7 Aralık 2012 Cuma

Kin'in Yas'ının portresi

23 yaşında bir üniversite öğrencisi. Bir sabah, okuduğu okulun kapısına geldiğinde bir an için durur. Fakültenin giriş kapısından içeri giren diğer öğrencilere bıkkınlıkta bakar. Canı sıkılıyordur. Hatta canı çok sıkılıyordur. Hepimizin durduk yere bir çılgınlık yapmayı düşündüğü bazı zamanlar olmuştur. Onun çılgınlığı ise en yakın kırtasiyeden sekiz ortalı bir defter alıp fakültenin yakınındaki bir kahvehaneye girip, aldığı defterin ilk satırına ilk cümleyi yazmak olur:

“Asansör dördüncü katta durdu.”

Genç yazar, kitabını yazmaya başladığında şu hayattaki temel iddiası olan “Hiçbir şey yok”u destekleyen olaylar anlatır, diyaloglar yaratır. Kitabının sonuna geldiğindeyse hayatla ilgili bazı görüşlerinde değişiklikler olur, son cümleyi “Her şey var” olarak kaydeder.

Yazarımız, kendi zihninden defalarca kez kaçmıştır. Ailesinin evinde Hakan adında bir et yığınını bırakıp gitmeyi kaç kez arzulamıştır! Kimi zaman bunu başarmıştır ya da başardığına inanmıştır. Neticenin değişmediğini görünce, başarılı olup olmamayı da umursamamaya başlamıştır.

Dışarıya karşı açık bir genç insan olup, başkalarıyla çok fazla ortak noktada buluşacağına maalesef herkes gibi bir zamanlar o da inanmıştır. Müzik bilgisi muazzamdır. Edebiyata neden inansın ki, yazılmış sanatsal eserler onun için tuvalette okunmak için yazılmıştır. Hayatında çoğu şeyi zorunluluktan veya meraktan yapmıştır. Üniversitede okumak gibi örneğin… Üniversitede okumak onun için beyhude bir çabadır. Yine de gidip bakmakta fayda vardır. Bu yüzden Ankara’da Fransızca eğitimine başlamış, yarıda bırakarak Brüksel’e gitmiş, sonra geri dönerek bir Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin zeminine botlarının izini bırakmıştır.

Romanını tamamladıktan sonra bir kitabevine girip eline rastgele kitaplar alıp, içindeki yayınevi bilgilerini not etmiştir. Yedi tane yayınevi adresini yazınca bu kadarın yeteceğini düşünmüş, sıkıcı kitap raflarını terk ederek yazdığı romanın yedi tane çıktısını almıştır. Bu yedi yayınevinin üçü çalışmayı reddetmiştir, üçü cevap bile vermemiştir, bir tanesi ise “gel basalım” demiştir.

23 yaşındayken yazdığı romanı 24 yaşındayken elinde tutan bu delikanlı, Türkçede daha önce yan yana gelmemiş kelimeleri bir araya getirdiğinin farkındadır. Kelimelerin ve harflerin kavuşmasına, sınırları aşmasına daha o zamanlar kafa yormaya başlamıştır; ancak o zamanlar bilmediği şey, ilk romanının çıkmasından tam 11 sene sonra alfabenin ilk ve son harfini bir araya getirip “AZ” romanını yazacak olmasıdır. Kalıcılık gibi bir derdimiz vardır.

Bu dert’e hemdert olacak çareler bulma arayışındayızdır. Bizim bu genç yazarımız da bir düşünceyi, bir yaşayışı kendisinden önce yazanlara rağmen, hâlâ orijinal bir şekilde kendince ifade etmekteyse, yedi yıl sonra yazacağı “Azil” de “Her şey söylenmiş olabilir, ama ben daha söylemedim. Ve eğer ben söylememişsem, henüz her şey söylenmemiştir” görüşünde olduğu içindir.

Hayatın acımasız olduğunu bilmeyen var mı aramızda? Hayat, sandığımızın aksine “şanslı” diye damgaladığımız insanlara da acımasızlığını yapar. Hayat bu, güven olmaz; yapacağını herkese, her yerde ve her şekilde yapar. Pekiyi hayat, bu genç yazarımıza ne yapacaktır?

Genç yazarımız şu günlerde 37. yaşında doğru dörtnala ilerlemektedir. Ürkek bakışlarla girdiği kahvehaneyi, 23 yaşında bir gencin kuyruklu yalanlı hayalleriyle bilmektedir. Biz karakterlere takılmadan şunu söyleyelim, Kin’in Yas’ının Portresi hep genç kalacaktır. Dorian Gray gibi. Ve elbette Kinyas ve Kayra da…

Kayra, zihnini ölüme terk ettiği o evde; Kinyas, ailesinin yanında, yaratıldıkları yaşta ebediyen yaşayacaklardır. Nerede mi yaşayacaklardır? Tabii ki bizim henüz ölmeyen zihinlerimizde!..

Hakan Günday kitapları seni de yaraladı, biliyorum. Ancak hâlâ hayattasın öyle değil mi? Henüz ölmeyeceğini söyleyebilirim şimdilik sana. Ne de olsa Kinyas ve Kayra’nın mottosunu artık hepimiz biliyoruz. O yüzden Hakan Günday son kitabını yazana kadar hayattayız!

“Omnes Vulnerant Ultima Necat!”
-Hepsi yaralar, sonuncusu öldürür!–


Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

6 Aralık 2012 Perşembe

Koynunda kedi besleyenlere

"Kedilerden hoşlanmayan insanlardan uzak durun."
- İrlanda atasözü

"Üzgün Kediler Gazeli", ilk baskısı 2007'de yapılan, üçüncü baskısını Kırmızı Kedi'de Mart 2012'de yapan bir kitap. Bu da şu anlama geliyor; yıllar geçer, biz sadece iç çekeriz. İç çektikçe de şiir okuruz. Haydar Ergülen'e Metin Altıok Şiir Ödülü'nü kazandıran bu şiirleri, bir kedinin hem inceliğini hem de asaletini taşıyor. Şair, şiirlerini okurken bir kediyi bizim koynumuza sokuyor, kedi mırıldarken biz de onu seviyoruz. Dizelerin altını çizmek gibi.

"O bir çay istemişti, trenin içinde
Biz tren yolcusuyduk, çölün içinde
Ben yalnız kalmıştım, senin içinde
Oysa kaç kişinin yerine sevmiştim seni!

Aşkı geçtik, gözlerini açabilirsin."


7 bölümden oluşan kitapta Haydar Ergülen'in 1992'den 2007'ye kadar yazdığı şiirler bize kimi zaman nefes oluyor, kimi zaman da gazel. Şairin en sevdiğim özelliği kelimeleri yormadan, kafaları karıştırmadan ve duyguları abartmadan, dizeleri çok sağlam temellere oturtması. Biz de şiir okuyucusu olarak bu sağlam temellerin üzerine kendi duygularımızı ekliyoruz ve ortaya çıkan eseri -adı her ne olursa olsun- keyifle izliyoruz.

"Lambası hep açık yüreği bir şair feneri
İçli bir şiirdir onda insan olma hüneri."


Yaşayan en kıymetli şairlerimizden biri olan Haydar Ergülen'in şiirleri bana kalırsa birçok farklı ruha hitap edebilir. Ama önceliğiniz kedi sevmek olmalıdır. Zira kedi sevmiyorsanız, aslında birçok şeyi de sevmiyorsunuz demektir. "Kediler duyguları konusunda dürüsttürler, insanlar ise duygularını gizlerler" demiştir Ernest Hemingway. Ustanın bir bildiği mutlaka vardır dememe gerek yok çünkü görünen köyde kılavuz dağıtılması yasaktır.

"Kedilerimin kardeşiyim, inceliği ve mahcubiyeti onlardan öğrendim
Beni turnasız türkülerin beni solgun bir kedinin kalbinde unuttular."


Bir kediyi beslerken yaşanan hislerin bütününü hatırlatacak şiirler daima vardır.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

4 Aralık 2012 Salı

Kırılmaktan korkmayanlara

"Şimdiki aklım olsa öyle yapmazdım. Ama öyle yapmasaydım da şimdiki aklım olmazdı."

Emrah Serbes, son dönemin güçlü ve sahici kalemlerinden. Belki bir kısmınız Behzat Ç.'nin yazarı olarak biliyor onu, bir kısmınız Afili Filintalar'dan tanıyor, bazılarınız da Erken Kaybedenler'dendir... Tanışıklığınız nereden kaynaklı ve hangi düzeyde olursa olsun, bu sahici ve ziyadesiyle Ankaralı kalemle muhabbetinizi arttıracak bir kitap tavsiyem var: Hikâyem Paramparça.

Hikâyem Paramparça, Emrah Serbes'in Afili Filintilar'da ve Birikim Dergisi'nden yayımlanmış yazılarından ve yeni bir hikayesinden oluşuyor.

"Hepimiz yanlış hatıralara sahibiz. Öyle yaşanmadı ki onlar."

Kısa cümleler, keskin bir gözlem gücü ve hep içimizde bir yerlere dokunan sözcükler...

Emrah Serbes, insana Ankara'yı sevdiren kalemlerden biri.

Hikayem Paramparça'nın da fonunda Ankara var, hafiften görünen. Ve ancak yakından bakınca görülebilecek kırıklarımız, kırgınlıklarımız.

Ve fazlasıyla gerçek hayatımız...

"Mesai saatleri içinde eğlenmeye tolerans payı bırakabilirler, yas tutmaya değil. Ölüm izni bu yüzden var. Yakını ölmüş kişi, acısını unutana kadar hizmet dışıdır. Ayakaltında dolaşması da istenmez. Acısını unutmak için kendini işine adamış insan tipi de bu yüzden çok sevilir. Çünkü hepimiz, acısını unutmak için ya da unuttuğu için, kendimizi bir şeylere adamışız."

Daha evvel rastlamış olabileceğiniz satırların üzerinden geçebilir ve Galip İşhanı isimli yeni ve fena halde etkileyici bir hikayeye kapılıp gidebilirsiniz okurken.

Hikâyem Paramparça, bir insana baktığında gördüğünden daha fazlasını sezenlere ve kırılmaktan korkmayanlara iyi gelecek bir kitap.

"Gözyaşların kurumadan gülmeye başlarsın o zaman. Çünkü bilirsin ki seni artık kimse kandıramaz kolay kolay. Mutsuz insanları kandırmak zordur çünkü. Hayata her zaman kuşkulu gözlerle bakan, mutsuz insanları kandırmak, herkes bilir bunu, çok ayıptır çünkü."

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

2 Aralık 2012 Pazar

Hayatımızdan düşen ilk yaprak: çocukluğumuz

"Şair, yenilgiyle başlayan adamdır
Şiire!"

Keder ödünç bir şey midir? Belki de, kim bilir. Şimdilik 6 baskı yapan "Keder Gibi Ödünç", Haydar Ergülen'e Cemal Süreya Şiir Ödülü'nü kazandırmış bir kitap. Şair, her ne kadar "mırıldandığım şeylersin" dese de, çocukluktan yaşlılığa ve hatta topraktan göğe uzanan bir yolculuğa çıkarıyor bizi. Emniyet kemeriniz takılı olduğu müddetçe sarsıntılardan korunuyorsunuz. Olası bir okuma yorgunluğu ise dizeler arasındaki dönüşlerde kalp ritminizi harekete geçirebiliyor.

"Çocuktum, ayıramazdım ha aşk ha zeytin
Aşkı yazsam kağıttan utanırdım, o benden mahcup
Zeytine uzansam dalından kırılırdım, benden de çocuk
İkisini de gözle toplamayı sonra öğrendim."


Haydar Ergülen'in şiirlerinde harflerin gülüştüğünü, hayvanların asil duygularını ve doğanın kuvvetli anlatımını bulmak mümkün. Her bir dize resmen "benim kıymetimi bilin" deyip altını çizdiriyor.

"Galiba insanın yakışıklı bir kalbi olmalı önce
Sık sık tozu alınmalı, parlatılmalı aynalı sözlerle
Benimse kâlp hususunda cilalı bir cümlem bile yok
Mırıldandığım sözlerin çoğu ondan gelse de."


"Kırmızı Kedi"yi tebrik ediyorum. Özellikle şiire değer verip şiir kitaplarını ayrı güzellikte basmaları, kapaklarındaki kusursuz tasarım ve rahat okunabilirlik tek kelimeyle takdirlik. Alıntıyla bitirmek pek huyum değildir ama kendimi tutmak istemiyorum: "Alınyazısıdır şiir, elyazısı geveze."

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

Hayatının baharında olanlara

Bazı kitaplar vardır ki, herhangi bir sebepten dolayı çıkar çıkmaz ilgimizi bir şekilde çekerler. Bu durum çok sık tekrarlanmaz ve bence güzelliği de buradadır. O kitabın hemen ilgimizi çekmesi adından, kapağından, yazarından, yayınevinden, çevirmeninden, tanıtımındaki bir cümleden kaynaklanabilir. Orasına biz karar veremeyiz.

2012 Tüyap Kitap Fuarı öncesinde Bayan Jean Brodie’nin Baharı’nın tanıtım bülteni geldiğinde çok heyecanlanmıştım. İşim gereği günde onlarca kitap tanıtım bülteni aldığım için bu kadar tepki vermemem gerekirdi. Ancak bu kitap yayıneviyle, çevirmeniyle, kapak tasarımıyla, modern bir klasik eser oluşuyla beni hemen etkiledi.

Muriel Spark’ın bu erken dönem, öncü romanı 1961’de yayımlanmış. Roman, Edinburgh’ta yatılı bir kız okulunda geçiyor. Bayan Jean Brodie, bizzat seçtiği 6 tane kızı geleceğe hazırlayan bir ilkokul öğretmeni. Eğitim sisteminde kendi doğrularından şaşmıyor ve okul yönetimiyle her sömestr kavga ediyor. Kendisini okuldan uzaklaştırmak isteyenlere karşı her zaman galip geliyor.

Romanın yayımlandığı dönemde diğer tüm türdeşlerinden ayrılan özelliği ise Muriel Spark’ın “prolepsis” tekniğini kullanmasıdır. Bu teknikte yazarımız şunu çok iyi başarıyor: Belli bir karakteri anlatırken ya da iki karakteri karşılıklı konuştururken bir anda yıllar sonrasına götürebiliyor sizi. Bu roman sayfalar arasına sığdırılmış zaman sıçramalarıyla yazılmış. Bayan Brodie’nin herhangi bir kızını önce on, sonra on beş, sonra on yedi, sonra otuz yaşında okuyabiliyoruz.

Bayan Brodie hiç evlenmemiş ve çocuk sahibi olmamış. Kendini, seçtiği kızları kültür ve sanat alanında çok iyi hanımefendiler olarak yetiştirip, onları “kaymağın da kaymağı” yapmak istiyor. Kızlar büyüdükçe, biricik öğretmenlerinin özel hayatıyla da ilgilenmeye başlıyorlar. Bayan Brodie, kızlarına çok güveniyor ve okuduğumuz zaman sıçramalarında anlıyoruz ki, Bayan Brodie’nin okuldan atılması ve emekliliğe zorlanması kendi grubundan bir kızın ihaneti yüzünden oluyor. Ancak bunu romanın sonuna kadar öğrenemediğimiz gibi, kızın nedenleriyle birlikte zaman sıçramalarıyla okuma şansımızı olacak ve kafamızda soru işaretleri kalmayacak.

Muriel Spark’ın bu romanı kesinlikle okunmayı hak ediyor. Romanın eğlenceli ve bilgilendirici yazılması benim sempatimi kazandı. Şunu da söylemeden edemeyeceğim; bu roman biraz da genç kızların aşkı, hayatı ve cinselliği keşfetmelerinin romanı. Bu yüzden erkek okurlar biraz sıkılabilir. Bence kitabı alanlar ne anlatıldığından çok nasıl anlatıldığına dikkat ederlerse çok daha fazla keyif alırlar. Püren Özgören’in enfes çevirisi, Nazlım Dumlu’nun nefis kapak tasarımıyla Siren Yayınları’nı bir kez daha tebrik ediyorum.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar