31 Mart 2013 Pazar

Bir intihardan kalan en değerli izler

Bir intiharın ardından söylenmiş sözler bunlar. Tezer Özlü’nün 20 ve 30’lu yaşlarında yazdığı hikâyeler. Belki de bir intiharın okuyucuya bırakabileceği en değerli şeyler. Hepsinde ölüm var, ailesi tarafından “hasta” sıfatıyla doktorlara teslim edilmiş bir kadının ölümleri.

Eski Bahçe Eski Sevgi kitabı Tezer Özlü’nün dergilerde çıkan hikâyelerinden oluşuyor. İlk intiharından sonra olduğu için ölüm de yaşam da en çok bu kitabına yansımış Tezer Özlü’nün: yaşam, ölüm ve cinsellik. Hayatının sonuna kadar savaştığı üç şey. Bu yüzden bu kitap yazarın tüm kitapları arasında belki de en son okunması gereken kitabı. Onu olduğu gibi kabullenmek için, onun olduğu gibi olabilmek için.

"Ben büyüyordum ve o ölüyordu” diyor bir hikâyesinde ve aslında her cümlesinde kendini öldürüyor. Kendini, etrafındakileri, hayalindekileri. Çoğu zaman da yaşamaları için elinden geleni yapıyor. Çünkü intihara rağmen, elektro-şoklara rağmen yaşamayı çok seviyor Özlü. Sırf bu kadar sevdiği için katlanıyor tüm gereksiz ilaçlara.

Çocukluğun Soğuk Geceleri ve Yaşamın Ucuna Yolculuk kitaplarında dile getirebildiği şeyleri söylüyor yazar. Ama bence iyi okunduğunda Eski Bahçe Eski Sevgi kitabı yazarın bilinçdışına giden bir rehber. Bu yüzden daha çok acıtan, daha çok sevdiren.

Onu daha çok sevmeniz dileğiyle…

"Yaşamı o kitapta olduğu gibi yoğun yaşayıp yaşamadığımı düşündüm. Aşkı, duyguları, özlemleri? Yoksa ben yaşanan tüm olayların bir gözlemcisi, dünyanın, duyguların, özlemlerin, ülkelerin, alışkanlıkların bir seyircisi miyim? Belki de gövdenin öldürücü acılarını gözlemci olarak taşımak daha kolay olurdu."

Ümran Kio
twitter.com/umrankio

Edebiyatta paparazzi

Günümüzde kendini “ünlü” sıfatına yakıştıran herkesin ortak sorunu paparazziler. Özel hayata saygıdan bahsederken bir yandan da öyle merak ediyoruz ki sonunda kişiler arkadaşlıklarını bile gizli saklı köşelerde yaşamak zorunda kalıyorlar.

Peki edebiyatın paparazzisi olur mu? Olur. Hem de orada burada yazarları fotoğraflayarak, yasak aşklarını ortaya dökerek değil yalnızca eserlerinden yola çıkarak olur. Hatta bu, “edebiyat tarihçiliği” sıfatı altında öyle mübahlaştırılır ki ne okuyucu anlar yazarın özel hayatına saygısızlık ettiğini, ne eleştirmen anlar bir amaç uğruna mesleğinin özünü unuttuğunu. Evet, hepimiz sevdiğimiz yazarların aşklarını, ilişkilerini merak ediyoruz ama onların bize sundukları verilerle yetinmeyip daha derine inmek onlara sevgi gösterisi değil saygısızlık olmuyor mu?

Bu konuyu ileride “eleştirmen” olmak isteyen biri olarak ben de hiç düşünmemiştim. Ta ki Henry James’in Aspern’in Mektupları isimli kitabını okuyana kadar. James’in gerçek bir hikâyeden yola çıkarak yazdığı bu kitapta isimsiz bir anlatıcı Amerikalı bir şair olan Jeffrey Aspern’in eskiden aşık olduğu kadına yazdığı mektupların peşindedir. Bunun için her şeyi göze alıp Venedik’e gelen anlatıcı yaşlı kadının aksiliği ve yeğeninin soğukluğuyla karşılaşır. Son ana kadar okuyucu için de hırs haline gelen mektupların gizemi çözülemez. Bu gizemli hikâye bir yandan giderken bir yandan da Henry James’in Venedik’in renklerini ne kadar iyi kullandığını görür okuyucu.

James’in en sevilen kısa romanlarının arasında yer alan Aspern’in Mektupları güzel kurgusunun yanında Henry James’in en başarılı yaptığı şeyin de başka bir örneği: anlatıcıya güvenmeli mi güvenmemeli mi? Aynı soruyu Yürek Burgusu’nda da sorduran yazar burada da okuyucuyu hiçbir şeyden emin olamadan son ana kadar getirmeyi başarıyor.

“Eski defterleri karıştırmak doğru mu sizce?”

“Eski defterleri karıştırmak derken ne kastettiğinizi anlamadım sanırım. Biraz eşelemezsek, geçmişi nasıl anlayabiliriz ki? Şimdiki zaman, geçmişe epey kötü muamele ediyor.” 

Ümran Kio
twitter.com/umrankio

26 Mart 2013 Salı

Kelime tarlasında ırgat olmak

İster lirik, ister epik, ister senfonik ne olursa olsun; söz konusu şiir olunca hepimiz birer traktör şoförüyüz. Süreceğimiz tarla bazen ürününü hemen veriyor, kiminde nadas sonrasında verim alınabiliyor, kiminde ise tüy bitmiyor.

Dergâh dergisinin eski takipçileri (mesela 8-10 yıl öncekileri) iyi bilirler ki "Murat Menteş şiiri" diye bir şey vardır. Zaten Murat Menteş'in eski okuyucuları (Dublörün Dilemması ve Korkma Ben Varım'dan çok önceleri) bilirler ki, çok ciddi bir İsmet Özel düşkünü olan Menteş çok sağlam da bir şairdir. Romanlarını okumadan evvel de kesinlikle şiirleri okunmalıdır zira bu şiirlerin her biri için "Murat Menteş'i ve mücadelesini anlama kılavuzu" diyebiliriz.

"Vasat kader olur mu, bak bu da ayrı bir dert
Bir ayağım sonsuzlukta ve'l-ba'su ba'd'el-mevt."


Yukarıdaki dizelere sahip ve kitaba ismini veren Garanti Karantina adlı şiir, yanılma ihtimalim çok düşükse 2003 yılında Kökler dergisinde yayınlanmıştı. Kökler, Salih Mirzabeyoğlu'nun 1986 yılında yayımlanan, tasavvuf ve tarih ilişkili kitabının da adıdır, selâmımızı verelim. Şiire geri dönelim ve 2010 yılında Sel Yayıncılık tarafından yayımlanan, yaylım ateşi dizelere siper olmuş şiirleri süzelim.

"Allah'ım kaderimden şikayetçi değilim
Aksine bahtiyarım, evrende bana da rol
Verdiğin için şahsen: Allah'ım bizler senin
Falsolu kullarınız, n'olur bizden razı ol."


Şiirlerine verdiği isimler ve kimilerine göre bol kelime oyununa sahne olan dizeleriyle Murat Menteş, yakın şiirimizin kalbe yakın isimlerinden olup, zihni çalıştıran lügatıyla da alkışları hak etmiş, sonrasında da şiir sahnesinden inmiştir. "Aceleci Tefecinin Edebiyat Süsü Verdiği Anlar" adlı şiiri, olağanüstü hal ilan edilmiş bir bölge valisinin endişesiyle açılıp, aynı valinin sakinliğe teslimiyetiyle biter:

"Felek balta, kader kürek,
Ecel tırpanla kuşatmış bitkisel hayatımı.
Delirip, aklımı düşsem vergiden
Bürokrat çete damgalar aranjman çığlıklarla
Balo bileti gibi kara bahtımı.
...
Sökülüyor cart curt ontolojik yamam
Şarj olsam hasretinle, amatörce mi kaçar?
Atomu yumrukla parçalayamam...
Allah büyüktür elbet bir kapı açar."

Birkaç yıl önce Murat Menteş'le yapılmış, roman, şiir, edebiyat ve sinema üzerine bir röportaj okumuştum.
Menteş şiirden yüz çevirmediğini fakat işinin romanla olduğunu, yeni bir şiir kitabının şenlik havası estirmesinin zor, etrafın güdük şiirlerle dolu ve memleketteki şiir sahasının epey tenha olduğunu söylüyordu. Bunda haklıydı. Yine 2 yıl önce bu fakir, Murat Menteş'le kısa bir röportaj yapmış lakini sözü şiire pek getirmemişti. Pişmandı, Allah affetsindi.

"Markalardan arınıp kabre gireriz
Ana fikri değişti otopsi raporunun;
Merhumu mu? Ah evet, dokuz canlı biliriz
İnna lillahi ve inna ileyhi raciun."

Şiir savaşının silahşoru olabilmiş her kalemden kaliteli romanlar çıkıyor. Bunu Murat Menteş için de, Şule Gürbüz için de söyleyebilirim. Neden ikisini aynı cümlede andım, bilmiyorum. Bildiğimden emin olduğum şey, iki isme de ayrı ayrı ve derin derin sevgi besliyorum. Bundan dolayı belirtmek isterim; bir yazarı "popüler" kitabıyla tanıdıysanız mutlaka mâzisine inin. Orada en doğal ve samimi halini bulacaksınız. Büyükler, "şöhret afettir" demişler. Şöhretten uzak oldukça daha başarılı, içten olunuyor. Hayır Murat Menteş'e "meşhur" demedim, çünkü kendisini tanıyor ve daima "meşgul" olduğunu biliyorum.

"Avını kovalarken kaybolmayasın
Şans, bir aptalın temel ihtiyacıdır
Paso lagaluga, habire mırın kırın
"İnşallah" demeyen paranoyaktır."


Murat Menteş, şiir sahasında yeni goller atar mı? İnşallah.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

24 Mart 2013 Pazar

Ne varsa eskilerde var, şok hariç

Bir romana başlarken yaşayacağınız heyecan çok önemli. Düşünün ki bu roman, Behçet Necatigil'in muazzam bir çevirisiyle bizlere sunulmuş ve İran edebiyatının kurucularından sayılan Sâdık Hidâyet'in kaleminden çıkmış olsun. Kör Baykuş ilk olarak 1977'de Behçet Necatigil çevirisiyle Varlık Yayınları'ndan çıkmış. Yapı Kredi Yayınları'ndaki ilk baskısı ise 2001 yılında yapılmış. Bu baskıda önsöz de Behçet Necatigil'e ait, sonsöz niyetine ise Sâdık Hidâyet'in yakın arkadaşı, roman ve hikâyeleriyle tanınmış Bozorg Alevî'nin bir yazısı yer alıyor. Okuduğum en kıymetli sonsözlerden biriydi diyebilirim çünkü bir biyografiden daha çok, yazarın ruh dünyasını derinlere girmeden bizlere aktarıyor, aktarabiliyor.

"Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar. Kimseye anlatılamaz bu dertler, çünkü herkes bunlara nadir ve acayip şeyler gözüyle bakarlar. Biri çıkar da bunları söyler ya da yazarsa, insanlar, yürürlükteki inançlara ve kendi akıllarına göre hem saygılı hem de alaycı bir gülüşle dinlerler bunları. Çünkü henüz çaresi de, devası da yok bu dertlerin."

Bûf-i Kûr yani Kör Baykuş'ta, sizi şoka uğratacak bir son yok. Zaten böyle bir sonu daha çok popüler romanlarda bulabilirsiniz, özellikle de Türk edebiyatında. Neredeyse bütün romanlar şoka uğratmak için yazılıyormuş gibi geliyor bana. Onlarca karakter, her yeni bölümde alıntılar, sıfır dipnot ve "şoklama" bir son. Yemezler, yemiyorlar. Balığın da şoklanmışı makbul değildir mesela. Öte yandan balık, baştan kokar. Sâdık Hidâyet hiç bu "toplara" girmemiş, pas yüzdesini hep netlik ve disiplinli bir şekilde hazırlanmış ruhsal etkiyle yüksek tutmuş. Bundandır pek çok ülkede çevrilmesi ve yüzlerce yazarı etkilemesi.

"Bana göre değildi bu dünya; bir avuç yüzsüz, dilenci, bilgiç, kabadayı, vicdansız, açgözlü içindi; onlar için kurulmuştu bu dünya. Yeryüzünün, gökyüzünün güçlülerine avuç açanlar, yaltaklanmasını bilenler için. Kasap dükkânı önünde bir sinir parçası için kuyruk sallayan aç köpek gibiydi onlar."

Kör Baykuş'ta, yazarın yaşamını görmek bir hayli mümkün. Çok zengin ve güçlü bir aileden gelmesine rağmen parayı bir köşeye atması ve geçimini kâtip olarak sağlaması, hangi mesleği seçeceğine bir türlü karar veremeden Paris'te yazmaya başlaması ve "Yaradılış Efsanesi" ile İran edebiyatına kalıcı bir anıt dikmesi, Rıza Şah'ın İran'ında hayat bulamaması ve Hindistan'a gidip "Kör Baykuş"u yazması, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ülkesi adına hiçbir umut görememesi ve ciddi bunalımlara girmesi, sırf yaşama ümidi bulabilmek için tekrar Paris'e gitmesi, Ömer Hayyam'dan çokça etkilenmesi, başbakan olan eniştesinin bir yobaz tarafından katledilişi ve böylelikle Sâdık Hidâyet'in kendi canına kıyması için bardağın son damlasının tamamlanması...

"Garip bir dağılma ve bölünme geçiriyordum sürekli. Bazen bir şey düşünüyor, buna kendim de inanmıyordum. Bazen içimde kendime karşı bir acıma duygusu beliriyor, ama aklım ayıplıyordu beni. Birisiyle konuşsam, bir şey yapsam, türlü konularda söze karışsam gönlüm başka yerde oluyordu, aklım başka yerde, ve ayıplıyordum kendimi. Dağılan, çözülen bir kitleydim ben. Sanki hep böyleydim, böyle de kalacağım: acayip, biçimsiz bir karışım..."

İşe yarar bir son adına tekrarlamak isterim; yazarın romanında ne bir zafer ne de bir mağlubiyet vardır. Onunki sadece ruhsal bir boşalmadır. Ümit ve ümitsizlik arasında bezmiş, yılgın ve hatta mahvolmuş bir adamın kaleminden çıkanlardır. Karamsarlık olduğu kadar, alay da vardır...

İntiharından (Paris'te kaldığı dairesindeki tüm delikleri tıkayıp gaz musluğunu açmış ve ölmüş. Ertesi gün ziyaretine gelen bir dostu onu tıraş olmuş, tertemiz kıyafetler giymiş bir şekilde yerde yatarken bulabilmiş. Cebinde parası da varmış ve müsveddeleri yakılmış bir şekilde yanı başındaymış.) kısa bir süre önce bir hikâye taslağı bulunmuş. Konusu ise şöyle: Annesi "Salgı salamaz ol!" diye beddua eder bir yavru örümceğe. Örümcek hiç ağ yapamayınca, çaresizce ölüme kurban gider. Bunu bilen herkes sorar: Hidâyet'in hayat hikâyesi miydi acaba bu hikâye?

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

22 Mart 2013 Cuma

Bir şairin aşkına tanıklık etmek isteyenlere

"Seviyor musun mektuplarımı? Ben seni çok seviyorum."

Cemal Süreya, Türk şiirinin güçlü ve aşık sesi, ciddi bir ameliyat için hastaneye yatan eşi Zuhal Tekkanat’a hastanede kaldığı 13 gün boyunca her gün bir mektup yazmış. 12-24 Temmuz 1972 tarihlerinde kaleme alınan bu 13 mektup Cemal Süreya’nın ölümünden kısa bir süre sonra bizzat Zuhal Tekkanat tarafından kitaplaştırılması için Erdal Öz’e iletilmiş.

“Aklımda hep sen vardın. Geçen seferki ameliyatı anımsadım. Sen ameliyat olurken ben ne yapacağımı bilmiyor, bir yandan da birkaç kuruş elimize geçer diye oturmuş “Goriot Baba” çevirisine bir iki sayfa eklemeye çalışıyordum. O hastane çıkış gününü hiç unutamıyorum. Derin bir çizgi çekmiş belleğime. Paramız yoktu. Cem yayınevinden 1000 lira alacağımız vardı ve yayınevi, çok önceden haber vermiş olduğum halde, bu parayı gününde ödememişti, ya da ödeyememişti. Sonuçta o gün seni bir taksiye bile bindirememiştim. Yürüye yürüye Şişli’ye inmiş, ordan Karaköy dolmuşuna, Karaköy’den de vapura binmiştik. Ne günlerdi onlar. Bizim sevdamız böyle günlerden de geçmiştir. Ama biz o günleri de çok severiz, değil mi? Yaşadığımız günlerdir, birbirimizi tanıdığımız günlerdir. İyi, kötü günler geçirdik. Çoğunca da iyi günler. Öperim o günleri.”

Cemal Süreya'nın Zuhal Tekkanat’a duyduğu aşk, derin bağlılık ve ötesindeki o eşsiz muhabbet her mektupta, her satırda kendini hissettiriyor.

Şairin mektuplarına sinen bu aşkın ve evliliğin başlangıcı da ziyadesiyle ilginçtir. Cemal Süreya, 1967 yılında, Zuhal Tekkanat’la Türk Edebiyatçılar Birliği Lokali’nin açılışında üçüncü kez karşılaştığında çevresini saran kalabalıktan sıyrılır ve Tekkanat’ın yanına gider: “Madam ya da Matmazel çok güzelsiniz, benimle evlenir misiniz?” der. Tekkanat, kendisiyle alay edildiğini düşünür, öte yandan çok da heyecanlanır. Ancak bu şekilde yapılan bir teklifin inandırıcı olmadığını ima etmek amacıyla, “Yeri geldiğinde düşünürüm.” diye yanıtlar. 1972 yılının Temmuz ayında evlilerdir ve Cemal Süreya bir mektubunda şöyle yazmaktadır:

“Her şeyimi sana borçluyum. Sana rastladığım sıralar yıkıntılıydım. Sen onardın beni. Tuttun elimden kaldırdın. Ben de ekmek gibi öptüm alnıma koydum seni, kutsadım. Sana rastladığımda susuzdum, yalnızdım, bir çırpıda içtim gözlerini.”

Cemal Süreya, hastanede Zuhal Tekkanat’ın yanında olmadığında yaptıklarını anlatıyor uzun uzun; gittiği yerleri, yazdıklarını, yazmayı planladıklarını... Hayaller kuruyor, bir kız çocukları olmasını düşlüyor. İsmini bile hazır ettiği kızlarından bahsediyor mektuplarında sık sık. Ve hayattan, şiirden, aşktan dem vuruyor her cümlesinde.

“Anlamalısın beni, birtakım büyük şeylerin peşindeyim. Bazı iddialarım var, onları gerçekleştirmek istiyorum. Bunun dışında çok şeye niyetim de, vaktim de olmuyor. Bu konuda işte, asıl bu konuda anlamalısın beni. Hiçbir yönden kuşkulanmamalısın benden. Ben ki sana senin şahdamarından daha yakınım, nasıl kuşkulanırsın benden? Destekle beni ( zaten hep desteklemişsindir) bak neler yapıyoruz. Nelerden ne sular akıtıyoruz.”

“Tükenmez kalemin mürekkebi bitti. Dolmakalemle devam ediyorum. Bu mürekkebi seviyorum. Senin göz rengini, başka bir açıdan çağrıştırır bir yanı var galiba. Bu mürekkeple de yineleyeyim gerçeği: Seviliyorsunuz, madam. Madam, Oklohoma’ya gitmek isterim sizinle. Şikago’da kalabalık bir caddede yürümek isterim.”

Onüç Günün Mektupları, bir şairin aşkına tanıklık etmek isteyenlere iyi gelecek bir kitap.

"Pir Sultan’a girdim. Birbuçuk ay içinde bu araştırmayı bitirmem gerek. İşin üstesinden gelebilirsem güzel bir çalışma ürünü çıkacak ortaya. Madam Bovary’nin parasıyla televizyon, Pir Sultan’ın parasıyla çamaşır makinesi alacağım sana. İkisinin bedeli ikisini almaya yetecek. Seni yaşatacağım. Dalım, çiçeğim. Günlerimiz daha iyi olacak. Çünkü Necati Cumalı’nın dediği gibi, "Yaşar iyi ve güzel olan."

*Cemal Süreya’nın Onüç Günün Mektupları kitabının YKY baskısında 13 mektubun yanısıra şairin Zuhal Tekkanat’a yazdığı birkaç mektup daha yer alıyor.

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

20 Mart 2013 Çarşamba

Ölümü bile unutur insan

Şiir mi, roman mı, hikâye mi olduğunu sonuna kadar anlamadığımız bir kitap Nisyan. Murat Gülsoy’un son kitabı. Peki ne demek nisyan? Unutmak, kasten terk etmek demek. Özellikle, kitabın sonuna kadar kelimenin kökenine bakmadım. “Unutmak” anlamını biliyordum. Sadece bu anlamla düşününce “neden bu ismi vermiş kitaba?” diye sorgulamadım değil. Ama “kasten terk etmek” anlamını öğrenince her şey netleşmişti.

Ölmek üzere olan bir adamın ağzından dinliyoruz hikâyeyi. Bilinci gidip geldiği için standart bir kurgusu yok kitabın. Aslında hepimiz biliyoruz hayat denen karanlık denizin bir sonu olduğunu ve daha karanlık olana ait olduğumuzu. Ama ana rahmini terk ettiğimiz günden itibaren bu gerçeği unutmak üzere kuruyoruz denklemlerimizi. Kasten terk ediyoruz bu gerçeği. Ta ki ölüm bizi sayıklama anına kadar sürükleyene dek. Ölmemek için kelimelere sığınana dek. Ya da anlatıcı gibi zamanında kelimeler üzerinde güç sahibiyken gün geçtikçe onların kölesi olana dek. Ama buna ihtiyacımız var. Her adımda ölüme yaklaştığımızı unutmazsak her şey içinden çıkılmaz bir hal alabilir. Arapça bir deyim varmış: nimet il nisyan diye. Anlamı da “unutmak nimettir.” Deyimlere inanırım.

Bazen insan adını bile hatırlamayabilir. Hatırlanmak için çırpınıp dursa da geceleri ortaya çıkan böceklerden başkası duymaz sesini. O zaman da edebiyata sığınır. Tıpkı roman yazmaya çalışan bu anlatıcı gibi. Ama cümle kuramaz. Sayıklar, sayıklar… Gülsoy, bu sayıklamalardan yola çıkarak metaforlar dizisi sunuyor okura. İtiraf edeyim, kitabı ilk okumaya başladığımda her sayfada tek bir paragraf ve o kadar boşluğun bulunması rahatsız etmişti beni. İlerledikçe fark ettim ki, bu kitabın o boşluklara ihtiyacı var. Durup düşünmek için, bir öncekini sindirmek için hepimizin hayatta o boşluklara ihtiyacı var. Bu yüzden kitabı okunacaklar listenizin yanında “düşünülecekler” listenize de eklemeyi unutmayın.

Bu da kitaptan tadımlık bir bölüm:

"Benim de bir zamanlar öldüren bakışlarım yok muydu? Her temasta zehirlemedim mi? Zamanın içinde kaybolmak günahlarından azat edilmek demek. Belki de. Kahve fincanını açıyorum. Geçmişi söyle bana. Kadın gülümsüyor bilmeden. Kalabalık çok insan. Bir de kuş geliyor uzaklardan. İyi bir kuş. Merakımı yenemiyorum. Heyecanlanıyorum. Geçmişten haber var mı?" (s. 59)

İyi okumalar...

Ümran Kio
twitter.com/umrankio

18 Mart 2013 Pazartesi

Bencilliği gözünü karartmış olanlara

"Kuşkulanmaktan korkmayana
bıkıp usanmadan ve ölüm tehlikesine
aldırmadan nedenleri arayana
hayat verme ya da bunu geri çevirme
bilmecesini kendi kendine sorana
bu kitap bir kadın tarafından
tüm kadınlara adanmıştır."

diyor Oriana Fallaci, Doğmamış Çocuğa Mektup kitabının başında. Kitabın tek katılmadığım kısmı bu kısım. Bir annenin hamile kaldığını öğrenmesiyle (belki de hissetmesiyle demeliyim) başlar kitap. Babası “baba” sıfatını hak etmeyen sorumsuz insanın teki. Hatta annesinin kocası bile değil. Bir annenin çocuğuyla konuşmaya başlaması sandığımızdan çok daha erken dönemlere rastlıyor.

Kitabı herkes feminist bir kitap zannetse de ben feministlikten çok uzak bir kitap olduğunu düşünüyorum. Anne kız çocuğu annesi değil, erkek çocuğu annesi de değil. O sadece bir anne ve çocuğunun güvenli yatağından çıkınca başına gelecek insanları, olayları, kötülükleri anlatıyor. Evet, Tanrının neden sürekli erkek olarak düşünüldüğünden yakınıyor. İsa’nın Tanrının oğlu olduğu kadar Meryem’in de oğlu olduğunu ve buna da önem verilmesi gerektiğini savunuyor. Bunlara dayanarak feminist demek çok zor. Çünkü zaten Tanrıya da inanmıyor. Bir çocuğu dünyaya getirip getirmemekle ilgili kararı kendi verdiği için bile bencil olduğunu düşünüyor.

O sadece bir anne. Ve dünyadaki acıların hiçyokluktan daha iyi olduğuna karar verip çocuğunu var etmeye çalışan bir kadın. O yüzden bence bu kitap sadece kadınlara değil, karşısındakine baktığında bile kendi bencilliğinin ardını göremeyen tüm insanlara adanmalıydı.

Bencilliğinizin buğulandırdığı her şeyi netleştirmesi dileğiyle.

Ümran Kio
twitter.com/umrankio

*Yağız Gönüler'in kitapla ilgili söylediklerine de kulak vermek lazım:
ruhunakitap.blogspot.com/2012/11/erken-bir-konusma.html