16 Ekim 2015 Cuma

Şarkı ve şiirin 20. yüzyıldaki yolculuğu

Söz ile sesin arasındaki dostluğun” yolları çoktur. Belki insanı “yalnız bir koroya” dönüştürebilir bu. Şayet sözkonusu olan büyük bir yapıtsa, bakmayı ve görmeyi öğrenmişseniz, sizi bekleyen yalnızlıktan başkası değildir. Yapayalnız kalabilirsiniz. Hilmi Tezgör, kitabının en başında Mehmet Taner’den mükemmel bir alıntıyla söze başlıyor. Şarkıların dilden dile, gönülden gönüle taşınıyor olması iyi-kötü müzik dengesinin tutturulabilirliğine işaret ediyor. 20. Yüzyılda Popüler Müziğin Edebi Yüzü adlı bu çalışma, Halil Turhanlı’nın nefis önsözüyle ve iki ana bölümüyle “merhaba” diyor okura. Çoğunlukla dünden bugüne aktarılan şarkılar, kalıcılığını koruyan eserler, insan ihtiyaçlarına göre ve kişilere bağlı bir değişkenlikle karşı karşıya kalan kanunlar gibi değildir.”Bir ulusun türkülerini yapanlar yasalarını yapanlardan daha güçlüdür” diyen William Shakespeare doğru söylemiş. Yakın zamanda kaybettiğimiz ünlü ozan Neşet Ertaş güzel türküleriyle nesilden nesile aktarılacak sözgelimi. Tezgör kitapta, şarkı sözlerini ikiye ayırıyor: “Toplumsal yaşam şartları zorlaştığında ya da iktidar tarafından zorlaştırıldığında, haksızlıklar yaşandığında, baskı ortamı oluştuğunda, çatışma ve şiddete tanık olunduğunda bu konularda şarkılar yazılır. Başkaldırı ve direniş, bu türden sözleri olan şarkılarda yaşam bulur. Blues, folk, rock, punk, rap ve etnik müziğin bir bölümü, protest müziğin ise-ismi üzerinde- neredeyse tamamı bu tür sözler içerir. Doğaçlamaya dayanan ve çoğu zaman enstrümantal olan caz müziği de özellikle 1960’larda direnişçi ve politik bir tavra sahip olmuştur.

İyi şiiri iyiye kullanan rockçılar
Bireyci şarkı sözünü ise Tezgör şöyle tanımlıyor: “Aşktan cinselliğe, kıskançlıktan şizofreniye, acıdan yalnızlığa, coşkudan öfkeye, utançtan megalomaniye kadar bireyin farklı duygularının sözlere dökülmesidir. Birey bu sayede kendini ifade etme fırsatını yakalayarak kendini daha iyi tanıyabilir, kendini bulabilir, yeniden kurabilir. Doğa ve dış dünya karşısında bireyin duygu ve düşünceleri de yine bu sözlerde ifade bulur.” Kısa öykü gibi iyi müzikler de etki bırakır. Tek seferde insan ruhunda bıraktıkları izler müthiştir. “Bir edebi tür olarak öykünün en güzel örneklerini yazan ve bu türün kuramına da ilk katkıları yapan Edgar Allan Poe’ya göre öykü, okuyucunun kafasında “tek bir etki” yaratacak biçimde planlanmalı ve bunun ahlâken biçimlendirici bir deneyim haline gelebilmesi için de bir oturuşta okunup bitirilebilecek kısalıkta olmalıydı. Tek bir etki!..

Ayrılmaz ikili müzik ve edebiyat
Edgar Allen Poe, kendine özgü edebiyatıyla bugün içinde gerilim, korku, gotik, polisiye ve hatta bilimkurgu öğeleri barındıran neredeyse her sanat dalını etkilemiş durumda... Akıl almaz ayrıntılar, müthiş gözlemler, çürütülemez bir mantık ve matematik, yazdıklarını eşsiz kılar. Zekanın ürünüdür bunlar. İnsanlar ise zayıf yanlarıyla vardır onda. Popüler müziği etkisi altına almaması mümkün değildir. İngiliz heavy metal grubu, Poe’nin, “Morgue Sokağı Cinayeti” adlı eserini ad ve konu olarak aynen kullanan Iron Maiden (1981) Killers adlı albümünde, şarkısına “Murders in the Rue Morgue” adını vermiştir. İlham kaynağı öykücüler olan şarkıcıların, listesi böylece uzayıp gider. “Fransız şiirinin üç silahşörünün Charles Baudelaire, Arthur Rimbaud ve Paul Verlaine olduğu söylenebilir.” Bu üç şairin şiirlerinden etkilenerek popüler müzik yapan 20.yüzyıl müzisyenleri tahminimizden çoktur. “Öyle ki, bugün rock şiirinin öne çıkan isimlerinin çoğu, öyle ya da böyle bu şairlerin kitaplarını başuçlarında eskitmişler, iyi şiiri “iyiye” kullanmışlardır.Bob Dylan, Patti Smith, Jim Marrison örnek verilebilir. Bob Dylan “Üç Kuruşluk Opera”yı dinledikten sonra günlüğüne şöyle yazar: “Sert bir dili olan şarkılar. Bir anı diğerini tutmayan, aksak, sarsıla sarsıla ilerleyen tuhaf tasavvurlar. Şarkılar hırsızların, leş yiyicilerin veya ciğeri beş para etmezlerin ağzından yazılmıştı ve hepsi kükrüyor, homurdanıyordu. Bütün dünya dört dar sokağın arasına sıkıştırılmıştı.(...)” Bob Dylan, “kafasına göre takılan” birine göre çok manidar bir not düşmüştür aslında. “Mükemmel müzik dengeden doğar. Müzik gökle yer arasındaki ahenge, karanlıkla aydınlık arasındaki uyuma dayanır.Hermann Hesse, “müziği olan bir romana” imza atmıştır: Boncuk Oyunu. 1943’te yazılmıştır. Yazar müziği adeta içselleştirmiştir.

Sevgili okur, H.Hesse’nin küçük yaşlarda keman çalmaya başladığını biliyor muydunuz? Bu yetisinin onu dengeli bir insan kıldığını gözlemliyoruz. H.Hesse, Bozkırkurdu’nu şöylece bitirmiştir: “Bir gün gelecek, gülmesini öğrenecektim. Pablo beni bekliyor, Mozart beni bekliyordu.” Müzik ve edebiyat zaman içinde ayrılmaz bir ikiliye dönüşmüştür. İki türün karışımından doğan “şarkı sözü” yeni bir tür olarak yoluna devam etmektedir. Müzik üzerine az okuyan, müzikle çok az düşünen bir toplum olduğumuzu düşünürsek, müzisyenlerin derdini dillendirmek adına yapılmış olan bu kapsamlı çalışmanın ciddi müzik dinleyicisi için yol gösterecek nitelikte olduğu aşikardır.

Bu kitabın müziğe ve çıkış noktasına dair, ortaya atılan tezlerin ışığında, müziksever okura yeni bir bakış açısı kazandıracağını düşünüyorum.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

Bir sığınak olarak Minare Gölgesi

Caminin, ezanın ve minarenin başkahraman olduğu bir roman Minare Gölgesi. Engin Ergönültaş’ın beş yıllık emeği olan roman İletişim Yayınları’ndan çıkmıştı, ikinci baskı için gün sayıyormuş.

Ezanlarla, İstanbul’da başlayan bir hikaye var Minare Gölgesi’nde. İstanbul’un fakir semtlerindeki insanların yaşayışına içeriden bir şahitliğe götürüyor okurunu Engin Ergönültaş. Bu kitap için beş yıl çalışmış yazar. Başkahramanı cami bu kitabın. Kitaptaki diğer kahramanlar caminin ya bahçesinden geçiyor, ya minaresine gözü takılıyor ve ya müezzininin sesiyle boğulduğu dünya dalgalarından bir süreliğine emin oluyor. Bir süreliğine emin oluyor, çünkü kitaptaki kahramanların her birinin içinde yüzdüğü imtihan denizi, kendilerine dönme, kendilerine gelme imkanını bahşetmiyor. Cami; yanıbaşlarında duruyor, minare; hayatlarının her anına tanık oluyor, Allah; müezzinin ağzından beş kere kendine davet ediyorken, romandaki kahramanlarımızın hiç biri kendini bu limana atamıyor.

Kavgadan minareye kaçış
Romanda adı geçenlerin en safı, ilk yaşlarını, taze ömrünün günlerini süren Atilla. Ninesinden Kur’an-ı Kerim öğrenen Atilla… Et tehiyyatü okuyan Atilla… Atilla, ayrı olan annesi ile babasının kavgasından kaçarak minareye sığınıyor. Kendisi için çıkan bir kavgadan kaçıyor… Annesiyle birlikte yaşıyor Atilla. Babası işlediği bir cinayetten ötürü İzmir’e kaçma planlarına oğlu Atilla’yı da dahil ediyor. Annesi Atilla’yı vermek istemeyince, ayrıldığı eşini de yanında götürmeyi ve tekrar eski mutlu günlere dönmeyi teklif ediyor.Atilla’nın annesi ise İstanbul’dan gitmeyi kabul etmeyince kaçmak için sınırlı günleri kalan eski kocasıyla evlerinin önünde kavgaya tutuşuyorlar.

Babasıyla İzmir’e gitmek istemeyen Atilla, saklandığı odadan çıkarak, mahalle camiine sığınıyor. Cami bahçesinde kendisine uygun bir yer ararken minarenin kapısının açık olduğunu farkediyor ve günlerini minarede geçirmeye başlıyor. Mevsim yaz ve güneş kavurucudur. Babasının şerrinden minareye kaçtıktan sonra, güneşin hararetine de minareyi kalkan eder…

Ezan sesiyle uyanışlar
Minare gölgesinde uykulara dalar, kabuslar görür, uyandığında gölge kendi üzerinden kalkıp başka yerlere konmuştur. Ezanlarla derin uykulardan uyanır Atilla. Yanıbaşında patlayan höparlörün sesi, minareyi kendisine gözetleme kulesi edinen Atilla’yı bir çok kez ürkütür. Minareden inmesi için, babasının evlerinin önüne çektiği arabasının gitmesini bekler.

Romanın Allah’a en yakın isimlerinden biridir Atilla. Kendisi gibi iki kişi daha vardır Allahlı. Ninesi, yani annesinin annesi Ümmiye Hanım ve iş aramaktan yorulan ve kendini yatağına hapseden Abdülkadir. Ninesi Atilla’nın ilk mürebbisi gibi. Elif cüzünü açtırıp Atilla’ya Kur’an harflerini, sure ve dualar ezberletiyor. Defalarca evlerinin tahta zeminine seriliyor Ümmiye Hanım’ın seccadesi. Seccade gidiyor, tesbih geliyor. Tesbih bitiyor Ümmiye Hanım’ın dilinde yine Allahlı cümleler.

Keşfi açılan Abdülkadir
Kendini yatağına hapseden Abdülkadir’in ise adeta keşfi açılıyor. Mahallenin kendisine akıl danıştığı bir mübarek oluyor Abdülkadir. Gözü yüksekçe bir yerden bakar gibi hadiselere tanıklık ediyor. Uzakta bir yerde geçen olaylardan haber veriyor. Fakat bütün bunlar olurken, yatağından bir kez olsun çıkmıyor. Son nefesini de o yatakta veriyor.

Bir varoş romanı olarak da niteleyebileceğimiz Minare Gölgesi, yazarının akıcı üslûbu ve olay örgüsündeki ince işçiliği ile de kendini okutturuyor. Yazarın kitapta anlattıkları bendenizin ifade etmeye gayret ettiklerimden tabii ki çok daha fazla. Kitabı ayrıcalıklı kılan ve bendenizi kendine çeken yönü; minarenin, ezanın ve caminin defalarca defalarca zikredilmesi.

Minare Gölgesi, iki de film teklifi almış. Yazarın yakın bir arkadaşından duydum. Filminin nasıl olacağı meçhul. Filmini beklemeden kitabı alıp okumak gerek. Muhabbetle tavsiye olunur.

Ahmed Sadreddin Öztürk
twitter.com/meyyitahmed
* Bu yazı daha önce Dunyabizim.com'da yayımlanmıştır.

13 Ekim 2015 Salı

Karıncanın ayak seslerini işiten kim?

"Ey biçare! Kapı kapalı mı sandın?" 
 - Hazreti Rabiâ-tül Adeviyye

"Gözlerin hep kör kalmayacak; sen kapıyı ara."

- Şeyh Ferîdüddin Attâr


İnsan, anlamının peşine düşmesi gereken bir varlık. Anlamın arayışı kişiyi psikozların, akıl-ruh hastalıklarının ve hatta intiharın eşiğinden kurtarmaya tek başına yeter. Elbette bu arayış yorucu, çetrefilli ve meşakkatli olacaktır. Fakat varılacak nokta neresi olursa olsun, yolda olmak, yolda kalmamayı beraberinde getirir. Muhabbet, yolu güzelleştiren, yolu daha kıymetli kılandır. Bu muhabbet bir şeyhle olursa da o yolculuk hiç bitmesin istenir, bir öyküye dönüşür yollar. Her yol, yeni bir öykü oluverir. "İnsan insanın kurdu değil umududur" der Sadettin Ökten hoca. Muhabbet de dostluğun tohumu olsa gerek. İnsanlık dostluğa dönüşürse umut hep var olacaktır. Korku ve umut arasındaki insan kendine muhabbetle bir ferahlık sahası bulacaktır zira muhabbet, gönüllerin meşkidir. Bir meşkin musiki eserine dönüşmesi için gönüllerin birbirine akması lazımdır. Bu, durarak olmaz. Yola çıkmalı. Yola çıkmak, haklı çıkmaktır. Hakkını, hak ettiğini ancak yolda alırsın. Hakk'ını da yoldaysan bulursun. Kenarda durma, yolda ol. Yolcu ol.

Kendi yolculuğunda Arayıcıların Dost'u ve Kalplerin Açıcısı'na ulaşma gayretiyle New York'ta bir Rufai şeyhine intisap eden Muhyiddin Şekûr, Su Üstüne Yazı Yazmak adlı eseriyle çok önemli bir görevi ifa etmiş görünüyor. Yola çıkmaya, Hakk'ı aramaya ve fakat nereden başlayacağını bilmeyenlere kendi yaşamından öyküler sunuyor. Bu öyküler Hakk'ı, hakkaniyeti, hakikati, gündelik yorgunlukları, dünya kaygısıyla ahiret gerçeğini unutmayı, bir büyüğün karşısında elde edilecekleri, bu öğrenilenlerle hayatı yeni baştan kurgulayabilmeyi anlatıyor, öğütlüyor. Üstelik tüm bunları şikayet etmeden yapıyor. Çünkü şöyle sesleniyor Şekûr:

"Neden şikâyetçi olacaktım ki? O'nun rahmeti, lütfu, ihsanı ve cömertliği her yerde görünüyordu. Şeyh, bir keresinde bana bir insanın öğrenebileceği en önemli şeyi söylemişti. Söylediği şuydu: Senin Allah'la aranda hiçbir şey yoktur. Hiçbir şey, kendi enaniyetimiz dışında hiçbir şey, araya perde koyamaz... İnsan nerede olursa olsun, kendi nefsini ve Rabbini daha iyi tanıma vesilesi bulabilirdi, mutfak lavabosunun başında bile olsa."

Şekûr, arayışı boyunca iğnelerden borulara, çiçeklerden seyahatlere, arabalardan parklara, keklerden akvaryumlara, ateşten kılıca birçok sınavdan geçiyor. Tüm bu sınavları anlayabilmek için ise kitabın hemen ilk sayfalarında rastlanacak Hz. Mevlâna sözü bir uyarı niteliğinde: Bu bir garibin öyküsüdür; dinlemek ve duyabilmek için de bir garip kulağı gerekir. Gerek üslup gerek öykücü anlatımdaki lezzetli teknikler Muhyiddin Şekûr'u okuyucu karşısında "garip" etmeye yetecektir. Lakin bu karşılaşmada okuyucunun da garip olması gerekmektedir. Garipler yoldaş olursa, öyküler yüzünü dünyadan Allah'a çevirecek, kul da İmam-ı Gazâlî'nin dört öğüdünü hisseder olacaktır: Nefsini bilmek, Rabbini bilmek, dünyanın hakikatini bilmek ve ahiretin hakikatini bilmek.

Fakirin bu yazısında başlık, Şekûr'un şeyhinin bir sözü. Tek başına çok anlam ifade ediyor. Şeyhin modern dünya karşısında modernleşen insanın bunalımlarına dair oldukça kıymetli sözleri var. "Bugunkü putlarımız, televizyon, banka hesapları ve buzdolabıdır" ve "Birleşirsek düşeriz, bölünürsek ayakta kalırız" bunlardan sadece bazıları. Şekûr'la birlikte okuyucu da soracaktır: Nereden başlayacağız? Şeyhin cevabı hazırdır: "Neredeysen oradan başlarsın. Sonra çevredekilere geçersin. Ve sonunda hedefine varırsın."

Muhyiddin Şekûr'un kuvvetli hafızası bizi şeyhin sohbetlerinin tam ortasına bırakıyor. Bir bahçe bu. Dikeni gür güllerden oluşan bir bahçe bu. Hemen tutmamak, önce sindirmek icap ediyor. Zira modern insanın çok uzaktan baktığı fakat göremediği gerçekler bunlar, birer hakikat bekçiliği:

"Buraya Ezel'den gönderildiniz. Şimdi ise tek derdiniz Ebed olmalı. Bu dünyayı dert edinen bu dünyayı alır. Ahireti dert edinen ahireti alır. Ama sizde gururun zerresi kaldıkça hakikatin bâtınına yaklaşamayacağınızı da bilin. Dişiniz ağrıyorsa ya da gözünüzden bir derdiniz varsa ne olmuş yani? Dertlerinizi Allah'la aranıza perde etmekten, onlara O'na kulluğunuza verdiğiniz kıymetten fazlasını vermekten sakının. Hep müteşekkir olun ve bilin ki bu dünyadaki kederleriniz, Allah'ın size bir lûtfudur. Unutmayın ki Kıyamet, güneşin eriyeceği ve insanların, onun yok oluşunun dehşetiyle ve kendi yaptıklarının sonuçlarıyla karşı karşıya gelmektense, yerin dibine batmak için dua edecekleri bir gündür; bir masal değil."

Nitekim şeyh, dünyanın ve dervişin yolunun ayrı olduğunu, kolay kolay bir araya gelmeyeceğini söyler ve ikisinden de yürümenin mümkün olmadığını belirtir. Hazreti İbrahim'in bıçağıyla içimizdeki dünyayı kesip, putlarımızı kırmadıkça da gideceğim yol, dünyanın bizden almak istediği yoldur. Oysa bizim gitmemiz gereken yol, Kâbe'ye doğrudur, yani kalbimize. Üstelik bu yol için arabaya, eve de gerek yoktur. Her gün bir fakirlik elbisesi kafidir.

Neden şeyh? Neden bir mürşid? Neden bir rehber? Modern insanın tasavvuf üzerine ilk sorduğu sorulardan sadece bazıları ama en önemlileri bunlar. Şekûr ise kitabıyla şöyle sesleniyor: "Gerçek Allah erleri kaknüs kuşu kadar ender bulunur ve dünya sahte öğretmenlerle doludur.Yine de Allah'a giden yolda bir rehber gerek,zira rehber olmaksızın ne ene çözülür ne heva ölür..."

Nereden "ben" dersek orada kaybetmeye başlıyoruz. Hep bir şeyleri kendimiz başardığımıza, kendimiz yaptığımıza inanıyoruz. Her birimizin kalbinde put var, oysa Allah'tan başka her şey puttur, biliyoruz. Bunu bilmemize rağmen tavırlarımıza bir yön vermeyerek iyice batıyoruz. Şeyhin öğüdü olan "Eğitici dil, dikkatli kulak ve imanlı kalp" bizlere yetecek. Oysa biz yanımıza hep bir şeytan arıyoruz, günahlarımıza ortak. Şeyhin önemli bir hatırlatması da şöyle: "Rabbi ile insan arasındaki tek elçi insanın amelidir. Kıyamet Günü'nde yanınızda avukatınız olmayacak."

Algılarımız, anlam arayışımız, mücadelemiz ve yolculuğumuz hiç bitmemeli. Yorulmak olmamalı, miskinlik tuzağına yakalanmamalı. Kapılar ve pencereler daima açık olmalı. Çünkü şeyh şöyle söylüyor: "Kapıları ve pencereleri Allah'ın rahmetinin meltemine açık bırakın. Uyanık kalmanın tek yolu, pencereleri açmaktır."

Kitabı bitirdikten sonra hafızama Şekûr'un naklettiklerinden sadece üçünü nakşetmeyi görev bildim. Bunlardan ikisi yazının başında alıntıladığım Hazreti Rabiâ-tül Adeviyye ve Şeyh Ferîdüddin Attâr sözleriydi. İşte korkularım arasında umudumu diri tutmama yetecek bu üç sözden sonuncusuyla yazımı bitirmek isterim: "Fakat kalbim Rabbimin sağır olmadığından emindi. Bir karıncanın bile ayak seslerini işiten O, benim kırık dökük kalbimi de duyar."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

7 Ekim 2015 Çarşamba

Halil Kut Paşa'yı ve Kutü'l-Amare'yi hatırda tutmak

Kutü’l-Amare Kahramanı Halil Kut Paşa'nın Hatıraları çıktı. İzleri silinmeye çalışılmış çok kıymetli bir Türk askeri olan paşa, 1967 yılında 81 gün boyunca Şevket Süreyya Aydemir'in Akşam'da yayımladığı hatıratında kendini ve yaşadıklarını anlatmıştır. Yıllar sonra bu hatıratı Erhan Çifci kitaplaştırdı. Kutü’l-Amare’de 5 general ve 13.000 İngiliz askeri esir alan paşanın hatıratı, tarih severlerin kitaplığında muhakkak olmalı.

Kitabın okuyucuya sunacağı en önemli faydalardan biri Halil Paşa'yı doğrudan kendi anlattıklarıyla tanıyabilecek olmak. Elbette kitabın başında da belirtildiği gibi anlatış tarzı konuşmadan metne geçilirken bir takım düzeltmeler yapılmış. Böylece okuyucu zorlanmıyor, bir hikâye gibi okuyor. Hem dipnotlar hem de bazı fotoğraflarla kitap güçlü bir tarih kaynağı.

İngiliz İmparatorluğu'nun savaş tarihindeki en büyük hezimetlerden biri olan Kutü'l-Amare, üzerinde çok konuşulması gereken bir konu olmakla birlikte, bu konuyla alakalı ne doğru düzgün bir kaynak kitap yayımlandı, ne bir belgesel çekildi ne de müze kuruldu. Bilhassa gençler, tarih kitaplarında yarım sayfa okuyabildikleri bu kahramanlık destanına dair pek bir şey bilmiyorlar.

240 sayfa olmasına rağmen on bir bölüme ayrılan bu kitap Makedonya'daki çete mücadelelerini, İttihat Terakki ve Hürriyet'in ilanını, dönemin İran'ını, Afrika'daki son Osmanlı topraklarını, Balkan Savaşı hezimetini, Kutü'l-Amare zaferini, Kafkas Cephesi'ni ve Rusya'daki ihtilali, Bekirağa Bölüğü'nü, Enver Paşa'nın birçok anısını ve Gürcistan'dan Anadolu'ya geçişini derinlemesine öğrenme imkanı sağlıyor.

Halil Kut Paşa bir komutan olduğu kadar iyi de bir gözlemci. Zira bunu Trablusgarp'ta İtalyanlara ispatlamış bir isim. Kitabı okurken "her şeyin başlangıcı"nı şöyle gözlemlediğine tanık oluyoruz:

"Makedonya topraklarında ilerlerken, etrafımızdaki köylerin, insanların, yani şu bizim Osmanlı Devleti dediğimizin saltanatın halkı, tebaası daha da karışık görünmeye başladı. Çünkü Makedonya, yalnız siyaseten kaynayan bir kazan değil, bir ırklar kazanıydı aynı zamanda. Türkler, Rumlar, Bulgarlar, Ulahlar, daha yukarıda Sırplar, Arnavutluk'ta çeşitli ırk yığınları, Selanik'te ve şehirlerde yığınlaşan Yahudileri, dönmeleri tabii bu hesaba katmıyorum. Çünkü onların ticaret menfaatlerinden başka siyasi bir davaları yoktu. Hele Osmanlı idaresinden pek de memnundular. Çünkü Osmanlı Devleti saf Türk halkının kanını muharebelerde, iç savaşlarda, isyanlarda eritir fakat azınlıklardan hiçbir asker almazdı. Bunların ödediği vergiler de devede kulaktı. Hülasa, iş yapmak ve çalışmak bakımından azınlıklar için Osmanlı idaresinden daha rahat ve külfetsiz bir idare yoktu denilebilir. Çünkü bütün yükler Türk kanından olan insanların yani güya "Hâkim Millet"in üstündeydi." (sf. 43)

İngiliz generali Townshend'in "Irak Seferim" adlı kitabında centilmen ve cesur olarak anlattığı Halil Paşa için "18.000 kişilik Türk ordusunu, tam sağ kanadından sarıp, onları bozguna uğratacağım sırada Kafkasya'dan taze bir ordu ile Halil Paşa Waterloo'da Blücher gibi muharebe sahnesine çıkageldi." demiştir. Zira 1815'te Napolyon Bonapart'ın Waterloo'da karşılaştığı koalisyon ordusunun iki komutanından biri olan Gebhard von Blücher, Prusya ordusuyla birlikte Fransızlara tarihi bir darbe vurmuştur. Şayet Prusyalılar yetişmemiş olsaydı Fransızlar kesin bir galibiyet alacakken, Blücher'in takviye kuvvetleri neredeyse tüm Fransız ordusunu bozguna uğratmış, cephaneliklerini imha etmiş ve ciddi rakamlarda da esir elde etmiştir.

Çanakkale Harbi komutanlarından Colman von Der Goltz'un Irak'ta görevlendirilmesi hâlinde son derece yetersiz olacağını, bu tip ciddi güç gerektiren sahalar için 72 yaşın oldukça fazla olduğunu düşünen de yine Halil Paşa'dır. Nitekim Irak'ın ağır çöl ve sahra koşulları Goltz Paşa'yı yormuş ve cephede hastalanarak ölmesine sebep olmuştur.

Halil Paşa güçlü hafızasıyla da kitap okuyucusunu şaşırtacaktır. Bilhassa Kut'a dair yaşadıkları ve anlattıkları son derece önemli, tarihin derinliklerinde kaybolmaması gereken anılardır. Bunlardan biri de gördüğü rüyadır. General Townshend, mağlubiyetinin kokusunu alır almaz Halil Paşa ile görüşmek ister. Hemen bir talepte bulunur. Halil Paşa "Düşmanımla tabii görüşecektim. Ona, onun da belirttiği gibi, iyi bir asker ve necip bir Türk olarak muamele edecektim." der. İngilizlerin esaretini kaçınılmaz olarak görür. Kut'un tesliminden birkaç gün önce bir rüya görmüştür ve her Türk gibi rüyada yakaladığına teslimiyeti sonsuzdur:

"İki düşman tayyaresi başımın üzerinde uçuyordu. Ben, belimdeki tabancayı çektim. Uçaklara doğru ateş ettim. Bu uçaklardan biri düştü. İkincisi ise süzülerek yere indi ve pilotu bana doğru ilerleyerek, "Arkadaşım vuruldu, ben teslim oluyorum," dedi. Uyandım. Beyaz bayraklı bir sözcü subay, General Townshend'in teslim şartlarını bildiren mektubunu işte o gün bana getirmişti."

Enver Paşa'nın amcası olan Halil Kut Paşa, Batum'da yeğeniyle birlikten onu uyarır ve Basmacı hareketine çok güvenmemesi gerektiğini, Türkistan'da başına bir şey gelmesinden tedirgin olduğunu söyler. Nitekim dediklerinde haklıdır, Enver Paşa 4 Ağustos 1922'de Kurban Bayramı günlerinde şehit düşmüştür. Tacikistan'da, Belçivan yakınlarında üzerine düşen havan topu, vefatına sebep olmuştur. Yanındaki askerler Enver Paşa'nın çok yalnız kaldığını ve taarruzun bir noktasından sonra paşanın mitralyözlere karşı atının üzerinde yalın kılın koşar vaziyette görüldüğünü belirtmişlerdir. İttihat ve Terakki önderlerinin Ermenilerce çeşitli Avrupa ülkelerinde suikaste maruz kalması Halil Paşa'yı öylesine tedirgin etmiştir ki hem kendisinin hem de yeğeni Enver Paşa'nın başına bunun gelmesinden endişe duymuştur. İlginçtir ki Enver Paşa'yı vuran Bolşevik Ruslarının komutası bir Ermeni olan Agop Melkovian'a aittir. Cemal Paşa'yı 1922'de Tiflis'te sırtından vuran da bir Ermenidir, bir yıl evvel Talat Paşa'yı Berlin'de vuran Soğomon Tehliryan da.

Halil Paşa kendi ülkesinde sürgünü yaşayan, uzun bir süre yurtdışında yaşamak zorunda kalan komutanlarımızdan biridir. Cumhuriyetin ilanından sonra hükümet onun "tehlikesiz" olduğunu(!) anlayınca ülkeye geri dönmesine müsaade(!) buyurmuştur. Gönlünü almak için de "Kut" soyadını vermiştir. 1957'de ülkesinde vefat eden Halil Paşa hakkında tıpkı bu kitap gibi onu ve mücadelesini hatırlatıcı eserler görmek de biz tarih okuyucularının en büyük isteklerinden biridir...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

6 Ekim 2015 Salı

Ağırbaşlı, kendinden emin şiirler

Cevapsız Aramalar şair Hüseyin Karacalar’ın ilk şiir kitabı. Geçtiğimiz mayıs ayında Ebabil Yayıncılık'tan çıkan kitapta on sekiz şiir yer alıyor. Hüseyin Karacalar’ın şiirlerini Aşkar, Karagöz, Hece ve Mahalle Mektebi dergilerinde gördük. Ağır ve sağlam adımlarla uzun yıllardır şiir yayımlıyor Karacalar.

Hüseyin Karacalar’ın şiirlerinin dili konuştuğumuz Türkçedir. O şiirlerinde özentili dil oyunlarına, uydurma sözcüklere başvurmaz. Hatta kendi kültürümüze, alışageldiğimiz dile yabancı tek bir kelime dahi karşınıza çıkmaz. Üstelik şair bunu yaparken şiirini edebî çizgiden de uzaklaştırmaz. En sade dille en öz anlatıma nasıl ulaşılır bunu çok iyi başarmıştır.

Günümüzde özellikle şiir çok farklı mecralarda yoluna devam etmekte. Bazı şiirleri okuduğumuzda şimdi şair burada ne demek istiyor sorusunu sormadan edemiyoruz. Bunun yanında türlü kelime oyunlarıyla karşılaşıp afallıyoruz. Popüler kültürün yani piyasanın ya da çağın gereği olarak aktarılan bu kargaşalar içindeki kaotik şiir birçok okuyucu için kendine henüz yer bulamadı ve edebî anlamda da değer kazanamadı. Bu çağa ait olmasına rağmen Hüseyin Karacalar’ın şiirini bu bakımdan da apayrı bir yere koyabiliriz. Onun şiiri bizim dünyamızdan uzak ve anlaşılamaz bir dünyaya ait değildir. Onun şiiri kendi dünyasının ve gözlemlediği dünyanın apaçık bir yansımasıdır. Şairin öğretmenliğini, tarihçiliğini, taşralılığını, memleketini, ailesini, arkadaş çevresini, okuduğu kitapları, dinlediği müzikleri, duvarındaki kireç badanayı, içtiği çayı buluruz onun şiirinde. Şair bunu yaparken lirizmin derinliklerinde de kaybolmaz ve o ince çizgiyi korur. Lirizm bu tarz şiirlerde tehlikeli bir yayılma gösterip şiiri ele geçirebiliyor bazen ve bu da şiirde boğucu bir etki oluşturabiliyor.

Hüseyin Karacalar’ın şiirinde dikkatimi çeken bir diğer şey de aforizma niteliği taşıması muhtemel mısralardan kaçınması. Günümüzdeki özellikle genç şairlerin içine düştükleri tuzaklardan biri yüz altmış karakteri geçmeyecek mısra üretip sosyal medyada paylaşılmasını sağlamaları. Karacalar şiirinde bu tuzaklara düşmez. O sadece şiir yazmak ister ve şiire yönelir bunun ötesinde medyatik bir amaç şiirlerinde sezinlenmez. Şiirlere ağırbaşlılık ve kendinden eminlik hâkimdir. Cevapsız Aramalar bunların yanında meselesi olan bir şiir kitabıdır da. Amerika’dan, kapitalizmden, çeklerden, senetlerden, kredilerden, nefret eder. Bunun yanında “yere düşen mandalın ağrıyan yanlarını ovdum” (s. 14) mısrasındaki gibi incecik bir duyarlılığa sahiptir.

Hüseyin Karacalar’ın şiiri dil ve anlatım olarak her ne kadar sadeyse de anlam olarak kendini çok kolay ele vermez. Şiirleri okuduğumuzda önce bize verilmek istenen duyguyu hissederiz ama şairin asıl söylemek istediğini anlamak istiyorsak biraz daha çaba sarf etmemiz gerekir. Bu da onun şiirine çağdaşlarının arasında bir yer olduğunu açıkça gösterir. Günümüz şiiri zaten çeşitli yaklaşımlar olmakla birlikte söylenmek istenenin biraz perde arkasından belirmesiyle ortaya çıkan bir seyir izlemekte.

Cevapsız Aramalar’da hayatın anlamlandırılması, insanın bunun karşısındaki durumu, yalnızlığı, yalnızlık karşısındaki çaresizliği de işlenmiş. Ayrıca pişmanlıkların dışavurumu şiirlerin derinliklerinde fark ediliyor. Buna rağmen ümitsiz de değil şair.

“Beni kıyı zannettiler bende biriktiler
Çok geldiler çok üzüldüm gelirken sel
Gelirken kum getirdiler
Olsun Allah izin verirse
Mutlu bir sona yetişebilirim.”


Kitapta kendine yer bulan on sekiz şiir de birbirinden güzel yerlere dokunuyor ama “Cahildim Dünyanın Rengine Kandım”, “Diş Plağı”, “Sen Muş’ta Uzak Bir Kışta” ve “Şair Kalabalığı” şiirleri üzerinde biraz daha fazla durulması gereken türden şiirler. Özellikle “Sen Muş’ta Uzak Bir Kışta” şiiri şairin Muş’taki yaşantısıyla ilgili bize ipuçları veriyor ve gurbette yaşanan yalnızlığın, uyum sorununun, hayat gailelerinin hoş bir anlatımını buluyor ve biraz da duygulanıyoruz.

Müzeyyen Çelik
(Bu yazı daha önce TDK - Kitaplık'ta yayınlanmıştır.)