26 Ocak 2016 Salı

Gel dosta gidelim gönül

"Dünyâ gamından geçip yokluğa kanat açıp 
Aşk ile dâim uçup çağırıram dost dost."
- Niyâzî-i Mısrî [k.s]

Türkiye Yazarlar Birliği'nin İstanbul şubesindeyim. 7. Edebiyat Mevsimi'nde "İsmet Özel ve Dergiciliği" oturumunda sevgili İbrahim Tüzer konuşacak, fakir de moderatör görevini yerine getirmeye çalışacak. Bu oturumdan önce ise "Kuşakları Besleyen Dergiler" oturumu var ve Bünyamin Yılmaz'ın moderatörlüğünde Mürsel Sönmez son derece önemli tespitleriyle, yorumlarıyla güne damgasını vuruyor. Oturum sona eriyor ve kendisinin elinde küçük bir kitapçık görüyorum: Fethi Gemuhluoğlu, Dostluk Üzerine.

Kitabın farklı baskılarıyla daha evvel tanışmış olmama rağmen bu kitapçık sanki bana gönülden gönüle uzanan bir bildiri gibi geliyor. Okunması gerekiyormuş gibi, yeniden ve yeniden. Mürsel Sönmez çevresindeki eşe dosta, gençlere bu kitapçığı dağıtırken ben de bir köşede duranlarından üç adet alıyorum. İkisini arkadaşlarıma vereceğim, birini kütüphaneme koyacağım ki eve gelenlere de okutabileyim. Dedim ya, bir bildiri gibi.

Fethi Gemuhluoğlu'nun 1977'deki vefatından sonra hakkında yazılanlar Dostluk Üzerine adıyla bir kitapta toplanmıştı. 2001 yılında ise yine aynı adla bir kitap yayınlanmış, bu kitap da kendi yazdığı yazılardan ve mektuplardan oluşmuştu. Gemuhluoğlu'nun şiirleriyle beraber büyük bir kısmı kendine ithaf edilen şiirlerden oluşan "Gerçek Olan Aşktır" 2000 yılında, Nuri Pakdil'in ona dair yazdığı "Bağlanma" ise 1979 yılında yayınlanmıştı. Elimizde, bilhassa gençler için çok fazla bir şey yoktu Fethi Gemuhluoğlu'na dair. Bu kitapçık, sanki gençlerin kalbine yeniden onu ve düşüncelerini yerleştirmek ancak bunların dışından esas konuya dikkat çekmekti; dostluk ve sevgi.

22 Kasım 1975'te Fethi Gemuhluoğlu, yaptığı konuşmanın merkezine dostluğu koymuş, sevgi olmadan bir toplumun kaybolacağını kendi fikir ve çile dünyasından geçirerek anlatmıştı. İşte kitapçığın içeriği bu konuşmaydı. Cahit Zarifoğlu'nun "Tek başına bir okuldu", İsmet Özel'in "Bize kendi kuşağı içinde en sağlam çizgiyi aktarabilenlerden biriydi", Necip Fazıl Kısakürek'in "Fikir ve çile birliği kökünde yekpâreleştiğimiz büyük ve sevgili dostum" dediği Fethi Gemuhluoğlu şöyle diyordu:

"Batı adamının bunalımı çok tabîidir; muallâktadır. Doğu adamı yerinmez ve sevinmez, çünkü dünyada yerinilecek ve sevinilecek bir şey yoktur. Ve bizim hüznümüz Allah'adır. Biz durup dururken, kendi kendimize, kendi nefsânî oyunlarımız için, şehevâtımız için mahzûn olmayız. Bizim olsa olsa... Peygamber-i Ekber müddet-i ömründe, Devr-i Saâdet'de gülmediler, hele ağız dolusu hiç gülmediler; gülümserlerdi."

Gönüllere hemen İsmet Özel'in Naat'ı düşmeliydi bu sözlerden sonra: "Dinleyin ey vakti duymak doruğuna varanlar / sıyırın kahkaha sırçasını cildinizden / omzunuzdan vaveyla heybesini atın / boşa çıksın reislerin, kahinlerin, şairlerin kuvveti / güler yüzlü olmak neydi onu hatırlayın / neydi söğüt gölgesinde gülümsemek / ağız dolusu gülmeden taşlıkta..."

Her sözünde, her misalinde Peygamber var Gemuhluoğlu'nun. Dostluktan bahsederken "Bana komşu hakkından öyle bahsedildi ki, komşunun komşudan mîrâs yiyeceğini zannettim" hadis-i şerifini hatırlatarak diğer başka hadislerin de üzerine dikkat çekerek şöyle diyor: "Kurda kuşa dost! Görünene, görünmeyene dost! Her ân kendi raksı üzerine olan mâdde zannettiklerimize dost! Yani... "Beni Allah te'dîb etti, onun için edeb-i ilâhî ile müeddebim" diyor Peygamber-i Ekber. Bir hadîs-i kudsîlerinde de, "Allah'ın ahlâkı ile tahalluk ediniz" diyor. Allah'laşınız gibi bir şey. Sanki, Allah'laşınız diyor."

Zariyat suresinin 50. ayetinde "Fe firrû ilâllâh" buyurulmuş. Allah'a kaçın! Hakikati yakalamak uğruna ilimlerden geçmek gerektiğini söyler Gemuhluoğlu. Bu sebeple ilme de dost olmak gerekir. Mesela tarihe dostluk konusunda "Tarihe dost olacak kadar ciddî bir ilm ile ilimlenmediğimiz için, -talib olmadığımız için ilme ve irfâna- tarihe de, tarih fikrine de dost değiliz" demiştir. Ağaca, ormana, coğrafyaya da dost değiliz. Bu yüzden çevremizdeki hareketleri çözümleyemiyor, neler olup bittiğine akıl yormayı boş bir iş gibi görüyoruz. Oysa hakikati keşfetmek için her şeye ihtiyacımız olabilir. Hani Peygamber Efendimiz'in Medine'de Mescid'e girebilmek için "Mescide Ali’nin kapısından giriniz" sözü, işte bu sözde kastedilen fizikî bir kapı mıdır yoksa bir başka sözünde buyurduğuna mı dikkat etmek gerekir: "Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır."

Fethi Gemuhluoğlu'nun fakiri en çok sarstığı şey yakınlarının zikretmesiyle öğrendiğimiz dervişliğinin yanı sıra tam bir teslimiyete sahip olması ve lakin olan biten her şeye şükretmekten de imtina etmesidir. Zira zulme şükretmek, zalimlerinden yana olmaktan başka neye kapı aralar? İlim ve onun kapısına varmadan evvel "Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır!" buyruğunu tutmak gerekmiyor mu?

Bir insan, varlığının sırrına erişebilmesi için bir de kendisiyle dost olması gerekiyor. Bu hususta Gemuhluoğlu "Kendisine dost olmayanlar, gayrıya dost olamazlar. Kendileri ile barışa varamayanlar, gayrı ile barışa varamazlar. Kaldı ki, savaş yoktur. Dünya, dostluk üzerine halkedilmiştir." der. İnsanın kendisiyle dost olması için de en büyük engellerinden biri olan uykuyla arasına bir mesafe koyması gerekiyor Gemuhluoğlu'na göre. Yine fakirin zihninde nice rüyalara, sırlara kapı açan cümleleri şöyledir merhumun: "İnsanın uykuya sırt çevirmesi lâzım. Peygamber-i Ekber uyumazlardı. Eğer Türkiye'de insanlar, Türk insanı, Müslüman insan, Millet-i İslâmiyye'nin insanı, İslâm Milleti'nin insanı, yeniden bir "ba'sü ba'de'lmevt" sırrını yaşamak istiyorsa, onu ihyâ' etmek istiyorsa, yeniden bir ba'sü ba'de'lmevt'e doğmak istiyorsa, uykuyu kaldırmalıdır. Uykuya düşman mı olalım? Hayır! Uykuya dost olmayalım. Her şeye dost olalım, uykuya dost olmayalım. Her şeye dost olalım, politikaya dost olmayalım."

Diğer tehlike ise hırs ve mal, mülk sevdası. Konuşmasının bu bölümünü okurken kendimi dinleyicilerden bölümünde görüyorum. Çünkü konuşanla aramda çok ciddi mutabakatlar kuruyorum. Dinliyorum, böylece "konuşulan" oluyorum, "talip" oluyorum: "Her şeye dost olalım, hırs-ı mâl ve hırs-ı câha dost olmayalım. Ben parayı ol elleri ile tutanların destânımsı, mu'cizemsi hikâyeleri ile büyümüş bir arkadaşınızım. "Feleğin kahbe başında paralansın parası", "Ben güzel sevmeye geldim, değil ekmek yemeye" diyor büyük Hazret-i Neyzen."

Aşk diyor başka bir şey Gemuhluoğlu. Sevapta da aşk, günahda da aşk: "Beyefendiler, günâhlarınız bile şevk içinde olsun, eğer günâh işleyecekseniz. Şevki seçiniz. Aşkı seçiniz. Ben aşksız insanlar görüyorum: Huzur içinde uyuyorlar, gidiyorlar, gülüyorlar, vitrinlere bakıyorlar; hâlâ büyük büyük pazarlıklar peşindeler, hâlâ büyük büyük ihâlelere giriyorlar. Türkiye'nin içinde bulunduğu felâketi idrâk etmiyorlar, huzur içindeler. Onun için onlara küsüm, onun için onlara kırgınım. Onun için, kırgınlıkta bir feyz buluyorum. Çünkü, -vâ’d-i ilâhîde hulf yok, Allah vâ’dinde sâdıkü’l-emîn olduğu için-, Allah diyor ki, “Gönlü kırık olanlarla beraberim”. Onun için gönlüm kırık. Onun için gönlümdeki kırıklığı hiçbir şey, hiçbir şevk, hiçbir neş’e bir mânâda tashîh etmiyor. Bir felâketin eşiğindesiniz. Felâket mukadderdir, lâyetegayyer gibidir. Ola ki, kurbiyyeti olan bir zât-ı akdes iltica ede. Yoksa muhakkaktır."

Bu kitapçık bir deste gül, kelamdan selâma dönen bir kitli hazine, insana kendini bildiren bir bildiri. Gençliğimize bir umut, ihtiyarımıza bir ümid, kalanlara bir şiir, bir dua. Şiir de duadır, hele ki Yunus Emre söylerse: "Gel gidelim can durmadan / suret terkini urmadan / araya düşman girmeden / gel dosta gidelim gönül."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Yol ayrımındaki paşalar

Yeni hükumet kurulmuş, fakat aniden olup biten bazı durumlar kafaları karıştırmaya başlamıştı. Ayaklanmalar, sürgünler, yeni çıkan kanunların oluşturduğu yankılarla sarsılan Anadolu… Cumhuriyet’in ilk yıllarında dönemin zorluğu içinde İttihatçılar, İkinci Grupçular, Hilafetçiler, Cumhuriyetçiler’in olaylara bakışları, kurtuluşa vesile olan paşaların bir bir istifa nedenleri Küskün Paşalar’da roman kurgusu içinde konu ediliyor.

Zekeriya Yıldız, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kuruluş hikâyesini anlatmış bizlere. “Vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığı tehlikededir. Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararlılığı kurtaracaktır.” denilen o dönemin çalkantılı günlerinde, alınan kararlar gayet netti. Kulaklarda çınlayan çözüm önerileri, yapılacaklara dair listeler. Mecliste ve kulislerde konuşulanlar, hararetle tartışılıyordu. Durum değerlendirmesini yapan paşalar; çözüme dair kararlar alırken, milletin menfaatlerini düşündüler. "Trablus’un, Balkanların, Dünya Harbi’nin on yıl boyunca kırmakla bitiremediği Anadolu’nun kavruk yüzlü insanları" yeni bir mücadelenin eşiğindeydi. M. Kemal, K. Karabekir, Hüseyin Rauf, Cafer Tayyar, Refet, Erkân-ı Harbiye Reisi Cevat ile İstanbul bambaşka bir geleceğe doğru adımlar attılar. Kendilerinden emin ve kararlı bir tutum sergilediler. Anadolu’nun en hareketli döneminde yeni yeni şekillenen cumhuriyet rejimin olumsuz yanları paşaların arasında da en çok konuşulan konulardandı şüphesiz. Özellikle Takrir-i Sükûn Kanunu’nun kabul edilmesinden sonra İstiklâl Mahkemeleri’nin kurulmasıyla başlayan gerginlikler paşaları ve gazetecileri, vekilleri farklı bir atmosfere taşıdı.

Tevhid-i Efkâr, Tanin, Vatan, İkdam gibi o günlerde en çok satılan, meşhur gazetelerde diktatörlüğe doğru yol alındığına dair yazılar çıkıyordu. Otoriterleşmenin yol açacağı zararlar üzerinde tartışmalar yapılıyordu. Yakın tarihin bu en kritik dönemeci Küskün Paşalar’da başarıyla işlenirken romana yazarın nesnel bakışının hâkim olması da son derece önemli. Okurun 1930 Yalancı Bahar, Sürgün Sultan, Hasbahçede Sonbahar, Lale Devri romanları ile tanıdığı Yıldız, Küskün Paşalar ile de Kurtuluş Savaşı kahramanlarını ve onların nasıl bir yol ayrımına girmek zorunda kaldığını gün yüzüne çıkarıyor.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

15 Ocak 2016 Cuma

Sultanlar sultanı bir gönül eri: Aziz Mahmûd Hüdâyî

"Bâğ-ı aşkın andelîbi Hazret-i Üftâde'dir
Dertli âşıklar tabîbi Hazret-i Üftâde'dir."

- Azîz Mahmûd Hüdâyî [k.s] (Bayati, Cinuçen Tanrıkorur)

Halkın "Azizim" diyerek önünde hem diz kırdığı hem de gönlünü genişlettiği, Üsküdar'ın ve Türk topraklarının büyük velîlerinden biridir Aziz Mahmûd Hüdâyî. İlk adını sevenlerinden alan bu büyük velînin bazı rivayetlere göre Hüdâyî adını ise şeyhi Üftade Hazretleri vermiştir. Şeyhinin kapısına o kudretli kadılığını bırakarak gelmiştir Hüdâyî Hazretleri, Bursa sokaklarında ciğer satmıştır, "kadı delirdi" diye çocukların diline düşmüştür. Bir gün tekkenin helalarını temizlerken dışarıdan davul zurna duyar, bu şehre yeni bir kadının atandığını müjdelediğini bilir ve nefsi devreye girer. "Nereden nereye" diyecek gibi olur ve derhâl utancından sakallarıyla helanın yerlerini silmeye başlar.

Üsküdar'la Sarayburnu arasındaki deniz yolunda bir istikamet vardır ve oraya "Hüdâyî Yolu" denir. Bu ismin verilmesinin hikâyesi şöyledir: Fırtınalı ve yağmurlu bir gün Sultan Ahmed Han, Hz. Hüdâyî'yi çağırır. Böyle günlerde kayıkçılar denize çıkmayı istemezler, endişelenirler haklı olarak. Lakin Hüdâyî Hazretleri sultanın bu çağrısını muhakkak yerine getirmek istediği için teknelerden birine geçer, talebeleri de bu cesur şeyhin derhâl yanına gelirler. Kayığa binen Hüdâyî Hazretleri, talebelerini soğukkanlı olmaya davet ederken bir taraftan da dua eder. Bu esnada kayığın gidiş güzergâhını da işaret ederek kayıkçıyı yönlendirir. İlginç bir şekilde kabarmış olan deniz bu istikamette sütliman vaziyette olur, bir-iki kayık mesafesinde dalgalar kabarmaz ve sakince yol boyunca ilerlenir, Sarayburnu'na yanaşılır. Hüdâyî Hazretleri ve talebelerinin geldiği bu yol hâlâ "Hüdâyî Yolu" olarak bilinir.

Bir tasavvuf meraklısı olan Sadık Yalsızuçanlar ile Hasan Kâmil Yılmaz'ın yaptığı söyleşiden oluşan "Âşıklar Tabîbi: Aziz Mahmûd Hüdâyî Hz." kitabı aralık 2013'te Sufi Kitap'tan çıkmıştı. 147 sayfalık bu kitabın üç bölümü var. İlk bölümde Hasan Kâmil Yılmaz, "Hakk'a ulaşan gönül yolculuğu: tasavvuf" adı altında tasavvuf üzerine yorumlar yapıyor. Asıl kaynağı, özü, Kur'an hazinesindeki incileri, kısacası hakikati bulma yolu olan tasavvuf üzerine önemli tespitlerde bulunuyor. Her bir yolun ayrı bir güzelliği olduğu ve bu güzelliğin de pirlerle, mürşitlerle, müritlerle ayrıca güzelleştiğini belirten Yılmaz şöyle diyor: "Tasavvuf bir usta-çırak ilişkisidir; diğer ilimlerin hepsi belki kitaplardan öğrenilebilir ama tasavvufu, insanın kitaplardan öğrenmesi mümkün değildir."

İkinci bölümde "Bir gönül eri: Aziz Mahmûd Hüdâyî" başlığıyla sultanlara manevî rehberlik yapan, sırlarıyla ve tasavvufî şahsiyetiyle, en önemlisi de hem şiirleri hem de menkıbeleriyle hâlâ yaşayan Hüdâyî Hazretleri konuşuluyor. Özellikle menkıbeler, tasavvufa merak duyan, bu yolda olgunlaşmak isteyen herkesin gönüllerine hitap ediyor, sesleniyor. Bilhassa nefis mücadelesi yönünde Hüdâyî Hazretleri çok büyük bir misal teşkil ediyor. Bir menkıbesi şöyledir: Üftade Hazretleri bir gün talebeleriyle Uludağ'ın eteklerine çıkar. Çiçeklere son derece meraklı olan hazret, talebelerinden bir buket çiçek toplamalarını ister. Herkes, mürşidine en güzel buketi toplamak için didinir ve ardından takdim eder. Hüdâyî Hazretleri ise kurumuş, boynunu bükmüş, tabiri caizse dünyayla hiçbir ilişkisi kalmamış bir adet çiçek sunar. Üftade Hazretleri "Herkes bana en güzel çiçeği arayıp getirirken siz bana bunu mu lâyık gördünüz?" diye sual eder. Hüdâyî Hazretlerinin cevabı ise şöyledir: "Efendimize ne takdim etsem azdır fakat hangi çiçeği koparmak için el uzattımsa tesbihini işiterek derhâl elimi çektim ve ancak sapının kırılmasıyla şu çiçeğin tespihinden kalmış olduğunu gördüğüm için bunu huzur-u devletlerinize getirdim."

İşte bu cevaptan sonra Cenâb-ı Pîr Üftade Hazretleri, "Rikabında hükümdarlar yürüsün evlâdım!" diye dua eder. Ne büyük hikmettir ki bu dua daha sonra müstecab olur. III. Murad, III. Mehmed, I. Ahmed, II. Osman ve IV. Murad bu büyük Allah dostundan dua alır. Bilhassa II. Murad'la sık sık mektuplaşırlar, Hüdâyî Hazretleri onun rüyalarını yorumlar. Bu konuda da oldukça fazla menkıbe vardır. Birini nakledelim: I. Ahmed Han çok sıkıntılı bir rüya görür. Bu rüyada, yakın zamanda üzerine yürümek istediği Avusturya kralı ile güreştiğini fakat sırt üstü yere düştüğünü görür. Büyük bir telâşla uyanır, rüyasını yazar ve Hüdâyî Dergâhı’na yollar. Ulak kapıyı çalar, rüya mektubunu iletmek üzere elini cebine götürürken Hz. Hüdâyî rüya mektubunu daha görmeden kendi yazdığı mektubu verir, padişaha derhâl iletilmesini ister. Mektupta, toprağın "kuvvet" manasına geldiği ve sırtın toprağa değmesinin gücü arkaya almak, güçlenmek olacağını belirtmiştir. İşte bu hikmet, Osmanlı ordusunun yakın zamanda gerçekleştireceği Avusturya seferinin muzafferiyetle sonuçlanacağına işaret etmiştir olur. I. Ahmed bir kez daha bu büyük Celvet’îyye tarikatının kurucusuna âşık olur.

Ona âşık olmamak mümkün değildir. Sözlerindeki tesiriyle, dualarındaki sırlarla, kerametleriyle, rüya yorumlarındaki müthiş kabiliyetiyle Üsküdar'ın kayıkçıları ve hatta meczupları dahi kendilerine tabib olarak Hüdâyî Hazretlerini seçmişlerdir. Nitekim hazretin duası -dergâhında da yazılıdır- onun müritleriyle kurduğu sarsılmaz gönül ilişkisini de bizlere anlatır: "Yâ Rabbî! Kıyâmete kadar bizim yolumuzda bulunanlar, bizi sevenler ve ömründe bir kerre türbemize gelip rûhumuza Fâtiha okuyanlar bizimdir. Bize mensub olanlar, denizde boğulmasınlar; âhir ömürlerinde fakirlik görmesinler; îmânlarını kurtarmadıkça ölmesinler; öleceklerini bilsinler ve haber versinler ve de ölümleri denizde boğularak olmasın."

Allah dostlarının hâlleri, dilleri Hakk'tandır. Dolayısıyla neyi ne zaman yapıcaklarına akıl sır ermez. Onların hâllerinde nice sırlar vardır. Bazen bir hediyeyi kabul etmezler, bazen bir suale cevap vermezler. Hepsinin muhakkak bir sebeb-i hikmeti vardır. Hasan Kâmil Yılmaz'dan dinleyelim: "Sultan Ahmed Han, bir gün Hüdâyî Hazretlerine bir hediye gönderiyor o da bunu kabul etmeyerek iade ediyor. Sonra aynı hediyeyi Abdülmecid Sivasî'ye gönderiyor, o kabul edince padişah: "Ben bu hediyeyi Hüdâyî'ye gönderdiğim hâlde o kabul etmedi, siz kabul buyurdunuz" deyince Abdülmecid Efendi "Hüdâyî bir ankadır ki laşeye tenezzül etmez" cevabını veriyor. Sonra padişah Hüdâyî Hazretlerine, hediyeyi Şeyh Abdülmecid Efendi kabul etti deyince, Hz. Hüdâyî de "Padişahım, Şeyh Abdülmecid öyle bir deryadır ki O'na bir damla masiva düşmekle mülevves olmaz" diyerek zarifane bir cevap veriyor ve böylece kemâlini gösteriyor."

Büyüklerin birbirlerine hitaplarından ve mektuplarından çıkarılacak nice hikmetler vardır. Onların her sözü Hakk'tan olduğundan okuyanına sapasağlam bir şifa sunar. Mühim olan bu şifayı ve kaynağını yakalayabilmek, asla bırakmamak. Bir misal verelim: Şeyh Edebali ahfadından İznikli Ali Efendi, Aziz Mahmûd Hüdâyî Hazretlerine yazdığı mektubuna "yaratılanların en zayıfından, kemâle ermiş olana" diye başlamış. Hüdâyi Hazretleri ise cevap vermek için kaleme aldığı mektubunun başına şunu yazmış: "Fakirlerin en zayıfından, ulemâların hocasına."

Hasan Kâmiş Yılmaz'tan öğrendiğimize göre sultanlara sultanlık etmiş bir gönül sultanı olan Aziz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri, III. Murad vefat ettiğinde bir şiir yazmış. Evvela bu şiirin ilk kıtasını buraya alalım:

"Yalancı dünyaya aldanma yâ Hû,
Bu dernek dağılır dîvân eğlenmez.
İki kapılı bir virânedir bu,
Bunda konan göçer, mihmân eğlenmez.
"

Son iki kıtasını da aşk ile okuyalım:

"Ömür tamam olup defter dürülür
Sırat köprüsü ve mîzân kurulur,
Hakkın dergâhında elbet durulur
Buyruğu tutulur fermân eğlenmez

Hüdâyî n’oldu bu denlü peygamber,
Ebûbekr u Ömer, Osman ü Haydar,
Hani Habîbullah sıddîk-ı ekber,
Bunda gelen gider bir cân eğlenmez.
"

Hâlâ tekkelerde, meşk meclislerinde hem okunan hem de buraların duvarlarını süsleyen "Buyruğun Tut Rahmanın" da yine Hz. Aziz Mahmûd Hüdâyî'nin Dîvân-ı İlâhîyât'ında yer almaktadır. İsteyen merhum Kani Karaca'dan dinler, isteyen merhum M. Es'ad Coşan'dan dinler. Güzel kitap, bu şiirden bir kıtayla biter:

"Yaban yerlere bakma 
Cânın odlara yakma 
Her gördüğüne akma 
Tevhîde gel tevhîde."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Solun temelinde çürük var

Felsefenin özellikle Kant sonrası felsefenin ilke ve kavramları bir program halinde Alman idealizmindedir. Dolayısıyla milliyeti ne olursa olsun bu felsefe ile çalışacaklar önce Alman dili ve edebiyatını etraflıca öğrenmek zorundadır. Dünya Savaşlarının ardından bu gelenek, Nazi Almanyası'ndan kaçan Alman edebiyat eleştirmen ve filozoflarınca Türkiye üzerinden Amerika'ya taşındığı gibi, onu iyi bilen ve takip eden Fransız filozofları tarafından da devam ettirilmiştir. Jean Baudrillard da bu geleneği iyi bilen bir Fransız'dır; çünkü önce Alman dili ve edebiyatı görmüş ve Almanca öğretmeni olarak çalışmıştır. Aynı zamanda bu çalışmalarına edebiyat eleştirmenliği ve çevirmenlik de dâhildir. Modernleşmeyle birlikte piyasaların kapitalist bir tarzda genişlemesine eşlik eden metalaşma süreçleri ve dini inançların zayıflatılmasıyla ortaya çıkan gerilimler karşısında Baudrillard, mevcut olanın da altında ezilmemek için direnç/dayanak noktasını Alman düşüncesinde bulmuştur. Nietzsche'nin Batı düşüncesine getirdiği eleştirileri derinleştirerek insanlığın içine sürüklendiği varoluşsal krizden duyduğu kaygıyı kendine has bir dil ile ifade etmeye çalışmıştır. Bu yolla, tarihin tekdüze ilerleyen rasyonel bir süreç olduğu görüşünü paylaşan Hegelci ve Marksçı geleneklerden de krizi derinleştirdiğini düşündüğü için kopmuştur. 1978-1984 yılları arası sol ile ilgili kaleme aldığı yazılarından oluşan “İlahi Sol” kitabı da bu kaygının bir ürünüdür. Oğuz Adanır'ın titiz çalışması sonucu çevrilen ve Boğaziçi Üniversitesi Yayınları arasında okuyucuya ulaşan “İlahi Sol”, Fransa'da solu çözümlemekten -ve eleştirmekten- ziyade solun Baudrillard'da nasıl algılandığını da gösteren bir metindir.

Kitabında -daha doğrusu 1977 yılında tutmaya başladığı günlüğünde- Baudrillard, bir bahse girerek solun iktidara gel(e)meyeceği iddiasında bulunur. Çünkü solu temsilen Komünist Parti, -gerek yöntem gerek anlayış itibariyle- içinde bulunduğu hipergerçekleşmiş bir simülasyon toplumunu analiz etmekten uzak arkaik bir politik tutum ile yanlış bir strateji gütmekteydi. Bir başka ifadeyle sol, toplumsalı tamamen hatalı bir şekilde değerlendirmekteydi ve vaktiyle yanlış temeller üzerine inşa edilmiş sınıf savaşımı ile sermaye karşıtlığına dayalı politik ilkelerini yeni dönem ile zorla irtibatlandırmaya çalışıyordu. Bu ilkelerden ilki, burjuvazinin feodal düzen karşısında özgürleşmek amacıyla daha önce hiç görülmemiş bir değer düzenini getirmek için başvurduğu sınıf terimidir. Fakat burjuvazinin tekelinde olan sınıf terimine proletaryanın da kendini yadsıması için başvurulduğunda siyaset oyunu baştan kaybedilmiştir. İkincisi ise Marksistlerin sermaye karşıtlığını kullanım değeri üzerinden kurmaları olmuştur. Bu yolla da vahşi bir etik anlayış ile değişim değerini sınır tanımayan bir egemenlik biçimi haline getiren kapitalizme kullanım değeri üzerinden ahlaki bir görünüm kazandırarak sermayeyi sıradanlaştırmıştır. Böylece işlerin sağlıklı bir şekilde yürütülmesi için ellerinden gelen katkıyı sağlamışlardır.

Solun politik ilkeler konusunda yaşadığı bu kafa karışıklığı da iktidarı gözden kaçırmasına sebebiyet vermekteydi. Daha ilginci ise solu temsilen Komünist Parti'nin bu eski stratejilerdeki ısrarı, onun iktidara gelmek istemiyor olmasıyla alakalıydı. Bir bakıma Komünist Parti varlığını iktidara karşı bu tutumuna borçluydu. İktidar olamadığı her dönem onun yerini sağlamlaştırmasını, uzun vadeli bir kuruma dönüşüp ondan beklenti içine girilmesini sağlamaktaydı. Bu sayede cumhuriyet, tarih ve devrim için ondan istenen yedek parti görevini de yerine getirmekteydi.

Baudrillard'ın iddiasına rağmen Fransa'da sol, Komünist Parti'nin de çökmesinin büyük rol oynaması ile 1981 yılında iktidar oldu. Bunun ardından -çelişkili gibi görünse de- Baudrillard, solun iktidarda kalacağı öngörüsünde bulunmuştur. Çünkü Baudrillard'a göre sol, her ne kadar temsil edebilme sürecini gittiği yere kadar götürmek istese de; kitleler, temsiliyetin sona erdiği, herkesin modaya uyduğu bir simülasyon toplumunda soldan ne bir değişim ne de temsil talep etmektedir. Aksine, bir iktidar modeli haline gelerek kendini değişim ve gelecek simülasyonuna çeviren sosyalizmden sahnelediği bu temsil oyununa tanık olmak istemektedir. Zaten 1980'li yıllarda esnek enformatik, özerkleştirilmiş, birleştirici, katılımcı, en küçük zerreciklerine kadar hünerli, serbest girişimciliğin yenilediği, serüvenci bir toplumsal aydınlanma da sosyalizm kavramını alt üst etmişti. İşlemselliğe bağlı bu yeni toplumsallık da, bir gösteri toplumundan çok buz tutmuş kaskatı bir toplumsal düzene doğru yol almaktaydı. Yalnızca değerlerden hoşlanan, yaşamın tüm alanlarında ahlaki bir duruşa sahip olmak isteyen, tarihe mal olmuş erdemlerin savunuculuğunu yapan sosyalizm ise gösterge ve simülakrlara dayanan çok daha kurnaz ve ahlaksız olduğu söylenebilecek güncel gerçeklik karşısında acınacak bir duruma düşmekte, aciz kalmaktadır. Baudrillard'ın yönelttiği temel itiraz da solun üstlendiği bu ilahi konumdur.

Her ne kadar sola getirdiği eleştiriler hazmedilmese de ve pesimist bir perspektiften nihilizme saplandığı gerekçesi ile kitleleri pasifleştirdiği, eşitlik, adalet ve tahakküm konularında sermayeye karşı direnişi anlamsızlaştırarak doğrudan eleştir(e)mediği şeklinde lanetlense de, Baudrillard ne yapmalı sorusuna yapay cennet düşünün terk edilmesi gerektiği cevabını verir. Gerek sağ siyasette gerek sol siyasette kötülüklere karşı savaşmak için yapay bir şekilde yapılandırılmış cennet ideali, günümüz toplumlarında artık başvurulabilecek bir silah değildir. Dolayısıyla Baudrillard'a göre bugün cennet idealine karşı dövüşmek tek çıkar yoldur.

Dönemin hakim havasının uzağında konumlanan Baudrillard, içinde bulunduğumuz toplumlardaki simülasyon yapılarına işaret ederek kaygılarını bu yolla dile getirmeye çalışmıştır. Bu yapıların sadece Batı dünyasına has gelişmeler olduğu, eğer Baudrillard değerlendirilecekse, ait olduğu toplum içerisinde, bağlı bulunduğu değerler kümesi özelinde bütünlüklü bir şekilde değerlendirilmesi gerektiği söylenebilir. Bu görüş kısmen doğrudur da; ama modernleşmeden nasibimizi aldığımız ölçüde de Baudrillard'ın dikkate alınması gerekmektedir. Sol konusunda ise Türkiye'de üç beş liberal kırıntının ve onların da radikalize edilmesinin dışında sola dair bir şey var mı ki?

Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs

13 Ocak 2016 Çarşamba

Açılım sürecinde Türk milliyetçilikleri

Umut Özkırımlı, eleştirel bir bakış ile incelediği ''Milliyetçilik Kuramları'' adlı kitabında Türk Milliyetçiliğinin olmadığı Türk Milliyetçiliklerinin olduğu teşhisinde bulunur. Bunun anlamı, her kesimin farklı bir milliyetçi tanım yapma gayretinde olduğudur. Vatandaşlığa dayalı milliyetçilikten, kültür milliyetçiliğine, liberal milliyetçilikten üçüncü dünya milliyetçiliğine Anadolu coğrafyası içerisinde yer alan/tutan her kesimin tanımlaya geldiği bir milliyetçilik anlayışı vardır. Aralarında farklılık arz etse de daha önemlisi bu tanımlamaların Avrupa merkezli bir milliyetçilik temelinde sekülerize edilmiş, tepkiye dayalı bir siyasal programın parçaları olmaları tanımsal milliyetçiliklerin ortak paydasıdır. Bu bir olumsuzluk olarak önemle dikkat edilmesi gereken bir noktadır.

Milliyetçilik tartışmaları son zamanlarda, özellikle de devletin politik hareketliliğine paralel bir şekilde gündemde yer edinmeye başladı ve yeni süreçte daha da tartışılacağa benziyor.

Bu tartışmalar -çoğunlukla kamuoyunu şekillendirmeye yönelik yürütülse de-, Türkiye''nin Avrupa Birliğine yönelik politikalarında ve açılım sürecinde milliyetçiliğe dair getirmeye çalıştığı yeni yorumlara karşı bir kamplaşma etrafında dönmektedir.

ÜÇ TARZ MİLLİYETÇİLİK

Genel hatları ile tartışmada yer alan kamplardan birisi kapitalist dünya-ekonomisinin devletlerarası sistemde örgütlenmesini (devamlılığını ve etkinliğini sürdürmek adına) ulus-devletlerden daha büyük bölgesel alanlara taşıma gayretine denk düşen yeni ve kapsayıcı bir milliyetçilik yaklaşımıdır. Türkiye'de Adalet Partisi'nden Doğru Yol Partisi ve Anavatan Partisi'ne değin pragmatik ilişkiler içerisinde geliştirilen milliyetçi anlayış ile örtüşen yeni milliyetçilik yorumu esnek bir anlayışa sahiptir.

Bir diğer kamp ise yeni yaklaşımın mesafeli durduğu Gökalp&Akçura çizgisinde şekillenen pozitivist bir anlayışla vatandaşlık temeline dayanan, bugüne değin resmi ideoloji ile bütünlük içerisindeki milliyetçiliktir. Gökalp''ın İslâm'ı kültür alanında ele alması ümmetçiliğe açık kapı aralasa da, aslında Akçura'nın laisizm vurgulu milliyetçilik tanımı ile örtüşmekteydi. Şaban Teoman Duralı'nın dikkat çektiği gibi, bu tanımlamanın babası sonradan soyadını Tekinalp olarak değiştiren Moiz Kohen'dir ve Gökalp'ın hocasıdır. Bu kavmî tutum, Akçura'nın ''devrim tüccarı'' olarak bilinen Parvus Efendi ile ilişkileri de dikkate alındığında, ilkin Alman subayları, sonrasında da Selanik odakları ile iş görmüştür. Dönemin şartları düşünüldüğünde, bu kampta yer alanların takındığı milliyetçi tavır bir panzehir işlevi görse de, bugün için aynı şey söylenemez. Ayrıca panzehirin bir noktadan sonra zehir işlevi gördüğü de dile getirilmektedir.

Bu iki kampın yanında bir başka kesim daha vardır ki -bir kamp oluşturmasalar da-, programlarını çoğunlukla dahili oldukları azınlıkların daha rahat nefes alabilmeleri adına kurmuşlardır ya da öyle görünüyorlardır. Sol bir jargonla evrensel ilkelere dayalı sözde milliyetçilik karşıtı bir söylem ile aslında yaptıkları mevcut düzeni idame ettiren unsurla bütünleşmektir.

Avrupa merkezli düşünce geleneğinde varlık, bir başka varlığı temel alarak onun karşısına ve onun üzerine yerleştirilerek tanımlama çabası içerisindedir. Bu minvalde madde ile zihni iki ayrı varlık tipi üzerinden kodlamış, bu sınırlı dualist bakış açısı yaşamsal her alana bulaşıcı bir hastalık gibi yayılmıştır. Türkiye''de ulusal devletin kurulması ile ideolojik bir ihtiyaç halinde kendini gösteren milliyetçilik de bu gelenekten nasibini almıştır. Bugünün Türkiye''sinde yeniden tanımlanmaya çalışılan milliyetçi yaklaşım -içerideki sorunları çözmeye yönelik toplumsal talebin yarattığı baskıyla da-, vatandaşlık tanımının kapsayıcılığını genişleterek revize etme ihtiyacına denk düştüğü gibi dünya konjonktüründeki değişime yönelik bir hamledir de.

HERKES KAPSANABİLİR Mİ?

Her halükarda, özellikle anayasa çalışmaları üzerinden yürütülen bu tanımlamanın kapsamı ne kadar genişletilirse genişletilsin, birilerinin dışarıda kalacağı muhakkaktır; çünkü vatandaşlığa kimin dahil edileceği mevzusu kimin dışarıda tutulacağı sorusunu beraberinde getirir. Bu durumun olası sonuçlarına yönelik hareket eden diğer kesimler için, ister dahil olanların alanının genişletilmesi ile kendi alanlarının daralacağı sanrısına kapılarak, ister bu genişlemeden nasibi alamayanların sözcülüğünü yapanların ortak payda bu gelişmelerin otantik uyuşmazlığı karşısında net tavrın konulamamasıdır.

Bu tanımlama girişimlerinin en nihayetinde maddiyatçı bir temelde, sınıfsal, ekonomik ya da ideolojik bir bakış açısı ile Türk'e rol biçme çabaları, parçalayıcı, geçici çıkarlara dayanmaktadır. Bu politik mevzilenme merkezine aldığı dar bakış açısından kendini kurtarmalıdır; çünkü bu dışarıdan devşirilmiş ve dünyevi olanı amaçlayan politik tutum da bugün için geçerli olan çözüm yarın için başkaca sorunlara bizi gebe bırakır. Varlık minvalini küfre ve küffara karşı verdiği mücadelede bulan insanlara verilmiş bir ismin Türk olduğu tarihsel gerçeğini aklımızdan çıkarmamalıyız. İhsan Fazlıoğlu'nun da ifadesiyle onlar, yani mücadele ederken karşımızda bulduklarımız bize Türk demiştir. Bu, tanımlara sığmayan tarihsel bir gerçektir; dolayısıyla etnik, ideolojik ya da kültürel bir tutum değildir. Bu tutumları sürdürerek gerçeği görmezden gelmek ise bize hiçbir şey kazandırmayacağı gibi bir çok şey de kaybettirir.

VÂKİ OLANDA HAYIR VARDIR

Peki yapılması gereken nedir? Şair'in sözlerini önemsemeliyiz: "Burası bizim memleketimiz / Bıçak bu yerlerde saplandı şiire''. İçerisine girilen açılım sürecinin -dünya konjonktüründeki değişimleri de dikkate alarak- bizi nereye götüreceğini bilemeyiz; fakat karşılaşmamız muhtemel olumsuzluklara karşı hazırlıksız yakalanmamız çok önemli bir konudur. Bu süreç içerisinde yer alan kimi insanlar feraset sahibi olsa da ve bizler onların ferasetine inanıyor olsak da, sürecin hassasiyetini dikkate alarak milliyetçilik tanımlamalarına yönelik tartışmaların sığlığından kendimizi alıkoymamız gerekmektedir. Kendini öteki üzerinden kurmayan bir aklın kalp ile birlikteliğini bütüncül bir duyarlılıkla ele almanın yollarını aramalıyız. Eğer ki, bunu yapabilirsek ''rağmen'' demeyi de öğrenebiliriz. ''Vâki olanda hayır vardır.''

Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs