14 Kasım 2017 Salı

Silik portreler, küçük umutlar

Daha önce çeşitli dergilerde öyküleri yayımlanan Engin Barış Kalkan’ın “Maveraünnehir Nereye Dökülür?" adlı kitabı, İletişim Yayınları’ndan içinde bulunduğumuz yıl yayımlandı. 138 sayfadan oluşan ve genel anlamda birbirinden bağımsız dokuz öykü içeren kitap, yazarın ilk kitabı olma özelliği de taşıyor.

Öykülerinde neşeli, dertsiz tasasız kişilerden ziyade, geçmişle problemleri olan, kendi içinde sorgulamalara girişen karakterleri işleyen yazarın anlatacaklarını duru bir dille aktarması okur nezdinde önemli bir şey. Aslında Engin Barış Kalkan için salt bir öykücüden ziyade, anlatacak şeyleri olan ve çevresine topladığı kişilere hikâyeler anlatan biri de diyebiliriz. Bağırıp çağırmadan, iç dünyasından kopmadan sakince anlattığı hikâyelerinde toplumun ‘üst’ olarak görülen tabakasından ziyade halkın içinden kişilerin öykülerini anlatması, derdini daha iyi açıklaması için olanak sağlamış.

Kalkan’ın hikâyelerinde gördüğümüz önemli bir özellik olan gözlem yeteneği, hemen hemen bütün öykülerde göze çarpıyor. Fakat yazarın yaptığı, görünmeyen bir şeyi ortaya çıkarmak değil, herkesin gözü önündeki bir durumu kendi bakış açısıyla öykü içinde eritmek. Klişe olabilecek bu durumdan, özgün olabildiği için ince bir manevrayla kurtuluyor yazar. Hikâyeler her ne kadar hayatın ‘loser’ diye tabir edilen tabakasını anlatsa da, mizahi anlatımı ve ironiyi birçok öyküsünün satır aralarında yakalayabiliyoruz. Bu durumu abartmadan kullanmış yazar. Hatta bazı hikâyelerinde biraz daha mizahi unsur ve ironi kullansaydı da sırıtmazdı. Yer yer kullanılan argo kelimeleri ise hayatın gerçekliğine bağlıyorum. Kadınlarla iletişimsel problemi olan, göç edip gittiği şehirde tutunamamış, işsiz insanları ve bunların öykülerini anlatırken biraz sokak ağzı kullanması okuyucuyu kitapta tutan önemli unsurlardan.

Öykülerinde birinci tekil kişi bakış açısını kullanan yazar, sadece “Otel Kervansaray” ve “Rabarba” adlı öykülerinde ilahi bakış açısına yer veriyor. Anlatıcı olarak seçtiği ve ‘ben’ dilini kullandığı hiçbir öyküde ise anlatıcının ismini göremiyoruz. Bunu, hayatın parlak, göz önünde, toplumca başarılı olarak addedilen kişilerinden ziyade, daha silik ve varlığı yokluğu pek fark edilmeyen kişileri anlatmasına bağlıyorum. Sanki öyle silikler ki bir isimleri bile yok der gibi yazar. Yazar, kahramanlarını umuttan mahrum da ediyor, Nietzsche’nin dediğine benzer bir şekilde, ‘umut en büyük kötülüktür çünkü işkenceyi uzatır’: “…Çevrilen sayfa seslerini dinleyerek kendisine uzatılacak anahtarı beklerken nasıl göründüğünü bilse, imkân dâhilindeki intihar biçimlerini alt alta sıralar. Ama sonunda hiçbirini uygulayamaz çünkü onması güç bir hastalık taşıyor kafasında. Umudu var. Bugünlerin geçici olduğunu sanıyor.

Hikâyelerinde diyaloga az yer veren yazar, karakterlerini, özellikle de anlatıcılarını iç konuşmalara sevk ediyor. Karakterlerin içsel sorgulamalarla geçmişi ve bulunduğu durumu anlama çabaları hemen her öyküde karşımıza çıkıyor. Yapılan davranışlardan rahatsızlık, endişe hâli, gelecek kaygısı vb. dertler öykülerde karşımıza çıkarken ‘kaybetmişliği’ her zaman hissediyoruz: “Hiç yapmaması gereken bir şey yapıp babasıyla gitme konusunu son defa konuştukları güne dönüyor. Başa sarıp sarıp izlediği video kaydında kayda değer bir ipucu arayan dedektifler gibi. Buradan onu rahatlatacak bir şey çıkaramayacağını hâlâ kabul edemedi.

Engin Barış Kalkan’ın yer ve kişi tasvirleri oldukça başarılı. Özellikle daha önce de değindiğim gibi gözlem yeteneği sonunda bunları başarabildiği aşikâr. Dili yalın ve üslûbu sade kullanmasının yararını burada görüyor yazar. Ayrıca bazı karakterlerinin başka bir hikâyede de karşımıza çıkması kısa süreli de olsa süreğenlik sağlamış. ‘Birbirine değen hayatlar’ durumunu kısa hikâyelerinde başarmış diyebilirim.

Kitabın en iyi öykülerinin son iki öykü olan “İş Meselesi” ve kitaba da adını veren “Maveraünnehir Nereye Dökülür?” adlı öyküler olduğunu söyleyebilirim. Kalkan bunları kitabının sonuna alarak altın vuruş yapmış. Fakat bir eleştirimi belirtmeden geçemeyeceğim. Kitaptaki bazı öykülerde (örneğin Koseçki Gelsin, Özür Dilesin) bitişler aniden olmuş. Bu, sonunu açık bırakmaktan ziyade bıçakla kesilmiş hissi uyandırıyor. Bütün bitişleri son iki öykü gibi olsaydı kitap çok daha başarılı olabilirdi. Bu yüzden de kitabın en zayıf öyküsünün üçüncü öykü olan “Koseçki Gelsin, Özür Dilesin” adlı öykü olduğunu düşünüyorum.

Genel anlamda toparlayacak olursak, İletişim Yayınları bence iyi öykücüler çıkarmaya devam ediyor. Engin Barış Kalkan, tarz olarak edebiyatımızdaki bazı isimleri andırsa da özgün bir şekilde ilerleyecektir. Daha uzun hikâyeler ya da roman türünde de başarılı eserler verebileceğini düşünüyorum.

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Bizi oluşturan parçaların tamamı belleğimizle doğrudan ilişkilidir

"Var olmak, algılanmış olmaktır."
- Berkeley

Bir sabah uyansanız ve o güne dek yaptığınız, düşündüğünüz ya da öğrendiğiniz hiçbir şeyi hatırlamasanız, ne olur? Bu kişi hâlâ siz olur musunuz? "Bellek Yanılgısı: Hatırlama, Unutma ve Sahte Anılar Üzerine Bir İnceleme" isimli kitabın giriş bölümündeki bu çarpıcı soru, bellek hakkında tedirgin eden bir tartışmanın da fitilini ateşliyor. Belleğimizi ve anılarımızı sorgulamaya başladığımızda kim olduğumuzla ilgili bir şüpheciliğe kendimizi kaptırmamız işten bile değil. “Kendimiz”, nelerden oluşuruz? Anılarımız, alışkanlıklarımız, sevdiğimiz şeyler, sevmediklerimiz çocukluğumuz vs., bizi oluşturan parçaların tamamı belleğimizle doğrudan ilişkilidir. Ve belleğimizde ortaya çıkabilecek olası bir kayıp, kendimizi de kaybetmemizin yolunu açabilir.

Kitabın yazarı Dr. Julia Shaw, adli psikoloji konusundaki uzmanlığı ve kriminoloji bölümündeki öğretim üyeliği göreviyle paralel olarak ‘sahte anılar’ ile ilgileniyor. Peki, nedir bu sahte anılar? Aslında hiç yapılmamış bir konuşmayı, yaşanmamış bir olayı gerçekmiş gibi hatırladığımız bazı zamanlar olabilir. “Masallama” olarak isimlendirilen sahte anılar, özellikle erken dönem çocukluk anılarımızın güvenilirliğinin masaya yatırılması gerektiğini öne sürüyor. Ancak tüm bu belirsizliğe rağmen, erken dönem çocukluk anıları, insanın kendi olma sürecini en çok şekillendiren anılarıdır. Ne tuhaf bir belirsizlik, değil mi?

Çocukların en sevdiği aktivitelerden biri, sihirbaz gösterileridir. Şapkadan çıkan tavşanlar, güvencine dönüşen mendiller, cebimize nasıl girdiğini bilmediğimiz nesneler; sihirbaz görülmeyeni gören, kaybedilenleri bulan kişidir adeta. Ancak gerçekler pek de öyle değil. Büyüyünce hepimizin öğrendiği gibi, aslında sihir diye bir şey yoktur. Ünlü sihirbaz Jason Latimer, yıllar boyunca gösterilerinde sihir kullanmadığını açıklıyor; bilimi, algısal beklentilerimizi yanıltmakta kullandığını belirtiyor. Algılarımız, bildiklerimiz üzerinde bu kadar etkili mi?

Algılarımızın bizi ne kadar yanlış yönlendirebileceğinin en büyük örneklerinden birini, 2015 yılında birlikte tecrübe ettik. Sosyal medyada #thedress etiketiyle bir fotoğraf dolaşmaya başladı. Ancak garip olan, fotoğrafa bakan kişilerin bir kısmı elbiseyi mavi-siyah görürken, diğer kısmı altın-beyaz görüyordu: “Aslında bu elbise vakası, algısal sistemlerin genellikle evrensel gözükmesine rağmen, hepimizin dünyayı nasıl farklı şekilde gördüğümüze dair bir iletişim ortamı yaratmıştı.

Sosyolojik yorumları bir tarafa bıraktığımız, elimizde hayli önemli bir soru kalıyor: Peki, bu algısal farklılık nasıl mümkün oluyor? Bu işin arkasında da bir “sihir” var mı diye merak ediyorsanız, Bellek Yanılgısı’nı okumaya devam edin. Elbise vakasının bilimsel çalışmalar üzerindeki etkileri sizi epey şaşırtabilir.

Kitaptaki bir diğer tartışma, insan beyninin ne kadar bilgi depolayabildiği sorusunun yanıtı üzerine sürdürülüyor. Birçoğumuzun bellek sihirbazı olarak adlandırdığı, her şeyi kaydeden ve hatırlayan insanlar “hipertimezi” isimli bir sendroma sahip. Günümüze dek, dünyanın çeşitli yerlerinde 56 hipertimezi vakası tespit edilmiş durumda. Hipertimezi sendromlular, muazzam bir hatırlama becerisine sahiptirler. Genel kanı, hipertimezinin doğuştan geldiği yönünde olsa da bu konuda aydınlatılmayı bekleyen birçok nokta var.

Bir diğer dikkat çeken konu, çalışma hayatında son on yılda inanılmaz önemli hale getirilen multitasking, yani aynı anda birden fazla işi yapma meselesi. Günümüzde birçok iş ilanı ‘aynı anda, birden farklı işi/projeyi/çalışmayı sürdürebilen’ elemanlar arıyor. Multitasking, ayın elemanı olmanın ön koşuluna dönüşmüş durumda. Ancak multitasking sahiden sandığımız kadar değerli ve verimli mi? Bundan 15 yıl önce, öğretmenler hem televizyon izleyip hem ders çalışmanın öğrenme üzerine bozucu etkisiyle ilgili kafamızı şişiriyordu. Keza, müzik dinlerken test çözmek de asla önerilmeyen bir yöntemdi. Ne değişti de aynı anda birden fazla şey yapmak bir meziyet haline geldi? Bu sorunun cevabı, akıllı teknolojilerin hayatımıza girişiyle paralel. Son dönemde yürütülen bilimsel araştırmalardan da anlaşılacağı üzere, aynı anda birden fazla işle ilgilenmek bir beceri değil, olası bir sorunun başlıca nedeni olabilir. Dolayısıyla bir yandan çalışırken diğer yandan lise arkadaşınızın düğün fotoğraflarına bakmak ve bunu direktörlerinize çaktırmamak sandığınız kadar iyi bir şey olmayabilir.

Yukarıda kısa kısa da aktarmaya çalıştığım gibi, Bellek Yanılgısı bizi sıkıcı bilimsel soruşturmalara hapsetmiyor. Ele aldığı meseleleri, hepimizin bir şekilde dahil olduğu çağdaş konular çerçevesinde açıklıyor. Ve bu kitap aracılığıyla bir kez daha fark ediyorum ki beyin ve bellek üzerine konuşacak, öğrenecek, anlatacak daha çok şey var. Bellek Yanılgısı: Hatırlama, Unutma ve Sahte Anılar Üzerine Bir İnceleme, bu alandaki okuma hevesini besleyecek kitapların başında geliyor. Okuru bol olsun!

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal
* Bu yazı daha evvel edebiyathaber.net'te yayınlanmıştır.

12 Kasım 2017 Pazar

Mahalleden apartmana, ergenlikten babaya: "illallah" dedirten hayat

"El benim dâmen senin ey rahmeten li’l-âlemin 
Şöhretim isyan benim sen afv ile meşhûrsun."
- Buhurîzâde Mustafa Itrî

"Bir mevsim-i bahârına geldik ki âlemin
Bülbül hamûş havz tehî gülistan harâb."

- Keçecizâde İzzet Molla

Son yıllarda mahalle ile apartman arasında kalmışlığı, bazen de bozkır insanının yaşamını şahane bir kurgu ve lezzetli bir üslupla okurlara adeta hediye eden üç isim ve üç kitap saymaya kalksam şöyle olurdu: Engin Ergönültaş (Minare Gölgesi), Ethem Baran (Evlerimiz Poyraza Bakar), Mustafa Çiftci (Bozkırda Altmışaltı). Şimdi bu listenin başına, evet en üstüne yeni bir isimle kitabını yazıyorum: Eyüp Aygün Tayşir ve 4 Hane 1 Teslim. Bu tür kitaplar ve elbette isimler nadirattan olduğu için, haklarını da teslim etmek gerektiği için, sıkça söz etmek gerekir ama öyle kuru kuruna değil, derinleşerek. Uzaklaştığımız 'o' iklimleri hesaba katarak, kelimeleri hesapsızca harcamayarak.

Tayşir'in kitabını çıkar çıkmaz, kapağı ve ismi karşısında yüksek bir merak duyarak almıştım. Temmuz 2016'ydı. Ne zaman okudum? Şöyle; bir sabah iş yerinde e-postama bir duyuru düştü. Söz konusu duyuruda 4 Hane 1 Teslim'in ikinci baskısını yaptığı haber veriliyordu. Eh, bu kez golü yemiştim işte. Her zaman kıyıda köşede mi kalacaktı benim merakla aldığım kitaplar? Sadece ben mi okuyup 'sinsi sinsi' yazacaktım ilkin? Gol günün en erken saatlerinde geldiğinden akşam eve varır varmaz başlamıştım okumaya kitabı. "Tüm babalara..." ithafıyla başlıyordu. Buyur sana ikinci gol. Hemen ardındaki sayfada üçüncü golün 'müjdecisi' bir Ece Ayhan dizesi: "Bismillah tû Hafız Post / insanoğlu babasızdır."

4 Hane 1 Teslim, tamı tamına 408 sayfa. Türk okuyucusu için bu rakamlarda sayfa okumak ancak yabancı romanlar için 'kabul edilebilir' görülüyor, hâlâ. Tayşir bunu hiç umursamamış. Zaten yazım tekniği ve fikir kurgusu da hiç öyle 150-200 sayfa kabul edecek şekilde değil. Hani derler ya "yazar çok uzatmış, kısa kesebilirdi". Dizi mi bu kardeşim? Ama bakın orası da ayrı, bu kitabın dizisi olur. Hem de çok iyi olur. Usta ellerle elbette. Neyse, 'ekran sektörü' şimdilik bizi aşar, kitaba dönelim.

Sabri, doğar doğmaz ölüme doğan bir çocuk. Etrafındaki herkes hayatın sıkıntılarından, yaşanılan kıyamet zamanından, para derdinden, geçim problemlerinden bahsediyor. Gerilim ve sıkıntı artarak sürüyor. Annesi Nalân ne kadar oğlunu iyi koşullarda yetiştirmek istese de olmuyor. İlk evliliği fiyasko olduğundan ikinci bir evliliğe yelken açıyor. Baki'yle giriştikleri -kelimenin tam manasıyla giriştikleri- bu evlilik oldukça yakıcı ve yıkıcı oluyor, o da 'yarım' kalıyor. Hır, gür, yaka paça, bam güm geçiyor günler. Arada bir bahçede kara bir kedi selâm veriyor Sabri'ye, ömür geçiyor der gibi. Burada bir Ece Ayhan şiiri hatıra gelmeli: "Geçer sokaktan bakışsız bir Kedi Kara. Çuvalında yeni ölmüş bir çocuk. Kanatları sığmamış."

Anneanne, Muhlise Hanım. 'Evinin harcına da içine de bir buğday tanesi kadar haram karışmasına engel olmaya ant içmiş' bir kadın. Elektrik kesildiğinde asla kaçak yollara başvurmayan, daima mum yak(tır)an bir kadın. Doğup büyüdüğü yörenin aksanıyla konuşuyor. Derdi ev. Müteahhit gelse de oturdukları gecekonduya 'çökse', onlara da başka bir yerde daire verse yahut iki küçük dairelik para. Biri kira, biri ikametgâh olsa... Torununa menkıbeler anlatıyor, hikâyeler, rivâyetler sık sık: "Sene ne anladayim eyi dinne bag! Birgün bir serhoş bir evlıyenin mezarina ebdesd bozmuş, bag eyi dinne buni babam annadırdi, cinler dudmış bu edami, sebbaha gadar dop gibi ırdan ıraya admışlar, daşlara vıra vıra barambarca idmişler. İlisi de gurdlar guşlar yimiş. Bir golunu bılmışlar da edamın, yera izinden danımış garısi." [sf. 160]

Dedesiz olur mu? Raşit dünyanın en sert dedesi. Öyle otoriter falan değil. İnsanlardan nefret edercesine yaşıyor. Gelene geçene fırça. Toruna tokat, Muhlise Hanım'a küfür. Tek derdi kahvede fosur fosur sigara içmek bir de namazları kaçırmamak. Baki'nin babası Agâh Bey, Avrupa görmüş adam. Hakikati arıyor hem de nasıl aramak. İnançla inançsızlık arasında sıkışıp kalsa da hiç yiğitliğe necaset sürdürmüyor. "Tüm bu hayat, imtihan meselesi" diyor her ne kadar bu imtihandan hiç hoşlanmasa da. Roman içinde sık sık 'hepimizin' sorularını soruyor, elbette kendi cevaplandırarak. Eşi Emel Hanım kritik bir mevkide. Ne zaman ne yapacağı belli olmuyor. Bazen para pula sevdalı bazen hayatın anlamına. En çok da oğlu Baki'nin deli hâllerini düzeltmekle uğraşıyor. Arada Sabri'nin arkadaşları da var akrabalarında. Zihni yoracak kadar çok karakter yok. Üstelik bu karakterler çok belirgin özellikleriyle okuyucunun zihninde yerini alıyor. Hatta keyifli bir yol olarak ben sevdiğim tiyatroculara rol veriyorum yüz, mizaç olarak. Okuması daha sürükleyici olabiliyor.

Sabri gecekondu çocuğu ama Teneke Mahallesi değişiyor. Diğer tarafta Nişantaşı var. Bir de İstanbul'un 'nefis' yeri olan boğazlar, sahiller. Kitabın adındaki gibi dört hane değiştiriyor. Her hanede aynı sorunlar. Ama bir taraftan büyüyor, erkeklik devreye giriyor. Eskiden suratını asarak ya da ağlayarak geçtiği sorunlar bir bakmış ki içinde serpilip büyümüş. Kendisini kendisiyle konuşurken bulabiliyor. Çok güzel kitaplara denk geliyor, onları okuyarak yeni sorular ve cevaplar keşfediyor. Kimseye belli etmeden serpilen bir çiçek gibi. Ama dikenleri var, çok yaralı. Birçok yazar ona 'yardım etmeye' çalışsa da en çok Gabriel Garcia Marquez'i seviyor. Bazen bir meyhanede oturuyorlar karşılıklı, konuşuyorlar Gabo'yla.

Yazarın psikolojiyle ve müzikle yoğun ilgisi olduğu metinlerden anlaşılıyor. Agâh Bey karakteri bu anlamda önemli. Tahlilleri Freud'un "insanın tüm özellikleri genetiktir" tezini hatırlatır cinsten. Nalan ise çoğu zaman Türk sanat müziği ile teskin oluyor. Burada yazarın gelenekle olan bağı dikkat çekiyor. Her bölümün başındaki epigrafların çoğu bu duruma birer işaret. Mesela bir bölümün başındaki Tanpınar cümleleri şöyle, Mahur Beste'den: "Bize ulûhiyetin çehresini veren Hamdullah'ın yazısı, Itrî'nin Tekbîr'i, kim olduğunu bilmediğimiz bir işçinin yaptığı mihraptır."

Muhlise Hanım'ın başlarda Turgut Özal'a sempati besleyip sonraları ona isyan etmesi, insanımızın sevgisinin kendi menfaatleri doğrultusunda nasıl değişebildiğini hatırlatıyor. Burada ölüm devreye giriyor ve kişi isyan ettiği şahsı öyle veya böyle affediyor, affedebiliyor. Bu da yine insanımızın merhamet duygusuyla alakalı: "Evet, Cumhurbaşkanı Özal ansızın ölüvermişti. Gerçi o yol o kadar çok insan ölmüş ya da katledilmişti ki sanki Azrail fazla mesai yapıyordu. Fakat en çok Özal'ın ölümüne hayret edilmişti. Herkes şaşırmış, lig maçları iptal edildi diye sinirlenenler olmuş, sevenleri üzülmüş ama kimse sağlığında rahmetliye durmadan bela okuyan Muhlise Hanım kadar ağlamamıştı. Sanki suçluluk duyar gibi, günlerce ağlamıştı kadın ve hakkını da, "kader" diyerek helal etmişti. Toprağın sadece ölü bedeni değil, o bedenin yaşarken yaptıklarını da örtmesi gerektiğine inananlardandı. Nazarında ölüler, en savunmasız ve çaresiz olanlardı şu âlemde. Suçlamalara yanıt veremezler, suçlarını kabul edip özür dileyemezler, izleri silemezler, geri alamazlar, yarına erteledikleri hiçbir şeyi gerçekleştiremezler, ayıplarını örtemez, değişikliklere uyum sağlayamaz, hatta kendilerinden geriye kalan tek nesne olan bir altın diş ağızlarından sökülürken dahi isyan edemezlerdi. İşte bu yüzden, ölülerin ardından konuşulmamasını, ölüye saygı gösterilmesini istemişti eskiler. Bir hesap varsa Allah görürdü öte dünyada." [sf. 315]

Romanın ana kahramanı Sabri de elbette farkındaydı her şeyin. İnsanların bu hızlı değişmelerinin. Vefasızlıkların, acımasızlıkların, hayatın vahşiliğinin. Kimseye, ana baba dahil hiç kimseye güvenmemesinin son derece normalleşmesinin. Doğal olan toprağa yakınlık yerine gittikçe yukarılara yükselmenin kişinin nefsiyle olan doğru orantısının. Arsızlıkla mal mülk düşkünlüğünün. Yeri gelince Allah'ı sık sık anmak gerektiğini ifade edenlerin her 'fırsat'ta Allah'ı unuttuklarının. Her şeyin farkındaydı. "Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar" dizesi gibi şairin. Bu yüzden kendisiyle yaptığı konuşmalarda, kendisiyle yaptığı görüşmelerde, sorgulamalarında hep bu yönde yaptığı okumaların ve fikirlerin derinliği vardı.

"İnsan küçük bir çocukken, hayat mücadelesi içinde debelenip dururken kendisine yapılanları anlayamıyor. Ebeveynler, 'Çocuktur anlamaz,' diyerek fütursuzca yaşıyor, yaşatıyor. Evet çocuk o an anlamıyor ama unutmuyor da. Ve bir gün, hatırladığı bir gün anlıyor. Ne zaman ki kıyıya çıkıyor, kayanın üzerine oturuyor, işte o zaman anlayabiliyor ancak, kendisini kim itti. Ben de geç anladım niye debelenip durduğumu, suya nasıl düştüğümü." [sf. 385]

"Küçükken, daha henüz yeşerirken gelip basıyorlar üzerimize, sonra boy atarken bile canımız yanıyor. Her dilde, o dilin en içli şarkılarına tutulmamız da bundan belki." [sf. 386]

Sabri'nin bu düşünceler eşliğinde adeta felsefi bir ders verdiği sayfalara yukarıda bahsettiğim gibi müzik de eşlik ediyor. Bazen Fuzûlî'den "öyle ser-mestem ki idrâk etmezem dünyâ nedir / ben kimem sâki olan kimdir mey-i sahbâ nedir" bazen de Harabî'den "ey sofi dünyayı boş mu sanırsın / her zamanın vardır bir peygamberi" ya da "Hakk'a hiçbir layık mekân yok iken / hanemize aldık mihman eyledik".

Yeri geldiğinde Sabri'nin 'unutulmaz' aforizmaları da oluyor masada kendiyle ya da Gabo'yla dertleşirken. "Babasızlık insanı peygamber yapar!" diye coşuyor, sonra durulup tekrar coşuyor: "Büyük sözü dinlemeyenin taş kesildiğinin ispatıdır heykeller..."

Kitabın müthiş finali; adının, kapağının, kurgusunun hakkını veriyor. Elbette finalden hiç bahsetmeyeceğim ama finalin fon müziğinden bahsetmezsem müzik sevgime haksızlık etmiş olurum. En iyisi mi güftesi Cemâlî Nâbedit'e, bestesi Sadettin Kaynak'a ait o harika muhayyer kürdî eserle bitireyim: "Akşam yine gölgen, yine gölgen, yine akşam / gölgen neyi görsem neyi sevsem neye baksam."*

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Özer Özel ve Dilek Türkan yorumları naçizane tavsiyemdir.

11 Kasım 2017 Cumartesi

Kraldan çok kralcılık veya sessiz kalmak isteyen bir yazar

“Hanidir görklü dünya dünyalar içre doğan?
Nerde, hangi yöremizde zihnin
tunç surlardan berkitilmiş ülkesi
ağzı bayat suyla çalkanmış çocuğa rahim olan
parti broşürleri yoksa kafiyeler mi?”
- İsmet Özel, Amentü

Modern Arap Edebiyatı’nın aykırı yazarlarından olan Nihad Siris’in Türkçe’ye çevrilen tek romanı Sessizlik ve Gürültü, Jaguar Kitap’tan 2015 yılında neşredilmişti. Jaguar Kitap son yıllarda çevirdiği -özellikle ülkemizde pek bilinmeyen edebiyatlardan dilimize kazandırdığı- eserlerle dikkat çekiyor. Sessizlik ve Gürültü de böyle bir eser. Suriyeli Nihad Siris’in bu kitabı 2003’te Halep’te yazılmış; fakat daha yayımlanmadan yasaklandığı için, 2004’te Beyrut’ta basılmış ve 2015’te de dilimize çevrilmiştir.

Yayımlanalı iki yıl olmasına rağmen hakkında sadece birkaç yerde yazı çıkan bu kitabın kıyıda köşede kalması, özellikle distopya konusunda roman okumayı sevenleri üzecektir. Sessizlik ve Gürültü'nün, George Orwell’ın meşhur Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ünden seviye olarak pek aşağı kalır bir yanı olduğunu düşünmüyorum. Üstelik bizim coğrafyamızdan biri yazdığı için de daha ‘bize yakın’ olduğunu düşünüyorum. Tabii distopyalar evrenseldir diyenlere de hak verilebilir.

Bilinmeyen bir Arap ülkesinde geçen Sessizlik ve Gürültü, 158 sayfadan ve 8 bölümden oluşuyor. Başkarakter, yazar Fethi Abdülhakîm Şiyn’in başından geçen bir takım olaylar dizisini konu alan roman, ülkenin mutlak hâkimi olan “Lider”in iktidara gelişinin yirminci yıl kutlamalarının başladığı günde geçiyor. Düşündüklerini gördüğü baskı sebebiyle yazamayan ve bu sebeple suskun kalan yazar Fethi Şiyn, bu durumu şöyle açıklıyor: “…Bir süredir bir sıkıntı ve kendime karşı bir kızgınlık içindeyim, çünkü pek bir şey yapmıyorum. Dün tıpkı önceki gün gibiydi, önceki gün ondan önceki gün gibiydi, o da aylar öncesi gibi. Artık hiçbir şey yapmıyordum. Yazmıyordum, okumuyordum, düşünmüyordum. Bir süredir çalışma isteğimi kaybetmiştim.

Bu distopya romanında da tıpkı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'te olduğu gibi Fethi Şiyn’in sevmediği, halkına zulmettiğini düşündüğü ama halkın korkudan sesini çıkaramadığı bir ‘big brother’ yani “Lider” var. Fethi Şiyn kendi sessizliği ve “Lider”in gürültüsü arasında yaşamaya çalışır fakat yolu ister istemez “Parti”yle kesişir. Kutlama günü sokağa çıktığında polise kimliğini kaptırmasıyla, günün sonunda kimliğini almaya çalışması arasındaki ve o esnadaki geçen olaylar Fethi Şiyn’in sosyolojik ve psikolojik yönden kendini ve toplumunu sorgulamasıyla geçer. Halkın bu kutlamalarda nasıl kendinden geçerek marşlar söylediğini, “Lider” için sloganlar attığını, posterler salladığını şaşkınlıkla izlerken, bu süreçte annesi, sevdiği kadın ve kız kardeşinin evlerinde geçirdiği zamanlarda onların görüşlerini de kendisiyle kıyaslar. Kitle psikolojisi açısından yazdığı şu satırlar durumu daha iyi açıklayacaktır: “Benim ülkemde insanlar kafiyeli ve seçili sözleri, vezinli hamasi şiirleri severler. İşte bakın, anlamı olmayan bir sözü sırf kafiyeli diye nasıl da tekrarlayıp duruyorlar! Sonuç şu ki, eğer iktidardaki kişi halkın kendisini sevmesini istiyorsa, hemen kendisiyle ilgili yeni sloganlar üretecek bir merkez kurmalıdır. Fakat bu sloganların şiire benzemesi şarttır. Çünkü biz şiiri seven bir milletiz, hatta şiire benzeyeni de severiz, sözün içeriğine bakmadan belki kafiyesi ile de yetiniriz. Kitlelerin çağı şiir çağıdır demediler mi? Aslında tersi doğrudur, devir nesir devridir. Çünkü şiir kitlelere hitaben söylenirken şu anda yazmakta olduğum düzyazı bireye hitap etmektedir. … Şiir hamaset yapıp kişiliği yok ederken düzyazı akıl, bireysellik ve kişilik yaratır. Son olarak şunu hatırlatmak isterim ki, benim ülkem hâlâ kitleler çağını yaşıyor; bu nedenle vezinli sözler ve kafiyeli sloganlar olmazsa olmazımızdır.

Nihad Siris, Fethi Şiyn’in bakış açısından anlattığı bu romanında, başkarakter üzerinden halk ve kitle psikolojisini ve sorgulamasını çok iyi gerçekleştirmiş. Sekiz bölüme ayırdığı kitabın her bölümünde Fethi Şiyn’in farklı bir yerde farklı birileriyle konuşmalarına ve etkileşimlerine tanık oluyoruz. Fethi Şiyn’in kendisiyle ilişkisi, annesinin evine gitmesi (ailesinden bahsetmesi), ülkesinde niçin ‘hain’ olarak görüldüğü, sevdiği kadın Lema, hastahane, “Parti” binası gibi bölümlerde ve konularda geçen kitap, her bölümde diyaloglar ve başkarakterin iç konuşmaları üzerinden ilerliyor.

Kutlamalar boyunca ülkede oluşan aksaklıklar, slogan ve gürültünün günlük akışı oluşturması, “Lider”e kölelik, yürüyüşler, her kutlamada ölen yüzlerce kişi (kimsenin umursamadığı), hayatın durma noktasına gelmesi, “Lider”le halk ilişkisi ve bu kutlamalarda oynanan ‘tiyatro’ da, bölümlerin konularını oluşturarak Fethi Şiyn’in bakış açısı ve yazar Nihad Siris’in fikirleriyle satırlara yansıyor: “Bizler kendi irademizle kul köle olmuş kimseleriz. Bunun kanıtı, az önce büyük meydanda, otel binasının önünde olup bitenlerdir: Orada Lider, insanlarla (kölelerle) öyle oynuyordu ki, onlara askerî üniformasını ve madalyalarını sarkıtıp bunlara dokunabilmeleri için onları çıldırtıyordu. Lider kitleleri, kendisi için canlarını verirken görmekten hoşlanıyordu. Çünkü Lema’nın evine yürüyerek gelirken birden çok ambulansın sessizce yol alarak baygın insanları –ki bu izdihamda ve sıcakta bunların sayısı bir hayli fazlaydı- taşıdığına tanık olmuştum. Bir defasında bir doktor, adının gizli kalmasını rica ederek, bunun gibi her yürüyüşte yüzden fazla insanın ayaklar altında ezilerek veya boğularak yaşamını yitirdiği, bu sayının iki katı kadarının da insanların evlerine veya köylerine dönüşleri sırasında yaşanan trafik kazaları sonucu yaşamını yitirdiği bilgisini bana vermişti.

Politik mizahın ve eleştirel bir üslûbun her an devam ettiği kitapta yazar Nihad Siris, başkarakteri Fethi Şiyn’i de bir ikilemde bırakıyor. “Parti”yle ters düşmeler sonunda iki seçenek kalıyor Fethi Şiyn’in önünde: Tarafını seç, ya onlardansın ya bizden. Gürültüyü hem gerçek hem mecazî anlamıyla iktidarla ve “Lider”le bağdaştıran, sessizliği ise kendi içine dönmesi olarak gören Fethi Şiyn’in tek istediği bunu devam ettirmek. “Lider” için yapılan yürüyüşlere katılmamanın bile ‘vatan hainliği’ olarak görüldüğü ülkede, Fethi Şiyn’in de sessiz kalmasına elbette ki müsaade edilmiyor ve müdahale ediliyor. Şiyn ise ona sunulan teklifi “bana, ya iktidarın gürültüsü ya da kabrin sessizliği, ikisinden birini seç diyorlar. Kabir dingin ve sakin bir yer. Hâil Bey onunla başka bir şeyi kast etmeseydi onu tercih ederdim. İşleri alçakça tertip ederek planına annemi de dâhil etmişlerdi üstelik” şeklinde tanımlıyor.

Romanın sonunda Fethi Şiyn’in, bu ikilemdeyken kız kardeşiyle yaptığı konuşma ve kardeşinin sözleri bize, ‘kraldan çok kralcı’ olmanın, rahat bir hayat yaşamanın tek yolu olduğunu vurguluyor ve insanların değerlerinden ziyade güce nasıl taptığını, hakikati savunabilmektense dalkavuk olup bu dünyada rahatına bakmanın nasıl bir şey olduğunu belirtiyor: “Sence fırsatçı olmayan kim, söyleyiversene bana? Gerçekçi ol. Dünya değişti, kardeşim Fethi. Herkes Lider’in adamlarına yakın olmaya çalışıyor. Sen şimdi sessiz ve aç birisin. Mevcut duruma uyum sağlaman lazım, tıpkı benim yaptığım gibi. Şehirdeki en aptal adamla evlendim. Onu zeki yapmaya çalıştım, ama olmadı. Esenlik içinde yaşayabilmek için ben de ondan daha aptal ya da en azından onun kadar aptalmışım gibi davranmaya başladım.

Nihad Siris, romanında betimlemelerini ustaca ve yerinde kullanarak okuyucuyu yormuyor. Burada çevirinin başarısını da değinmek gerekir. Rahmi Er, direkt Arapça’dan çevirdiği bu eserde iyi bir iş çıkartmış ve okuyucuya rahat bir okuma imkânı sağlamış.

Ayrıca geri dönüş tekniğini bolca kullanan yazar, ana karakterlerin tasviri konusunda hiç boşluk bırakmamış ve karakterleri net olarak okuyucunun beynine kazımış. Sessizlik ve Gürültü, en iyi distopik romanlardan biri. Fakat sadece distopyayla sınırlanmayan ve gerçek dünyanın da sınırlarında dolaşan bir eser. Çokça bilinmemesinin büyük kayıp olduğunu düşünüyorum. Nihad Siris’e fikirlerinden dolayı önyargıyla yaklaşmadan önce bu romanı okumak çok faydalı olacaktır. Diğer eserleri de bir an önce Türkçe’ye kazandırılır inşallah.

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
* Bu yazı daha evvel Temmuz dergisinin 13. sayısında yayınlanmıştır.

7 Kasım 2017 Salı

Tarihin Timur'u ve Timur'un tarihi

"Timur cihangirdi; İslam’ı yaymayı amaçlıyordu. Türk soyundandır ama eşinin Moğol prensesi olduğunu ileri sürerdi ki doğruydu. Cengiz Han soyunun devamı olduğunu ısrarla belirtmiş, bu yüzden de kendini emir ve küregen (gürgan) damat unvanlarıyla anmıştır."
- İlber Ortaylı (Hürriyet, 12.02.2017)

Büyük imparatorların ve büyük savaşçıların hayatlarına dair yeterince bilgimiz yok. 'Bize yakın' coğrafyalara yüzümüzü dönüp derinlemesine araştırma yapmaktan ve bunları neşretmekten yana cesarete de pek sahip değiliz. Batıda ise bu yönde sadece kitaplar yazılmakla kalmıyor; belgeseller ve sinema filmleri de üretiliyor. Biz, elimizdeki 'malzeme'yi kullanmak konusunda sürekli mazeret ürettikçe, bizden önce davrananlar objektif ya da subjektif, bir şeyler üretiyor. Üstelik ürettikleri de genellikle kabul ediliyor, rehber kitap olarak gösteriliyor.

Tarihten bu yana Türk büyüklerinin hayatları da yine muamma. Mesela Osman Gazi'ye dair bilinenler, bilinmeyenlerin yanında neredeyse hiç mesabesinde. Akıllara İlber Ortaylı'nın "Türkler tarih yapmıştır ama tarih yazmamıştır" sözü geliyor. Bu minvalde, batıdan doğuya merakın hiç azalmadığı isimler arasında Cem Sultan, Cengiz Han, Timur gibi isimler hemen akla gelenler arasında ve yine, bu isimlere dair yazılmış en ciddi kitaplar da batıya ait. Doğu, kendi diline çevirip okumakla yetindiği sürece de bu 'istikrar' devam edecek gibi görünüyor.

2006 yılı ilginçtir ki Türk tarih okurlarının Timur'u tanıması yönünde ilginç bir yıldı. Hem Justin Marozzi'nin "Timurlenk: İslam'ın Kılıcı, Cihan Fatihi" kitabı hem de Beatrice Forbes Manz'ın "Timurlenk: Bozkırların Göçebe Fatihi" kitabı hemen hemen aynı zamanda dilimize çevrilip neşredildi. Her ikisi de sevildi. Manz'ın kitabına uzun yıllardır ulaşılamıyordu ki ülkemizde tarih alanında önemli kitaplar neşreden Kronik Kitap, Timurlenk: Bozkırların Göçebe Fatihi'ni yeniden yayınlandı. Bu kitaba tekrar kavuşmak, hem lezzetli bir çeviriye (Zuhal Bilgin) hem de oldukça titiz bir biyografi esere kavuşmak anlamına geldi bizler için. 352 sayfalık bu kitabın kapağı da gerçekten takdire şayan. Bir film afişi gibi durduğundan insan odasına, kütüphanesine asmak isteyebiliyor.

Timur, iki isimle anılıyor: Timurlenk (Aksak Timur) veya Emir Timur. Buradan şöyle bir yorum yapılabilir: Timur, rakiplerinin alay etmek için taktığı aksak lakabını siyasi ve askeri bir engel olarak asla görmemiş ki 'Emir'liğe ulaşmış. Cengiz Han yasalarına göre Han olamayan Timur, onun torunlarından birine bağlı kalmak mecburiyetinde olduğundan kendine Emir (Timur) unvanını uygun bulmuş. Bu unvanın hiç de öylesine olmadığını zaten tarih yazıyor. Adına ve doğumuna dair Manz şunları yazmış: "Timurlenk daha doğru olan Türkî ismiyle Temür diye anılmalıdır; adının batılı imlası, Farsça Timur-i lang, yani Aksak Timur’dan gelir. Muhtemelen 1320’ler ya da 1330’larda, Maveraünnehir’de, Semerkand yakınlarında doğdu. Maveraünnehir, Cengiz Han’ın ikinci oğlu Çağaday’ın bölgesi olan Çağaday Hanlığı’nın bir parçasıydı ve Timur’un mensubu olduğu Barlas aşireti, Cengiz Han konfederasyonunun Moğol Barulas aşiretinden geliyordu. Gerek Barlas aşireti, gerekse Maveraünnehir’in diğer aşiretleri, göçebeliklerini muhafaza etmekle birlikte, yerleşik nüfusla yakın ilişki içindeydiler ve İslamiyet’i kabul ederek İslam kültürünün de bir parçası olmuşlardı."

Timur'un başında bulunduğu konferasyon birçok Cengiz İmparatorluğu aşiretinden oluşuyordu. Dolayısıyla fethettiği coğrafya da Moğol ürünüydü. "Onun amaçlarına, yöntemlerine ve ideolojisine biçim veren, hep Moğol tarihi ve gelenekleriydi" diyor Manz. Kaos ortamında ve çok zorlu bir siyasi atmosferde tarih sahnesine çıkıyor. Zaman zaman iktidarı ele geçirme konusunda zorluklar yaşıyor ve hatta gizleniyor, saklanıyor ve sonrasında yeniden ortaya çıkıyor. Çağatay ulusunun başına geçtikten sonraysa Manz'ın deyimiyle onu 'iktidar olma gücünü ispat etme' bekliyordu. Çünkü "bu sistemde, merkezi önderliğin imgesi gerekli, ama gerçekliği mahzurluydu. Çağatay Ulusu değişmeden kaldığı müddetçe, kuvvetli bir hükümran hoş karşılanamazdı."

Onlarca ulus üzerinde hâkimiyet kuran Timur'un en büyük özelliklerinden biri, bu ulusları kendi hizmetine alma ve onlardan en iyi biçimde yararlanma konusundaki başarısıdır. Yazarın "fetih ordusu" adını verdiği bu orduya dair yaptığı araştırmalar dünya askerî ve savaş tarihi alanında da çok büyük bir boşluğu dolduruyor. Olası farklılıkları tehditten fırsata çevirme konusundaki mahareti, Timur'un geleceğini de şekillendirmişti hiç şüphesiz. Aslında hiçbir sadakat bağı olmayan onlarca topluluk, mükafat ve güvende olma neticesinde Timur'a bağlılığını kısa sürede göstermişti. Buradaki farklılıkları yazar şöyle anlatıyor: "En kolay yola gelen ve yararlılık gösterenler, gelenekte ve yaşam tarzında Çağataylılara benzeyen göçebeler değil, Ortadoğu’nun yerleşik ve büyük ölçüde Acem hanedanlarıydı. Göçebeler çoğunlukla dışarıda kalırken, Timur’un teşebbüşüne katılanlar, zorla veya çekim gücüyle olsun, işte bu topluluklar oldu." [sf. 166]

Yerel hanedanlar üzerindeki hâkimiyetini 'liderlerini sürekli değiştirme' stratejisiyle sabit tutmuştur Timur. Yazarın bu konudaki yorumları ise şöyle: "Timur, denetimindeki yerli yöneticilerden yararlanma konusunda heveskâr, onlara güvenme konusunda ise çekinceliydi. Tutumunu onların Çağatay Ulusu’yla olan eski ilişkilerine ve boyun eğmeye olan yatkınlıklarına göre şekillendiriyordu. İçlerinden bazıları Timur’dan kaydadeğer ölçüde lütuf görmüşse de, hiçbirisi Timur’un seçkinler sınıfının asil üyesi olamadılar. Yeni dize getirilmiş önderler ve orduları, Timur’un güçlerine kısmen eklemlendiler, ama hiçbir zaman ordunun ayrılmaz bir parçası haline gelmediler. Timurlu hazinesine ödedikleri fidye parası (mal-ı aman) ve ilgili vergilerin yanı sıra, orduya belli sayıda asker sağlamak ve Timur’un bazı seferlerine ya şahsen katılmak ya da aile üyelerinden birini göndermekle yükümlüydüler." [sf. 170]

Sonuç bölümünün hemen akabinde çok önemli ekler mevcut kitapta. İlk ekte Çağatay Ulusu'ndaki güçlerin vaziyeti, ikinci ekte Timur şeceresi, son ekte ise resmî idarî yapı teferruatlı biçimde ele alınmış. Kitabın en sonundaki kronoloji ise 1206'dan 1409'a kadar Timur'un hayatındaki en kritik noktalara temas ediyor.

Âşıkpaşazâde'nin "gavur itmez ittiğini" dediği Timur hakkında birçok soru hâlâ tartışılıyor. Müslümanlığı, Türklüğü, merhametsizliği, gaddarlığı en çok tartışılanlar arasında. Moğol soyundan gelip gelmediği, Yezid'in mezarına yaptıkları, entelektüel seviyesi, İbn Haldun'u esir alıp almadığı, Yıldırım Bayezid'e işkence edip etmediği, içki içip içmediği, sarayının her yanında ayetler olup olmadığı, İzmir'i Türk vatanına hizmet edip etmediği gibi meseleler iyice magazin boyutuna indirilmiş durumda. Beatrice Forbes Manz'ın Timurlenk'i elbette tüm bu sorulara cevap vermiyor -ki vermesi de gerekmiyor- ancak çok büyük bir boşluğu, rehber kitap sıfatıyla dolduruyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf