19 Ağustos 2014 Salı

Raif Efendiler Maria Puder’lerinden hiç ayrılmasınlar

Bir solukta okunan kitaplar vardır. Okurken zamanın nasıl geçtiğini anlamazsınız, ama kitabın azalan sayfalarını görünce üzülürsünüz ve hikaye bitmesin, biraz daha uzasın istersiniz. Kürk Mantolu Madonna tek solukta okunacak ama okuyucuya bitmesin (hatta böyle bitmesin) dedirten kitaplardan biri. Sabahattin Ali bu kitabı için roman yerine “uzun hikaye” demeyi yeğlemiş. Okuyucu gözüyle bakınca roman ya da uzun hikaye olmasının pek önemi yok gibi, asıl önemli olan sizde bıraktığı derin duygular ve düşünceler.

İlk olarak 1943 yılında yayınlanan Kürk Mantolu Madonna için en kısa haliyle “bir aşk romanı” tanımını yapabiliriz. Ancak hikayenin sade anlatım biçimi, akıcı dili, yaşanan dramlar, insanı beyninden vururcasına hırpalayan/üzen olaylar bu hikayeyi geçmiş yüzyılın efsanevi bir aşk hikayelerinden biri haline hale getiriyor.

Hikayenin iki ana karakteri Raif Efendi ve Maria Puder aynı zamanda büyük aşkın sahipleri. Hikayenin bize aktarılmasını sağlayan ise Raif Efendi ile aynı iş yerinde çalışan Rasim ismindeki bir karakter. Hikayeyi başlangıçta Rasim’in dilinden dinliyoruz ve onun gözlemleriyle iş yerindeki arkadaşı Raif Efendi’nin içine kapanık, sessiz ve silik bir kişiliğe sahip olduğunu öğreniyoruz. Raif Bey’in bir gün rahatsızlanması, iş yerindeki eşyalarını Rasim’den istemesi ise bizi yıllar öncesinde yaşanmış hazin bir aşk öyküsüne götürüyor. İş yerindeki çekmecesinden çıkan eski bir günlük bu duygusal hikayenin kapılarını aralıyor. Ankara’dan Berlin’e geçiyoruz ve aşkı dinlemeye başlıyoruz.

Gizemli ve heyecanlı bir arayışı, bir takibi okuyoruz önce, sonra derin bir aşkın nasıl alevlendiğine ve büyüdüğüne şahit oluyoruz. Bir kadının canının nasıl yandığını ve insanlara olan güvensizliğini görüyoruz önce, sonra tüm kaygılarına rağmen güveneceği bir limana nasıl sığındığını…

İçinizi burkan, kalbinizi sızlatan bir son bekliyor sizi. Bundan daha kötüsü olamazdı derken finalin tamamlanmadığını anlıyorsunuz ve son bir darbe daha alıp yıkılıyorsunuz. Sonuçta bir hikaye okuyoruz, bu kadar üzülmeye gerek yok diyor insan. Ama dünyanın bir yerlerinde birilerinin Raif Efendi, başka birilerinin Maria Puder olduğunu düşününce, işte o zaman daha bir burkuluyor insanın kalbi. Raif Efendiler Maria Puder’lerinden hiç ayrılmasınlar, hikayeleri hep mutlu sonla bitsin…

“Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor, rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum “Kürk Mantolu Madonna”yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum.”

“Başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğumuzu zannetmektir ki, ne kendimiz bu kadar büyük, ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur.”

“İçinde hakikaten sevmek kabiliyeti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi bir kişiye inhizar edemez (bağlayamaz) ve kimseden de böyle yapmasını bekleyemez. Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok kuvvetle severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir.”

“Hayat ancak bir kere oynanan bir kumardır, ben onu kaybettim. İkinci defa oynayamam."

Uğur Umutluoğlu
twitter.com/umutluoglu

17 Ağustos 2014 Pazar

Deli(rten) kadın hikâyeleri

"Yağmuru kim döküyor
Ünzile kaç koyun ediyor."

- Şebnem Ferah'tan dinlemeli

Elinize aldığınızda sizi zaten okunmayı bekleyen bir misafirperverlikle karşılamayan kitaplar vardır. Deli Kadın Hikayeleri işte onlardan biri. Ağır çekimde kaydedilmiş ve boşlukta mütemadiyen tekerrür eden bir sille gibi bu kitap.

"Size kadınlıkla lanetlenmiş bir varoluş hezeyanı anlatacağım." cümlesiyle başlayan bir şiirle açılıyor Deli Kadın Hikayeleri ve tüm anlatılar hakkında bir fikir veriyor bize. Zaten yazar en başında eserini "delirerek ölenlere" ithaf ediyor. Okuyucuyu uyarıyor; elinizdeki, hele bir de kadınsanız, patlamaya hazır bir bombadır. Belki yaşadığınız, belki yaşamadığınız ama bildiğiniz, belki de her seferinde duymazdan geldiğiniz kadınların öyküsü. Kendilerine deliliğin yakıştırıldığı, onların da bu sıfatı haklı sebeplerle sahiplendiği ve hatta süslediği cesur kadınların hikayeleri.


"Sizi saçlarının ve ayaklarının ucu arasında olup biten
şeylerden ibaret,
doğurmaya mahkûm,
çocuklarını kaybetmekle mühürlü,
yalnız, yapayalnız bir kalabalıkta dolaştıracağım."

Girizgâhına bu satırlarla devam ediyor anlatıcı şiirinde ve yine bir özetini çıkarıyor aslında öykülerin. En basit haliyle; çünkü bu kadınlar bedenleriyle var en çok, çünkü doğurtulan ancak çocuğunu gerektiği zaman otoritesi kimse ona kurban etmeye mahkum, çünkü bu kadınlar bir sürü insan içinde yapayalnız.

Öykülerde doğrudan ya da dolaylı olarak aşkları yüzünden delirerek ölen kadınları görüyoruz. Hatmi Çayı öyküsünde gördüğü her türlü şiddete ve göremediği sevgiye rağmen uyuşturucu bağımlısı babasına aşık bir kıza, Beni Öldürmek İsteyen Muhteşem Hayat'ta evlatlarını siyasi sebeplerle kaybeden ve "Vie qui veut me tuer, beni öldürmek isteyen hayat, c'est magnifique, muhteşemdir! Muhteşem doktorcuğum! Ölmek muhteşem!" diyen, belki de aşık olduğu ölen evlatlarına kavuşmayı bekleyen bir anneye, Madam Arthur Bey'de anne ve babasının komşusuyla girdiği karmaşık bir eşcinsel ilişkiden ötürü annesi ölen, babası hapis yatan ve sonunda "Bir tanecik annem toprak altında acısından çürüyor." diyen bir kız çocuğuna ve bunlar gibi çoğalan birçok acı hikayeye eşlik ediyoruz.

"Korkma, demişti yılan gözlü falcı, kadın böyle bir şeydir.
Aşk diye diye kendini öldürür."

Bu kadınlar korkmuyor. Deliliklerini biliyor, kabulleniyor, sahipleniyor ve hatta seviyorlar bile. O nedenle de ölümlerine ya da hayatta kalma şekillerine şaşırmıyoruz.

Yirmi bir öykü, tahmin ediyorum ki Söğüt'ün gazetecilik yıllarından da biriktirdiği yaşamların kurgulanmış hallerinden oluşuyor. Öyle elinize alıp "Bir günde oturup okudum, bitirdim, çok sürükleyiciydi." diye anlatabileceğiniz bir kitap değil bu anlatılar. Aksine ağır aksak ilerleyen, her öyküsünün son noktasından sonra kitabı bir an kapatıp karşınızda ne varsa tam da oraya dalgın gözlerle bakmanıza sebebiyet verecek cinsten.

Kitapta bu düşünme hali sadece Söğüt'ün öykü konularından kaynaklanmıyor. Bahadır Baruter'in ismi de bu kitapla en az Mine Söğüt kadar anılıyor olmalı bence. Zira öyküler arasına serpiştirilmiş çizimler öyle başarılı ve kadınlık hallerini, korkularını, yaşamlarını, acılarını öyle güzel aktarıyor ki ben, yeni bir öyküye başlamadan önce dakikalarca resimlere bakarken buldum kendimi. Ayrıca yine öyküler arasına serpiştirilmiş, Söğüt tarafından kaleme alınan şiirler de son derece "vurucu" bir üsluba sahip.

Anlatıcının olağanüstü bir betimleme üslubunun olduğunu da gördüğümüz kitapta giriş şiirinin son mısralarında sesleniyor yazar;

"İçlerine açılan kapıların arkasına saklanmış kadınların
delirerek bedenlerinden dışarı açtıkları pencerelerden
bakacağım.
O pencerelerden tekrar ve tekrar ve tekrar kendimi aşağı atacağım."

Son sözü o söylemiş; siz de delireceksiniz. Bu öykülerle yirmi bir kere siz de öleceksiniz.

Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler

* Kitabın hikâyesini izlemek için

8 Ağustos 2014 Cuma

Her şeye rağmen yola çıkanların hikâyesi

Çıkacağı yolculuktan umudu olmayan, gidilecek yolun uğursuzluk getireceğini hisseden ama buna rağmen yola çıkanların hikâyesi Amat. İhsan Oktay Anar bu sefer fantastik bir deniz yolculuğu ile bizleri büyük hayal dünyasında gezdiriyor. Tarihin gizemli sularında yol alan bir gemi, ölümsüzlük hayali kuran ama ölüme yelken açan insanların hikayesini anlatıyor bizlere.

İhsan Oktay Anar’ın kusursuz Türkçe'sini bu kitapta biraz ağırlaştırılmış şekilde görebilirsiniz. Hikaye boyunca çok sayıda denizcilik teriminin kullanılması bazı yerlerde olayları anlamanızı zorlaştırıyor, ama teknik kelimeleri çok irdelemeden hikayeyi okumaya çalışırsanız hikayenin sürükleyiciliğiyle bir solukta hikayeyi tamamlayabiliyorsunuz.

247 adet meşe ağacından yapılmış Amat isimli bir kalyon İstanbul’dan demir alarak uzun bir yolculuğa çıkıyor. Rota tam olarak bilinmiyor, amacın ne olduğu da belli değil. Bindikleri alametle bilinmez bir kıyamete gidiyorlar belki de. Ama yolculuk daha başlamadan karanlık bir şeyleri hissediyorsunuz, bir umutsuzluk ya da bir uğursuzluk.

Geminin kaptanı Diyavol Paşa, reisi Ali Reis ve gemiye son anda katılan reis Kırbaç Süleyman hikayenin ana karakterleri. Anar diğer kitaplarında olduğu gibi bu kitabında da ölümsüzlük düşüncelerine yer vermiş, zira Kırbaç Süleyman’ın ölümsüzlük konusundaki merakı ve araştırmaları nedeniyle Diyavol Paşa tarafından yasak elma olarak önüne konulan gizemli bir kitaba ulaşmaya çalışacaktır. Diyavol Paşa’nın gizemli bir şekilde gemiden kaybolması gemide bulunan iki reis arasında zıtlaşmalara ve çekişmelere yol açacaktır.

Yolculuk boyunca karşılaşılan tehlikeler, dünya için küçük ama mürettebat için büyük savaşlar, kazanılan ganimetler, kaybedilen canlar… Aslında geminin laneti daha İstanbul sularından çıkmadan hissettiriyor kendini. Denizciler için uğursuzluk sayılan Salı günü yolculuğun başlaması, siyah bir sancak altında olmaları, onlara yolculukta eşlik eden bir baykuş… Belki de geminin 247 meşe ağacından yapılması bu saydıklarımdan daha büyük bir uğursuzluk kaynağıydı. Meşe ağaçlarının sırrını vermek olmaz, o sır kitabın sonunda sizi beklesin. İlginç ve şaşırtıcı bir finalin sizi beklediğini söyleyebilirim.

Kitabın en ilginç ve iz bırakan karakteri sanırım Emilio Santos. Ölüm bir sanatsa Emilio Santos bir ölüm üstadı. 4000′den fazla insanı öldürmüş, ama o ilk öldürdüğü insanda kalmış. O ölümü ölene kadar sırtında taşımanın ızdırabını yaşıyor. Emilio Santos için ayrı bir hikaye, ayrı bir kitap bile yazılabilir aslında. Kitabın en can alıcı ifadelerinden biri onun ağzından çıkıyor, “Emilio Santos ölmemeliydi” diyor. Kitabı okumamış birisi için sıradan bir söz gibi gelebilir ama okuduğunuzda bana hak vereceksiniz, hatta hak vermekle kalmayıp bu sözü hafızanıza iyi bir şekilde kazıyacaksınız.

İçerisindeki denizcilik terimlerine hazırlıklı iseniz bu sürükleyici ve gizemli hikayeyi okumanızı tavsiye ediyorum. Kitaptan altınız çizdiğim bazı cümleler şöyle:

“İyilerin ödülü ahiret hayatının güzelliklerini yaşamaya uygun olmalıdır. Günâhkarların cezası ise onların ölüp ortadan kalkmalarıdır. Çünkü onlar ahiret hayatının güzelliklerine lâyık değillerdir.”

“İlk kez öldürdüğünde bir değil, sanki bin kişiyi öldürmüş gibi olursun. Yeni doğmuş ve annesi tarafından emzirilen o bebeği öldürmüşsündür. Babasının başını okşadığı o çocuğu da, bir genç kıza aşkını ilan eden o delikanlıyı da, zavallı bir kadının kocasını da, savaşa giderken ailesi tarafından uğurlanan o masumu da… Bütün bu kişileri öldürmüş olursun. İkinci kez birini öldürdüğünde alt tarafı bir tek kişiyi öldürmüşsündür. Üçüncü kez ise, kimseyi öldürmüş sayılmazsın.”

Uğur Umutluoğlu
twitter.com/umutluoglu

7 Ağustos 2014 Perşembe

Hayatın bir hayal olabileceğini düşünmek

"Yeniçeriler kapıyı zorlarken’ düşler üstüne düşüncelere dalan Uzun İhsan Efendi, kapı kırıldığında klasik ama hep yeni kalabilen sonuca ulaşmak üzeredir: ‘Dünya bir düştür. Evet, dünya… Ah! Evet, dünya bir masaldır."

İstanbul sokaklarını tarihin gizemli sayfalarında gezmek, rüyalarda oluşturulan bir dünya atlasının hikayesini dinlemek ve gizemli insanların masalsı yaşamlarını okumak istiyorsanız doğru kitaptasınız. İhsan Oktay Anar‘ın 1995 yılında usta kaleminden çıkmış ilk eseri olan Puslu Kıtalar Atlası aynı zamanda Türk edebiyatının en başarılı fantastik romanlarından biri olarak görülüyor. Kitabın yirmi farklı dilde çevirisinin yapılması kitabın başarısı hakkında bir ipucu verecektir. Müthiş kurgusu, felsefi derinliği ve mükemmel Türkçesi İhsan Oktay Anar’ın tüm romanlarında görülebilecek en belirgin unsurlar sanırsam…

Hikaye 17. yüzyıl İstanbul’unda (Konstantiniye) başlıyor. Galata, Karaköy ve Haliç gibi muhitlerdeki tarihi havayı, o zamanın insan manzaralarını sık sık görebiliyorsunuz. Hikayenin ana karakterlerinden biri olan Uzun İhsan Efendi bir iksir içerek sürekli uykuya dalmakta ve rüyalarında dünyayı gezerek bir dünya atlası oluşturmaktadır. Tamamladığı bu haritayı ise orduya lağımcı olarak yazılan oğlu Bünyamin'e ilk görevine giderken teslim ediyor. Bu noktadan sonra hikaye ağırlıklı olarak Bünyamin’in etrafında devam ediyor. O’nun yaşadıkları ise romanın hem en heyecanlı hem de en dramatik kısımlarını oluşturuyor. Bir kaledeki ajanı kurtarma operasyonu onu ömrünün en acı olaylarından biriyle yüzleştirirken, babasını arayışı ve o arayış esnasında öğrendikleri onun ızdırabını kat kat arttırıyor. Kalede yaşadığı dramatik olayın dışında kurtarmaya çalıştıkları ajandan aldığı gizemli bir para ise onu hiç ummadığı yerlere götürecek, okuyucuyu ise romanın sonuna kadar çözülmeyen sırların içerisinde bırakacak. Bünyamin’in tanıştığı Büyük Efendi Ebrehe ile devlete, padişaha, paşalara nüfuz edebilen derin bir teşkilatın içindeki türlü oyunları, planları, şaşırtıcı gelişmeleri ile Ebrehe’nin çılgın hayalini ve ona ulaşma çabalarını heyecanla takip edeceksiniz. Arap İhsan, Alibaz, Zülfiyar hikayede sık sık karşılaşacağınız diğer isimler.

Sonsuza kadar yaşamak için çalışmalar yapan bir insan ile var olmayı sorgulayan, hayatın bir hayal olabileceğini düşünen bir insanı okuyacaksınız bu romanda. Üzerine altı kez yıldırım düşmesine rağmen hayatta kalabilen bir insan ile çok ufak bir detay yüzünden hayatı kararan bir insanı okuyacaksınız aynı zamanda…

“Düşünüyor olmasından kendisinin varlığı açık ve seçik olarak çıkıyordu. Fakat bu yolla insan, kendisinden başka hiçbir şeyin varlığını ispatlayamazdı… …uykunun bir uyanış ve düşlerin de gerçeğin ta kendisi olduğu fikri kafasını meşgul etmeye başlamıştı. Az önce uyanıp gözlerini gerçek dünyaya açarak gerinmeye başladığında belki de bir uykuya dalmıştı. Eğer bu doğruysa, şimdi gördüğü her şey bir düştü.”

“Bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmekti. Acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek onların uykularını kaçırıyor, bu yüzden daha rahat döşeklere, daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınıyorlardı.”

“Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu Dünya’nın şahidi olmaktı.”


Uğur Umutluoğlu
twitter.com/umutluoglu

31 Temmuz 2014 Perşembe

Karşındaki değil, kalbindekidir: Sen

Ben seni sevdim seveli kaynayıp coşdum
Aklımı yağmaya verip fikrimi şaşdım
- Güfte, Beste: Hammâmîzade İsmâil Dede Efendi

Ömrüm seni sevmekle nihâyet bulacaktır
Yalnız senin aşkın ile rûhum solacaktır
- Güfte: Fitnat Sağlık, Beste: Yesârî Asım Arsoy

Hayatın her ânında musikiden uzak olmamız hem mümkün değildir, hem de mümkün olmamalıdır. Biz, doğarken de ölürken de tabiri caizse musikisiz gitmeyiz öte dünyaya. Doğarken kulağımıza okunan ezan da, ölürken ardımızdan okunan mevlid de musikîdir. Düğünlerimizde derneklerimizde daima musikî vardır. Bu, bildiğimiz ve daima görgüsüzlüğüne maruz kaldığımız çalgı çengi havasında değil, bir ahenk içinde olmaktadır. Ahengin bir anlamı da uyumdur. İnsan olmanın temelinde de kendiyle uyumlu, ruhuyla bedeni arasındaki uyumdan haberdar, uydurmadan ve uyuşuk olmadan yaşayan, yaşamaya çalışan bir ahenk yatar. Duyduğu her sesi müzik zannedenlerin şüphesiz "Müzik haramdır!" deyip bir kenara atmalarını da anlamak lâzım. Kulağın işittiği sesi gönül de işitmiyorsa o müzik değildir, sestir. Sesi müzik yapan bir şey vardır, o da ahenktir. Zaten şarkılar da söylenirken sırf ağızla söyleniyorsa şarkı olmaz, belki parça olur. Şarkı gönülle söylenir. Bu yüzden içimizi ısıtan yahut kalbimizi titreten bir ses işittiğimizde derhâl döner bakarız. Bitince de okuyana "Gönlüne sağlık" deriz. Bu minvalde duymakla işitmek arasındaki farka da dikkat etmemiz lâzım. Güzel ses işitilir, yani dikkat kesilerek hissedilir. Fakat sesin iyisi kötüsü, her halükarda duyulur, zira maruz kalınır. İşitme, itaat etmenin de bir vesilesidir. Dolayısıyla "Kulak, ulaktır" sözüne iştirak edebiliriz.

Resûl-i ekrem'in estetik anlayışı üzerine ülkemizde henüz adamakıllı bir şey yazılmadı, belki söylenmiştir. Neden çevresindeki yüzlerce sahabe arasından ezanı Bilâl-i Habeşî'ye okuttuğunu düşünmek lâzım. Neden çevresinde binlerce ashabı arasından Abdullah b. Mes'ûd'a "Oku!" diye buyuruyor. Devam edelim, Abdullah bin Mesud buna cevaben "Ya Resûlallah, Kur'ân size inmişken sizin huzurunuzda nasıl okurum?" diye endişe ettiğinde İslam peygamberi "Benim dinleme zevkim ve keyfim olmasın mı yâ İbn-i Mes'ûd" diye buyurmuştur. İşte bir Muhammedî âşık olan Hazreti Mevlânâ Celâleddîn-î Belhî Rûmî de asırlarca nice insanın gönlüne hitap eden Mesnevi-i Şerif'ine "Dinle" diye başlar. Sandukasının üzerinde de  "Kardeş! Mezarıma defsiz, neysiz, mûsikisiz gelme. Zîrâ Allah meclisinde gamlı durmak yaraşmaz!" yazar ki vasiyeti olarak kabul edilir kimilerince. Bunun yanında rebap sesini cennet kapılarının gıcırtısına benzeten bir Hazreti Mevlânâ'dan bahsediyoruz. Dolayısıyla, ne her sesi müzik zannedelim, ne de her ses aletinden çıkanı şarkı, ki Ömer Tuğrul İnançer hoca da müziğin dışlanması ve kimilerince haram olarak kabul edilmesi hakkında şöyle söylüyor:

"Âletin, paranın, çulun, kılın dini olmaz. İnsanın dini olur. Piyano gâvur da ney Müslüman mı? Hangi kafa söylüyor bunu? “Her şeyi sizin için, sizi kendim için yarattım” diyen bir Allah’ın kuluyuz. Müziğin zatının haram olduğuna dair ayet mi var? Ama müzik aynı zamanda nefsi okşayan, eğlenceye kullanılan, günümüzde bilhassa “show buisness” olarak kullanılan bir şeydir. Kötüye kullanılmış olması zâtını bozar mı? Kâbenin içine put koymakla kâbenin şerefi eksildi mi? Öyleyse müziğin şerefi de eksilmez. Doğduğunda kulağına okunan ezan da, öldüğünde arkandan okunan mevlid de müziktir. Efendim ezan başka, o insan sesi… Sen sadece aletten çıkanı mı müzik zannedersin? En yüksek musikî âleti insan gırtlağıdır. Bunlar boş lâflardır."

Bestesi ve güftesi Muzaffer İlkar'a ait nihâvend bir eser olan "Şarkılar Seni Söyler", gönül perdelerini sonuna kadar açacak, mûsikinin dile geldiği bir kitap. Bu kitapta Ahmet Özhan söylüyor, Ömer Tuğrul İnançer de söylenenin kim olduğunu, yani "Sen"i arıyor. Ararken de bulduruyor. "Aramakla bulunmaz; lakin bulanlar arayanlardır" denmiş, iki isim de söyleşirken aranan ve bulunana gönüllerince hitap ediyor. Çünkü gönlümüzde yer edinmiş en hakiki eserlerde daima "Sen" var, yani "O" var.

"Ömrümün güzel çağı içimdeki bir heves / her güzelin ardından tükendi nefes nefes" derken Mecdinevin Tanrıkorur, öyle bir bestelemiş ki Emin Ongan, sanki hemen ardından Yunus Emre'nin "Ben dost ile dost olmuşam / kimseler dost olmaz bana" ilahisi geliyor kalbe. Bestekârını da anmadan geçmeyelim ki o da Derviş Kânunî Cüneyd Kosal'dır. Dikkat edilirse bizim müziğimizdeki tasavvuf etkisi her akılda kalan, gönüllerde yer edinmiş eserlerde görülecektir. Bu eserleri besteleyenler yahut güftesini yazanlar direkt olarak tasavvufla ilişkisi olan, yahut olmadığı halde hocaları tasavvufla bağlantılı olan kimselerdir. Dolayısıyla kitapta tüm eserlerin neyi tespit ve tespih ettiği apaçık ortaya çıkarken, Türk mûsikisinin de dünya müziklerinden biri değil, başlı başına incelenmesi gereken müzik alanı olduğunu yeniden görüyor, okuyor ve dinliyoruz.

Yine bizim Yunus "Ahd ile vefalar / zevk ile safalar / bu yolda cefalar / çekmeğe kim gelir" diye sorarken, Doğan Ergin vesilesiyle bize dinlemek için nihâvend makamı yardımcı olur. Hemen ardından yine aynı makamdan devam edersek, Seyyid Seyfullah Hazretleri'nin "Bu aşk bir bahr-i ummândır buna hadd ü kenâr olmaz" nutkunu bizlere Yeniköylü Hâdî Bey dinletmiştir. Güftelerimiz ve bestelerimiz, tıpkı dilimiz ve dinimiz gibi birbirini tamamlayan, bizi biz eden şeylerdir. Bu şeyler, öyle şeylerdir ki, Hüseyin Sîret Özsever'in "Geçti sevdalarla ömrüm, ihtiyar oldum bugün" adlı muazzam güftesini Şükrü Tunar'a hüseynî makamında besteletmiştir. Peki neden ihtiyar olmuştur Sîret Bey? Yaşı çok geçkin bir dönemde tasavvufa intisap etmiştir. İşte o zaman "Ak pak olmuş saçlarımda bîkarar oldum bugün" demiştir. Akıllara Necip Fazıl'ın "Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum / gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum" dizelerini getirircesine. Nitekim eserin son dizesi, aslında durumun ayan beyan kanıtıdır: "Bir muhabbet neş'esiyle ilkbahâr oldum bugün / ben huzurunda yer öptüm, tacidâr oldum bugün."

Şarkılar O'nu söylerken, çok da gereği yoktur sözü uzatmanın. Söz de gönül gibi çok uzun bir yoldur. Gönülden gönüle giderse o yol, aşk olur. Aşk olsun. Şarkıların neyi söylediğini bilmek, bilmeye çalışmak, aramak ve bulmak, işte bunlar da hakiki aşkın sorumluluğudur. İnsan olmaya çabalayanın sorumluluğu da dinlemek, en önemlisi de neyi dinlediğini bilmektir. Söylerken de dinlerken de, bilmek...

Yağız Gönüler