9 Temmuz 2012 Pazartesi

Mistik bir iç dünya keşfetmek isteyenlere

Rilke'nin daha önce "Dua Saatleri Kitabı"nı tanıtmış ve "Şarkı gibi, roman gibi şiirler" barındırdığını belirtmiştim. "Orpheus'a Soneler", çok kısa bir süre içinde yazılmış ve hepsi bir bütün oluşturan şiirlerden meydana geliyor. Okurken Rilke'nin iç dünyasında misafirlik ederken aynı zamanda onun mistik duygularını da tanımış oluyorsunuz.

Yüksel Özoğuz'un yine kitabı ve şairi eksiksiz anlattığı bir giriş yazısından sonra Rilke'nin mistik dünyası kapılarını sizlere açıyor. Sonrasında yine bir şarkı dinler gibi, coşkulu bir seslenişe sahip şiirler arasında yüzüyorsunuz.

"Biz sözcüklerle ya da işaret ederek parmağımızla
El koyarız dünyaya yavaşça,
Belki de en zayıf ve en tehlikeli yanıyla."


Zaman zaman ta o devirlerden modernleşmeye karşı da bir gizli öfkesi vardır Rilke'nin:

"Bak makineye:
Nasıl da gayretli, intikam alıyor,
Biçimsizleştiriyor bizi, zayıflatıyor.

Gücünü aslında bizden alıyor
O tutku nedir bilmeyen
Çalışsın ve hizmet etsin sadece."


Kitap hakkındaki en güzel ve genel yorumu da, çeviren Yüksel Özoğuz'a bırakayım:

"Rilke "Orpheus'a Soneler"i, kısa süre tanıdığı, çok genç yaşta ölen güzel bir dansçı genç kıza ithaf eder. Onu bir anlamda Orpheus'un genç yaşta ölen karısı Eurydike ile özdeşleştirir. Ölümün en çarpıcı biçimi hiç şüphesiz güzel ve genç bir kızın ölümüdür. Orpheus ise şarkıları ile herkesi büyüleyen, insanları olduğu kadar, canlı ve cansız doğayı da buyruğu altına alan efsanevi kişilikteki şarkıcıdır; burada ise şairdir, sanatçıdır, yaratıcıdır ve hatta Tanrı'dır."

Kimi zaman okuyucunun kendine seslenişler bulabileceği, kimi zaman bir türkü gibi mırıldanmak isteyeceği, kimi zaman da bir kenara yazıp şaşkınca bakabileceği dizeleri özenle sunuyor Rilke. Okuyunuz ve kendinizi dinlendiriniz.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

Varlığı ve yokluğu bir arada okumak isteyenlere

Lanet Olsun Zaman Nehrine” Norveçli yazar Per Petterson’un son kitabıdır. Bir önceki kitabı “At Çalmaya Gidiyoruz” ülkemizde tıpkı bu kitap gibi Metis tarafından yayımlanmıştır. Zaten yazarımız özellikle “At Çalmaya Gidiyoruz” adlı kitabıyla dünyada ün yapmıştır ve hatta o kitapla Norveç Kitapçılar Ödülü’nü ve Norveç Edebiyat Eleştirmenleri Ödülü’nü almıştır. Bu son romanı ise Kuzey Ülkeleri Konseyi’nin edebiyat ödülüne lâyık görülmüştür.

Tecrübeli yazar ve çevirmen Aslı Biçen tarafından dilimize kazandırılan roman tam anlamıyla “varlık içinde yokluk çekmenin” romanıdır. Çünkü romanın ağzından anlatıldığı karakter Arvid Jansen, kendi hikâyesini çekinmeden ve utanmadan size anlatırken, kuzeylilere özgü bir kabalıkla karşılaşıyorsunuz ister istemez. Bu kabalık size karşı değil, aile içinde bir kabalık elbette. Bizim gibi Akdenizli insanlara tuhaf gelen bir aile ilişkisi...

Arvid, bu hayatta umduğunu bulamamış, 37 yaşında, 2 kız çocuğu sahibi ve karısından boşanmanın eşiğinde bir Norveçlidir. Yıllarca ilgisini çekmeye çalıştığı annesi ise mide kanseridir. Arvid çocukluğunu, ilkgençliğini, diğer 3 kardeşiyle olan ilişkilerini anlatırken, geçmiş sürekli bölük börçük bir hayâl gibi ağzından çıkmaktadır. Romanın bazı sahnelerinde geçmişten çok iyi bildiği insanları tanımayışına tanıklık ettiriyor bize. Fena derecede babasına benzeyen; ancak onun kadar güçlü olmak istemeyen Arvid Jansen, idealleri uğruna üniversiteyi bırakacak kadar, tek başına yaşadığı daireyi gencecik sevgilisiyle paylaşacak kadar, başına bir kötülük gelmeye kalksa hemen güçlü ve yıkılmaz annesinin kendisine kol kanat gereceğini bilecek kadar hayâlperesttir.

Petterson’un bu romanı, edebiyat düşkünlerine tavsiye edilmelidir. Bestseller hastaları asla bitiremezler bu kitabı. Petterson, çok satma kaygısında değil, iyi edebiyat yapma kaygısında bir yazardır (Metis’e de bu yakışır zaten). Sade, gösterişten uzak, insanlara mesafeli, az olan parasını değerlendirmeyi bilen kuzeyli insanların belgeselini izlermişsiniz gibi gözlerinizin önüne serilen bu romanı okumak için, “bir insan, anne ve babası dışında, üç erkek kardeşe daha sahipken, nasıl olur da yalnız kalabilir, nasıl olur da bu kadar varlığın içinde yokluk yaşayabilir?” sorusunu kendinize de sormanız gerekebilir.

"Evden ayrılmadan önce bu yolda çok yürümüşlüğüm vardı ama o zamanlar tam aksi yöne, Oslo’nun dışına doğru yürürdüm çünkü yolun tercih ettiğim tarafında, yani sağında, trafiğin karşımdan gelmesini değil benimle birlikte akmasını isterdim yoksa arabalardaki insanların bana bakacaklarını, hatta camlarını indirip elleriyle beni işaret edeceklerini hissederdim; dünyada hayatında yanlış yolu seçen tek insan benmişim gibi."

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

5 Temmuz 2012 Perşembe

Her yerden kaçanlara

Aleksandar Hemon ismi Türk okurlar için alışıldık bir isim değildir. Bu yüzden de “araştırmacı gazeteci” okurlar tarafından bulunup ortaya çıkartılacak gizli kalmış (bırakılmış?) bir yazardır kendisi. “Hiçbir Yerdeki Adam” adlı romanı yazarın ülkemizde basılan ikinci romanıdır. İlki 2001’de Everest tarafından basılan (Çeviren, Mehmet Harmancı) “Bruno’nun Sorusu”dur. 2003’te Agora tarafından da “Pronek Fantezileri” alt-başlığını verdiği “Hiçbir Yerdeki Adam” (Çeviren, Begüm Kovulmaz) yayımlanır.

Yazarın gizli bırakılmış olmasına atıfta bulunurken kastettiğim şey biraz da şudur: Hemon 1964’te Bosna’da doğduğu için, Bosna’nın savaş öncesini ve sonrasını çok iyi bilmektedir. Savaş nedir bilmeyen bizim neslimize göre daha şanssız olması bir yana, tıpkı “Hiçbir Yerdeki Adam” romanında yarattığı Josef Pronek gibi Bosna’daki savaşın arifesinde ABD’ye gider ve ülkesinde savaş patladığı için geri dönemez, orada kalmaya mecbur olur. Savaşın ve onun açtığı tahribatların etkisini yalın ve cafcaflamadan anlatabilmeyi başardığı, bu sırada savaş boyunca diğer ülkelerin dış politikalarına da göndermeler yaptığı için bu yazar bizde ilgi görememiş, gizli bırakılmış? olabilir. Romandaki Pronek’in de başına neler gelir: Tabi bu durumda acı ve şiddetin bir numaralı halkı olarak bildiğimiz Amerikanlar onun aksanıyla dalga geçerler, kültürsüzlüğünü yüzüne vururlar, iş vermek istemezler, zaten neredeyse hiçbiri Bosna’nın yerini bilmeyi bırakın adını dahi duymamışlardır.

Hemon ise 1992’de gittiği ABD’den ülkesinde savaş çıktığı için geri dönemedi. Halen yaşadığı Chicago’ya yerleşti. 1995’te İngilizce yazmaya başladı. Öyküleri ve yazıları New Yorker, Granta ve Esquire gibi dergilerde yayımlandı. Pek çok ödül kazanan ve 18 ülkede yayımlanan “Bruno’nun Sorusu”yla büyük sükse yaptı ve eleştirmenlerin dikkatini çekti. Kırık dökük bir İngilizceyle ABD’ye yerleşmiş birisi için gerçek bir başarı hikâyesidir.

285 sayfalık roman bir çırpıda bitiveriyor. Dilimize de oldukça akıcı bir şekilde kazandırılmıştır. (Birkaç sayfada bir görülen yazım yanlışları ya da harf eksikliklerini saymazsak) Hemon’un roman boyunca koruduğu anlatım tarzından bir cümleyle sizleri yazarın üslûbuyla baş başa bırakacağım: "Pronek, belli belirsiz, hafif bir ereksiyonla ve kendisine ait hayatı başka bir yerde, başka birinin yaşadığı hissiyle uyandı."

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Polisiyede sıradışı sevenlere

“Sefilliğimi ayrıntılarıyla dökmenin, üzüntümü haykırmanın, uçurumun dibine dokunmanın, gerçek rövanşlar olmayan rövanşlarımdan bahsetmenin ve nihayet bu kadar berbat bir hayatta yaşadığım sürekli yenilgi halinin üstesinden gelmenin zevkini çıkarıyordum… ”

Kara Üçleme'nin ilk kitabı olan “Hayat BerbatJean, Albert ve Paul’ün yaşamlarından suça bulanmış bir kesiti anlatıyor.

Maden işçilerinin paralarını ödemeyen fabrikanın üst düzey yöneticilerine silahlı bir saldırı düzenleyerek paraları ele geçiren üçlümüz, paraları o sıralar mensubu oldukları illegal bir örgüte ulaştırırlar. Fakat böyle kanlı bir parayı madenciler kabul etmezler. Bunun üzerine Jean ve çetesi bir soygunlar serisine girişirler. Polisin onları aramasına rağmen bulamaması çetenin ekmeğine yağ sürer. Eylemler devam ederken Jean’in evli olan ama hala sevdiği Gloria takıntısının artması ve işin içine bir kadının girmesi işleri karıştırır. Kadınlar yönünden takıntılı olan jean, cinsel ve duygusal açıdan kadınları mutlu edemediğine öylesine inanmaktadır ki aslında kendi mutsuzluk evreninde boğulmuştur. Yani, hayat berbattır.

Jean’in, annesi o dört yaşındayken ölmüştür. Ergenlik çağına kadar dedesinin yanında kalmış ve sonra başkentte yaşama arzusuyla dedesini terk ederek yanından kaçmıştır. Annesinin ölümü, içinde derin yaralara neden olan Jean, yaşamını kendi de farkında olmadan bir mateme dönüştürmüştür. Yıllardır yaşadığı bu matem kadınlara olan bakışını değiştirmiş, farkında olmadığı matemine sığınarak sürekli bir yokluk içinde olduğuna kendini inandırmıştır. Ona göre kadınları mutlu edemeyen bir adamdır o; mutlu olduklarını söyleyen kadınları ise hep yalancılık ve alaycılıkla suçlamıştır. Bu sahte yoksunluk dünyası ile o, bir suç makinesi dönüşmüştür.

Okuyanların özellikle dikkat etmesi gereken bölüm, yazarın Freudvari bir duruşla suç mekanizmasının bilinçaltı dünyasına ışık tutması ve suç denen şeyin, adeta bir hastalığın son evresinde nasıl ortaya çıktığını ustalıkla anlatmasıdır. Her satırıyla bizleri, insanın karanlık dünyasında gezdiren kitap, bu yönüyle birçok polisiyeden ayrı bir yerdedir.

Ozan Şen

1 Temmuz 2012 Pazar

Şarkı gibi, roman gibi şiirler okumak isteyenlere

Rainer Maria Rilke; hüznün, roman gibi şiirin, derinliklerin şairi. 1898'de Rusya seyahatinden hemen sonra 23 yaşındayken bu kitabı yazmaya başlıyor. Kitap 1905 yılında yayınlanıyor. Türkçe'ye "Dua Saatleri Kitabı" adıyla, 2008 yılında çeviriliyor. "Şiir varlığın kendisidir" diyen Rilke, şiirlerini bazen bir şarkı gibi, bazen de kısa bir roman gibi sunuyor okuyucusuna. Zaten Stefan Zweig, Rilke'nin ölümünden sonra yaptığı veda konuşmasında şöyle demiş: "Bir müzikle geldi Rilke, müziği gidişinden sonra da kalacak.". Hiç şüphesiz ki kaldı, kalmaya da devam edecek.

"Tamamlanmaz hiçbir şey, ben bakmadan,
durur tüm oluşumlar kıpırdamadan."

"Seviyorum benliğimin karanlık saatlerini,
içinde duyularımın derinleşip gittiği;
bulunur orda eski mektuplardaki gibi
günlük yaşamının yaşanıp bitmiş bir hikayesi,
Uzaklaşılmış ve aşılmış bir efsane gibi."


Kitabı Türkçeye kazandıran Yüksel Özoğuz, muazzam da bir giriş yazısı eklemiş. Bu yazıda Rilke'nin hayatını, şiire yaklaşımını, nasıl bir karaktere sahip olduğunu, gezgin ruhunda ona en çok etki eden şeyleri ve aşklarını bulabilirsiniz. Hiç şüphe yok ki bu kitabın ardından Rilke'nin diğer şiir kitapları; "Orpheus'a Soneler" ve "Duino Ağıtları"nı da okumak isteyeceksiniz. Ancak dün yaptığım YKY ziyaretinden sonra duydum ki, "Dua Saatleri Kitabı" dışındaki Rilke kitaplarının baskısı şu anda yok. Yaptığım kısa bir internet araştırması, Cem Yayınevi'nin Rilke'nin bazı şiirlerini bastığını gösterdi. Bilgilerinize.

"İlk defa yalnız kaldım seninle,
sen, duygularım.
Sen bir genç kız gibisin."

"Baba bizim için değil mi geçmişte kalan biri;

geçmiş yıllar, gitgide bize yabancılaşan
eskimiş tavırlar, modası geçmiş giyim,
buruşmuş eller ve rengi uçmuş saçlar?
Aslında kendi zamanı için o bir kahraman,
bir yaprak o, biz büyüyünce kopan."


Çok kısa bir son yapmak istiyorum; ruhunuz için, Rilke okuyunuz.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler