gibi önemli konulara bir ivme kazandırmıştı. Sadece siyasi konuları işleyen tarih ortamına inat, Ocak hep "Ötekiler" diye tabir edilenleri seçti kendine. Kimi zaman Anadolu kırsal kesimi ve geçmiş inanç tortularını hâlen barındıran halk yığınları, kimi zaman kitabi İslamı bilen yüksek zümre tasavvuf erbabı, bazen marjinal Kalenderiler, bazen Babailer ve Melamiler konu oldu ona, bazen ise Anadolu halk söylencelerinin Gazi Alperenleri...

Bernard Lewis, “Başka milletlerden daha fazla Türklerin benliğine nüfuz etmesine rağmen İslam’ın Türkler tarafından kabulünün Türk tarihçilerinin neredeyse anlaşılmaz derece lâkayt kaldıkları konulardan biri olması, çok düşündürücü ve dikkat çekicidir” der. Prof. Ocak ise adeta bu görüşü tersine çevirmek, sosyal bilim alanındaki emekleme durumunu yok etmek için her zaman üreten, çeşitli problemler ortaya koyan ve bunları metodoloji ile çözmeye çalışan bir bilim adamı olma yolunu seçmiştir. Kitabın ilk bölümünde yazar, Orta Çağ Türk tarihi araştırmalarının gerektiği kadar ilgi görmediğinden bahseder. Bunun sebebi olarak da Osmanlı tarihinin daha kolay bir alt yapı gerektirmesi inancını gösterir. Türklerin İslamı kabul süreci ve sonrasındaki siyasal, toplumsal ve kültürel değişimlere de değinir.

Türk inanç hatta belki İslam tarihinin en özel kavramlarından biri olan Kutup, kitabın ilginç bölümlerinden biri. Velayet kurumunun bilimsel bir bakışla, nasıl ortaya çıktığının, hangi teorik çerçevede hangi referansları kullanarak hangi toplumsal ve ideolojik düşünceler tesiriyle nasıl geliştirildiğini, nasıl toplumsal bir kabul gördüğünü bunun tasavvuf çevrelerinde ne tür bir zihniyet dünyası yaratıp toplumsal alanda ne gibi tesirler icra ettiğini pek sorgulamadığımızı, çok önemli kurum olan Velayet kavramını açıklayamadan gerekli analizleri yapmadan toplumsal olayların anlaşılamayacağını aktarır bu bölümde. Çünkü bu bölüm Selçuklu zamanının Babailer isyanını, Kanuni zamanı gibi muhteşem bir çağda Oğlan Şeyh İsmail Maşuki, aynı döneme denk gelen Şah Kalender Çelebi vb. isyanların altında yatan sebeplerin anlatıldığı bölümdür. Hem bu dünyanın hem manevi dünyanın yöneticisi olduğuna inanılan Kut’bun neden Sünni olmayan gruplar arasında militan bir taraftar kazandığı, bu grupların arasında kazandığı militan karakterin nasıl Mehdi kavramıyla örtüştüğü, neticesinde çeşitli sosyal tabanları harekete geçirerek nasıl bir takım olaylara neden olduğunu aktarır. Mehdilik ve mehdici hareketlerin işlendiği bölüm ile Kutb karakteri genişçe ele alınarak; Bu hareketlere neden olanların nasıl bir tarihsel zeminlerinin, arka planlarının olduğu, ne tür bir hareketin içinde oldukları, mitolojik alt yapıları, toplumun içinde bulunduğu durumları, yaptıkları propaganda ve karşı propagandalar, siyası iktidarın tepkisi, nihayetinde hareketin başlatılması ve sona erdirilmesiyle isyana katılan hareketin içinde yaşadığı kırılmalar evrilmeler incelenmektedir.

Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde bazı tarikatların birtakım sebeplerle diğerlerine göre öne çıktıkları görülmektedir bunlardan en eskisi ve her iki devlette de rol oynayanı Vefai tarikatıdır. Kanımca kitabın en önemli bölümlerinden birini oluşturan bu geniş dosya, hem Selçuklu devletini yıkıma götüren gelişmelerden biri olan Babailer kıyamında Baba İlyas’ın bağlı olduğu akımı temsil etmesi, hem de Baba İlyas’ın torunu olup da ilk Osmanlı kroniklerinden birini yazan Aşıkpaşazâde’nin konuyu bu açıdan ilginç hale getirmesi ve Osmanlı kuruluşunda adı geçen Rum Abdallarının etrafında oluşan anlatıları kapsar. Tâci’l Ârifin Seyyid Ebi’l Vefa el-Bağdadi ile teşekkül süreci ve ardılları olan Baba İlyas, Dede Garkın, Hacı Bektaş, Rum Abdalları ile Vefâiye tarikatının serencamı anlatılmaktadır.

Bugün Anadolu’nun önemli ocaklarından biri olan ancak görmezden gelinen Dede Garkın Ocağı ve Hacı Bektaş sonrası kurulan Bektaşi Ocağı ele alınırken, bu ocakların karizmatik dini önderlerinin kişilikleri, bunların hangi sebepler ile Anadolu’da olduğu ve neleri vadettiği gibi birçok problematik üzerinde durulmuş; Ardından gelen bölümlerde Vefailik tarikatı içerisinde kendine yer bulan Dede Garkın gibi 13. yy Anadolusunda bir konargöçer Türkmen grubunun önderi olarak çok önemli roller oynadığı artık anlaşılan ama ne hikmetse çok fazla üzerinde durulmayan mühim şahsiyetin bizlere tekrar portresini çizer.

Türk tasavvuf tarihinin en önemli halkalarından özellikle ikinci ve üçüncü devreleriyle Türk inanç ve tasavvuf tarihimizi derinden etkileyen, Melâmiler hakkında yazılan bölüm de okuru bekliyor. Günümüze en yakın bölümde ise Cumhuriyet’in İslam’ı Yeniden İnşa Sürecinde Son Dönem Osmanlı Ulema ve Sufiyyesi, olarak adlandırılıp bu genç yönetim anlayışına entegre olan veya olamayan, tekkelerin kapanmasıyla yaşanan süreç anlatılıyor.

Nihayetinde ülkenin iki önemli âlimine, özel olarak ayırdığı, Pir olarak lanse ettiği Abdülbaki Gölpınarlı ile Fuad Köprülü’nün ilmi, fikri düşünceleri, Ocak’ın onlara dair düşünceleri ve onun Gölpınarlı hatırasıyla kitap son bulmaktadır.

Ahmet Yaşar Ocak bu kitabıyla, Anadolu sosyo-kültürel tarihine geniş bir açıdan bakan, farklı sorular soran, Devlet, Toplum ve İslam ilişkisi problemini kendine has üslubuyla tarihsel bir çizgi içerisinde anlatarak, okuyucuya sunmuş olmaktadır.

Olgay Söyler
twitter.com/olgaysyler1

1 Mart 2018 Perşembe

Meleklerin varlığını hatırlatan öyküler

Romanı bir tarafa, şiirle öyküyü diğer tarafa koyuyorum hep. Şiir ve öykü, başlangıcından sonuna kadar heyecanını istikrarlı biçimde sürdürmesi gereken metinlermiş gibi geliyor bana. Başarılı kısa filmler ve videolar çekebilen insanların kesinlikle şiirle, öyküyle sıkı bir ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü hikâye anlatma (storytelling) dediğimiz şey, biz farkında olsak da olmasak da bugün itibariyle hayatımızın her yerinde. Semt pazarında gezerken duyduğumuz, bizi o ürünü almaya güdüleyen sözler (call to action), tribünlerden gelen özgün bir tezahürat, bir politikacının derdini anlatırken geçmiş masallardan, anılardan örnekler vererek sözlerini süslemesi; bunların her biri şiir ve öykü sanatını çağrıştırıyor zihnimde. Dolayısıyla bu tip metinlere başlarken çok heyecanlanıyor, yeterince tatmin olmazsam da çok üzülüyorum.
Türk öykücüleri içinde pırıl pırıl kullandığı Türkçesiyle yıllar evvel dikkatimi çekmiş Meral Afacan Bayrak, yeni bir kitapla selamladı bizleri. Ne iyi etti. Çünkü ismiyle, kapağıyla, hikâyesiyle böyle bir kitaba ihtiyacımız vardı bizim. Biz kimiz? Bu ülkenin yorgun insanları, yorulan insanları. Yorulan ama bunu da çok söyle(ye)meyen.  Dolayısıyla diriltici hikâyeler okumaya ihtiyacımız var her zaman. Buradaki dirilticiliği, ortalığı ayağa kaldırmak gibi fizikî bir durumu anlatmak için kullanmıyorum. Dirilmek, yani yaşıyor olmanın farkına yeniden varmak, önemli duyguları daha iyi özümsemek. Beyin ve kalp aynı anda açıksa ve diriyse o duygular daha esaslı işliyor insanın ruhuna. 

Meral Afacan Bayrak, okuyucuyu bir plana, kurguya hapsetmeyen bir yazar. Onun metinlerini okurken bir zaman evvel Bilge Karasu'nun Gece kitabından not ettiğim bir paragraf geldi aklıma. Şöyle diyor Karasu: "Öykücü, romancı, her yazdığının nereye varacağını bilen bir kişi sanılır; kendi de zaman zaman buna inanır, ya da inandırılır... Oysa yazdığı her tümcenin ardından ne geleceğini -o "bir sonraki" tümceyi yazmadıkça- hiçbir zaman bilemeyeceğini, kendisi, unutmamak zorundadır.". İşte Bayrak da metinlerinde unutuyor işin nereye varacağını. Yalnız metin anlamında değil, yaşatacağı duygu anlamında da. Acaba okuyucu hangi duyguyu yaşayacak diye didinip metni yormak yerine olduğu gibi yazıyor duygularını. Bu da doğal bir fotoğrafın gücünü sunuyor okuyucuya; samimi, parlak, şaşırtıcı. Hislerimi tam anlatamadığımı düşünerek, Onat Kutlar'ın bir sözüne başvurmak istiyorum. İshak kitabından: "İyi öykücü, akıp giden zamanın ritmine, onu durdurmadan kalemini uydurandır. Bir süre birlikte döner o çarkla. Ve bir ölü noktayı geçince bırakır. Öyle gördük ustalarımızdan."

Öykülerine ilginç karakter isimleri üretiyor yazar. Bir yanda Ru, Zela, İncilay, Fetnur gibi oldukça nadirattan isimler; diğer yanda Arif, Talip, Şahika, Haldun gibi yavaş yavaş bir kenara çekilmeye başlamış isimler. Yazarın, karakterlerin isimlerini taşıması gerekiyormuş gibi bir derdi taşımadığını seziyorum çoğu zaman. Arif, arif olmak zorunda değil. Talip de talip... Öykülere verilen isimler de çok naif, temiz. İlginç bir şekilde ve daha önce yapmadığım bir biçimde, kitabın içindekiler sayfasındaki satırları bir şiirmiş gibi okudum, çok hoşuma gitti. Üç kıtadan sonra iki mısrayla şöyle bitiyor şiir: "Mutlu tesadüfler / sen de değişeceksin."

On dört öykü var Mutlu Tesadüfler'de. İlk öykü "Çok özlemlerden geçtim"den itibaren bir yolculuğa çıkacağını anlıyor okuyucu. "İnsanın kendiyle kendine kaçması gibi bir şey bazı yolculuklar ne de olsa."

Nasibe düşeni kabul eden karakterler var Mutlu Tesadüfler'de. Duygular aşırı değil, egoyla ve yaşamla mücadele sürse de bir saldırı tavrı da yok miskinleşme de. Mesela "Hazır Cümre Düşmüşken"de şöyle diyor bir karakter: "Ömrümüz beklemek, sabretmekten müteşekkil. Yakalayabildiğimiz yerinden denk düştükçe yaşadığımız hayatın arızalı bir gemisi bedenlerimiz."

Arızaları, sıkıntıları veya coşkunları kabul etmek büyük bir yürek gerektiriyor. Yazar da büyük yürekleri işliyor ürettiği karakterleri arasında. Büyük yürek, ille de kazanan olmuyor. Kaybeden, kaybetmeyi bilen de büyük bir yürektir çünkü. Aynı karakter, şöyle söylüyor bir defasında da: "Dünyaya dair iyi niyetimizi/eylemimizi muhafaza edelim. Kupkuru cümleleri tanzim eden biri gibi, bütün yorgunluğunu dök. Kalmasın hiç ahın... Hiç hevesin, can sıkıntın, bitmiş eğlencen. Oysa cümbüşün yeni başlıyor. Çok çabuk öğrenirsin meraklanma. Yoksa duan olmadan olmaz bu yolculuk, çekilmez olur yol."

Meral Afacan Bayrak, bazen eksik şarkıları tamamlıyor bazen de dünyanın bütün gamını bir ceviz ağacının gölgesine seriyor. Tamamlananı anlamlı kılmak ve serilenleri toplamak okuyucuya düşüyor. Tüm bunlar da hakikatin gereği, kaderin ödevi. "Gerçekte bütün hikâyelerin sahibi Allah değil mi?"

Enver İbrahim'le de karşılaştım ya bu öyküler arasında, ne mutlu bana. Evet, Anouar Brahem... Le ila Au Pays Du Caroousel'i ne muazzem bir sudur, akar da akar. Sıyırır yaşamın çirkin yüzünü kalpten, ansızın nefes aldırır, hani demiştim ya, diriltir... Neden yazar bu isme ve onun şarkısına ihtiyaç duydu, bize dinletti diye düşünürken geliyor cümleler peşi sıra: "Yeniden dolabilmek için hepsi. Ruhuna, kalbine... Umut, neşe, istek, hareket için lazım. Sorgulayan, okuyan ve yeni tanımlara açık zihnindeki açlık hissediliyordu. En çok sorularında. Bir hamle yapacaktı. Kararlıydı."

Ailesiz öykü olur mu hiç? Kutsallaştırmadan önemseyen, putlaştırmadan değerli kılan. Bazen bir cümleyle bunu kalplere aşk eden. "Sayısız Martı İçinde" adlı öyküde olduğu gibi: "Ekmek önemliydi. Yeni doğan oğlu, ne çabuk büyüyordu gözlerinin önünde. Onun için, evladının ona ilk kez "baba!" deyişi milattı adeta. Başka söze gerek yoktu işte.". Sahiden de öyle, başka söze gerek yok...

Omzunda iki melek olduğunun farkında değil insan. Bütün sinsiliği bundan. Kitaba adını veren Mutlu Tesadüfler adlı öykü naif bir dille bu hatırlatmayı yapıyor: "Mutlu bir tesadüf bize neyi hatırlatır, en çok? Bir melekçe izlendiğini, görevini yapıp yapmadığını sorgulaman için yeniden bir fırsatın verildiğini anladığın o bulutsu anların varlığı gibi... Kimseye anlatamazsın. Çocuksu sevinçlere açılır kapıların. Yüreğinde serçe cıvıltılarıyla, yaşarsın işte. Ömür imkânsızlıklardan imkâna geçiş gibi tatlı..." Ama şu gerçeği de unutmamalı: "Yanmış yaprakların, açık sarı ve canlı yeşil yaprakların arasından seçiliyor olması gibiydi bazı şeyler: Çürük."

Allah hepimize mutlu tesadüfler bahşetsin, mutlu hikâyeler yaşatsın, mutlu öyküler okutsun. Âmin.

Yağız Gönüler

Şehri, şehirleşmeyi, şehirleştirilmeyi dert edinmiş kitap

Yağız Gönüler'in "Şarkısı Biten Şehir" adlı kitabını okudum.

Kitap hakkında kendimce bir iki kelime etmezden önce Yağız ağabeyin bana bu paylaşımları yapmamda en büyük ilham kaynağı olduğundan bahsetmeden geçemeyeceğim. Önce bir Instagram sayfası, ardından da Blogspot platformu üzerinden yazdığım küçük, amatör yazıların beni günden güne geliştireceğine dair inancımda Yağız ağabeyi izlemek, çok ama çok fazla etkili oldu bende. Kendime örnek aldığım nadir şahsiyetlerden biridir kendisi. Daha nicelerine ışık olmuştur eminim. Kendisine buradan teşekkür etmek isterim.

Karakum Yayınları'ndan çıkan Şarkısı Biten Şehir kitabını bir tür deneme olarak nitelemek mümkün. Kitapta Gönüler'in denemelerinin yanısıra, şehircilikle meşgul olmuş insanlarla yaptığı çok uzun olmayan ancak hem sorularıyla hem cevaplarıyla birer bilgi birikimi haline gelmiş röportajları, kitaplar ve şahsiyetler hakkındaki çeşitli yazılarını görmekteyiz. Sadettin Öktem, Turgut Cansever, İsmet Özel, Ahmet Yüksel Özemre, Sinan Yılmaz adını sıklıkla duyacağımız isimlerden bazıları. Yazarın bir başka önemli fikri de şehir ile aileyi birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak, birbirinin tamamlayıcısı, et ile tırnak gibi görüyor oluşuydu. Mekanik toplumdan organik topluma geçiş olarak değerlendirilen bizler gibi geçiş toplumlarında, geleneklerinden kopmamak adına mücadele eden bir avuç insanız şurada ve aile bizim bamtelimiz. Aile vurgusu bu yüzden beni ayrıca bir tatmin etti. Yağız Gönüler'in kitaplarla ilişkisini bilen bilir. Benim bu yazılarda şehircilikten hariç olarak en çok dikkatimi çeken şey, kitaplardan bahsederken yazarların kitaplarının ilk sayfalarında, kitaplarını kimlere ithaf ettiklerine yer verdiklerini önemsemiş olmasıydı. Daha önce bu atıflar hiç dikkatimi çekmemişti, ancak fark ettim ki gerçekten çok büyük zerafet, çok büyük incelik bulunduruyor içlerinde.

Doğma büyüme bir Üsküdarlı olarak kitabı okurken canım çok sıkıldı. Her gün sövdüğüm Üsküdar'daki meydan ve sahil şeridi genişletme projeleri ve Twitter'da dolaşan Çengelköy düzenleme planlarının yanında, ayakkabılarım İstanbul'un asla bitmeyen inşaatının içinde yıpranır giderken, zaten yeterince sövmüşken, tuz biber ekti bu kitap. En beğendiğim yazıların başlıkları şöyle: "Şehri Öl(dür)ürken Sessiz Kalabilen Katil", "İnsan ve Plastik" ve "İçinde Apartman, Site veya Kat Geçen Türkü Duydunuz mu? 

Şehri, şehirleşmeyi, şehirleştirilmeyi dert edinmiş, Maslak'tan geçerken İstiklal'de yürürken "ulan bir yerlerde bir hata var ama?" diye aklından geçirmiş herkesin okumasını öneriyorum. Yazarın kendi görüşler ve bilgi birikiminin yanında atıfta bulunduğu nice yazar ve kitaplar da bize bu alanda kendimizi geliştirmemiz adına bir yol haritası çiziyor.

Her zamanki gibi buraya bir alıntı bırakıyor ve keyifli okumalar diliyorum!

"Türkler evlerinde hela (hala köylerde görmek mümkündür),evin aşağı yukarı 50 metre dışında olur. Orada destur denerek abdest bozulur. Mesela abdest bozmak diyoruz. Bundan Türk^ün abdestsiz gezmeyeceğini anlamamak, ya mankafaların işidir ya da Yahudilerin. Türk abdestsiz gezmeyi başına gelecek musibetlerin garantisi olarak görür. Bu yüzden 'şanssızlık oldu' demez, 'kaza oldu' der. Tuvalet, Türk evine dikilmiş incir ağacıdır."

Betül Kavalcı
twitter.com/kavalcibetul