30 Mayıs 2016 Pazartesi

Hakikati dert edinmiş sanatçı

"Varlıklara vereceğimiz anlamların ve biçeceğimiz yüzlerin hiçbiri hakikat kadar bize faydalı olmaz."
- Henry David Thoreau, Walden

"Ben ölümü daha fazla bilirim ölülerden, 
Ben canlılar içinden en canlısıyım."
- Arseni Tarkovski

Yalnız Rusya'da değil, dünyada "şiirsel sinema" denince akla gelen ilk isimlerden biri Andrey Tarkovski. Düşüncelerini ifade edebilmekteki başarısını hiç şüphesiz büyük bir şair olan babası Arseni Tarkovski'ye borçlu. Nitekim birçok filminde onun şiirlerinden dizeler yakalayabilmek mümkün. Türkçemize kazandırılan Şiirsel SinemaZaman Zaman İçinde: Günlükler (1970-1986) ve Mühürlenmiş Zaman kitapları önemini her geçen gün artırıyor. Zira toplum olarak bize hakikati işaret edebilecek bir sanattan fersah fersah uzaktayız ve buna olan ihtiyacımızın fazlasıyla ortada. Andrey Tarkovski, Füsun Ant'ın harikulade çevirisiyle yayımlanmış Mühürlenmiş Zaman'daki dokuz bölümde filmlerinde göstermek istedikleriyle birlikte izleyicilerle kurduğu bağa dair fikirlerini ve okuyucunun belki de en çok önemsediği sanatla hakikatin dostluğuna dair düşüncelerini aktarıyor. Sanatçıyla halk arasındaki ilişki ve sanatçının sorumluluğu üzerine yaptığı uzun yıllar süren düşünce ve film emeklerinin tüm mahsulü bu kitapta okunabiliyor.

İdeal kelimesini daha çok "düşünceyle birlikte kazanılacak üstün, nitelikli yaşam" üzerine kullanan Tarkovski, sanatın bu yaşamı elde etmek için en önemli araç olduğunu ve bu aracın mutlaka varlığı, anlamı, gerçeği göstermesi gerektiğini şöyle açıklıyor: "Ne olursa olsun, yalnızca bir meta olarak 'tüketilmek' istenmeyen her türlü sanatın amacı, hiç şüphesiz kendine ve çevresine, hayatın ve insan varlığının anlamını açıklamak, yani insanoğluna gezegenimizdeki varoluş sebebini ve amacını göstermek olmalıdır. Hatta belki de hiç açıklamaya bile kalkmadan onları bu soruyla karşı karşıya getirmelidir. Sanat, insanın 'mutlak gerçek'e giden yol üzerindeki bilgi edinme biçimidir." [sf. 27]

Güzel denen o yüce şeyin ancak peşinde koşulduğu taktirde ortaya çıkabileceğini düşünen Tarkovski, gerçekten uzak yaşayanlar karşısında güzel olanın kendini gizleyeceğini söyler. Modern sanat ise bundan uzaktır. Tarkovski'ye göre modern sanat hayatın anlamını arama derdine düşmemiştir. Bu derdi önemsemediği için de kendini onayla(t)maktan başka meselesi yoktur. Yönetmen kendi için, oyuncu kendi için. Bu durumda seyircinin yüksek düşünce mahsulü sanat kollarından biri olan sinemaya "popüler bir zaman geçirme aygıtı" olarak bakması doğaldır. Günümüz insanı ne emek, ne zaman ne de düşüncesinden bir şey feda etmediği için insan olma duygusundan çok şeyi kaybetmektedir ona göre. Filmlere düşen de budur: yeniden ayağa kaldırmak, düşünceyi sağlamak, her çirkinin içinde muhakkak bir güzel olduğunu gösterebilmek. Şöyle diyor usta yönetmen: "Sonsuzluk düşüncesi sözcüklerle ifade edilemez; hatta tanımlanamaz bile. Sanat ise insanlara bu imkânı bahşeder, sonsuza denenebilir kılar. Sanatçının kendi sanatı uğruna verdiği mücadelenin vazgeçilmez koşulları, kendine inanmak, hizmet etmeye hazır olmak ve taviz vermemektir." [sf. 29]

Şiiri bir dünya görüşü, bir yaşam felsefesi olarak seçmiş Tarkovski. Dolayısıyla beşikten mezara kadar insanın yanı başından ayrılmayacak olan yegane güç, yoldaş, sırdaş şiirdir. Şiirle insan her şeyini daha iyi ve güzel açıklayabilir. Tarkovski'nin hayatla ve hakikatle kurduğu bağ açısından şiir çok özel bir yerde durmaktadır. İnsanın ruhuna seslenen ve manevi yapısını şekillendiren, sanatın en güzide kollarından biri olan şiir; bir çocuk ruhuna ve hayal gücüne sahip olan şairin dünyayı tanımayan fakat dünyayı sahiplenen bir anlayışın ürünüdür. Bu ürünle birlikte yaratma kapasitesi ortaya konur. Bu yaratma kapasitesi, 'yaratıcının aynadaki yansıması'na dair olmalıdır. "Yaratıcıdan bağımsız bir sanata hiçbir zaman inanmadım. Sanatın anlamı yakarışın ta kendisidir. Yapıt ise duadır." diyor Tarkovski ve ekliyor: "Sanat bir tür duadır. Ben, Tanrı’nın şair olma, yani daha başka bir biçimde dua etme imkânı tanıdığı bir insanım."

Henry David ThoreauYürümek - Sivil İtaatsizlik adlı eserinde "İnsanın yaşam düzeyini bilinçli bir çabayla yükseltme konusundaki tartışma götürmez yeteneğinden daha cesaret verici bir olgu bilmiyorum" der. İşte Tarkovski de bu anlayışa sahiptir ve yaşamı, insana manevi ilerleme göstermesi için verilmiş bir süre olarak görür. Tarkovski'nin "bir şaheser" dediği Walden'de ise yine Thoreau insana sıkıntı veren şeylerin fazlalaşması hâlinde o insanın derhâl dünyayı düzeltmeye başlaması gerekir. Başlaması gereken dünya ise kendisidir çünkü her insan bir dünyadır. Tarkovski bu düşüncesi açarcasına "Koca bir evreni içinde taşıyan insan: işte benim tek ilgi odağım. Zira hayat, her zaman hayal gücümüzden daha zengindir. Bu yüzden gerçek bir sanatçı, ancak kendisi açısından hayati bir zorunluluksa yaratma hakkına sahiptir. Ben de sinema sanatıyla seyirciye, hayatın gerçek akışını neredeyse hiç bozmadan aktarma yeteneğini taşımak istiyordum." der. Çinli büyük filozof olan Zengzi (Zeng Shen) ise henüz M.Ö 500'lü yıllarda şu müthiş cümleleri söylemiş: "Ruhu kişinin sahibi değilse; kişi bakar ama görmez; dinler ama duymaz; yer ama yediğinin tadını ayırt edemez."

Tarkovski için sinemanın yegane anlamı; insanı 'sınırları olmayan' bir mekâna oturtmak diğer insanlarla onu tanıştırmak, kavuşturmak ve kaynaştırmaktır. İnsanın dünyayla girdiği ilişki sinemanın konusu olmalıdır. Bütünüyle bir gözlemdir sinema, gözlemdeki farklılık ve gerçeklik hakikate ışık tutmalıdır. Sinema ancak o zaman sinema olacaktır. Günümüzde ise geniş bir kitlenin beğenisini kazanmak, bir ürünü 'sanat yapıtı' yapmaya yetmektedir.  Thoreau'nun "Yaşamınızı sadeleştirin!" çağrısı bir tarafta dursun, Tarkovski'nin "sinemada önceden teorik olarak belirlediği tasarıyı sanatsal pratiğiyle tam bir uyum içinde gerçekleştiren yegâne insan" dediği Robert Bresson'la ilgili bir yorumunda Paul Valery de şöyle söyler: "Ancak bilinçli bir abartmaya yol açacak her türlü araçtan vazgeçenler mükemmelliğe erişebilir."

Günümüz sanat anlayışına dair Andrey Tarkovski'nin ifade ettiği görüşleri hâlâ ve ciddiyetle önemini koruyor: "20. yüzyılın ikinci yarısında sanat her türlü gizemini kaybetmiştir. Günümüzün sanatçısı, tam bir kabul görmek istiyor, hem de hemen, manevi başarıların yanında paraya çevrilmesini istiyor. Zavallı Franz Kafka! Yaşadığı sürece hiçbir eseri basılmayan ve vasiyetnamesinde bütün metinlerinin yakılmasını talep eden Kafka'nın dramı ne kadar sarsıcı! Bu açıdan bakıldığında Kafka, ahlâken modası geçmiş bir dönemin parçasıydı. Zaten bu yüzden de Kafka bu kadar acı çekti, çünkü zamanına 'ayak uydurması'nı bilemedi."

Artık güzele ve maneviyata ihtiyaç duymayan insanlar, filmlerden tıpkı Coca-Cola şişeleri gibi yararlanmaktadır ona göre. İzler ve üzerine hiç düşünmeden beynin çöplüğüne atar. Oysa sanat insanlığın manen boğulmasını engelleyecek bir içgüdüdür. Sanatçı ise insanlığın manevi içgüdüsünün temsilcisidir.

Tarkovski'nin kitabını bitirirken yaptığı son yorum ise oldukça ilginç: "Ve laf aramızda: İnsanlık, sanatsal görüntü kadar bireyci olmayan başka bir şey keşfedememiştir ve belki de insan varlığının anlamı gerçekten de sanat eserleri yaratmada amaçsız ve bireyci olmayan sanatsal eylemlerde aranmalıdır. Belki de bu şekilde, bizim Tanrı'nın bir kopyası şeklinde yaratılmış olduğumuz fikri doğrulanmaktadır." [sf. 200]

Secde sûresinin 9. ayetinde buyrulan neydi, hatırlayalım: "Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir. Ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır. Ne kadar az şükrediyorsunuz!"

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

23 Mayıs 2016 Pazartesi

Kursağımızda kalan heveslerin romanı

“Ne diyordu ince şeylerin annesi
‘Ötekini oku, derinde dipte duranı.'”
- Şükrü Erbaş

Külliyat okuması yapmanın, bir yazarın yazarlık serüvenine şahitlik etmenin en doğru yolu olduğunu üniversitede Sibel Hoca sayesinde öğrendim. Yazarın kitaplarının kronolojik sırayla okunması, okuyucu olarak bana dildeki değişimi, temalardaki değişimi, hikâyenin içerisinde yer alan patikalardaki çeşitlenmeyi görmek için önemli imkânlar sunuyor. Aslında bu kazanımlar, işin edebi yönüyle ilişkili. Bana kalırsa kronolojik okuma yapmanın en güzel yanı, kitabın yazarıyla aranızda kurulan, sadece size özel olduğunu hissettiğiniz duygu bağıdır. Anlattıkları aracılığıyla yazarı tanıdığınızı düşünür, onunla ahbaplık eder ve yazarlık heyecanlarına ortak olursunuz.

Kemal Varol, benim için tam da bu anlattığım bağı kurabildiğim yazarlardan birisidir. Onu “Toplu Şiirler” kitabıyla tanıyan, “Demiryolu Öyküleri” derlemesiyle takip eden bir okur olarak, ilk romanı Jar’ın yayımlanmasıyla, yazar-okur ilişkimizin lezzeti de artmıştır. Bu kıymetli ilişkinin devamında, bugün, Kemal Varol’un üçüncü romanı “Ucunda Ölüm Var” hakkında bir şeyler yazıyor olmaktan büyük bir heyecan duyduğumu belirtmek isterim.

Ucunda Ölüm Var’ın Ağıtçı Kadını, kendinde ya da bir başkasında iz bırakan her acıyı sırtlanmayı görev bilmiş, en umutsuz dert olan ölümün izlerini bedenine hapsetmiş, mistik bir eski zaman masalcısı… Ucunda Ölüm Var’da anlatıcı Ağıtçı Kadın’ın hikâyesiyle birçok şeyi öğrenmiş oluyoruz: Ağıt kültürünü, Ağıtçı Kadın’ın özüne iz bırakan yarasını, Ağıtçı Kadın’ın ardından yürek dağlayan ağıtlar yaktığı insanların kısacık hayatlarına sığdırdıklarını… “Gözyaşlarım bütün bunları bahane edip akarken ben ölülerle değil hikâyelerine ağlarım. Eksik kalmış, tamamlanmamış, yarıda kalmış, bir süt tülbendi gibi bembeyaz, bir kış gecesi gibi bembeyaz, hayretler içinde kalakalmış hikâyelerine ağlarım. Bir işaret olarak dünyaya dikecekleri taşlara ağlarım…”(Sf. 25) Hikâye içinde hikâye, acı içinde acı derken bu romanda dünya dertlerinin bin bir haliyle hemhal oluyoruz. Okur olarak, kitapta anlatılan hiçbir acıdan sıyrılmanın imkânı yok. Ağıtçı Kadın öylesine içten öylesine sarsıcı ki anlatılarıyla acımıza yön veriyor.

Ucunda Ölüm Var”, Kemal Varol’un dilindeki şairliğin iyiden iyiye hissedildiği bir roman olarak karşımızda duruyor. Ağıtçı Kadın’ın acıları ile bizi aynı duyguda birleştiren, aynı sisteme sövdüren, aynı acıya ağlatan ortaklığımız, Varol’un dilindeki samimiyetle belirginleşiyor. Jar ve Haw romanlarında da duygudaşlığımız ve Varol’un samimiyeti bakiydi elbette fakat Ucunda Ölüm Var’da farklı olan bir şeyler var. Okur olarak bu romanda artık farklı acılarla empati yapmanın çok ötesine geçiyoruz: Tüm hasretler bizim hasretimiz, başkasının gözündeki yaş bizim kirpiklerimizi ıslatıyor; tüm ölümlerin ağıtçısı biz oluyoruz, hepimiz tanığız tüm yaşananlara…

Diğer iki romanında hikâyelerin büyük bir kısmını erkek dilinden okuduk, dinledik. Jar’da birbirine düşman iki adamın öyküsünü, erkeklerin dilinden okuduk. Haw’da Melsa’nın aşığı Mikasa’nın dilinden gördük dünyayı, geçmişten kalan acıların kokusunu Mikasa’yla soluduk. Ucunda Ölüm Var’da ise, hüzünler de sevinçler de gülmek de ağlamak da kadının dilinden söze dökülüyor. Yarım kalan her şeyin acısı önce Ağıtçı Kadının diline, sonra da bizlerin içine dökülüyor, derin izler bırakıyor: “Okunur okunmaz silinen bir kelime oldum. Harflerim tastamam da noktalarım eksik kaldı senden sonra.” (Sf. 166)

Ağıtçı Kadın, roman boyunca Arguvan’dan yola çıkıp beş şehir dolaşıyor: Konya, Bursa, İstanbul, Erzurum ve Diyarbakır. Her şehirde de bir başka acıyla tanışıyor, bir başka insanın ahir ömrünün öyküsünü dinliyor. Her gittiği cenaze evinden, ölen kişinin Heves Ali olmamasının verdiği rahatlık ve Heves Ali’ye kavuşamamanın verdiği hayal kırıklığı ile ayrılıyor. Kemal Varol ölüme, savaşa, acıya, bin bir türlü haksızlığa tanıklık eden küçük Arkanya’yı, bu son romanında da dizinin dibinden ayırmıyor. Ve Ağıtçı Kadın, kendi kuyruğunu yutan yılan misali, hikâyesinin başladığı topraklara, Arguvan’a dönerek veda ediyor; hem kendi hikâyesine hem de kursağında yer eden, bitiremediği cümlelerine.

Romandaki bu ince “beş şehir” ayrıntısı, bende, Kemal Varol’un okurluk serüveninde Tanpınar’ın iz bıraktığı ve Ağıtçı Kadın’ın beş şehirlik yolculuğunun usta yazara bir selam gönderme vesilesiyle kurgulandığı düşüncesini doğuruyor. Varol’un beş şehri, tek bir şehirle Tanpınar’dan ayrılıyor: Kemal Varol, “başkent” Ankara yerine Diyarbakır’ı koyarak, her romanında olduğu gibi kurmacanın içindeki gerçekliği politik bir zeminle inşa ediyor. Yazarın romanlarını okurken yakaladığımız bu küçük ayrıntılar ve göndermeler, incelikle kurgulanmış metne daha sıkı sarılmamızı sağlıyor.

Romanda dikkatimi çeken bir diğer nokta, bölüm girişlerindeki alıntıların derinliği oluyor. Yunus Emre’den, Ahmet Hamdi Tanpınar’a; Jules Valles’ten Mevlana’ya ve Willian Saroyan’a kadar birçok sevilen isim, Ucunda Ölüm Var’ın çoksesliliğine eşlik ediyor. Heves Ali’nin Ağıtçı Kadın’a çağrısı, Mevlana’nın Şems'e çağrısındaki ürpertiyi hissetmeme neden oluyor. Her iki aşık-maşuk hikâyesinin ortak mekânının Konya olması; alt metinlerin çeşitliliği konusunda beni bir kez daha hayranlığa sürüklüyor. Kemal Varol’un bağırmadan, usulca yaptığı bu göndermelerin izini sürebilmek, yazar-metin-okur arasındaki o özel bağın kuvvetlenmesine omuz veriyor.

Ucunda Ölüm Var, hepimiz için, hayatın çoksesliliğine bir davet: Kemal Varol bizi acıya, kahkahaya, ölüme, doğuma tanıklığa davet ediyor.

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal

18 Mayıs 2016 Çarşamba

Her şiir bin kefaret

Bir şair için yayımlanmış şiir kitaplarını bir araya getirmek risklidir. Hem geriye dönüş hem de toplu okuma imkânı sunan bu hâl okuyucu için kolaylık olsa da şiirler arasında bütünlük aranmaya başlanınca işler değişebilir. Kemal Varol'un farkı tarihlerde yayımlanmış olan Yas Yüzükleri, Kin Divanı ve Temmuzun On Sekizi adlı kitapları Bakiye'de buluştu. Fikrin kimden çıktığını bilemiyoruz ancak Sel Yayıncılık şiir okuyucusu için önemli bir işe imza atmış. Zira şairin bu üç kitabı birbiriyle bütünlüklü okunabiliyor ve şiirini en ciddi hâlleriyle sunabiliyor.

Zaman zaman dil farklılıkları görülse de Kemal Varol şiirinde belirli temaların işlenmiş olması okuyucuyu rahatsız etmiyor. Ev, aile, yuva, anne, baba, evlat, veda, kavuşmak, gitmek, dönmek gibi eylemleri şiirlerinde buluşturan Varol, açılış şiiri Küfrân'da bütün hünerini konuşturuyor. "Herkesin yalnız klarnet çalarken duyduğu / kendinin öksüzü ıslak bir adam / benzemem diye düşünürken / müsveddem oldum ona" diyerek babasına yaslanıyor. "Ne bir şarkıya nefes kaldı onda / ne rabbin rağlarına heves" diyerek baba yorgunluğunu anlatan şair, şiirini muazzam bitiriyor: "Anneler erken / ölümlerine yakın sevilir babalar."

Evin tek yahut küçük oğullarının kalplerini okumak zordur. Onlar genellikle sessizliklerinden yeni sesler oluştururlar ve kendi kendilerine söylenirler. Şair de "Herkes gider ve düş evlerin küçük oğluna düşer" derken yarım kalan hayallerindeki yalnızlığı su üstüne çıkarıyor. Doğu ve çocukluk büyük yer kaplar şairde. Küçükken dinlediği masallardan dizeler kurar, onlarla yeniden söylenir hayata bir isyan niteliğinde: "Uzaklarda, küçük boylarıyla uykusuz çocuklar / her gece boynuma vebâl bir miras bırakır."

Her şairin zaman zaman yaptığı gibi kendine de şiirler yazan, dizeler inşa eden şairlerden biri de Kemal Varol. Bazen "bilmiyorum hangi kuytumda hangi nefes kaldı" diyor, bazen de "bu kaçıncı düğüm atılan bana, bu nasıl böyle küf" diyerek dertleşiyor ruhuyla. Şairin en önemli başarısı hiç şüphesiz derdine okuyanını da dertdaş edebilmesi. Zira bir şair için bundan daha büyük bir nimet yoktur. Büyük şair İsmet Özel'in Tavşanın Randevusu adlı kitabında söylediği gibi: "İnsanoğluna hayatın anlamı hakikate erdiği zaman değil, sadece derdiyle dertlenecek insanı bulunca ayan olur."

Kendinden başka kimseye eyvallahı olmayan fakat Rabbiyle de latifeleşen, nazlaşan bir derviş gibi yazıyor şiirlerini Kemal Varol. Rabbi ona "Gel!" derken, "Gelmem, gelemem" deyiveriyor. Sonunda muhakkak buluşma gerçekleşiyor. Orada benliğini, benliğinden sıyırıp anlatıyor şair. "Değilim ben" diyor, "olmadım ben" diyor. Tüm bunları yaparken düzyazı şiirlerden de istifade ediyor, bilhassa genç şairler için güzel bir çalışma disiplini olabilir bu metinler. "Dünyaya sığdım da, bir yatağa sığmadım bazen" diye bitiveriyor biri, diğeri konuşur gibi: "Biliyordun: da neden vurdun nefesin nefesime dedim. Bağışla dedin. Parmağını şeyh gâlip'in bir gazeline koyup bittü dedin."

Bakiye isminin birçok anlamı var. TDK şöyle belirtmiş: 1. Artık, artan, kalan, geri kalan şey. 2. Kalıntı: “3. Alacak ve borçlar arasındaki fark. Tüm bunların dışında romanlarıyla büyük beğeni toplayan Kemal Varol acaba şiire veda mı etmiştir Bakiye'yle? Bu sorunun cevabını gelecek dönemlerde görebiliriz. Eğer böyleyse de Bakiye, gayet yerinde bir "son" isim. Tam da böyle düşünürken bazı dizelerinden bir şeyler yakalamak da okuyucuya kalıyor. Örneğin: "Bitti derken, dindi derken, kurudu derken / her gece yeniden avaz avaz çıktı sesim / sen varacağına vardın da / ben neden hâlâ yoldayım dedim."

Kadim şiirimizle muhatabı gayet kuvvetli olan şairlerimizden Kemal Varol'un dizelerinde Bâkî'yi görmek de başka bir isim benzeşmesi oluşturabilir. "Vaslım dilersin çün dedin lutf edeyin olsun dedin / yarın dedin birgün dedin ferdalara saldın beni" dizelerini hatırlatan şiirleri bazen Niyâzî-i Mısrî'yi de kulaklara fısıldıyor: "Kırıldı tenimdeki testi / damlada umman arayan hafız oldum."

Kitabın en çok Kin Divanı bölümünü beğendim. Yaşamın kızgınlıkları, öfkeleri, "modern şiir ve modern şair" etiketiyle değil; tamamen geleneksel çizgileri de koruyarak Türkçenin güzide sınırlarıyla aktarılmış dizelere. Güncel kavramlar kullanılırken içine koca bir "ah" da sığdırılmış şair tarafından: "Taşı öğrenen kini de öğrenir dediniz, âh / yazgımızı biliriz, hep başkasına ıslanan mendiliz."

Bu yazıya ismini veren dizeler, Kemal Varol'un "Rakip" adlı şiirinden. "Adın geçtiğinde susmasını öğrenirdim nasılsa" diye başlıyor şiirine şair ve bitirdiği yerde ben de yazımı bitirmek isterim: "Onca gittim / bak / senin gibiyim sonunda."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

16 Mayıs 2016 Pazartesi

Meczuplar, arifler neden yaşar?

Ağırlıklı olarak şiir kitapları olan yazar Mesut Doğan’ın ilk hikâye kitabı Hece Yayınları’ndan okuruna ‘merhaba’ dedi. Meczupların Görevleri adlı bu kitabın ilgi çekici, hoş bir kapağı var. Minyatürlü kapağına bakarak deneme kitabı sanabilirsiniz ilk bakışta. Fakat öyle değil. Anlatımında yeni arayışlar peşinde olmayan yazar, klasik tarzı tercih etmiş. Hikâyesini romana geçiş olarak görüyor ve bir basamağı daha tırmandığını düşünüyor. Mustafa Kutlu’nun izinde giden Doğan, hikâyelerinde farklı bir meczup tanımlaması yapmaya çalışmıyor. Bilinen tanımlar üzerinden gidiyor.

Halkın içinde meczupların hallerini anlatıyor bizlere. “Meczupların görevleri arasında; mezarlıklar müdürlüğü, protokol müdürlüğü, vaizlik, baston kırmak, emniyet müdürlüğü, valilik gibi işler yer alır.” Adsız, sansızların, kimsesizlerin koruyucuları yok mu sanıyorsunuz? İş öyle değil. Velayet makamındaki İbn Haldun’un işaret ettiği meczuplara odaklanan yazar, onların saf hallerini bize anlatıyor bu yeni kitabında: “Her mahalle, köy, ilçe ve şehrin belirli meczupları vardır. Bu meczupların hepsine bir vazife verilmiştir ve meczuplar bunlara eksiksiz uyarlar. Bazı meczuplar temizlik yaparlar, bazıları insanları uyarırlar ve bazıları da kimsesiz ama iyi olan insanların cenazelerini defneder.

Çevirdiği her kitapla aralarındaki kalın duvara bir tuğla daha ekleyen, kendisine ulaşılmasını zorlaştıran çevirmenin şairle olan iletişimsizliği üzerine yazılan hikâye, Çevirmen hikâyesi ise bize dünyaya farklı ve dikkatli bakmayı öğütlüyor. “Bu yüzden çevirmen ve şair akrabadır” derken her ikisinin de özveri ve sanat sevgisi merkezli yapıldığının altını çiziyor.

Üçü de insana hizmet veren, amme görevi yapan çöpçü, meczup ve morgçu çerçevesinde dönen hikâye farkındalığa yeni bir boyut kazandırıyor. Üç ayrı çerçeveden “Dünyaya nasıl bakmalı?” sorusuna cevap arıyor. Medcezir, Labirent, Perde ve diğerleri. Mesut Doğan’ın hikâyeleri dünya-ahiret dengesini korumayı önemseyenlerin seveceği türden hikâyeler.

Dünya matematik üzerine kurulmuştur ama hesap, kitapla anlaşılmaz.” diyen arifle meczup arası öyküde, kişisinin kirli sineleri fark etmesiyle işin rengi değişiveriyor. Ayna görevini üstleniyor meczup. Kendi haline vakıf olanlar ağlayarak, dua ederek arınmaya çalışıyor. Büyük yenilgiye ve asıl kaybedişe göndermeler yapan hikâyesi Mavi Boncuk ise insanın umudunun nasıl tükenmediğine bir kanıt gibi.

Bir röportajında “Tüketim çılgınlığı içinde birbirini tanımayan, saygı duymayan, günlük yaşayan ve sağa sola hırsla saldıran günümüz insanına bunun doğru olmadığını anlatmanın bir yolunun da toplumda meczup gibi görülen sağlam karakterlerin yaşamından kesitler sunmak olduğunu düşünerek bu temalara ve kişilere yer verdiğimi düşünüyorum.” diyen yazar, Veysel Karani’nin izinde annesini önceleyen, sözünden çıkmayan ve hep manen kazanan meczuplardan haber veriyor.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

13 Mayıs 2016 Cuma

Bağışlanmanın imkân(sızlığ)ı üzerine

Akademik metinlerin okuyucusu olmak zordur; bu metinlerle kafa dağıtmak için, boş zaman değerlendirmek için ya da hayallere dalmak için buluşamazsınız. Bazı akademik metinler okuyucunun kendisinden uzaklaşmasına müsaade etmez; metinle mesafenizi koruyamazsınız; kelimeler, anlamlar, çağrışımlar dünyasında kaybolarak metnin içerisinde kendi anlam dünyanızı inşa edersiniz. Derrida’nın Bağışlamak metnini, sıradan akademik metinler arasında değerlendirmek size pahalıya mal olabilir; zira Bağışlamak, tek seferde okunup özümsenemeyecek ölçüde derin bir metindir.

Derrida, uzun zamandır, okumaktan büyük keyif aldığım, kendisine özgü dili kullanma biçimleri ve kelimeleriyle beni kendine hayran bırakan filozofların başında gelir. Felsefe bölümünde eğitimime devam ederken bir hocamdan, Derrida’ya ait olan “Affetmek, affedilemez olanı affetmektir.” sözünü duymuştum ancak o dönem henüz İngilizce okuma yapabilecek yeterliliğe sahip olmadığım için (Fransızca da bilmediğim için tabii), Derrida’nın “Bağışlamak ve Kozmopolitizm” kitabındaki kısa düşünce kırıntıları ile yetinmek zorunda kalmıştım. Derridacı anlamda bağışlamak, aklımın bir köşesinde, doğru düşünce yankılarıyla buluşmayı bekledi durdu. Kısa zaman önce, Derrida’nın “Bağışlamak” kitabının Monokl Yayınları tarafından yayımlanacağını öğrendiğim zamandan beri de kitabı okumayı heyecanla bekliyordum.

Bağışlamak metnindeki çok katmanlı soruları anlamak, metindeki etik ve dilsel anlam haritalarını kavrayabilmek için öncelikle Derrida’dan ve onun düşünce dünyasından bahsetmemiz gerektiğini düşünüyorum. Derrida, 20.yüzyılın en özgün seslerinden biridir. Dil felsefesi, edebiyat, etik gibi çok çeşitli alanlarda düşündüğünü ve çalıştığını bildiğimiz filozof, aynı zamanda yapısökümcülük akımının da kurucusudur. Yapısökümcülük, 20. yüzyıl düşünce hayatına ve sosyal bilimlere ismini kazıyan eleştirel bir yöntemdir. Kısa zaman içerisinde, yapısökümcülüğün etkisi öyle geniş alanlara yayıldı ki sosyolojiden felsefeye, edebiyattan dilbilime ve hatta hukuka kadar geniş bir etki alanında, disiplinlerarası çalışmaların zemininin kurulduğu akım oldu.

Derrida’nın zihin haritasında belirleyici olan kavramların başında dil, söz ve anlam vardır. Hatta öyle ki, Derrida için artık metnin dışında hiçbir şey yoktur. Derrida, metni yazarken yalnız değildir çünkü aslında Derrida’nın metinleri, okuyucusuyla sohbet ederek derinleşir ve katman katman açılır. Derrida okurken okuyucuyu en zorlayan şey, metnin katmanlarının belli bir sıralamaya göre değil; bunun tersine çağrışımsal ve anlamsal düzeneklerin çözülmesiyle aydınlığa kavuşuyor olmasıdır. Derrida okumanın zorluğu ve lezzeti, işte bu tesadüfî gibi görünen ama aslında analitik bir zeminde inşa edilen anlamsal örüntülerdir.

Bağışlamak, Derrida’nın uzun yıllar üzerine çalıştığı, düşündüğü, dile döktüğü kavramlardan biridir. Başka kavram ve konulara yönelse bile, tüm o zihinsel girdapların yolu bir gün mutlaka bağışlamak kavramıyla kesişir. Bunun iki nedeni olduğunu sanıyorum: Birincisi, bağışlamak kelimesinin Fransızca’daki etimolojik açılımlarındaki zenginliktir. Dili, bir yap-boz gibi, durmadan bozan ve yeniden inşa eden ve böylelikle yapısökümü var eden Derrida için bu etimolojik derinlik, bir hazine değerinde olmalıdır. İkincisi neden de bağışlama eyleminin etik ile olan ilişkisi ve Derrida’nın etik konusunda düşünmeye olan bitmek tükenmek bilmeyen hevesidir.

Derrida, kitabın ilk sayfalarında, yoğun bir etimolojik akış ile okuyucuyu metne buyur ediyor. Etimoloji konusundan ne düşünürsünüz bilmem, ancak bir okuyucu olarak etimolojinin dipsiz zenginliği ve insana yeni düşünme alanları açması karşısındaki hayranlığımı paylaşmak isterim. Bağışlamak’ın girişindeki bu etimolojik bölüm, aslında okuyucuya, bağışlamanın çok derinde, dile nüfuz etmiş bir biçimde var olduğunu ilan etmiş oluyor. Bağışlamak, bağışlayan, bağışlamanın imkânı, bağışlanamaz olanın kendi içinde taşıdığı imkânsızlık gibi birçok kavram Derrida’nın zihinsel süzgecinden diline dökülüyor; okuyucu olarak bizler bu dökülüşten doğan türlü sorularla iç içe süren bir okuma serüveni deneyimliyoruz.

Bağışlamayı, hepimizin kolektif bilinçaltındaki anlamına uygun olarak değerlendirirsek, bağışlamak herkesin yapabileceği kötülükler seviyesindeki hatalar için geçerlidir. Radikal kötülükler, katliamlar, soykırımlar bağışlamak eylemiyle bir arada düşünülemez çünkü bu noktada, her insanın ulaşamayacağı, sistematik ve planlanmış bir kötülük eylemi söz konusudur. “Telafi edilemez’ sözcüğünün altını bizzat Jankélévitch’in kendisi çizer. Telafi edilemez olanın, bağışlanması imkânsız olan olduğu ve bağışlanması imkânsız olanın vücut bulduğu yerde, bağışlamanın imkânsız hâle geldiğini belirtmek amacındadır. Bu, bağışlamanın ve bağışlamanın tarihinin sonudur: Bağışlama ölüm kamplarında ölmüştür.” Bu noktada, zihnimizde gezinen bir diğer soru şudur: Bu radikal kötülük eylemleri bağışlansa bile, kötülüklerde imzası olan kişiler bu kötülükler sonucu ölen insanlardan af dilenemeyeceğine göre, geride kalanların bu “canavarları” affetmesi gerçek bir bağışlama anlamını taşır mı? Yoksa bu ölümlerle, bağışlamanın ve bağışlanmanın iç içe geçmişliğinden doğan imkânlar tamamen ortadan kalkmakta mıdır?

Bağışlamak’ı okurken ve kitabı bitirdiğinizi sandığınız o anda, aslında sonlanan bir şey olmadığını, okumanın devam ettiğini fark ediyorsunuz. Metin, okuyucuyu, bağışlamayı reddetme ihtimali üzerinde derinleşmeye davet ediyor. Metin sayesinde, öznesi olmadığımız acılar ve kötülükler karşısında, kısa yoldan vardığımız çıkarımlarımızı ve bizim dilimizden dökülmeye hakkı olmayan bağışlamaların samimiyetini bir kez daha sorgulamaya mecbur kalıyoruz.

Böylesi dilin ve sınırlarını ihlal etme girişimlerinde bulunan, disiplinlerarası metinlerde en önemli şey, çevirmenin, yazarın anlam dünyasını iyi tahlil etmiş olması ve bu anlam dünyasının sözcüklerini metni çevirdiği dile yansıtabilmesidir. Şanslıyız ki Derrida’nın bu önemli metnini, Murat Erşen’in muazzam çevirisiyle okuyabiliyoruz. Bağışlamak, affetmenin etik sınırlarını keşfe çıkmak ve içerisinde var olduğumuz bu katliamlar, haksızlıklar ve sistematik işkenceler dünyasında “Kim, neyi, ne kadar affedebilir?” sorusu üzerine düşünmeye bir çağrı olarak da okunabilir.

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal