25 Mart 2015 Çarşamba

Hayatı boyunca dik durmuş bir Türk, gönül adamı bir şair

"Allah Hayy’dır ve mekândan münezzehtir. Öyleyse aşka, Allah’a... Her şey fanidir."
- Şeyh Seyyid Muhammed Râşid [k.s]

"Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu “adam gibi adam”dı; Hz. Ömer’in tarifinde yer alan; “doğru, dürüst, mert, babayiğit, er ve eren” nitelemelerini gerçekten hak eden ender bir şahsiyetti. Mâhût 28 Şubat döneminde, sürecin mimarı olan Bir’ileri “5 milyon insanı kesmekten” söz edince, “Türkiye Suriye olmayacaktır; gerekirse 5 bin insanla dağlara çıkarız” diyecek kadar babayiğitti."
- Abdullah Yıldız

Çok zamandır yazmak istediğim kitaplardan biriydi Muhsin Başkan. Kitabın çıkış tarihi, merhum Muhsin Yazıcıoğlu'nun şehit olmasından iki ay sonrasına rastlıyor. Bu yazı da kendisinin vefat yıldönümüne rastladı. Nasip bugüneymiş. Sadık Yalsızuçanlar'ın hazırladığı kitabın içeriği bir siyaset okuması olarak değil, Yazıcıoğlu'nun şahsının daha iyi anlaşılabilmesi açısından önemli. Çünkü yakınlarının ağzından anılar ve düşünceler kitabın sonlarında mevcut. Sayfaları çevirmeye başlarken okuyucu en önce, Yazıcıoğlu'nun 19 Mart 2009 günü BBP'nin Karaman seçim bürosunda yaptığı konuşmasıyla, son konuşmasıyla karşılaşıyor. 6 gün sonra da Muhsin Başkan Hakk'a yürüyor. Önce bu konuşmayı yine ve yine hatırla(t)mak gerekiyor:

"Şimdi bakın yoldan geldik, yola gideceğiz. Hiç birimizin garantisi yok. Şurada ayakta duranın da, oturanın da garantisi yok. Yani, ruh bir saniyeliktir. Püf dedi mi gitti. Bunun da nereden geleceği, nasıl geleceği, ne şekilde yakalayacağı belli değil. Bir saniyenize bile hakim değilsiniz. Bir saniyesine bile hakim olamadığımız, hükmedemediğiniz bir hayat için, bir dünya için, bu kadar fırıldak olmanın anlamı yoktur. Düz yaşayacağız, düz duracağız, düz yürüyeceğiz. Dik duracağız, doğru gideceğiz. Allah’ın izniyle hayatım boyunca hep böyle gittim. Allah’ın izniyle, olsak da milletle olacağız. Olmasak da milletle olmayacağız. Yarın Ahirette Allah, bize "Niye iktidar olmadın?" diye sormayacak. Sorsa da "Vermediniz" diyeceğiz."

Sadık Yalsızuçanlar son derece duygusal bir önsöz yazmış kitaba. "Ben ölürsem mezar taşım iniler / bu dert beni iflah etmez öldürür" dizeleriyle biten Harput Türküsü'yle başlıyor önsöz. 28 Şubat'taki dik, ilkeli ve tavizsiz duruşuna kadar Yalsızuçanlar'ın kaleminden Muhsin Başkan anlatılıyor. "Namlusunu millete çevirenlere selam durmam" sözü kıyamete kadar unutulmayacaktır şüphesiz. Kah pek duyulmamış özellikleriyle, kah bilinip de orada burada pek rastlanmamış bilgileriyle Muhsin Başkan'ı okuyucuyla tanıştırma gayreti güden bu önsöz Gabriel Riqueti de Mirabeau'nun bir sözüyle bitiyor: "Adalet topaldır, ağır ağır yürür, fakat gideceği yere er geç varır."

12 Eylül 1980, Mamak, Menzil, Seyyid Muhammed Raşit Hazretleri, postmodern darbe süreci, Dink suikastı, Kırlar Bahçesi'yle başlayan şiir serüveni, aile reisliği, anılar, düşünceler ve şüpheli ölümü üzerine söylenenler, kitabın içindekileri oluşturuyor. 5,5 yılı hücrede olmak üzere 7,5 yıl cezaevinde geçmiş çileli bir ömür Yazıcıoğlu'nunki. O bu yıllarını "Medrese-i Yusufiye" dönemini olarak adlandırdı. Kalabalıkların içinde her daim yalnız yürüdüğünü gözlerine bakarak anlamak mümkündü. "Yiğit" kelimesini çok sevdiğinden mütevellit meydanlarda çok görünmesi istenmez, bir şekilde mani olunur, olunamasa da ekranlarda çok kısa süreli haberlerde kendisine "belki" yer verilirdi. Sebebi de şuydu: Halkın yanındaydı. Halkın tüm dertlerini yüklenmeye, Türkiye'nin menfaatlerinden gayrısına yüz çevirmemeye yeminliydi. Bunun için genel başkanlık koltuğuna oturduktan çok sonra "Ben siyaseti Allah rızası ve içinden çıkmış olduğum Anadolu insanı için yaptım" sözünü, siyaset sahnesinde olanlara göz yummadan da "Millet yanmasın diye kendini ateşe atanların davası olması gereken siyaset, kendisini kurtaranların davası olmuştur." demiştir.

Bugün Türk siyasetinde dönen dolaplar, insanların göründüklerinden ziyade yaşadıkları hayattan bambaşka bir karaktere sahip olmasından ileri geliyor. Bu inancı taşıyan Muhsin Başkan şöyle demiştir:

"Toplumu kendi isteği doğrultusunda değiştirmeye talip olan­lar, önce kendilerini o istikamette değiştirmekle işe başlamalıdır­lar. Kendi hayatını, inandıklarını, uygun şekilde tanzim edemeyen insanların, başkalarının dünya görüşünü değiştirmek ve hayatları­nı tanzim etmek gibi bir işe talip olması, neticesiz ve boş bir gay­rettir veya en basit tabiriyle insanları hiçe saymaktır ve topluma karşı saygısızlıktır."

Hem meclisteki yasa teklifleri ve konuşmalarıyla hem de 55 yıllık yaşamında her zaman dile getirdiği Türk kimliğiyle birçok gencin bilinçli yetişmesinde pay sahibi oldu. Türkiye'nin sağlığı için milli hassasiyetlerden hiçbir zaman ayrılınmaması gerektiğini söyledi. Demokrasiyi savunurken Türk milletinin menfaatini hiçe sayan batı baskısından hiç korkmadı. Yürüyüşünde hiç yılmadı, çok kısıtlı imkânlara rağmen gidilmedik köy bırakmadı. Yürürken de ölümü göze aldı. Her Türk gibi ata binmeyi çok severdi, yazın gittiği köyünde atın üstünde trenlerle yarışırdı. Şehadet şerbetini içerken Mamak Cezaevi’nde yazdığı "Üşüyorum" şiirini Türk milletine bıraktı. Bitirirken İsmet Özel'in Muhsin Yazıcıoğlu'nun ölümü hakkında söylediklerini paylaşmak isterim:

"Muhsin Yazıcıoğlu öldükten sonra yaşadığından daha tesirli oldu denemez. Muhsin Yazıcıoğlu zaten gittikçe tesirini artıracağı için, eğer Türkiye bir şekilde başkanlık rejimine geçtiği takdirde Türkiye'de Muhsin Yazıcıoğlu'ndan başka Türkiye'nin başına geçecek adam kalmadığı için öldürüldü. Yani, vakitlice onun cismini ortadan kaldırdılar. İsmi daha çok büyüdü mü? Hayır. Bunda da en büyük kabahat BBP'lilerindir... Bakışlarımızla, birbirimize ne nazarla baktığımızla, biz bir müşterek saha temin etmiş idik..."

Kendisi yaşatılmadı lakin ismi, şahsiyeti ve hedefleri bu milletin yüreğinde yaşayacaktır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Biz hâlâ “Turgut Uyar’ın Dizeleriyiz”

Gezi’ye aktif bir şekilde katılan ya da katılmayan herkes yukarıdaki sloganı tebessümle hatırlıyordur eminim. O gazın, hengâmenin, siyasi kibrin, ikiyüzlülüğün arasında, evimizin sıcaklığına dönmek gibiydi bu sloganı duvarda görmek. Belki de o zamanların travmasıyla, geçtiğimiz aylarda İletişim Yayınları’ndan çıkan, Derviş Aydın Akkoç’un hazırlamış olduğu Turgut Uyar’ın Çocuklarıyız isimli kitabı görünce de aynı sıcaklığı hissettim.

Bu defa sloganın kahramanı Turgut Uyar’ın biyolojik çocukları: Semiramis Uyar, Şeyda Uyar Dikmen, Tunga Uyar ve Turgut Uyar. Derviş Aydın Akkoç soruyor, onlar babalarını anlatıyorlar. Babalarını, çocukluklarını, dönemin edebiyat çevrelerini, Tomris’i, Edip’i, Bilge Karasu’yu, Yaşar Kemal’i…
Aslında Orhan Koçak’ın “Sunuş” yazısında belirttiği, Derviş Aydın Akkoç’un da belli aralıklarla tekrarladığı gibi, Turgut Uyar’ın pek de memnun kalacağı bir çalışma değil bu. Mahremiyetine özen gösteren, vasiyetiyle ona ait mektupların bile imha edilmesini garantiye alan bir şair Turgut Uyar. Derviş Aydın Akkoç da bu hassasiyeti aklında tutarak hazırlamış kitabı. Önsözde bu kitabı hazırlarken Cemal Süreya’nın “Şairin hayatı şiire dahildir,” sözünü akılda tuttuğunu söylüyor: “Bu söz uyarınca çetrefil bir soru çıkıyor ortaya tabii. Uyar’ın hayatı şiirine nasıl ve hangi şekillerde dahil olmuştur? Çalışmayı yapmaktaki başlıca maksadım işte bu soruya ucundan kıyısından cevaplar aramaktı.

Orhan Koçak, “Şairin bir biyolojik evlatları vardır, bir de kelimelerden, harflerden yapılmış çocukları,” diyor. Ama Derviş Aydın Akkoç Turgut Uyar’a bu çocukları arasında seçim yaptırmıyor. Çünkü iyi baba, kötü baba sınavından geçirmiyor şairi. Kendi deyimiyle “babalık hallerini mercek altına almaya” çalışıyor. “Hayatım düpedüz ve kupkurudur,” demiş bir adamın hayatından, çocukları aracılığıyla anı biriktiriyor okurlar için.

Uyar’ın ilk çocuğu Semiramis, 1947’de, ikinci çocuğu Şeyda 1950’de, ilk oğlu Tunga 1952’de, Tomris Uyar’dan olan oğlu Turgut ise 1969’da doğmuş. Çocukların hepsi şimdi bize, “kıyıp da tek kelimeyle çağıramadıkları”, her zaman “siz” diye hitap ettikleri babalarını anlatıyorlar. Karşımıza bambaşka bir Turgut Uyar çıkarıyorlar.

20 yaşında baba olmuş Turgut Uyar. İlk göz ağrısı ise Semiramis. Posof’ta Turgut Uyar’ın asker olarak görev yaptığı zamanlarda doğmuş. Turgut Uyar’ın kızı olmaktan önce babasının kızı olmayı seven Semiramis Uyar, sürekli değişen evlerini, babasının ikinci evliliğini, hastalık günlerini anlatıyor. Hastalığı süresince her akşam babasının başında beklemiş. Ölüme hazırlandığını, ölümünü bildiğini anlatıyor. Son günlerde masasında tek bir kâğıt, tek bir yarım kalmış şiir bırakmadığını, ölüme hazır olduğunu söylüyor.

Şeyda Uyar Dikmen aslında Turgut Uyar’ın üçüncü kızı. İkinci kızı Serap 1949’da doğmuş, çok küçükken kaybetmişler. Şeyda Uyar Dikmen’in anlattığına göre, bu konu her konuşulduğunda gözleri dolarmış Turgut Uyar’ın. Şeyda Hanım, gülleri çok sevdiği için her doğum gününde bir gül, bir de pastayla eve gelen babasını anlatıyor. Daha sonra gelip Giresun’da yanında kalan, hastalık döneminden hemen önce, Tomris’le ilişkisi yolunda gitmediği zamanlarda gidip kızının yanına yerleşmeyi planlayan, ama ne yazık ki ömrü bu plana yetmeyen babasını…

Şairin ilk oğlu Tunga Uyar’da ise durum biraz farklı. Kızların babalarıyla sevgi dolu anıları Tunga Uyar’da baba-oğul çatışmasına bırakıyor kendini. Baba sevgisi eksikliği çekmediğini, ama bu sevgiyi tam olarak da yaşayamadığını söylüyor. Babasının intihar girişimini yakalayan da intihar ederken babasına yakalanan da o olmuş. “Babama kızgınlığım yok. Çocukluğumda yahut ilk gençlik yıllarımda varsa bile zamanla silindi. […] Babamdı işte, adı Turgut Uyar’dı,” diyor.

Yazarın Tomris Uyar’la olan evliliğinden tek çocuğu Turgut Uyar ise belki de aralarında en şanssız olanı. Lise yıllarında kaybetmiş babasını. Ama yine de sahip çıkmış babasına ve şiirlerine. Mektupları kıyamayıp bir süre saklayan ama sonra annesiyle babasının vasiyetine saygısızlık yapmamak için imha eden de o. Diğer çocuklardan farklı olarak babasına “siz” diye hitap etmemiş. Annesi ve babasıyla meyhanede dizlerinde uyuduğu günleri, evlerine gelip gidenleri küçük bir çocuğun gözlerinden anlatıyor.

Kitabı bitirdiğinizde Turgut Uyar’a da şiirlerine de bir adım daha yaklaştığınızı hissediyorsunuz. Sakinliğini, gerginliğini, öfkesini bir nebze daha tanımış olarak ayrılıyorsunuz anılardan. Kendisi istemese de daha çok tanımalı Turgut Uyar’ı insan, daha çok okumalı. Ne de olsa biz hâlâ, göğsümüzü gere gere, “Turgut Uyar’ın Dizeleriyiz”.

Ümran Kio
twitter.com/umrankio
* Yazı daha önce Cumhuriyet Kitap'ta yayımlanmıştır.

Eski köprünün altındaki kervansaray

Geçtiğimiz aylarda “EmineSevgi Özdamar'ın daha önce yayımlanmış iki kitabı Hayat Bir Kervansaray ve devamı niteliğindeki Haliçli Köprü, İletişim Yayınları'ndan tekrar yayımlandı ve sessiz sedasız vitrindeki yerini aldı. Kitaplığa yerleştireceğim zaman “acaba nereye koymalıyım ya da kimin yanında durmalı?” diyeceğim kitaplardan Hayat Bir Kervansaray ve Haliçli Köprü. Sonra kitapçıları düşündüm; acaba onlar tam olarak nereye koyuyorlardı bu kitapları?  Otobiyografi mi, roman mı, Türkçe edebiyat mı, Dünya edebiyatı mı? Tam olarak neydi? Çağdaş Türkçe Edebiyat dizisinden çıkmıştı kitaplar. Bütün bunları düşünürken zaman zaman alevlenen anadili olmayan, sonradan kazanılmış -öğrenilmiş- dilde yazılan roman hangi dile aittir, tartışmasında söylenenlerin yanlış olmasa bile yanlı ve çokça eksik olduğunu düşündüm...

Kitapları nereye koyacağıma, anlattıklarıyla karar verecek olursam “Emine” Sevgi Özdamar benim hikâyemi anlatıyor, derdim. Peki benim hikâyem hangi dile aitti? Kitapla tanışır tanışmaz, daha kitaplığımda kendisine yer hazırlarken yüzleştiğim bu aidiyet sıkıntısı işin içine giriyorsa okunduğunda kim bilir neler olacaktı. Pekâlâ “Göçmen Edebiyatı” deyip işin içinden de çıkabilirdim velhasıl kelam Almanya'da “Göçmen”liğe bağlantılanan edebiyat burada nereye konulurdu? Bu tartışmayı bu yazıda derinleştirmeden bir virgül koyarak bu yazının yazılmasına sebep olan konuya, eserlerin içeriğine rotayı çevirmek istiyorum.

Birinci kitap diye bahsedeceğim Hayat Bir Kervansaray anlatıcının cenin olarak, doğumundan önceki, anne karnındaki macerasını dile getirerek başlıyor. Seneler geçtikçe çocuk ve genç kız olarak devam ediyor ama tonu hiç değişikliğe uğramadan, saflığını ve samimiyetini koruyor. Özdamar'ın hayatıyla kesişen bir hayli olay olması esere “otobiyografik” özellikler kazandırıyor ama “otobiyografi” deyip geçmek büyük bir haksızlıktan başka bir şey olmuyor bana göre. Anlatıcının roman boyunca “büyüyüp” didaktikleşmemesi, kör göze parmak hesabıyla çıkarılan derslerin analizine girişmemesi, okuru özgür bırakması, Hasan Ali Toptaş'ın çok haklı olarak, roman için söylediği “okura, okuma serüveni boyunca, kafasında yazma alanı” bırakması Özdamar'ın üslubunun gücünü artırırken, araya yazarın girmediği kitapta okur, yalnız başına bir serüvene çıkıyor. Devamı niteliğindeki Haliçli Köprü'den bağımsız düşündüğümüzde bildungsroman olarak da değerlendiremiyorum Hayat Bir Kervansaray'ı ve elbette yepyeni bir şey okumanın heyecanıyla postmodern romanın yükselişine şahit olduğumu hissediyorum.

Bu iki kitabı geç okuduğum için kendime kızgınlığım, kitaplarda ilerledikçe artıyor. Hem heyecanı hem de kızgınlığı artıran başka bir konu daha, bir süre önce bilinç akışı tekniğini kullanmak için seçilen en uygun anlatıcı üzerine kafa yorarken tam da -Hayat Bir Kervansaray'da ya da Tristram Shandy Beyefendi'nin Hayatı ve Görüşleri'nde olduğu gibi- çocuk anlatıcının bu teknik için biçilmiş kaftan olduğuna kanaat etmem. -Ben buna kafa yorarken, henüz Hayat Bir Kervansaray'la yollarımız kesişmemişti.-  Çünkü çocuk zihni ve anlatısı konular arası bağlantıları şaşılacak kadar hızlı ve “saçma” kurabilirdi. Bu da anlatıdaki ve kurgudaki samimiyetin yakalanmasını sağlardı. Peki, sırf samimiyet uğruna çocuk anlatıcı seçmek kolaycılık mıydı? Bence değildi, hem örnekleri azdı hem de büyümenin makbul olduğu günümüz dünyasında düşüncedeki saflığı korumak ve oradan kağıda dökmek zoru seçmekti. Öncelikle büyüklerin dünyasında kendini dinletmeyi başarabilmek vardı. Bu kadarla da kalmıyordu üstelik, yazar diyelim dinletmeyi başardı çocuğu, onu hem tekrarlardan ve uçlara dalgalanmadan koruyacak hem de saflığını kaybetmemesini sağlayacak. Çocuk “papyonlu cümleler” kurmayacak ama edebiyatın söz söyleme sanatı olduğunu da unutmayacak...
Birinci kitabın anlatıcısı, etrafında kurulan “İnandığım insanlar beni anlamıyorlar, ama insanlara inanmak iyidir,” cümlesinde gözleri buğulanacak kadar olgun; “eğer nar yerken tek bir taneyi bile yere düşürmezsen cennete gidersin,” diyene de inanıp nar yerken cenneti düşleyecek kadar saf; yatağına yatar yatmaz uyuyana kadar, hayatı boyunca tanıdığı tanımadığı, yanında adı geçen gerçek mi uydurma mı olduğu bile belirsiz ölülere tek tek dua okuyacak kadar kederli oyunlar oynayan bir çocuk.

Hayatta bir türlü dikiş tutturamayan duygusal babanın peşinden, şehir şehir dolaşan bir ailenin en büyük kızının gözünden hem hayat bir kervansaray hem de mucizeler yumağı. Gündelik telaşlardan unuttuğumuz ya da göz ardı ettiğimiz sıradan, günlük mucizeler, her komşuyla birlikte kitaba giren yeni bir renk, “o apartmanı, o yokuşu tanıyorum!” dedirten içtenlikle anlatılan odalar, evler, şehirler, sokaklar, insanlar, aileler... Hayat bin bir kapısı olan bir kervansaray, üstelik bunu bu dünyaya fırlatılmış ve adeta neye uğradığını şaşırmış birinin; ceninin, çocuğun, kadının kelimelerinden okuyunca daha da iyi görüyorum.

İkinci kitap Haliçli Köprü, Hayat Bir Kervansaray'ın bittiği yerden devam ediyor; zira hem bağımsız iki kitap hem bir bütün olarak değerlendirmek mümkün. İsmini bilmediğimiz anlatıcımıza kendi “kervansaray”ında rastlaştığı insanlar ilk kez isim veriyorlar. Kendisini keşfeden, büyümeye zorlanan bir kadınla aynı yolu yürüyoruz sayfalar ilerledikçe. Bir kadın olarak, göçmen olarak, solcu olarak, işçi olarak, tiyatrocu olarak yine aynı samimiyetle, aynı hayat acemisi haliyle yaşarken anlatıyor bize... Geçmişte olanı değil de o anı anlatıyor, bizimle öğreniyor, bizimle “ben şimdi ne yapacağım?” soruyor kendisine. Okura kadın olmayı, göçmen olmayı, solcu olmayı, işçi olmayı, tiyatrocu olmayı öğretmiyor; kendisi öğrenmeye çalışıyor bu esnada, tam da bize anlatırken yapıyor bunu. Olduğu ya da olamadığı hiçbir şeyden utanmıyor anlatıcı, “elmasını kaybetmek” de “saklamak” da savruluşunun, varolma şeklinin bir parçası. Ve ismini bilmediğimiz belki kendi ismimizle belki de en sevdiğimiz isimle zihnimizde canlandırdığımız anlatıcı iki kitabın sonunda bizi bildiğimiz sokaklarda gezdirip, tanıdığımız insanlarla karşılaştırıp, onları hiç bakmadığımız taraflarıyla görmemizi sağlıyor. Bana kalırsa Özdamar'ın bu iki romanını okuma listesine almayan kalmamalı; bir yandan herkesi okuma serüveninde kendi keşfiyle baş başa bırakmak istesem de öte taraftan bir müjde verir gibi herkese bu iki kitabın artık baskısının olduğunu ilan etmek istiyorum.

Son olarak, bir grup feminist kadının okuma gruplarında Haliçli Köprü okuduklarını öğrendim. Sosyoloji, özellikle göçmen sosyolojisi ya da teori kitaplarının arasına gömülerek siyaset bilimi çalışan grupların ya da kişilerin de Özdamar'ın göçmenlik ve sınıflı toplumu anlattığı bu kitapları okuması gerektiğini düşünüyorum.

Benim “kitapları kitaplıkta nereye koyacağım?” soruma gelince; bunu düşünmeye devam edeceğim, zira kitaplar ben bitirir bitirmez başka insanların okuması için dolaşmaya başladı. Eğer geri dönerlerse nereye, kimlerin yanına ve neden koyduğumu da yazarım.

Ayla Duru Karadağ

17 Mart 2015 Salı

Hakiki bir mûsikişinasın düşünceleri

"Her bitki kendi kökünden beslenir; sanat da böyledir. Başkalarının hazmettiği gıda ile biz beslenemeyiz."
- Eero Saarinen, Mimar

"Sadece çıplak melodi açısından kıyaslandığında, Itrî'nin bulduğu müzik cümleleri, çağdaşı Bach'ın bulduğu müzik cümlelerinden çok daha üstündür. Sırf bize benzemek için Türk mûsikisini çokseslendirmeye çalışmak, mûsikînize yapacağınız en büyük kötülük olur."
- Joseph Marx, Viyana Müzik Akademisi Müdürü, 1932

"Batı bizim seslerimizdeki hassasiyet ve derinliği 500 sene sonra belki anlayabilir."
- Emin Işık

Mûsikişinaslarımız arasından maalesef ki anılarını, yaşadıklarını, tespitlerini yahut tenkitlerini yazan çok az isim çıkmıştır. Merhum Cinuçen Tanrıkorur, bir ud virtüozu ve bestekâr olmanın yanısıra; mızrabını hakkaniyetle söze döken, fikirleriyle ve hatta muhayyilesiyle insanın dimağını genişleten, haklıya karşı nezâketini haksıza karşı ise öfkesini asla gizlemeyen, ilmi ve sanatıyla daima müziğimiz içinde adı yaşayacak nadide bir isim. Bilhassa müziğimizin gözle görülür hâlde katledildiği yılların arasında, yani zor zamanda yazdıklarıyla ne kadar mûsikişinas ise o kadar fikir adamı olduğunu da ispatlamıştır. Güzel sanatların mimarlık bölümünden mezundur, müthiş bir tarih okuyucusu ve şiir meraklısıdır. Bu da onun müziğimize olan hâkimiyetini kuvvetlendirmiş, yazıya dökerken de pırıl pırıl bir Türkçe ile gerek edebiyat gerek müzik camiasında aksülamel uyandırmıştır. 14 yaşındayken ferahnâk saz semaisi ve Fuzûlî'ye ait "Menem ki kafile sâlâr-i kârbân-i gamem" şiirini şevkefzâ makamında bestelemek takdir edilmeli ki herkese nasip olacak bir şey değil. Türk milliyetçisidir, İstiklâl Marşı'nın üzerine hassasiyet gösterir ve bestesine yönelik tenkitlerini her seferinde yineler, marşımız için yaptığı bir beste olduğunu biliyoruz. Eserlerini bestelediği isimler arasında kimlerin olduğunu sayarsam belki şahsiyeti hakkında daha derin bilgi vermiş olurum: Yûnûs Emre, Azîz Mahmûd Hüdâî HazretleriBâkîFuzûlîŞâir Eşref, Necmettin OkyayNeyzen Tevfik Kolaylı, Cenap ŞahâbettinGüngör Fahri TüzünMustafa Nâfiz Irmak, Fâruk Nâfiz ÇamlıbelHâlit Fahri OzansoyYahyâ Kemâl Beyatlı, Nâzım Hikmet Ran...

Dergâh Yayınları tarafından yayımlanan "Müzik Kültür Dil" kitabı, merhum Tanrıkorur'un Aksiyon dergisinde 1997 yılından 1999'da Kanada'ya tedavi için gitmesine kadar yazdıklarından müteşekkil. "Osmanlı Dönemi Türk Mûsikîsi", "Türk Müzik Kimliği" ve hatıralarından oluşan "Saz ü Söz Arasında" ise diğer kitapları. "Müzik Kültür Dil", adından da anlaşılacağı gibi üç bölümden oluşuyor. Kitabın hazırlanmasına vesile olan İsmail Kara, sunuş yazısında bir Cinuçen Tanrıkorur'la bir anısından bahseder: "Hastahanede yanında refakatçi kaldığım gecenin ilerlemiş "uzun" saatlerinde ağrı ve ızdıraplarının nisbeten hafiflediği bir sırada ellerini kaldırarak ağlamaklı bir sesle "İsmailciğim ben dua edeyim sen de âmin de" diyerek "Ya Rabbi! Bana sıhhat ver, beni ayağa kaldır, biraz daha çalışayım... Kendim için istemediğimi biliyorsun, şu sahipsiz ve kimsesiz garip memleketim için biraz daha çalışayım.... "Yeter" diyorsan Sen bilirsin ya Rabbi... Daha ne yaptım ki! Süheyl Ünver'lere göre, Ekrem Hakkı Ayverdi'lere göre yaptıklarım ne ki?!" niyazı hâlâ kulaklarımdadır."

İlk bölüm olan "Müzik"te, Tanrıkorur birçok konuyu okuyucunun gündemine sokar. Bu tabiri özellikle kullandım zira kimsenin umurunda olmayan müziğimizin asaletini unutturmamak için elinden geleni yapar. "Alaturka"nın Türk mûsikîsinin adının olmadığı, Alaturka'nın aslının ne olduğu, müziğimizin teksesli olup olmadığı, sanat müziğiyle halk müziğinin köklerinin ayrı olup olmadığı, mûsikî öğretmenin şerefi, müzik ve politika, müzikte evrensellik, görgüsüz TRT, papyonlu folklor, koro, konservatuar, gerçek yobazlık, Tanburî Cemil, Zekâî Dede, Mevlânâ, İngiliz'in Mevlevi âyini, teşhir, makam, mûsikîmizde usûl, perde, ney(zen), tanbur(î), kanun(î), kemençe(vî), ud(î) ve davul bazı konu başlıkları. "Okullarda Türk müziği derslerinin konma aşamasına gelinmiş olması irticanın sarıksız olarak geri dönmesi" olarak görülen dönemleri yazar Tanrıkorur. İstiklâl Marşımızın bozuk müziğinin bestecisi Z. Üngör'ün öğrencilerine "Siz benim mikroplarımsınız, Türkiye'ye Batı müziğini siz yayacaksınız" demesinden bahseder. Tanrıkorur adeta Alâeddin Yavaşça'nın "Sanat halkın zevkine inen değil, o zevki yükseltendir" sözünün takipçisi olarak Türk müziğinin ne olduğunu anlatma davasının bekçisi olmuştur. "Müziğimiz Teksesli Mi?" başlıklı serisinin ikinci yazısında şu muazzam açıklamaları dikkate değerdir:

"120 kişilik senfoni orkestrası, Şevkefza makamında taksim yapan bir ney'in önünde aciz, yapayalnız, çırılçıplaktır. Senfoni orkestrası, Şevkefza makamında taksim niye yapsın ki diyeceksiniz. Teşekkür ederim; yazının bir amacı da buydu zaten. O niye ben olmaya çalışsın? Ben niye o olmaya çalışayım? Onun dili (müzik her kültürün kendi mantık, estetik ve semantiği içinde konuştuğu bir dildir) ona güzeldir, çünkü onun tarih, inanç ve geleneklerini anlatır. Benim dilimse bana güzeldir, çünkü benim tarihi, inanç ve geleneklerimi anlatır. Bütün insanların anladığı ortak bir dil olmadığı gibi, bütün insanların aynı şekilde anlayıp duygulandığı ortak bir müzik de yoktur. Yalnız bir tek şey vardır; öbür güzel sanat dallarında da olduğu gibi birçok insanın, hangi kültürden olursa olsun, yakın duygu ve zevkler alabileceği, kültürlerüstü ortak konuları işleyen üstün müzik eserleri olabilir. O da sadece Batı sanat ve sanatkarlarına özgü değildir: Bach'ın Brandenburg konçertolarıyla, Vivaldi'nin Mevsimler'i ne kadar evrenselse, Itri'nin Segah Ayini'yle, Tanburi Cemil'in Gülizar Taksimi de o kadar evrenseldir."

İkinci bölüm olan "Kültür"e Tanrıkorur "Batıyı Anlamak" dizisiyle başlar. Bizlere dayatılan Amerikan kültürünün ne olduğunu, batıyı anlamanın başka, batıda ne varsa almanın başka bir şey olduğunu güzel izahlarla anlatır. Fast food müziği, başörtülü futbolcu, doğu ile batı, Rektör Alemdaroğlu'na başlıklı iki mektup, kanaat ve ölüm, rikkatin ölümü, sen seni bil, teslimiyyet, "Beslenme Üzerine" dizisi bu bölümün en hassas yazıları. Buraya sadece Rikkatin Ölümü başlıklı yazısından bir bölümü alıyorum:

"Bin yıldır birlikte yaşadığı, hüznünü-sevincini paylaştığı insanların konuştuğu dilin; İsmail Dede merhumun bırakıp kaçmak zorunda kaldığı II.Mahmud sarayı gibi yabancılaştığını, soğuk ve duygusuz hale geldiğini gören Türkçe’nin, o dili kaderine terk edip uzlet köşesine çekilmiş olmasından daha tabii ne olabilir? Yüzüyle gücünün güzelliğini, dininin nuru, feyzi ve tertemiz ahlakı ile birleştirip zarafet, tevazu ve teslimiyetin zirvelerine çıkmış olan bir zamanki Türk, çocuklarına Emine, Hatice, Ayşe, Fatıma, Zehra, Fahrünnisa, Mihri, Zeynep, Makbule, Lütfiye, Mümine, Atıyye, Leyla, Feride, Cemile, Şükran gibi isimler koyardı. Cumhuriyet bunlara Adalet, Müsavat, Uhuvvet gibi Fransız ihtilalinden aktarma isimleri ekledi. Sonra Melahat, Mübahat, Saffet, Hamiyet, Nedret, Rikkat gibi kavramlar isim olarak kondu. Ve nihayet, Aylin, Funda, Fidan, Filiz, Çiğdem, Çağla, Lale, Banu, Şebnem, Emel, Müge, Arzu, Ahu ve Figen’lerle, Yunancadan alınma Sibel’ler, Melisa’lar ve çağdaş Amerikan kültürümüzün meyvesi Melodi’ler çağı geldi. Kızların Elif, Elifgül, Gülşah, Meleknur vb. en güzel Müslüman-Türk isimlerini veren müzisyen aileleri azınlıkta. 21.yüzyılın müzisyenleri çocuklarına belki de Tamtam, Gümgüm, Cıstak gibi gayet müzikal isimler de verebilirler!..."

Son bölüm olan "Dil"de Tanrıkorur, sevdiği şairlerden, şiirlerden, Türkçe'mizin güzelliklerinden, eski(mez) yazımızın derinliklerinden kısacası dilimize dair neyin ne olduğundan bahseder. Güngör Fahri Tüzün, Memduh Cumhur, Mehmet Turan YararHarun Öğmüş gibi şairler ilk sayfaların misafirleri oluyor bu bölümde. Devamında "Tanrı Değil, Öğretmen Bey!", zavallı Türkçe, isme özen, harika görünüyorsun, "Musikişinas!", Fuzuli ve bir vali, telefon, "Sevgili Gençler" dizisi, sözlük ve aruz yazılarının akabinde 15 Nisan 2000'de yazdığı veda yazısıyla okuyucuya elveda der Tanrıkorur.  "Harika Görünüyorsun" başlıklı yazısından bir paragraf nakledeyim:

"Bir insana ‘Harika görünüyorsun’ veya Berbat görünüyorsun’ demek Anglo-sakson kültüründe normal olabilir. Ama bizim sosyal yapımızın sonucu olan hitap şekillerimiz ve bunları kelimelerle ifadesi bambaşkadır. Biz ‘Maşallah, bu ne güzellik!’ deriz. Muhatabımız hastalıktan kurtulmuş biri ise ‘Şükürler olsun, seni /sizi çok iyi gördüm’ deriz. Karşımızdaki erkekse ‘Bütün yakışıklılığın üstünde!’, kızsa ‘Çok şık ve zarifsin, elbisen çok yakışmış, kıyafetin pek güzel’, genç bir çocuksa ‘Aslan oğlum, kocaman olmuş maşallah!’, bir kızsa ‘Leyla da artık genç kız olmuş maşallah!’ deriz. Karşımızdakinin durumunu beğenmemişsek, ‘Ne oldu sana, bu ne hal böyle?’, ‘Hayırdır, pek bitkin / keyifsiz görünüyorsun; canını sıkan bir şey mi oldu?’ filan deriz. Ama Amerikan kabalığıyla ‘Berbat görünüyorsun!’ demek, her şeyden önce bizim edebimize sığmaz. Bu pis Türkçeyi TV’den duyan çocuk da tabii ki bu dille konuşacaktır."

Kendi adı ve soyadıyla dalga geçebilecek kadar yüksek mizah anlayışına da sahip olan Cinuçen Tanrıkorur'un vücudunda, yaşamının ortalarından sonuna kadar birçok hastalık vuku bulmuştur ve peş peşe birçok ameliyat olmuştur. Yazılarını "Bu köşedeki son yazıları dahi büyük zahmetle yazdım. Ne elimde kalem tutacak güç, ne dilimde söyleyeceklerimi yazdıracak enerji var." ve "Allah’ın inayeti, Peygamberimizin şefaati, Evliyalullah Hazeratının himmeti ve dostların duaları sayesinde sizlerle yeniden kalem sohbetleri yapabilecek sağlığa kavuşana kadar" diyerek sonlandırmıştır. Bu vedasından iki ay sonra da Hakk'a yürümüştür. Mezarı Ümraniye Kocatepe'dedir. Mezar taşında kendisine ait şu beyit yazmaktadır: "Kapılır sûziş-i gönlüm bu tahassür seline / yüreğimden gelir âhım sazımın her teline."

Müziğe (müziğimize), kültüre (kültürümüze) ve dile (dilimize) hassasiyetle yaklaşan, alaka duyan ve hatta araştırmalar yapmak isteyen herkes Cinuçen Tanrıkorur'un kitaplarından, makalelerinden, internete düşmüş video kayıtlarından ve elbette güftelerinden, bestelerinden istifade edecektir. İnsanın şifasını nerede bulacağı belli olmaz lakin bu topraklar asırlarca şiir ve musiki ile şifasını bulmuştur.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

13 Mart 2015 Cuma

Yokluğu merak edenlere

"Bir Sabah Uyandığımda Yoktum", 1984 doğumlu editör Işıl Kocaoğlan’ın ilk romanı. İletişim Yayınları tarafından basımı yapılan kitap bol soru işaretli, bol merak duygusu yüklü ve bol felsefi bir metin. ‘Yokluk’, ‘Döngü’ ve ‘Hayat’ adlı üç ana başlıktan oluşan Kocaoğlan’ın kitabı Hakan Bıçakçı’nın ‘Doğa Tarihi’ ve Gayle Forman’ın 'Eğer Yaşarsam’ isimli romanlarını çağrıştırıyor. Benzer bir olaydan yola çıkmasına rağmen Kocaoğlan’ın metnini Bıçakçı ve Forman’ınkilerden farklı kılan taraf karakterinin ‘Erkek’ ve ‘İsimsiz’ olması. Üstelik hiç var olmaması. 36 yaşında lüks sayılabilecek bir hayat süren, prestijli bir şirketin yönetim kadrosunda çalışan kitabın ana karakterinin, tizlikle döşenmiş evinde uyandığı sabahlardan birinde fiziksel olarak yok olduğunu fark etmesiyle başlıyor hikaye…

"O kadar yoktum ki, içeride eşyalardan başka hiçbir şeyin bulunmadığına dair ben bile bahse girebilirdim."

Sadece bir bilinçten ibaret olduğunu anladığında büyük bir dehşete kapılarak yavaş yavaş varlığını aramaya koyulan ‘ben bileleri’ bol bu egoist adamın debdebeli yolculuğunun novellası aslında Bir Sabah Uyandığımda Yoktum, akıp giden metropol hayatı içerisinde esen rüzgara kaptırdıklarımızı bize daha önceden başarılı bir şekilde ‘kadın’ imgesiyle gösteren Hakan Bıçakçı ve Gayle Forman’ın aksine merkezine erkeği alan bu öyküde tersten giden bir anlatım tekniği söz konusu. Bıçakçı ve Forman’ın karakterleri kanlı canlı yola koyulup yolun sonunda yok olurken Kocaoğlan’ın karakteri başından sonuna dek süren bir yokluğun ana malzemesi olarak konumlandırılıyor.

Işıl Kocaoğlan; iş hayatının, modern kentin gürültülü yaşantı biçiminin ve yapay insan ilişkilerinin aslında özünde çok değerli hazineler barındıran bir bireyi nasıl koflaştırdığını acımasızca gözler önüne seriyor. Anlam kaybedildikçe mi yok olunur, yoksa kazanıldıkça mı? Sorularını statüler ve statü göstergesi nesneler üzerinden sorgulatmayı amaçlayan yazar, karakterin hangi nedenlerden bir yokadama dönüştüğü probleminin çözümünü ise tamamen okuruna bırakıyor.‘Peki bir insan nasıl olur da ortada hiçbir neden yokken salt bir bilince dönüşebilir?’ diye kendisine soran karakterini ise adeta tokat yağmuruna tutuyor.

Bu noktada yazarın kendi yaşam pratikleri ve deneyimleriyle de bir hesaplaşmaya girdiği dikkat çekiyor. Hikaye boyunca yok adamın var olma mücadelesinde karşısına çıkan gizemli kadın aslında yazarın kendisinden başkası değil. Yazar hayatı boyunca kabul etmek istemediği bir oyunu belirli bir bilinç düzeyine ulaşmayı başaramamış eğitimli ve yetişkin bir adama bilinç kazandırmaya çalışarak oynuyor.

Kocaoğlan’ın karakteri o denli maddeci ve düz bir karakter olarak aktarılıyor ki fiziksel yokluğunu kabul etmeyi başardığında ilk düşündüğü şeyler işi, bir daha nasıl cinsel ilişkiye girebileceği, statüsü ve eşyaları oluyor.

"Yok olduğumu fark etmemin üzerinden geçen o kısacık idrak anı sona erdiğinde kendimi yaşadığım durumun ciddiyetiyle çelişir biçimde bundan sonra nasıl sevişeceğimi düşünürken buldum. Peki ya gerçekse? Gerçekten geçici ya da hatta kalıcı bir şekilde yok olduysam? O zaman ne olacak? İşim ne olacak?"

Tıpkı Hakan Bıçakçı gibi Işıl Kocaoğlan da hikayenin akışı esnasında genel anlatımı kesip bol bol toplumsal özeleştiri pasajlarına yer veriyor. Okumak, büyümek, evlenmek, iş sahibi, aile sahibi olmak, para kazanmak, para harcamak, tatiller, satın almak. Kapitalist sistem ve tüketim kültürünün katedralleştirdiği alışılagelmiş düzene de bıçak saplıyor yazar. Derin kesikleri ve kan kaybını umursamayan bir karakterin küçük bir çizikten bile incinir hale gelişini çözümlüyor. Yer yer yokadam konuşuyor yer yer Işıl Kocaoğlan. Yokadamın konuşmalarından belki de kitabın meselesini en güzel özetleyenlerinden birisi ise hikayenin başında yokluğunun katlanılmaz olacağına inanırken hikayenin sonunda gelip geçiciliğinin farkındalığına ulaştığında sarf ettiği şu sözler;

‘İşte bu kadar basitti. Birkaç gün ortadan yok olurdun, onlar da seni sonsuzluğa gönderirlerdi. Aksini düşündüğüm için gerçek bir ahmak olmalıydım. Ölmek için doğuyor, arada geçen yıllar boyunca bunu unutmaya çalışarak yaşıyordu herkes.’

Yazar aynı zamanda karakterin duygusal kimliğini de analiz ediyor. Suzi isminde bir kadına olan zaafının yok olmadan önce sadece bir heves olduğuna kendini inandırmaya çalışan, günlük rutini içerisinde aşka yer ayırmaktan, bağlanmaktan kaçınan ana karakter yok oluşunun ardından Suzi’nin onun için önemini de deneyimleme şansı elde ediyor. Bu sayede yazar duygusal ilişkilerin toplumsal hegemonya içinde nasıl eriyip gittiğini yokadamın düşüncelerinden aktarıyor okuruna.

Bir Sabah Uyandığımda Yoktum’un Gayle Forman’ın Eğer Yaşarsam’ıyla olan dikkat çekici benzerliğine değinilecek olduğunda ise, iki kitapta da karakterlerin çözümü imkansız gibi görünen bir ‘belirsizlik ve anlamsızlık’ yumağı içerisinde yaşadıkları sıkışmışlık hissi söz konusu. Ancak Forman’da merkezi çekim kuvveti ölüm ve yaşamken Kocaoğlan’da ise yokluk, toplumun dayattığı genel geçer düzenin yok ettiği birey kimliği, özerk olarak var olabilmenin getirdiği dayanılmaz ağırlığın çöküşü halinde meydana gelebilecekler ve sonuç olarak yitim.

"Nasıl oluyor da geçmiş aynı anda hem bir dakika öncesi kadar yakın, hem de bir asır kadar uzak gelebiliyordu? Evet, zaman yoktu artık. Geçmişin ya da geleceğin bir önemi yoktu. Artık şimdi bile yoktu. Günler, geceler, saatler ya da aylar önemsizdi. Hiçbiri bana ait değildi. Buna nasıl devam edeceğimi bilmiyordum. Devam edip edemeyeceğimi, bunu isteyip istemediğimi. Yorulmuştum. Düşünmekten, sorgulamaktan, anlamlar aramaktan, her şeyi en ince detayına kadar irdelemekten."

Hikayenin son kısmında karakterin maruz kaldığı yokluğu kabullendiğini ancak varlığı sırasında sorgulamaya, düşünmeye ve durmaya zaman ayırmadığı için bu kabullenişe karşı hissettiği karamsar tutum okuyucuya aktarılıyor. Şaşırtıcı sonları seven okuru fazlasıyla tatmin edeceğine inandığım Bir Sabah Uyandığımda Yoktum, ne yaparsak yapalım topluma karıştığımız ve düzenin işleyişine dahil olduğumuz an yok olmaya mahkum olduğumuz anlatan felsefeyle sağaltılmış bir roman… Kendi yokluğuna dair kafa yormak isteyenlere…

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

11 Mart 2015 Çarşamba

Enver Paşa'yı torunu anlatıyor

"Hoş gelişler ola, kahraman Enver Paşa
Bir emir ver orduna, Kafkas Dağı'nı aşa
Askerin, milletin, bayrağınla çok yaşa
Arş arş arş ileri ileri, dönmez geri, Türk'ün askeri."

(Özbek Şairi Çolpan'ın Enver Paşa'nın ölümü üzerine yazdığı şiirdir. Sözleri nedendir bilinmez, sonradan değiştirilmiştir.)


En baştan söylemek isterim ki bu kitabı önerme sebebim bir şahsiyeti övmek ya da yermek değil; bilhassa tarih tutkunlarını anı, belge, fotoğraf yakalamaya doğru meraklandırmak. Sosyal medya denen kirli ve çöp dolu ortamda maalesef yanlış anlaşılmaktan daha kolayı yok. Bir şairin dizesini paylaşıp bir anda o şairin fikirdaşı gibi anılabilirsiniz. Şimdi Enver Paşa'ya dair bu kitabı paylaşınca acaba ben de İttihatçı mı olacağım? Sevgili okuyucu, bu kirli ortamda çevrilen dolaplar umurumda değil. Ben bir kitabın içinde sizin merakınıza dair bir şeyler olacağını düşünürsem hakkında iki kelam eder geçerim. Lokmân suresinin 23. ayetinde Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Allah, sinelerde olanı en iyi bilendir." (İmam İskender Ali Mihr meâli.)

Söyleşi, röportaj; ne denirse densin bu tip kitapların hem hızlı okunabilir olması hem de kronolojik bir süreçte ilerlemesi okuyucuya hem keyif verir hem de diğer tarih kitaplarında görmediği notlarla karşılaştırır. Sadece tarihi şahsiyetlerin değil; meçhul subayların, şairlerin ve musikişinasların anıları da mutlaka okunması gerekir. İçlerinden en çok musikişinaslarda ve şairlerde şifa bulduğumu, kendi nazarımda söyleyebilirim. Lakin tarih bu, içinde devadan çok dert var. Enver Paşa da, tarihimizin dertli şahsiyetlerinden, komutanlarından biri. Önce ailesiyle ilgili kısa bir anekdotla başlamak isterim. Fatih Bayhan soruyor, paşanın torunu Osman Mayatepek cevaplıyor.

"Enver Paşa'nın kızı yani anneniz Türkân Hanım nasıl bir insandı?
Zayıf insanları koruyan, çok alçakgönüllüydü fakat kendini hiçbir zaman ezdirmezdi. Annem bir aralık TRT'de çalışmıştı... Bir gün dönemin TRT genel müdürü odaya giriyor, annem o zaman dalmış işini yapıyor, hiç farkında bile değil. Adam, "Kızım, sen benim kim olduğumu biliyor musun? Ben genel müdürüm niye ayağa kalkmadın?" diyor. Annemin cevabı kısa ve net, "Şu anda işim var onun için ayağa kalkmadım, çalışıyorum. İkincisi ben sizin kızınız değilim. Lütfen, kızım diye değil hanımefendi diye hitap ediniz" diyor. Adam şaşırıyor, odasından çıkıyor, birine soruyor, "Kimdir bu hanımefendi?". Diyorlar ki, "Efendim bu Enver Paşa'nın kızıdır.". Arkadan birisi atlıyor, "Yok yok Enver Paşa'nın ta kendisidir". Ondan sonra genel müdür saygı duyuyor, içeri girerek özür diliyor."

Enver Paşa'nın oğlu Ali Enver'in de başına pek iyi şeyler gelmemiş. Hava Harp Okulu'nda çok başarılı ve hatta kurmay sınavını dereceyle geçmiş bir öğrenciyken "Enver Paşa'nın oğludur, belki başımıza bir dert olur" diye terfi etmemişler. Hatta eski hava kuvvetleri komutanı Muhsin Batur Paşa, Ali Enver'in cenaze töreninden sonra Osman Mayatepek'e "Biz büyük bir hata, hatta cinayet işledik. Bu çocuk hava kuvvetleri komutanı olması lazımken şu anda böyle trajik bir şekilde öldü" dedi.

Enver Paşa'nın kendi hayatı da ve anlayacağınız üzere aile efradının hayatı da son derece zorlu geçmiş. Eşi Naciye Sultan'a yazdığı mektuplara bakınca -ki bu mektupların tamamı yayımlanmak üzere Murat Bardakçı'dadır- aslında romantik, sevgi dolu, evlatlarına ve eşine düşkün bir aile babası görürüz. Fakat bunlardan da öte bir vatan sevgisi vardır kelamında. Naciye Sultan Berlin'deyken kendisi Orta Asya Türklerini sömürgeci İngilizlere karşı bir arada tutmak ve emperyalist güçlerden kollamak adına çalışmalar yaparken, yazdığı mektuplarda ne kadar evlat özlemi varsa, o kadar vatan özlemi de vardır. Birçok kez Mustafa Kemal Paşa'ya geri dönmek istediğini, kendine bağlı askerlerle istiklâl mücadelesi vermek istediğini söylemiş lâkin Mustafa Kemal Paşa'nın cevapsız yahut olumsuz mektupları sonrasında bu kararından vazgeçmek zorunda kalmıştır. Bir mektubunda, bu tahammülün de bir sonu olduğunu şöyle dile getirmiştir:

"...Mamafih şimdilik Moskova'da bulunarak hariçten yine memlekete yardım etmeye devam ettiğimizden gelmiyoruz. Fakat bunu da itiraf etmemiz lâzım gelir ki, hiçbir sebeb-i kanunide olmayarak memleket haricine nef'i şeklindeki arzunuza ilelebet tahammül bize pek ağır ve sefilâne gelir. Mamafih vatan için buna da şimdilik katlanıyoruz. Binaenaleyh hariçte kalmanın maksad-ı umuminiz olan başta Türkiye olmak üzere kurtarmaya çalıştığımız İslâm âlemi için faydasız ve belki de tehlikeli olduğunu hissettiğimiz anda memlekete geleceğiz."

Sarıkamış'ta olanlar sebebiyle Enver Paşa hakkında yazılanlara belgelerle birlikte zamanında merhum Nevzat Kösoğlu, "Şehit Enver Paşa" adlı hacimli eseriyle cevap vermeye çalışmıştı. Osman Mayapetek de sık sık bu kitaba atıfta bulunuyor. Edirne'yi fırsattan istifade ederek yeniden alan, Resneli Niyazi Bey ile dağa çıkıp II. Meşrutiyet'in ilanını sağlayarak  "Hürriyet Kahramanı" olarak anılan, Trablusgarp'ta yerli halkı teşkilatlandırarak cepheyi İtalyanlara cehennem eden, Çanakkale'de bana imanıyla savaşacak adam lâzım diye düşünerek orduya bol bol yeni subay takviyesi yapan Enver Paşa'dır. Ancak tarih hataları affetmez. Bab-ı Âli baskını, Balkan Harbi'ndeki facialar, tehcir kanunu, Sarıkamış, Almanlarla ittifak ve ne yalan söyleyeyim "Enveriye yazısı" denen alfabe tuhaflığı da derken Enver Paşa hain ilan edildi. Benim hâlâ anlayamadığım tek şey, okur yazar oranı artar diye düşünülerek "icat edilen" bu son bahsettiğim alfabe olayıdır. Türk'ün eski(mez) yazısı üzerinde yapılan her tür şey beni rahatsız etmiştir tarih okumalarımda. Her Türk'ü de eder, etmelidir.

3 Ağustos 1996'da Enver Paşa'nın naaşı, Tacikistan'ın başkenti Duşanbe'ye 200 km uzaklıktaki Belçivan'dan İstanbul'a getirilebildi. Şehit oluşundan 74 yıl sonra. Şişli'deki Abide-i Hürriyet Tepesi'ne defnedildikten sonra orada metruk bir hâlde bırakıldı. Tinercisi, ayyaşı, serserisi mezarın çevresini yıllarca leş gibi bıraktı, kimse de ilgilenmedi. Bir sözüm ona tarihçi, Abide-i Hürriyet Tepesi'nin karşısına dikilen Adalet Sarayı'nı bile "ilahi adalet" olarak nitelendirdi. Anlayacağınız o ki tarihçilerimiz çok kolay hain ilân eder, okuyucu da her dolmayı yer. Kendisi hakkında önemli yorumlardan biri Yusuf Gedikli'ye aittir: "Enver Paşa devrinin gereği milliyetçi, dindar ve mason olmayan nadir şahsiyetlerden biriydi. Böyle olması tabii ki batıcı kamuoyu ve basında destek görmemesine sebep olmuştur. Son yıllarda Sarıkamış’ın sürekli gündeme getirilmesinin bir sebebi de budur. Niçin hiç kimse çöllerde şehit olan binlerce Türk gencini anmıyor? Ön yargıları kırmak için en tesirli yol, objektif, tarafsız eserler yazmaktır."

40 yıl süren hayatına çok şey sığdıran ve "Tarih şahittir ki, Türk askerinden şanlı, Türk askerinden fedakar hiçbir asker yoktur" diyen Enver Paşa, idealizminden zerre kadar taviz vermeden yaşamıştır. Neticede bir Kurban Bayramı sabahı (4 Ağustos 1922) Belçivan yakınlarında Agop Melkovian komutasındaki Bolşeviklere karşı yaptığı bir çarpışmada mitralyözün üzerine atını yalın kılıç sürerken şehit düşmüş, Çeğen köyüne gömülmüş ve uzun süre bu köyün efradınca yeri "zarar gelmesin" diye saklanmıştır. Kitabın sonunda bu konuya dair ilginç bilgiler ve bol fotoğraf da mevcuttur.

Enver Paşa'ya karşı ilgisi olan (her ilgi, sevgi değildir) tarih okurları için bu kitap, bir paşayı belge biriktirmeyi seven torunundan dinlemek için imkândır, vesselâm.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

8 Mart 2015 Pazar

Anıları için mücadeleye hazır olanlara

Unutma Beni orijinal adıyla ‘Still Alice’ ilk basımı Şubat 2015’te Artemis Yayınları tarafından yapılan bol ödüllü bir roman. Yazar Lisa Genova’nın ‘New York Times’ listelerinde haftalarca zirvede kalmayı başarmış olan kitabı aynı zamanda beyazperde uyarlamasında da oldukça önemli başarılar elde etti. Kitabın ana karakteri Alice Howland’ı canlandıran başarılı oyuncu Julianne Moore bu rol sayesinde Altın Küre ve Oscar ödüllerinde ‘En iyi kadın oyuncu’ dalında verilen heykelcikleri evine götürmeyi başardı.

Gelelim kitaba, Unutma Beni tür olarak bir dram metni ancak okuru körü körüne karamsarlığa sürüklemeyen türden bir dram. Hikâyenin dramatikliğini yan öğelerde bekletilen umut ve neşe kırıntılarıyla dengeleyebilen usta işi bir yazım örneği. Harvard Üniversitesinde Bilişsel Psikoloji Profesörü olan Alice Howland ellinci yaşında aniden artan hafıza problemleri yüzünden gündelik hayatında çeşitli zorluklarla yüzleşmeye başladığı an çıkış kapısı açılan roman yol boyunca sakin huzurlu ve etkileyici bir manzara sunuyor.

Evinin adresini kaybeden, anlatacağı dersin konusunu unutan, 25 senedir yaptığı yemeğin tarifini bir türlü hatırlayamayan Alice’e konulan ‘erken demans’ (Başlangıç seviyesinde alzheimer) teşhisi ile birlikte hikaye de kendi teşhislerini koymak için harekete geçiyor. Yazarın yavaş yavaş konunun çatısı altına dahil ettiği sosyal, psikolojik, toplumsal ve bireysel sorgulama pratikleri okuyucuyu yormadan Alice karakteriyle beraber kendilerine dönmelerini amaçlıyor. Alice’e Alzheimer teşhisinin konulduğu 2003 yılından başlayıp 2005’e dek geçen sürede yaşananalar kapsayan kitap aynı zamanda bir öğretici olma niteliği taşıyor. Unutma Beni toplumun ileri yaşın normal bir getirisi olarak kanıksadığı Alzheimer hastalığının çarpıcı gerçekliklerini Alice ve ailesinin canını yakarak okuyucuya öğretiyor.

Unutma Beni’yi okur kanaatinde bu kadar değerli kılan belki de en önemli özellik merak duygusunu 328 sayfa boyunca canlı tutmayı başarması. Kitaba başlayan okur sayfaların kenarlarında gördüğü kelebeklere takılıyor, kelebekler sayfalar ilerledikçe olayların içinden okurun kalbine doğru usul usul uçuyor. Kelebek Unutma Beni’nin olay örgüsündeki önemli bir imge. Alice’in hafızası iyiyken bilgisayarında oluşturduğu ve hafızası tamamen kötüleşince açıp içindeki talimatları uygulamaya söz verdiği kelebek dosyasının akıbeti hikaye sonuna dek saklı tutuluyor.

"Sevgili Alice, bu mektubu aklın yerindeyken kendine yazdın. Bunu okuyor ve aşağıdaki sorulardan birini ya da daha fazlasını cevaplayamıyorsan aklın artık yerinde değil demektir. Bilgisayarındaki ‘kelebek’ isimli klasörü aç ve içindeki talimatları uygula."

*Hangi aydasın?
*Nerede yaşıyorsun?
*Ofisin nerede?
*Anna’nın doğum günü ne zaman?
*Kaç çocuğun var?

İkisi kız, biri erkek üç yetişkin çocuğu olan Alice karakterinin hastalığının aile ilişkilerine yaptığı etkilere de eğiliyor yazar. Alice’in hastalığın başlangıç evrelerinden son evrelerine kadar eşi ve çocuklarıyla yaşadığı çatışmalar, aile içi desteğin önemi, eşler arasındaki sevgi bağının gücü, en önemlisi ‘sadakat’ gibi başlıklar sorgulanıyor. Güçlü, kendinden emin, başarılı bir üniversite profesörünün bir anda yapayalnız kalıp tutunmaya çalıştığı tek dalları olan aile üyelerinin kırılma noktalarına hassasiyetle yaklaşan Genova, alzheimer konusundan yola çıkıp aile içi ilişkilerin modern toplumlardaki samimiyetini de inceliyor.

Son noktada aslında bireysellikten kuvvet alan toplumsal bir roman Unutma Beni, çünkü Alice Howland’ın yaşadığı durum kitabı okuyan herkesin benim de başıma gelebilir demesine neden oluyor. Alice’in iç konuşmaları, zihniyle mücadelesi, anılarına ailesine ve yaşama tutunma mücadelesi ister istemez okuyanın içinde bir yerlerde bir takım telleri tıngırdatıyor.

"Bir zamanlar aklın dili nasıl kullandığını biliyor, bildiğimi başkalarına aktarabiliyordum. Çok şey bilen biriydim. Artık kimse benden görüş ya da tavsiye istemiyor. Bunu özlüyorum. Eskiden meraklı, bağımsız ve kendimden emindim. Bir şeylerden emin olmayı özlüyorum. Hiçbir zaman, hiçbir şeyden emin olamayınca, huzur diye bir şey kalmıyor. Her şeyi kolayca yapmayı özlüyorum. Olan bitenlerin bir parçası olmayı özlüyorum. İstendiğimi hissetmeyi özlüyorum. Hayatımı ve ailemi özlüyorum. Hayatımı ve ailemi çok seviyorum."

Alice’in kendi iç konuşmalarından bir alıntı olan bu paragraf aslında tüm kitabın özeti niteliğini taşıyor. Unutma Beni samimi, hüzünlü ama asla karamsar olmayan bir kitap. Umut etmeye, yaşamaya, yaşama sevgisine dair güzel bir şeyler okumak isteyen anıları için mücadeleye hazır olan herkese...

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_