31 Temmuz 2017 Pazartesi

Futbolun modern yüzüne sol açıktan kalkan tek yumruk: Metin Kurt

"Sahada bir Metin vardı ki, aman Allahım! Topla birlikte gidiyor ve sol çizgiye diziyor rakiplerini, korner noktasına varmadan ortalıyor. "Alın atın" diye, kaç orta yaptı, sayısını maçı seyredenler bile unuttu."
- Halit Kıvanç, Gol Diye Diye, Hürriyet Yayınları, 1983

"Metin Kurt, okuma! Şimdi beni iyi dinle Metin Kurt! Sen, futbolun dışında başka şeyler düşünürsen bu camianın içinde kalamazsın..."
- Gündüz Kılıç

Hayatımda babamdan hiçbir zaman yemediğim tokadı bir başkasından yediğimde 15-16 yaşlarındaydım. "Playback yapmayın laaaann, bağırın laaaannn!" diyordu karşımdaki ses. Aynı tokat, yanımdaki arkadaşımın yanağına da inmişti. Bu çok haklı bir tokattı. 60 dakikadır bağırıyorduk ve ses tellerimizin biraz olsun dinlenebilmesi için küçük bir kaçamağa, playback'e ihtiyacımız vardı. Lakin burası tribündü, televizyon koltuğu değil. Bağırmayacak olanın burada yeri yoktu. Tribün “sürüden ayrı” gidenler için hayattı ve bu hayatın kendine has, “bekçi köpekleriyle kapışmayı gerektiren” kuralları vardı. Tokat yemenin dışında başka uyarı yöntemleri de mevcuttu elbette. Davul tokmağıyla yüzleşmek, küfür yemek, gelecek haftaki deplasmana gidememek gibi. Dedim ya, tribündü burası. Seyirciyle taraftar arasındaki farkın buluştuğu ve tutkunun eyleme dönüştüğü bir yerdi. Ve taraftar daima, sahada kendine benzer futbolcuları, gladyatör yürekli oyuncuları görmek isterdi. Metin Kurt gibi.

Vecdi Çıracıoğlu olağanüstü bir arşiv çalışmasıyla Metin Kurt'un hayatını baştan sona romanlaştırmış. Ancak bu kitap asla bir roman değil. İletişim Yayınları'nın Futbol Kitapları arasında yer alsa da yakın Türkiye tarihinin en ilginç konularını barındırmasıyla geniş çaplı bir belgesel niteliğinde. 1. baskısını Temmuz 2017'de yaptı, 335 sayfa. Kitabın 2009 Abdullah Baştürk İşçi Edebiyat Ödülü aldığını da hatırlatmak gerek.

"Statükoya karşı gelmek, arkasındaki müthiş güçler göz önüne alındığında, daima cesaret gerektirir. Cesaret, bir zamanlar yaygaracı radikalizmleriyle tanınan entelektüellerin; uzman, bilim adamı ya da medya sektörünün ünlüleri şeklindeki yeni rollerine ve 'mevkilerine' giden yolda kaybettikleri bir niteliktir." diyor¹ Zygmunt Bauman. Metin Kurt, endüstriyelleşen futbola karşıydı, bu futbolu satan ve pazarlayan statükoya karşıydı, üstelik başına geleceklerin de farkındaydı. Bir yandan yaptığı 'sol' okumalar, diğer yandan büyük bir ailenin geçimini sağlayıp onurlu bir biçimde yaşama sevdası onun bu 'karşı gelme' durumunun ilham kaynağıydı. Genç ve gelecek vaadeden bir futbolcuyken de öyleydi, tecrübeli bir futbolcuyken de. PTT takımında da öyleydi, çok sevdiği Galatasaray'da da. O, mevkisini seçerken bile tercihini halktan yana kullanmıştı. Sahada halka en yakın olan yeri, sol açığı seçmişti. Gürültünün en çok koptuğu yeri. Kendi de gürültü çıkarmayı hep sevdi. Tam burada Malcolm X'i yâd etmeli: "Hayatımın erken dönemlerinde öğrendim ki eğer bir şeyi istiyorsan, biraz gürültü yapsan iyi olur."

Gittikçe endüstriyelleşen futbolda artık ne tribünde ne de sahada gürültü var. Bu da taraftarı buhrana sürükledi, küstürdü ve evine kapattı. Tribünler hem neşesiz hem de öfkesiz kaldı. Sahada 'taraftarın elemanı' gibi tutkuyla saldıran 'gladyatörler' gitti. Onların yerine imza parası, galibiyet primi, şan ve şöhret için 'oynayan' köleler geldi. Eh bir gerçek var ki,  taraftarın yerini de neşesiz ve öfkesiz seyirciler aldı. Top ağlarla buluşunca "gol", direkten dönünce "offf", kaleci kurtarınca "ahhh" diyen tuhaf tuhaf bireyler üredi statlarda. Onlar, gösteriye dönüşmüş futbolun arenadaki seyircileri. Sahadaki 'modern zamanların modern gladyatörleri'ni izliyorlar. Zaten stat isimlerine “arena”nın nakşedilmesi de boşa değil: “Roma’nın büyük amfi tiyatroları ve vilayetleri rutin olarak hem birbirleriyle hem de vahşi ve tehlikeli hayvanlarla kanlı savaşlar yapan erkekleri izleyenlerle dolup taşardı. Arenalarda kılıç, ok, mızrak, diş ve pençe biçiminde, bugün güçbela tasavvur edebildiğimiz bir yoğunluktaki korkunç bir vahşet kol geziyordu… Arena, aynı zamanda erkeklerin ve kadınların savunmasız bir biçimde hayvanlara atıldıkları halka açık bir infaz alanıydı. Mahkumların çektikleri dayanılmaz acılar izleyicilerin coşkusunu ve alkışlarını beraberinde getiriyordu; bu gibi sahnelerden korkmak, hatta küçük bir üzüntü duymak bile, acınası ve Romalılara yakışmayan bir zayıflık olarak görülüyordu.” [Kitapta sık sık dipnot olarak vurgu yapılan, Alan Baker'e ait Gladyatör: Roma’nın Savaşçı Kölelerinin Gizli Tarihi adlı kitaptan, Phoenix Yayınevi.]

Matematiğe karşı müthiş ilgisi ve başarısı sebebiyle, öğretmeni için geleceğin atom mühendisi olarak gösterilmiş Metin Kurt. Notlarının düştüğünü fark eden öğretmeni, onun futbola olan ilgisini "aile geçindirme sıkıntısı" olarak görmüş ve bir miktar parayı her ay hediye olarak vermeyi teklif etmiş. Kurt yine de futbolu tercih etmiş. Bunun karşılığında öğretmeninden "Yazıklar olsun sana, bu ülkede zaten bilimadamı yetişmemesi, geri kalmamız sizin gibi adamlar yüzünden. Siz kolay para kazanmanın yollarını arıyorsunuz" fırçasını yemiş. İngiliz futbolunda bir sol açık tipi vardır. Topu alıp çizgiye kadar giden ve muz orta değil de sert-düz orta yaparak forvetteki arkadaşını gol kralı yapan ya da rakip defansa kendi kalesine gol atma rekoru kırdıran bir tip. İşte Kurt öyle bir sol açık. Zamanın olmazsa olmaz 'heyecan hapını' ilk defa Altay formasıyla Beşiktaş'a karşı oynarken yutuyor ve sol açıkta destan yazıyor. Beşiktaş üç kez bek değiştiriyor onu durdurabilmek için. Vaziyeti tribünden izleyen PTT antrenörü derhal Metin'i takımına kazandırıyor.

Bir malzemeci düşünün ki elinde Victor Hugo, Sefiller. Üç cildi de atıyor Metin'in önüne, "oku bunları boş adam olma" diyor. Metin başından, ortasından ve sonundan okuyor ancak malzemecinin sorularına güzel cevaplar veremeyince foyası ortaya çıkıyor. Fakat sonra yeni kelimelerle, kavramlarla tanışıyor. Aydınlanma, Rousseau, sosyalizm... Önceleri malzemeciyle 'kapışmak' için başlıyor okumalarına. Bir kitapçıya gidiyor ve John F. Kennedy'nin Cesaret ve Fazilet Mücadelesi adlı kitabını alıyor. Sonraları çok çok kullanacağı şu sözün altını çiziyor: "Haklı olduğun davada mücadele et, mutlaka kazanırsın."

Metin Kurt'un hayatındaki en büyük mücadele, aslında şahsî gibi gözükse de sonradan birçok futbolcunun geleceğini kurtaran bir mücadele. Tıpkı Bosman gibi. Galatasaray’da 3 yıl üst üste şampiyonluk yaşıyor ve 24 golle, toplamda en fazla gol atan oyuncu. Sözleşmesi bitiyor. Yönetim "sana 110 bin lira para veriyoruz ve sözleşmeni uzatıyoruz" diyor. Metin derhâl ayaklanıyor, "Bana sormuyor musunuz?" cevabını veriyor. Yönetim bunun üzerine "Niye soralım sana? Yönetmeliğe göre senin mukaveleni 28 bin lirayla iki sene uzatmaya hakkımız var" restini çekiyor. Kurt'a rest işler mi? O zamanın spor basının ayağa kaldıran ve hatta cumhurbaşkanlığı makamını bile meşgul eden şu karşılığı veriyor: "Ya bana 200 bin lira verirsiniz ya da 28 bin liraya mukavelemi uzatırsınız. Ama bunun mücadelesini de veririm."

Sakal bırakıyor. Türk futbolunda ilk kez sakallı bir futbolcu. Sebebi, tepkisini iyice belli edebilmek. 1995 yılında Bosman, aynı durumu yaşayarak Lahey Adalet Divanı’na gidiyor ve kazanıyor. Bu kazanıma göre artık futbolcunun sözleşmesi bittiğinde uzatmak ya da bonservisini alıp istediği yere gitmek kendi elinde oluyor. Oysa 95'ten çok önce Metin Kurt bunun mücadelesini vermişti. Şayet dikkate alınsaydı onun davası, Bosman Kanunu değil Türk Kanunu olabilirdi dünya futbol tarihinde. Nitekim o da Bosman gibi yalnız bırakıldı. Hep isyankâr, çeteci ve elbette solcu/tehlikeli olarak görüldü. O ne yaptı? İtalya milli maçından önce "Bu futbolcularla en az 10 yeriz" diyen ülke basınına (ne ülke basını ama!) futbolcu arkadaşlarıyla birlikte bir bildiri hazırlayarak cevap veriyor: Spor basınını kınıyoruz! Bu çıkış Metin Kurt'u iyice 'sabıkalı futbolcular' arasına sokuyor ve üzerine oynamalar başlıyor: İtalya'ya giden uçak kalkmak üzereyken iki adam geliyor ve Metin Kurt sen misin?" diye soruyor. Kurt, uçaktan indiriliyor, Coşkun Özarı arkasında. Koca takım bekliyor. Bir süre sonra "binebilirsin" diyor görevliler. Kurt, "Niye beni gezdirdiniz bu kadar?" diye sorunca beklenen cevap geliyor: "Anarşist bir futbolcu yurtdışına kaçıyor diye bir ihbar geldi de ondan."

Galatasaray'daki gergin süreci nihayetinde bu vakalarla birlikte Kayseri'ye sürgün edilmesine sebep oluyor. İki yıl orada topunu oynuyor ve 1978'de futbolu bırakıyor. Geride koca bir kariyer, bol gol ve asist, rakibi hayran bırakan futbol tekniği, her antrenörün takımında görmek istediği bir sol açık. Ama yalnız, hep yalnız. Politika gazetesinin spor müdür oluyor, Amatör Sporcular Derneği'ni ve sonra da Devrimci Spor Emekçileri Sendikası’nı (Spor Emek-Sen) kuruyor, Sportmence dergisini çıkarıyor. Daima aynı şeyi söylüyor: Spor bir oyun değildir, iştir. Sporcu da oyuncu değildir, işçidir. Dolayısıyla hakları vardır... Metin Kurt'un sahadayken başına gelenler sonraları "Ben İşçi Partisi'ne oy veriyorum!" diyen Kemalettin Şentürk'ü de yakıyor, o da oradan oraya sürgün ediliyor.

Futbolculuk döneminden sonra takım yönetmekten çok siyasi meselelere adamıştı kendini Metin Kurt. Yalnız  futbolcular değil memleketin her yanındaki işçiler onu ilgilendiriyordu. Yalnız sporun değil eğitimin de ne kadar önemli olduğunu her yerde vurguluyordu. İstiklâl Caddesi'nde düzenlenen bir yürüyüşte de onu görebilirdiniz, elinde megafonla bildiri okurken de. Ama hep yalnızken. Kimsin dendiğinde daima Türküm diyen ve Türk sporunun, sporcusunun tüm donanımıyla her zaman parmakla gösterilmesini hayal eden bir zihindi Metin Kurt. 2011 genel seçimlerinde Türkiye Komünist Partisi'nin İstanbul milletvekili adayıydı. Sahnede hiç olmadı, mutfaktaydı ve hedefleri çok büyüktü. Öyle ki yıllarca beraber çalıştığı antrenörler arasında fikirlerine en çok saygı duyduğu Brian Birch bir gün Türkiye'yi ziyarete geldiğinde derhâl bir gazete istemiş ve onun ilk sayfasına uzun uzun bakmıştı. "Beyefendi bizde spor sayfaları en arkadadır" diyen muhabire şöyle cevap vermişti: "Ona bakmıyorum, Metin Kurt hâlâ başbakan olmadı mı ona bakıyorum."

24 Ağustos 2012'de vefat etti. Haberi duyar duymaz yola çıkmıştım. Gökdelenlerin arasında sıkışıp kalmış Ataşehir Mimar Sinan Camii'ne varana kadar Evet, İsyan'dan dizeleri okudum durdum. Avluda kalabalık değildik.
Metin Kurt'un tabutunun üzerinde TKP bayrağı, Spor Emek-Sen flaması ve Tek Yumruk ismine sahip Galatasaray'ın sol görüşlü taraftarlarından oluşan grubun atkısı vardı. Hakkını savunduğu arkadaşlarını görmek güçtü, Metin Kurt tarafından hakkının savunulduğunu bilmeyen futbolcular belki adını da bilmiyordu onun. Haklarımızı helal edip ayrıldık. Bu kez biz de yalnız bıraktık.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

30 Temmuz 2017 Pazar

'Modern'in Ruhu: Dikizleme Günlüğü

Leydi Godiva'nın anısına...

Her yazının bir ruhu olmalı. Tüm kalbimle inanırım buna. İnanmasaydım eğer her yazıma bir damla ruh katmak için uğraşır mıydım? Bu yazının ruhu ne olacaktı peki? Sorgulayıp duruyordum. Okumuştum okumasına ama ya okuduklarımı paylaşmak? Ondan emin değildim işte. Aslına bakarsanız, -inandığım birçok şeyle çelişen- böylesi bir kitabı tanıtmanın anlamı neydi bilmiyorum! Gazetecileri 'röntgenci'ye benzeten bir yazarın kitabı üzerine neden yazacakmışım ki!

Dünya Büyük Bir Köyse...
İletişim Fakültesi’nde öğretilen ilk isimlerdendir o: Büyük iletişim kuramcısı, Marshall Mc Luhan… 21. yüzyıl iletişim kuramları arasında elbette ki en çok konuşulan McLuhan Teorisi, yani Global Köy (The Global Village) kavramıdır. Yani özetle, “Dünya artık büyük bir köy olmuştur!” ve Kabile Çağı’ndan önce Edebiyat Çağı’na geçen insanoğlu, oradan Basım Çağı’na ve daha sonra da Elektronik Çağ’a geçiş yapmıştır. Bizim de içinde bulunduğumuz bu son çağın özelliği, matbaanın icadıyla yazılı hale gelen sözel kültürün yeniden söze dönüştürülmesidir.

...

Dört yıl boyunca adeta ezberlediğim 'global köy' kavramı da nereden aklıma geldi şimdi? Açıklayayım hemen: Dikizleme Günlüğü adlı kitabı okumaya başlar başlamaz! Aslında daha kuramsal bir kitap bekliyordum. (Söz konusu yayınevi, ‘Ayrıntı’ olunca!) Yazar Hal Niedzivecki, kuramsaldan ziyade gündeliğe yaklaşan, son derece anlaşılır, açık seçik ve net bir dille karşıladı beni. Rahat okunan, sürükleyici, kısacası keyifli bir kitaptı karşımdaki. Anlattıkları çarpıcıydı da üstelik: “Sanki çağlardır süregelen bir ritüel bu. Birbirimize dikkatle baktığımızda heyecanlanıyor, saatlerce konuşmuşçasına rahatlıyor ve ancak yasak sekste mümkün olabilen erotik bir haz alıyoruz. ‘Dikizleme Kültürü’ bunların hiçbiri değil elbette ya da sadece bunlar değil; fakat sonuçta bunların yarattığı etkiyi bırakıyor.

Godivalar da Çoğaldı, Röntgenci Tomlar da...
Geleneksel kültürde bize casusluğun, gözünü dikip bakmanın, insanları gözetlemenin ayıp olduğu öğretilmişti. Yüzyıllarca ibret almamış için Röntgenci Tom’un öyküsünü anlatmadılar mı?” diye başlayan satırlar, bizi o çarpıcı hikâyeye götürüyor: “Dediler ki Leydi Godiva kocasını kölelerden aldığı vergiyi düşürmeye ikna için ata çırılçıplak bindiği halde, şehir ahalisi başını kaldırıp da bakmayacak kadar ahlaklıydı. Bir dakika, Röntgenci Tom dışındaki herkes diye düzeltmem gerek. Zaten bu nedenle onu ölümle cezalandırdılar, katran sürdüler ya da gözünü oydular veya dışladılar. Her neyse, ana fikri anladınız: Zavallı Tom, dikizlemenin ne kadar kötü ve ahlaksız bir davranış olduğunu ortaya koyan en somut örnek. Öyle ki ismi gözetlemeye meraklı dostlarımız tarafından rumuz olarak bile kullanılıyor.

Dikizleme Günlüğü'nü okurken, George Orwell'ı ve onun "Big Brother"ını anmamak olmaz şimdi: “Dikizleme Çağı’na girdiğimizden bu yana Büyük Birader’den de korkmuyoruz artık. Hatta tersine, Büyük Birader gözlerini üzerimize çevirsin, diye çıldırıyoruz. Dahası, bizzat Büyük Birader olmak istiyoruz. Onun sonsuz, her şeyi gören ve en önemlisi medyayı elinde tutan gözlerine sahip olabilmek için yapmayacağımız şey yok. İnsanların sızlanmalarını, devirdikleri çamları, talihsiz açıklamalarını en önce biz duymalıyız. Ayrıca izlemekle kalmamalı, izlenmeliyiz de! Ekrana çıkmak bizim de hakkımız değil mi? Ün, eğlence ve hediyeler… Sadece suçlular sahne ışıklarından hoşlanmaz.

'Mahremiyetin Tükenişi'
Her şey, çok büyük bir hızla başka bir şeye evrilirken, internet ve sosyal medyanın gelişimiyle birlikte kültürlerarası farklar da azalmakta. Aynı zamanda bu çağda gizlilik neredeyse tamamen ortadan kalkmış durumda. Yaşanan bir nevi ‘mahremiyetin tükenişi’ yani… “Eğer insanlar birbirlerini gerçekten bilmek isteseydi, uzun yıllar evvel olduğu gibi birbirine güvenseydi; ‘Dikizleme Kültürü’ zaten yükselişe geçmeyecekti.” diyen yazara katılmamak mümkün mü? Mahremiyet kavramının tükenişine tanıklık ettiğimiz bir çağ bu, evet! “Dikizliyoruz; çünkü artık küçük köylerde yaşamıyor, çevremizdeki insanları tanımıyoruz. Bildiğimiz tek şey, Google’da, NetDetective’de o insan hakkında yazılanlar.”. Arama motoru Technorati’nin kurucusu ve CEO’su Dave Sifry'in çarpıcı cümlelerini de es geçmemeli: “Bence mahremiyet öldü. Sanki keskin bir kılıç diz hizasından hızla geçirildi ve yara almamış görünüyorsa bile vücudunun düşmesi an meselesi.

Dikizlemenin hayatımızın bir parçası haline gelmesinin sebebi ne olabilir peki? Yazarın belirttiği gibi, 'koloniler halinde yaşarken benliğimizi saran uyum ve farkındalığa duyduğumuz özlem'den mi kaynaklanıyor bu? Yoksa insanlardan ne kadar uzaklaşırsak, kendimizi o kadar güvende mi hissediyoruz? Bu durum, ‘Dikizleme Kültürü’nün ironik sonuçlarından biri mi yoksa? Belki de, 'bir kere çizgiyi zaten geçmişseniz, kendinizi durdurmak için sebebiniz kalmıyor'dur. “Kalelerimizin yasaklı duvarlarının arkasında şimdi antidepresanlar yer alıyor ve takıntılarımızı paylaşmak için sanal günlükler tutuyoruz artık.”. Ama, neden!

'Giz'li Bir Dil Var mıdır Öbür Uçta?
Yazar, anlatısını daha çok realiti şovlar üzerine kursa da, son dönemin pek popüler sosyal medya araçlarıyla (facebook, twitter gibi..) ilgili de dikkat çekici yorumları var. “Kablonun diğer ucunda bir insanın olduğunu bilmek nasıl da olağanüstüdür!” diyor mesela. Sizce de öyle değil mi? Bu öyle bir olağanüstülük ki, mavi bir ekranın karşısındaki insanlar -belki de yüzünü bile görmediği birilerine- kendilerini hem 'olağan' gösterebilir hem 'üstü'...

Kitapta, gündelik yaşamdan bolca örneğe de rastlanıyor. İster kabul edelim ister etmeyelim, yazarın da belirttiği gibi sonuçta hepimiz ‘Dikizleme Kültürü’nün bir parçasıyız. Ne kadar dışında kalırsak yanımızdan akıp giden hayatın, o kadar büyütüyoruz içimizdeki çölü de. Sonucunda da 'bireysel' olma halinden 'ıssız' olma haline doğru yola çıkıyoruz. Bu hal ve durumlar karşısında yaptığımız şey farkındalığımızı arttırmaktan başka bir şey değil aslında. O yüzden, “Farkında mısınız?” diye sorarken yazar, pek de haksız sayılmaz: “Dikizleme Çağı'na çoktan girdik. Hem de hiç hissetmeden. Sanki hep o çağı yaşıyormuşçasına ve büyük bir hızla. Realiti şovlarla başladı her şey. Sonra YouTube, MySpace, Facebook, Twitter girdi hayatımıza. Yetmedi, casus yazılımlar, bloglar, sohbet odaları, amatör porno videoları ve MOBESE kameralar da dahil oldu.

Yazar, Dikizleme Günlüğü'nde -zaman zaman birçoğumuzun kafasına takılan- şu o önemli soruyu sormadan edemiyor: “Acaba arada kamera varken dünyayı olduğu gibi görmemiz mümkün mü?

Onunla beraber ben de aynı soruyu soruyorum kendim(iz)e. Sırf bunu sorgulamak için bile okumaya değer(di) Dikizleme Günlüğü...

Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
* Bu yazı Aralık 2010 yılında yazılmıştır.

Modernist şiirin büyük şairi nasıl yaşadı?

"Bay Eliot'ın şiirleri beni çağımızın diğer tüm şairlerinden daha çok etkilemiştir."
- Ezra Pound

"Ezra Pound ve Thomas Stearns Eliot 20. yüzyıl şiirinin inkar edilmez iki ismi. Fikriyat ve estetik yapı itibarıyla burun bükülemeyecek ürünler koydular ortaya."
- İsmet Özel (Şalom, 15 Mart 2006)

Yalnız şiirle değil sanatın tüm diğer dallarıyla da meşguliyeti olan herkese bir şeyler söyler Thomas Stearns Eliot. Bu yüzden ismi yaşamaya devam ediyor. Ülkemizde poetika üzerine bir şeyler üreten isimlerin muhakkak Eliot'ın şiirine de temas etmek zorunda kalması bundan. Bir televizyon programında İsmet Özel, milli endişeyi üzerine almamış, milli endişeyle doğmamış olan hiçbir şiirin bugün hayatiyetini koruyamayacağını söylemişti. Eliot'ın şiirindeki endişenin kökenini, yine kendisine ait bir cümleden keşfetmemiz mümkün: "Şair halktan alır ve halka verir."

Bu endişeyle birlikte sanatın ve felsefenin toplumu ayakta tutan iki büyük güç olduğuna inanan Eliot, "yaşamak için sanat" ve "yükselmek için felsefe" demiştir, gerçek şairi de şöyle tanımlamıştır: "Kendi zamanında büyük kitlelere ulaşmış değil, her nesilde küçük bir grubun bile olsa anladığı sanatçı."

Artık T.S.Eliot'a dair kuvvetli ve özgün bir biyografiyi okuma imkânına sahibiz. John Worthen tarafından hazırlanan "Bir Şairin Yaşamöyküsü: T. S. Eliot", İthaki Yayınları etiketiyle ve Zeynep Anlı çevirisiyle dilimize kazandırıldı.

Güzel bir sıralamayı takip ediyor kitap. Evvela Eliot'ın insanlık dünyasının nasıl oluştuğundan, yani aile bağlarından ve gençlik tutkularından bahsediyor. "Tavır ve şiir" bundan sonra geliyor. Evliliğe dair yaşadığı sıkıntılar, edebi yaşamı, kült eseri Çorak Ülke ve ondan sonra gelen Sweeney şiirinin tüm ayrıntıları, Eliot'ın "dönüştüm" dediği yeni hayatı, evliliğinin sonu, Azap ve Dört Kuartet şiirlerinin öyküsü, şair-şiir dünyasındaki şöhret basamaklarında iyice yükselmesi, tiyatro merakı, düz yazılarında sıklıkla görülen çocuk ve özgürlük aşkı, halk tarafından sevilen halkçı bir şair olarak vefatı...

Bir baba olarak üzerinde en çok düşündüğüm ve keşke daha uzun olsaydı dediğim bölüm, "Benim Kızım" oldu. Marina şiirini bilenler belki vardır. Seneca’nın “Hercules Furens" eserindeki bir soruyla, "Quis hic locus, quae regio, quae mundi plaga?" ile başlar: Hangi yer burası, hangi bölge, dünyanın hangi yöresi? Marina, Latincede denizin kızı anlamına gelir ve Eliot'ın Shakespeare’e ait “Pericles” adlı oyunundaki Pericles’in kızı Marina’dan esinlenerek şiire bu ismi verdiğini çeşitli düzyazılarındaki işaretlerden ve araştırmalardan öğrenebiliyoruz. İsmail Haydar Aksoy'un çevirdiği Marina şiirinden, Eliot'un bu şiiri düşlerken girdiği ruh hâline dair bir kıta: "Yaşamak hayattı ötemdeki bir zaman dünyasında; bırakın vazgeçeyim / hayatımdan bu hayat için, söylenmemiş sözler için konuşmamdan / uyanık, ayrık dudaklardan, umuttan, yeni gemilerden."

Yaşadığı dönemin edebiyatının dinden ayrı olarak konumlandırılması Eliot'ı her zaman rahatsız etmiş. Yakınlarının anılarından, 'abartılması olağan bir sabır sahibi' olduğunu öğreniyoruz. Bu sabır için çocuk yaşlarından itibaren önce ailesinden edindiği din-yaşam ve daha sonra kilisede genişlettiği din-düşünce çalışmalarına borçlu gibi görünüyor. Nitekim 17 yıl boyunca ruh sağlığı oldukça bozuk olan bir kadınla dahi evliliğini sürdürebilmiş, ciddi edebi eserler üretebilmiştir.

"Mutsuzluk ve suçlulukla yaşamanın olumsuz etkileri vardır. Vivien'den ayrılmadan önce Eliot'ın orta yaşlarının başları hastalık, depresyon ve çoğu kişinin erken yaşlanma diyebileceği durumlarla nitelendirilebilirdi. Tüm insan ilişkilerinde' bulduğu 'boşluğa' dair eski ve rahatsız edici duygusu değişmemişti, hatta Hıristiyanlığa geçişinden dolayı pek çok açıdan daha da derinleşmiş olabilirdi. 1930'da yalnızca kırk bir yaşındayken tamamen kişisel görünen bir mısrada "Yaşlı kartal kanatlarını neden açsın ki?" yazmıştır." [sf. 191]

Bertrand Russell, Henri Bergson ve George Santayana gibi isimlerden aldığı felsefe ve tarih dersleriyle çıkınını ne kadar doldurduysa, Virginia Woolf'ün deyimiyle "dünyada tamamen yalnız olmanın dehşetini" daima taşımıştır. Doğa, insan ve yaşam üzerindeki değişimi şiirlerine yansıtmış, Ezra Pound'un belirttiği gibi çağın en etkileyici şairi olmuştur.

"Kendimi gülümseyen ve aniden dönüp
Yüz ifadesine aynada bakan biri gibi hissediyorum.
Kendime hâkim oluşum eriyip akar; gerçekten de karanlıktayız."

Değişen her şeye parmağını uzatan ve bunu şiirinde işleten bir şair Eliot. Şüphesiz bu 'yük', ruhunu zaman zaman yorgun düşürmüş, onu şiirden uzaklaştırmıştır. Ancak ne o şiiri, ne de şiir onu asla bırakmamıştır. 1919'dan 1921'e kadar elini şiire sürmemesi, "bir daha okunmaya değer hiçbir şey yazamayacak olabilirim" demesine sebep olmuştur. 1921'in ilkbaharında ise bu 'istikrarsız bütün' şöhretini dünyaya ulaştıran bir şiirle ortaya çıkar: Çorak Ülke.

"Herkes kendi zindanında
Anahtarı düşünür."

Eliot için alışkanlık,  bezginlikle birbirini tamamlar. Yorgunluk ve bıktırıcılık peşinden gelir. Diğer yandan ise ölümün farkındalığı ve başarısızlığın bilinci kişiyi ayakta tutar. Burada yaşlanmak eğer içinde bilgelik varsa değerlidir. Nitekim son oyununu ve son şiirini Yaşlı Devlet Adamı olarak adlandırmıştır. Bu şiirinde net bir Eliot fotoğrafı vardır ki Virginia Woolf şöyle der: "Tom'un harika sarı, bronz maskesi, demir çerçevenin üzerine tamamen kaplanmıştır. Utangaç, sinirleri çekilmiş, düşmüş suratı, ağır bir şekilde özel dalma ve düşünce darağacına asılmış gibidir. Çok ciddi bir surat."

İlk evliliğinden uzun bir zaman sonra kendisine 'yeni bir evlilik izni' verdiğinde özeleştirisini de yapmış olur. Bu boşanmadan sonra büyük bir gayretle kendine baskı yapmış, yeniden 'yaşam dikkati'ni toplamış, katı bir geri çekilme ve pişmanlıkla tövbe etmiş, ruhunu arındırmıştır. Ve nihayet beklenen o dizeler gelir: "Aşkta bir ömrün ölümü / şevk ve bencil olmamak ve kendini adamak."

4 Ocak 1965'te 'çok saygın bir halk şairi' olarak ölür Eliot. Özellikle yaşamının son yirmi yılı içinde eserleriyle dünyaya şairliğinin çivisini çakmıştır. Ölümünden sonra daha mı meşhur olmuştur? Cevabı John Worthen şöyle veriyor: "Andew Lloyd-Webber'ın 1981 tarihli Cats müzikali, Eliot'ın 1939 tarihli Old Possum's Book of Practical Cats (Yaşlı Sıçanın Pratik Kediler Kitabı) adlı kitabından metnini almıştır ve T. S. Eliot'ın, ölümünden sonra çok az İngiliz şairin olabildiğinden daha da ünlü biri olmasına katkıda bulunmuştur. (2008'e kadar 50 milyondan fazla insan tarafından bu müzikal keyifle izlenmiştir.)" [sf. 216-217]

T. S. Eliot, Dört Kuartet'inden dördüncüsü olan Little Gidding isimli şiirinde "Her deyim ve her cümle bir bitiştir ve bir başlangıçtır / her şiir bir mezar yazıtı" der. Worthen'e göre onun edebî mücadelesinde şiir bir deneyim değildi. Artık ölmüş ve gömülmüş olan bir şeyin anıtıydı. "Bu biyografide, onu uzun süre berbat derecede mutsuz ve hassas bir birey yapan ancak aynı zamanda onun çok harika bir şair olmasına da yardımcı olan ahlâkî, sözlü, duygusal ve cinsel 'gerçekliklere' rahatsız edici ve aman zaman korkutucu açıklığını onun itiraz etmeyeceğini umduğum yollarla açığa çıkarma girişiminde bulundum" der yazar. Ne güzel bir armağan bu kitap; şiire, şaire ve dizelerin gücünü insanlığın gücüyle eş görenlere.

"Bir Şairin Yaşamöyküsü, T. S. Eliot" kitabı eşliğinde düşüncelerimi aktarmaya başlarken, İsmet Özel'in Rita Ender ile yaptığı söyleşiden bir cevabı aynen almıştım. Yazımı bitirirken Özel'in 'bu çağda dahi' meleklerle yaşadığımızın farkına varmamız gerektiğine işaret edişleri düştü zihnime. Sonra da Eliot'ın şu şiiri:

"Hep senin yanıbaşında yürüyüp duran o üçüncü de kim?
Saydığımda, bir sen varsın bir de ben birlikte
Ama ağaran yola doğru ne zaman baksam
Bir başkası var yanıbaşında hep yürüyen
Kahverengi bir abaya sarınmış süzülüyor, başı örtük
Erkek mi, kadın mı bilmiyorum
Ama kim o senin öte yanında?"

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

26 Temmuz 2017 Çarşamba

Yazılan şeyin gerçekliğini hissetmek

Dünya Edebiyatı’nda olduğu gibi Türk Edebiyatı’nda da hakkının yendiğini düşündüğüm bazı yazarlar vardır. Fikrime göre bunların başında Kemal Tahir gelir. Bazıları için Kemal Tahir, hakkı yenen bir romancı değil, henüz keşfedilmemiş bir romancıdır. Bu fikre saygı duymakla birlikte, Kemal Tahir’in aslında iyi bilindiğini fakat görmezden gelindiğini düşünüyorum. Kemal Tahir’in yanına bile yaklaşamayacak seviyede romanları olmasına rağmen ondan daha fazla itibar gören yazarların varlığı, Tahir’e yapılan bir ayıptan ziyade Türk Edebiyatı’na karşı yapılmış bir yanlıştır. Kendi döneminin entelektüelleri tarafından dışlanan ve bu dışlanma süreci bugünlere kadar gelen yazarın niçin dışlandığını politik nedenler dışında aramak, sonuçsuz kalmaya gebe bir durum. Solcu olmayı devlet ve millet karşıtlığıyla eş değer gören, Osmanlı’yı düşman belleyen (eleştirmek veya övmek ayrı) kişilerin Kemal Tahir’i de yok saymasını garipsemememiz gerekir aslında.

Kemal Tahir Osmanlı’yı ve Osmanlı nezdinde ‘devlet’ mefhumunu ‘kerim’ olarak addeden bir yazar. Fakat nerede yazdığı belli olmayan kurallarla solculuk oynayanlar, Tahir’in bu tutumuna karşı onu eleştirmekten geri durmamışlardır. Bu tür düşüncelerinden ötürü adını bildiğimiz ünlü yazar ve şairlerden de tepki almıştır. Marksist düşünceye sahip olmasına rağmen, komünizmin dışarıdan alınan tezlerle değil, yerel işleyişlerle ön plana çıkmasını isteyen ve bu şekilde ülkeye faydalı olacağını savunan yazarı dışlamak için ‘yerel’ kelimesini kullanması yeterli olmuştur.

Yaşadığım hayat boyunca, rahatsız olduğum en büyük konu eleştirdiği kişi veya konular hakkında hiçbir fikir sahibi olmayan insanlardır. Şu anda siyasette bunu daha çok görsek de edebiyat alanında bunların olması gerçekten üzüntü verici. Baktığımız pencere ‘eser’ penceresi olsa aslında bir sorun kalmayacak ama biz kendi ideolojilerimizin penceresinden bakınca, ortaya sorunlar çıkması kaçınılmaz oluyor. Ortalık yıllarca Nazım Hikmet’e küfreden ‘sağcılar’ ve Necip Fazıl’a demediğini bırakmayan ‘solcularla’ doldu. Hâlbuki durumu, bu iki insanın yazdıkları penceresinden değerlendirseydik çözülmemiş birçok şeyi çözebilirdik. Kemal Tahir de maalesef bu zamanlara kadar çok görülmedi. Yoksa "İnce Memed"i yoldan geçen herhangi birinin bile bilmesine rağmen, "Rahmet Yolları Kesti"yi bilmemek başka türlü nasıl izah edilebilir? Rahmet Yolları Kesti, İnce Memed’ten daha mı kötü bir eser? Hiç sanmıyorum. (Asla, İnce Memed ve Yaşar Kemal kötüdür demiyorum.)

Bence Türk romancısının ana ödevi, imparatorluk kurmak gücüne sahip Türk insanının geleceği kurtaracak cevherini, bu cevherin tarih boyu taşıdığı insancıl birikimini, bu birikimin gelecekte işe yarar yönünü bulup açıklamaktır.” diyor Tahir. Ve ekliyor. "Biz, Batı'yla er geç, ister istemez hesaplaşmak zorundayız! Bunu gerçekten yapmadıkça, Batı'ya hizmet teklif etmekle belâyı başımızdan def edemeyiz!”.  Bu sözleri bile, bir Türk romancısıyla karşı karşıya olduğumuzu bize ispat ediyor. Tabii, kendi içimizdeki entelektüellerimizce dışlanmasının sebebini de.

Fakat her ne kadar inkâr edilmeye çalışılsa da ortada "Devlet Ana" gibi bir başyapıt duruyor ve Kemal Tahir dimdik ayakta kalmaya devam ediyor: “Ben niye 1966 yılında ‘Devlet Ana’ yayınlandığı zaman çok ferahladım? Çünkü ‘Oh, roman yazmayacağım artık!’ dedim. Ama benim ferahlığımın devam edebilmesi için Kemal Tahir’i takip eden birinin çıkması lazımdı. Çıkmadı. ‘Türkiye’de Türk romanı olmalıdır’ diyen bir romancı çıkmadı.” diyor İsmet Özel. En büyük Türk şairlerinden olan birinin, böyle bir şey söylediği romancının yıllarca dışlanmasını benim aklım almıyor.

Sadece Devlet Ana değil, hemen her romanıyla Türk Edebiyatı’na sağlam bir katkı yapmış biri Kemal Tahir. Ve belki de en az bilinen eserlerinden olan "Namuscular", yazarın ölümünden sonra bulunup yayımlanıyor. Belki de az bilinmesinin sebeplerinden biri de budur. İlk baskısı 1974’te Bilgi Yayınevi’nden gerçekleşiyor. Daha sonra bir iki yayınevi daha basıyor ancak günümüzde yeni baskısı şu anda yok. En son İthaki Yayınları 2008 yılında bu eseri basmış. Fakat birçok sahafta çok ucuza bulunabilen bir eser Namuscular. İçinden Malatya geçen, hapishane geçen, devlet geçen, Dersim İsyanı geçen, toplum geçen ve Kemal Tahir’in kendisi de geçen bir eser. Kitaptaki İstanbullu Murat karakteri Kemal Tahir’in ta kendisidir. Donanma davası sebebiyle mahkûm olduğu 12 yıllık esaretin Malatya bölümündeki notlarından oluşuyor eser. Dört bölüme ayrılmış: Namuscular, Malatya Notları, Telgrafçı Abdürrahim ve Şeyh Süleyman Efendi.

Kemal Tahir bu eserinde, namus meselesi yüzünden cezaevine düşmüş mahkûmların hayatlarından yola çıkarak toplumu, siyasi hayatı ve insan ilişkilerini gözden geçiriyor. Namus kavramını ciddi bir şekilde irdeliyor ve bu kavramı ülkenin siyasi ve sosyal hayatıyla bağdaştırarak ortaya ilginç düşünceler koyuyor. Aynı zamanda din olgusu üzerinden de sorgulamalara girişen yazarın en büyük başarısı kanaatimce dili kullanma şeklinden geliyor. Daha karmaşık anlatılabilecek meseleleri, oldukça akıcı bir şekilde ve bir şeylerin arkasına saklanmadan anlatan yazar direkt halka hitap ediyor. Halktanmış gibi görünüp halk hakkında hiçbir şey bilmeyen yazarlarla karşılaştırırsak önemli bir şey bu. Üstelik kullandığı üslûp ve anlatım yönünden aralarla serpilen mizahi unsurlar okuru kitapta tutmak için yetiyor.

Kemal Tahir’in diğer eserleriyle karşılaştırdığımızda burada da göze çarpan bir diğer önemli nokta, karakter kullanmadaki cömertliği. Birçok karakterle romanını oluşturan yazarda gördüğüm en başarılı noktalardan biri, oluşturduğu karakterlerin psikolojik alt yapısını ve romana girmeden önceki geçmişini detaylı bir şekilde okura aktarabilmesi. Ve bunlara ek olarak, diyalogu olan her karakterin, hemen hemen her sözüyle kendini roman içinde belli etmesi. Konuşmalar akarken kim kimdir diye düşünmüyoruz. Üstelik Tahir’in romanlarını elimizden bırakıp uzun günler sonra tekrar kaldığımız yerden başladığımızda, kim kimdi, en son ne olmuştu diye düşünmememizin de sebebinin bu olduğunu düşünüyorum. Son derece başarılı betimlemelerle kitabı okurun kafasına neredeyse kazıyor yazar.

Cezaevleri farklı yerlerdir. Dışarıdan bakıldığında içini doğru bir şekilde tarif edemeyiz. Kemal Tahir direkt cezaevinin içinden yazdığı için kitap bu derece kendini hissettiriyor. Romanı okurken Mazmanoğlu ile ya da İstanbullu ile pencere kenarında muhabbet ediyormuş hissini bize başarılı bir şekilde aktarıyor yazar. Zaten romanlarda en önemli şeylerden biri değil midir, yazılan şeyin gerçekliğini hissettirmek?

Namuscular, Tahir’in birçok konuyu ortaya açtığı, konuşturduğu, bazen havada bıraktığı, bazen de net ifadelerle sonuca ulaştırdığı bir eser. Kalemini çekinmeden kullanmış yazar. O zamanlarda bu şekilde cesur yazmak çok değerli bir şey. Ve Kemal Tahir’de bu cesaret fazlasıyla mevcut.

Yazdığı her satırı okumayı kendime görev bellediğim üç Türk yazardandır Kemal Tahir. Hak ettiği değer henüz verilmese de, Kemal Tahir en iyi Türk romancılardan biridir.

Kitaptan bazı alıntılar:
- Dışarıda akşam olmaktaydı. İstasyon caddesinden ameleler geçiyor, boz mintanlı erkekler, boz entarili kadınlar, işten çıkanlar da, işe gidenler de aynı süratle yürüyorlardı. Amele aileleri… Önde baba… İki adım arkada ana… Sonra sekiz yaşından on üç yaşına kadar kızlar ve oğlanlar… İşten gelenlerin de, işe gelenlerin de üzerlerinde, başlarında pamuk kırıntıları… Berikiler on iki saat ayakta durmaktan, ötekiler gündüz ölü gibi uyumaktan yorgun… Bu da bir çeşit mahpusluk… Affı, beraatı, şahsî veya nakdî kefaletle tahliyesi kabil olmayan bir mahpusluk… Biraz daha büyücek tabiî… Biraz daha genişçe…
- İnsanları aldatmanın en doğru yolu, en kestirme yolu, sözlerini tasdik etmektir.
- Geçenlerde de ‘iktisadî’ dediniz. Her şeyi iktisada getiriyorsunuz. Bundan başka, insanları idare eden bir kuvvet yok mu?
Mesela nasıl bir kuvvet?
Manevî bir kuvvet.
Yani Allah mı?
Evet.
Sadık bey, gecelik entarisiyle bıyık takmış bir kadına benziyordu. Ona bakarken, İstanbullu, deminden beri derdini bol bol döktüğü için duymaya başladığı ferahlığı birden bire kaybetti. Tekrar öfkelendi:
Yani, Memet’in kızını öldürmesi Allah’tan mı?
Tabiî… Takdiri ilâhi.
Kezban’ın orospu olması da mı Allah’tan?
Elbette.
Öyleyse… Siz Allah’a pek acayip bir iş gördürüyorsunuz… Kirli bir iş…
- Dünya tersine dönmüş. İyi adam bile iyiliği fenalıkla beraber yapıyor. Galiba bir gün gelecek, hepimiz yalnız iyilik yapmaktan hem korkacağız, hem utanacağız.
- Malatyalının ikisi az, üçü çoktur. Üç Malatyalı birbirlerini öperek içmeye başlar, sonunda birbirlerini vururlar.”
- Hatır için laf söyleseydim, mahpus olacağıma Mebus olurdum. Kızmalarına gelince: İsterlerse bana kızsınlar. Kızsınlar da… Bizim millete en evvel kızmayı öğreteceğiz. Korku yüreğimize işlemiş de hepimiz kızmayı unutmuşuz.
- İnsanları birbirine dost veya düşman eden kâr ve zarar meselesiydi. Ötekiler hep vesileden ibaretti.
- Bu fâni dünyada şimdilik galip gelenler haklı görünüyor.

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Sıradaki hayat, hayatsız kalanlar için geliyor

"Günümüzde insanlar bilgiyi arar oldu, hikmeti değil. Oysa bilgi mazidir, hikmet ise gelecek."
- Amerika yerlisi Lumbee Kabilesi

"Beyaz adam adil olsun ve halkıma iyi davransın. Çünkü ölüler hiç de sandığınız kadar güçsüz değildir."
- Kızılderili şef Seattle, 1854

"Ben öyle bilirim ki yaşamak 
Berrak bir gökte çocuklar aşkına savaşmaktır."
- İsmet Özel, Sevgilim Hayat, 1968

Küçük yaşlardayken, "herkesin içinde konuşulmayan", yani konuşulması edebe aykırı mevzuların varlığından haberdardık hepimiz. Bazı konular vardı ve bunlar ailenin içinde, bir odanın içinde, dostlar arasında kalırdı. Ahirete öyle giderdi. Bu durum kanaatimce, hayatın en ufak detaylarına dahi inceliğin, esaslı bir bilincin, şuurlu yaşama gayretinin dokunuşuyla ilgiliydi. Hayat, paldır küldür giden bir şey değildi. Her şeyin bir zarafeti, sınırı, ahengi, estetiği, ritmi vardı. Ölçüyü hiçbir konuda aşmamak gerekirdi. Esnaftan hocaya, sofra adabından ev kurmaya dek her an her şeyde bir ölçü vardı. Bu ölçünün belirlenişinde muhakkak bilginin de yeri vardı ama esas mevzu hikmetti. Hikmete dayalı bir yaşam. İnananın da inanmayanın da boyun büktüğü bir yücelik, birlik yoluna açılan kapı, tevhid.

Sonra birden, her şey her yerde konuşulabilir oldu. Her şey her yerde yapılabilir oldu. Sanıyorum sokakta yemek yemek bu konuda geçmiş olduğum bir sınır. Doğup büyüdüğüm Fatih'te bu hiçbir zaman hoş karşılanmazdı. Şimdi yalnız Fatih'te değil, her ilçenin ve semtin her köşesinde yemek dükkanlarının pencereleri bile yok, kaldırımla dip dibe. Konuşma adabı için bir ihtiyarla gencin arasındaki ilişkiye bakmak yeterli. Hoca ve talebenin yerini öğretmen ve öğrenciye bırakmasıyla sanıldığının çok daha ötesinde bir kırılma yaşandı. Burada üniversite ve medrese kıyaslamasına giremem. Ama biz hocalarımızın, hoca bildiklerimizin yanında sakız çiğnemez, yayılmaz ve mümkünse küçülerek (eğilme, bağdaş kurup oturma gibi) dinlerdik yahut anlatırdık. Hep bir ölçü. Böyle gönülden bir fotoğraf çıkıyordu ortaya hayatın her kenarında.

Hayatın akıl sır ermeyen bir devr-i daimi var. Kontrol bizde değil, biz yalnızca maruz kalanız. Bu maruz kalma hâli hiç şüphe yok ki bizleri de değiştiriyor. Huyumuzu, suyumuzu, evimizi, ailemizi, işimizi, çocuğumuzu, sokağımızı, şehrimizi ve nihayet ülkemizi. Maruz kalanın yapabilecekleri sınırlı olsa da çareler ve çözümler üretmek için akla sahip olduğu da bir gerçek. İdrak etmek ve tedbir almak arasında gidip gelen insan bilinci, neden gün geçtikçe daha az görülür oldu hayat karşısında, hayatın içinde? Engin Geçtan, ilk baskısını 2002'de Metis Kitap'tan yapan Hayat'da, yılların 'insan birikimi'ni bu soruya cevap vermek için kâğıda döküyor. Neticede Hayat, on beş yıldır yeni baskılar yaparak okunmaya devam ediyor. Çünkü hayat dendi mi merak bütün kabuklarını kırıp ortaya çıkıyor. Fırlayan her kabuk parçasında dev birer soru işareti, hayatın amacının ne olduğuna dair.

"Gelecek şimdinin üzerinde acımasızca egemenlik kurmaya başladığından bu yana, insanlar kendilerinin olmayan zamanlar yaşamaya başladılar" diyor Geçtan ve yukarıda bahsetmeye çalıştığım ölçü bahsine bir misal olarak zamanı şu şekilde yorumluyor: "Yaşantılarımıza dikkatle bakıldığında, pek çok şeyi, saati ayarlamış olduğumuz zamanda değil de "eşref saati" geldiğinde gerçekleştirebildiğimizi görebiliriz."

Oysa bugün ne kadar da geç kaldık her şey için değil mi? Sürekli önümüze yeni "bilgiler", yeni "ihtiyaçlar" ve yeni "ölmeden önce yapılması gerekenler" yağarken, her birimiz ne yapacağımızı bilemiyoruz. Ne yapacağını bilememek, çağın en ciddi hastalıklarının kökeninde yatan oldu. Acımasız bir varoluş sıkıntısı: ne yapacağım? Alman kökenli psikanalist Karen Horney, ne yapmak istediklerini bilmediklerinden yakınan ve yardım isteyen hastalarına şöyle dermiş: Bu soruyu hiç "kendinize" sormayı düşündünüz mü? Hepimizin en başından (ne zaman?) düşünmesi gereken bir soru. Çünkü bu sorunun yankılanacağı zamanın ne zaman olduğunu bil(e)miyoruz. Bekarken mi, evliyken mi, lisedeyken mi yoksa emekliyken mi? Belki de yüksek lisans yaparken ya da yöneticilikten müdürlüğe geçerken sormalıyız kendimize ne yapmalıyım diye. Ancak soru değişebilir, "ne yaptım ben?" de olabilir. Zira varoluş, cebimize sıkıştırılmış bir bayram harçlığı değil. Paul Tillich, hâlâ şifa saçan Olmak Cesareti adlı kitabında şöyle der: "İnsanın varoluşu ona yalnızca verilmemiştir, ondan istenir de."

"Geleceği projelerle ipoteklerken şimdiyi ezip geçen çağdaş dünyanın beklentilerine teslim olmak anksiyete ve depresyona davetiye çıkardığı gibi, uzun vadede, boşluk ve anlamsızlık gibi duyguların yaşanma olasılığını içerebiliyor. Uygarlık denen olgu, bizleri, öttükleri için güneşin doğduğunu sanan horozlarla dolu bir alana getirdi sonunda. İki yıl önce gittiğim bir "kavramsal sanat" gösterisinde sergilenen bir duvar saati beni çok etkilemişti. Kadranındaki rakamların yerinde on iki adet "Geç kaldın" yazısıyla." [sf. 104]

Hızın cazibesinin yanında yitirdikleri üzerine herkes bir şeyler söylüyor. Burada 'mikrofonun' evvela uzatılması gereken kişiler, Engin Geçtan gibi işin ehilleri. Geçtan, hızı büyük kent insanının uyuşturucusu olarak nitelendiriyor. Yapılacak şeyin telaş etmeden de aynı sürede yapılabileceğini söylüyor. Yalnız burada hızın, sahici bir uyuşturucu olduğunun ispatı da var: Boşlukla yüzleşmeyi önlemesi. Boşluk deyip geçmemeli. Yaşamın en güzel anları saklıdır aylaklık zamanlarında. Bazen etrafa boş bir bakış, sakin ve sessizce soluk alınan birkaç saat neler neler kazandırır insana. Nice hakikatli sanatçı bu boş zamanların kıymetini bildiğinden hakikate ermiştir mesela. Yahut, hiç olmazsa, hakikat için esaslı çabalar göstermiştir, çığır açan emekler vermiştir. Buradaki hız mefhumunu, insanın canından daha mı değerli olduğu penceresinden bakarak şöyle bir soru soruyor Engin hoca: "Trafik ışığı kırmızıya dönüşmeden önce yetişebilmek için seferberlik durumuna geçtiğinizde ya da asansörün gelmesini bekleyemeden merdivene yöneldiğinizde kazandığınız saniyelerin neden sizden daha değerli olduğu sorusunu hiç kendinize sordunuz mu?"

Çoğu zaman düşmanlarımızın bizi yok etmesi için gerekli olan araçları bizim sağlamamıza yönelik kadim deyişler milattan önce altıncı yüzyıldan kalma. Ezop Masalları'ndaki "Kartal ve Ok" adlı öyküyü hatırlatıyor Geçtan. İnsan doğasıyla siyaseti harmanlayıp, Konfüçyüsçülüğü daha anlaşılır kılmaya çalışmış Mencius'un "Başkaları tarafından aşağılanabilmek için evvela insanın kendini aşağılaması gerekir" sözü de milattan önce dördüncü yüzyıldan. Demek ki insan bir yıkıma uğradığında, bunda ilk 'pay' sahibi kendi olabiliyor. Geçtan burada bir anısını paylaşıyor: "Yirmi yıl kadar önceydi, kumsalda otururken tanımdan bir karıncanın geçtiğini gördüm, o büyük boy karıncalardan, kırmızımsı ve siyah renkli olan. Bir kumsalda tek başına bir karıncanın ne işi olabilir diye düşünürken, onun kararlı bir şekilde denize doğru gittiğini fark ettim. Kumsalı yalayan yumuşak dalgacıklar onu alıp denize çekmek üzereyken yerimden fırlayıp yakaladım ve biraz arkamda bir yerde kumsalın üzerine koydum. Ancak, karınca onu koyduğum yönden dönüp bir kez daha kararlı bir şekilde denize doğru ilerlemeye başlayınca yazgısına saygılı olmaya karar verdim. Biraz sonra dalgalar onu alıp götürmüştü. Bana biraz solgun ve hantal görünmüştü, çok yaşlı olmalı diye düşünmüştüm. Böcekbilimciler herhalde bu davranışın anlamını biliyorlardır, benim için doğanın gizemlerinden biri olarak kaldı." [sf. 117-118]

Bir çocuğun değer görmekten uzak bir yaşam sürmesi, hiç şüphe yok ki gelecekte o çocuğu öfkeli bir insana çevirebilir. Kendine uygun bir kimlik inşa etmek için türlü tehlikeler atlatabilir veya bir güvenlik arayışı gereği oradan oraya atlayabilir. Burada belki de en zoru kişinin akl-ı selim sahibi olduktan sonra oturup düşünmesi. Evet bir şeyler oldu, yaşandı ve bitti. Şimdiden sonra neler olacak? Tecrübeler, acınası ya da acımasız intikamlar yaratılması için var olmadı. Tecrübe insanı insanlık çizgisinde tutmak için bulunmaz bir değer. Bu sebeple kişinin kendi yazgısıyla, kendi tarihiyle barışık olması gerekiyor. Barışık kelimesi çok politik durmuş olabilir. Onun yerine "dost" diyebiliriz. Bu da politik gelebilir çünkü modern zamanlar için dostluk sadece ekleme'den ve silme'den ibaret. Eğer hayatı ayakta tutan, direnç taşlarından biri huzur ise -ki buna yürekten inanıyorum- Geçtan'ın şu tespitine dikkat etmeli: "Kendi tarihlerini kabul edemeyen insanlar gibi, tarihiyle yüzleşip onu ortaklaşa kabul edememiş toplumların da huzura ulaşmaları mümkün olamıyor."

Apartman ya da veli toplantıları, hiç fark etmez. Hepsinde de, uzaktan bakıldığında birbiriyle uyuşmaktan korkan tipler görürüz. Farklı seslerin çıkmasından rahatsız olan rahatsız bir topluluk. "Bazı insanlar için uzlaşmak yenilgi, hatta yok olmakla eşanlam taşıdığından" diyor hoca.

Kanaatime göre Engin Geçtan'ı meslektaşlarından ayıran en büyük özelliklerinden biri, psikiyatriyi bilgi ve sanat ile iç içe görmesi, bir birleşim gibi. "Psikiyatri dahil hiçbir alan, diğer alanları da içeren bütünden soyutlanarak bağımsız bir ada gibi düşünülemez" hoca için. O, her kitabında olduğu gibi bilimi de sanatı da mesleğiyle yorumluyor, anılarından süzerek yeni bir sentez yaratıyor, analizlerini bilimsel bir ağızla değil "biz"den, "insan"dan bir dille aktarıyor. Çevremizde olup bitenlerden bahsettikten bir süre sonra ve muhakkak geri dönüyor; ruha. Çünkü: "İnsanın iç dünyasındaki kargaşa, her zaman, dış dünyanın kargaşasından daha ürkütücüdür."

"Hoşça kalın!" demeden önce hoca, belki de kitabın en unutulmaz paragrafına imza atıyor. Bunu, siz kitabı okuyacaklar ya da okumayacaklar için değil, kendi zevkim için buraya almak istiyorum. Buna bencillik demeyin, ben henüz içimdeki çocuğu öldürmedim. Yaşatmaya çalışıyorum.

"Bana göre, hayat bir dizi rastlantı ve bizim o rastlantılarla birlikte nasıl varolduğumuz ya da olmadığımız. Önce günaydın, sonra biraz haz, biraz acı, biraz aşk, biraz hayal kırıklığı, biraz sıcaklık, biraz yalnızlık, biraz boyun eğme, biraz başkaldırı ve ardından iyi geceler. Düş gücü ve tutkuları engellenmişler için ise hayat, çocukken oynadığımız oyunların büyüyünce izin verilmeyen oyunsuzluğu. Bence hayat, burada saydıklarımla ve saymadıklarımla, tartışılması gerekmeyecek kadar sıradan ve yalın." [sf. 162]

Hoşça kalın!

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

19 Temmuz 2017 Çarşamba

İnsanlığımız, içimizdeki hayvan etinin tehdidi altında

İnsan olmak kaçınamayacağımız tarih üstü bir yazgı mı,
yoksa her an kaybetme riskiyle karşı karşıya
olduğumuz tarihsel bir kazanım mı?

Yalan söyleyince burnu uzayan Pinokyo’yu bilirsiniz değil mi, bir insan tarafından şekil verilmiş bir kukla idi, sonra bir peri ona can verdi. Pinokyo masalı, okula gitmek, yalan söylememek, büyüklerin lafından çıkmamak gibi bilinen o anne-baba öğütlerini verir gibi gözükür ilk bakışta, ama biraz daha derine inersek, aslında bize söylediği en önemli şey insan olmak için çabalamamız gerektiğidir. Pinokyo da gerçek bir çocuk olmak istiyordu hatırlarsanız, bunu elde etmek için türlü maceraların peşinde koşuyor, türlü badireler atlatıyor, oyunlara gelip tuzaklara düşüyor, kesintisiz bir çabalama ile nihayetinde gerçek bir insan olabiliyordu.

Kubrick’in tamamlayamadan öldüğü ve Spielberg’in tamamladığı muhteşem film, Yapay Zeka’yı (A.I.) bir de Pinokyo masalını düşünerek tekrar izleyebilirsek aynı mesajı okuyabiliriz; insan olabilmek çaba gerektirir.

Eğer insan olmak, bize bahşedilmiş tarih üstü bir yazgı ise, -ki buna inanmak için de yeterince sebebimiz var- yani her ne yaparsak yapalım adına insanlık diyeceğimiz o öz bizde olduğu müddetçe yitirmeyeceğimiz, kaçınamayacağımız, kurtulamayacağımız bir yazgı ise, o zaman insanlık bedeli ödenmemiş bir borç olarak kalmaz mı üstümüze, ne ki bu bedeli ödemek, mütemadiyen insan kalabilmek için, her daim çabalamak, insan olmanın en büyük iki erdemi, akıl ve vicdanı her daim hayatımızın temel belirleyicisi yapmamız gerekmiyor mu?

Bu yüzden ben, insanlığın bir yazgı olmakla beraber, önümüzde bir hedef de olduğunu düşünürüm, biz insan olmak için yola çıkmış bir türüz ve bu yolculuğumuzu kesintisiz sürdürmeli, insan olmayı tamamlamak için hep yürümeliyiz. O zaman yazgımız altın tepside sunulmuş tarih üstü bir insanlık lütfu değil ama tarih içinde hem fert olarak hem tür olarak durmadan yürümek, yürümek, yürümek diyebiliriz.

Uzun yola çıkmaya hüküm giydim” diyor ya şair. Yazgımız bu.

O yüzden kukla çocuk Pinokyo devamlı yürüyor, gerçek bir çocuk olabilmek için, tıpkı Spielberg’in filminde, robot çocuk David’in gerçek bir çocuk olabilmek için devamlı yürümesi, insan olma gayesinin devamlı peşinden koşması gibi.

Filmin hikayesini biraz daha hatırlayalım, gerçeğinden görüntü ve davranış açısından ayırt edilemeyecek ölçüde robot bir çocuk üreterek evlatlık olarak bir aileye teslim ederler, çocukla aile arasında bir bağ oluşur, çünkü bu yapay zeka bir çocukta görmeyi umduğumuz bütün duygusallığa sahiptir, sever ve sevilmek ister. Ne var ki, ailenin diğer gerçek çocuğu ile problem baş gösterdiğinde ve bu problem gerçek çocuğun güvenliğini tehdit ettiğinde robot evlat David ormana terkedilecek ve başının çaresine bakması istenecektir. Gerçek bir insan olmadığı için evden kovulduğunu düşünen David’in şimdi tek amacı vardır, gerçek bir çocuk olabilmek. Aslında David, seven ve sevilen bir birey olarak yeterince insandır, dahası insan olmanın yukarıda bahsettiğimiz temel yazgısı olan çabayı da sergilemektedir. David elbette robot kalacaktır, çünkü bizim ferdiyetimizde insan kalabilmek için bu tarihsel çabadan başka bir öz yoksa, David’i, Pinokyo masalında olduğu gibi bir sihirli değnekle insana çevirecek bir öz de yoktur.

İnsan olmanın mahiyetinin, insan üretmek üzerinden sorgulandığı bir başka hikaye de H. G. Wells’in “Doktor Moreau’nun Adası” adlı ünlü distopik romanında geçiyor. Bir adada hayvanların üzerinde diri kesim yaparak onlara insan vasfı yapan çılgın bir bilim adamının kurduğu dünya var. Bilim adamı, kurguladığı bu dünyada birçok hayvanı, insana dönüştürmeyi ve hayvan-insanları sınırlı da olsa insani bir zeka ile donatmayı başarmıştır. Wells, bu adada geçen hikayede, hayvan-insanların sosyal düzeni ve gerçek insanlarla ilişkileri üzerinden insan olmayı sorgulamakta ve yine insan kalabilmek için gereken o çabaya işaret etmektedir. Hayvan-insanlar primitif zekaları ile bir kitaba bağlı kalmakta, et yememek, dört ayak üzerine inmemek, eğilerek su içmemek, saldırmamak gibi kanunlara uymaktadırlar ve bu temel insani özellikleri sürdürmek ve insan kalabilmek için devamlı surette çabalamaktadırlar. Wells, evrimsel süreci ile iki ayağı üzerinde dikilen ve ayakta duran insanın, bu kazanımını yitirmemek yani insan kalabilmek için devamlı olarak vicdan ve akıl kitabına bağlı kalma çabasına gönderme yapmaktadır. Moreu, her bir denemesinde biraz daha başarılı hayvan-insanlar yapıyordu ancak insan kalma sürelerini ne kadar uzatabilse de sonunda tekrar hayvana dönüşüyorlardı.

- İnatçı hayvan etini yenmeyi bir türlü başaramıyorum, er geç yaptığım insan hayvana dönüşüyor, diyordu Moreu.

Evet insanlığımız, içimizdeki hayvan etinin tehdidi altında, tıpkı Moreu’nun tekinsiz hayvan adamları gibi, her an elimizden yitip gidebilecek, ona sahip çıkmak, onu ilerletmek için çabalamazsak yitirebileceğimiz bir kazanım.

David’in hikayesine geri dönelim. İnsan olabilmek için her şeyi denemiştir, Pinokyo kadar şanslı değildir yine de. Onu insana çevirecek peri sadece masallardadır. Filmin son bölümünde, denizin altında bir aracın içinde sıkışıp kalmıştır David. Saatlerce değil, aylarca, yıllarca değil, asırlarca sıkışıp kalmıştır. Sabırla beklemiştir, insana dönüşüp annesine gerçek bir çocuk olarak geri dönmeyi. David, sıkıştığı yerden kurtulduğunda dünyanın post buzul çağlara girdiği bir yüzeye çıkmıştır, biyolojik bir tür olarak insanlık çoktan ölmüştür, etrafta kuantum yapıya sahip üstün çok boyutlu zekâlar dolaşır ve David biyolojik çağdan kalan tek mirastır, evet insan olmak için yola çıkmıştır ve sonunda bir robot olarak da olsa insanlığın tek temsilcisi olarak dünyadadır. Mesaj gayet net; insan olmayı önemsemek ve bunun için çabalamak insan olabilmek için yeterlidir.

Pinokyo çabasıyla bir insandır, David de. Ya biz? İçimizdeki hayvan etine direnecek çabaya sahip miyiz?

Mehmed Ali Çalışkan
twitter.com/M_Ali_Caliskan
* Bu yazı daha evvel Arka Kapak dergisinin 13. sayısında yayımlanmıştır.

Savaştan sağ çıkanların romanı

Hayat, ileriye aktığını düşünürken aslında hep geriye doğru işler. Bunu en iyi âşıklar ve savaşanlar bilir. Hafıza denilen kuyuda birikenler çoğu zaman geri teper. Geleceğimizin yolları geçmişin hatalarıyla yeniden biçimlenir. Aşkta da böyledir, savaşta da. İkisinde de hiçbir zaman ders alınmaz. Aşk ve savaş, kazanmak için değil, yaralanmak için vardır sanki.

1968 yılında Vietnam Savaşı’na çağrılan ve pek çok arkadaşının aksine savaştan sağ olarak dönen Tim O’Brien’ın yazdığı Taşıdıkları Şeyler adlı romanı, savaşlar çağının nelere sebep olduğunu, belleğin, anımsamanın o ağır yükünün insana neler ettiğini, eninde sonunda bir hikâyeye dönüşen o zalim zamanların geride nasıl bir tortu bıraktığını anlamak için bulunmaz bir roman.

Sayfalar boyunca yalnızca bir bölük askerin yanlarında taşıdıkları eşyalardan söz eden o şahane kurgusu mu, yirmi yaşlarda savaşa çağrılan gencecik bir çocuğun gidip gitmemekteki o tereddüdü mü, dinmeyen yağmurlar ve helikopter sesleri mi, Tim O’Brien’ın bir savaş hikâyesini aynı zamanda büyük bir edebiyat metni olarak gün yüzüne çıkarmasındaki başarısı mı, Avi Pardo’nun o etkileyici çevirisi mi bu kitabı başucu kitabım yapan, bilemiyorum. Ama Taşıdıkları Şeyler’in son büyük savaş romanı olduğuna kuşku yok.

Yalnızca Vietnam Savaşı’nın o kirli yüzünü göstermekle kalmıyor roman. Savaştan geriye çoğu zaman bu kirli görüntüler kalmaz çünkü. Daha doğrusu muktedirler her zaman bu görüntülerin izlerini silmekte mahirdirler. Ama bellek en küçük ayrıntıları bile bir yere gizler. Ne olursa olsun, silinen görüntülerin yerine hafıza denilen başka bir görüntü dikilir. Günün belli saatleri veya gecenin herhangi bir vaktinde ya da yıllar sonra yeniden gün yüzüne çıkıp bizim geleceğimizden de hesap sorar geçmişimiz.

Tim O’Brien, bölükteki askerlerin ruh hallerini benzersiz bir ustalıkla çizerken savaşın kendisinden çok bu bellek parçalarını bırakıyor geride. Vietnam’a sevgilisini görmeye gelen genç bir liseli kızın geri dönmeyip bu korkunç savaşın bir parçası olmasını da, yakılan köyleri de, askerlerin sadece can sıkıntısından öldürdükleri hayvanları da, arkadaşları birer ikişer öldürülürken geride kalanların hayatlarına nasıl devam ettiklerini de okuruz romanda. Ama sayfalar boyunca savaştan söz etmesine rağmen Taşıdıkları Şeyler bir savaş romanı değildir bana kalırsa. Unutmanın ve çok sonra şiddetli bir şekilde yeniden hatırlamanın romanıdır bu kitap.

Tıpkı aşkta olduğu gibi. Bazı anları unutamazsınız. Geçmişteki herhangi bir an, başka bir şekle bürünüp yeniden karşınıza çıkar. Yaşarken anlamını düşünmediğiniz tüm o olaylar bir gece omzunuza dokunup sizi uykunuzdan eder: “Gerçek bir savaş hikâyesinde genellikle anlam bile yoktur ya da anlamını ancak yirmi yıl sonra, uykunda çıkarırsın. Uyanıp karını sarsar ve ona hikâyeyi anlatmaya başlarsın, fakat sonuna geldiğinde anlamını unutmuşsundur yine. Uzunca bir süre öylece yatıp hikâyenin zihninde tekrar gerçekleşmesini seyredersin. Karının soluğunu dinlersin. Savaş bitmiştir. Gözlerini kapatırsın. Gülümser ve içinden, Tanrım, neydi bu hikâyenin anlamı, diye geçirirsin.

Dünyada savaş ve şiddetin bunca yüceltildiği günümüzde, geride nasıl bir tahribatın kaldığını hatırlamak ve bugünümüze yapışan o anlamın izini bulmak için haber bültenleri yerine, kulağımızı savaştan sağ çıkanların ve edebiyatın kendisine çevirmek gerekiyor belki de. Tıpkı Taşıdıkları Şeyler adlı bu benzersiz romanda olduğu gibi.

Kemal Varol
* Bu yazı daha evvel Arka Kapak dergisinin 15. sayısında yayımlanmıştır.