SAYFALAR

30 Eylül 2024 Pazartesi

Frankfurt Okulu’nu kuran kuşağın ortak biyografisi

Türkiye gibi, geleneksel dönemi en derin ve güçlü şekliyle yaşamış, dine dayalı bir dünya görüşüyle, tüketmektense, “gerçek” ihtiyaç temelli kanaati ve yetinmeyi temel almış, modernleşmeye karşı hep şüpheci ve mesafeli bir yerde konumlanarak, varsa yapılması gerekenler -devletten ayrı bir sivil alan oluşturamadığı ve düşünsel bir devrim geçiremediği için- bunu devlete bırakmış ülke toplumları, uzlaşır gibi gözükseler de içten içe kapitalist düzene karşıdırlar. Ne kadar materyalist bir görünüm verseler de gerçekte her zaman idealizme ve manevi olanın üstünlüğüne bağlıdırlar. Tam bir kitle kültürü özelliği sergileseler de hep bireysel tutumlar sergilemek isterler. Rasyonel değildirler, çünkü hemen her zaman duygularına yenik düşmektedirler.

Kapitalist düzenin getirdiği, serbestleşmeyi ve kalkınmayı onaylasalar da sürekli bir içsel huzursuzlukla yaşamaktadırlar. Alttaki derin huzursuzluk, bu gibi toplumları her zaman öngörülemez kılar. Huzursuzluk, bilinmez bir kaynağa dayalıdır ve sonuçları da buna bağlı olarak bilinmezlik taşır. Bu tür toplumlar, zenginliği isteseler de aşırı servet birikiminden fazlasıyla rahatsızdırlar, hiyerarşileri meşru görseler de aşırı eşitsizliklerden bunalmaktadırlar. Baskılara karşı çıksalar da aşırı serbestleşmeden büyük bir ürküntü ve korku duymaktadırlar. Ne olursa olsun, devletin gözünün -ve elinin!- piyasanın üzerinde olmasından yanadırlar. En önemlisi, alternatif bir düzen ihtiyacı duysalar da bunu başaracak düşünsel ve kültürel gücü hissedememekte, başka türlüsünün düşünülemez olduğunu çaresizce kabullenmekte ve hiç değilse, daha az zarar göreceklerini düşündükleri iktidarlarla yollarına devam ederek, içten içe taşıdıkları idealizme olan bağlılıklarıyla huzursuzluk hissini belli ölçüde bertaraf etmektedirler. Bir de, ekonomiyle din, siyaset, aile vb. diğer toplumsal kurumları ayrı tutarak, kapitalizmin her yere sirayet etmediğini düşünerek yaşamaktadırlar. Bu nedenle, kökten değiştirip başka türlü bir düzene geçmek mümkün gözükmese de direniş her zaman mümkündür.

Büyük Uçurum Oteli, gazeteci Stuart Jeffries tarafından yazılmış, İthaki’ye bağlı Minotor Kitap tarafından, Banu Karakaş’ın son derece incelikli çevirisiyle basılmış olan, harika bir kitap. (Bana göre, bu yazın en iyi kitabı!). Gereksizliklerinden arındırılmış, neşeli ve coşkulu, derinliği ve sadeliği tam olarak birleştirmiş bir anlatım… Sosyal eleştirinin en önemli ekollerinden, tüketim toplumu, kitle kültürü, kültür endüstrisi ve otoriter kişilik gibi bugün artık ana akım olmuş çalışmaların öncülüğünü yapmış olan Frankfurt Okulu’nu kuran ve sürdüren, Adorno, Horkheimer, Marcuse, Fromm, Pollock, Neumann ve Habermas -ve hatta Benjamin, ve hatta Brecht!- gibi önemli bir entelektüel kuşağın ortak biyografisi. Hepsinin Yahudi olduğunu, oradan oraya sürülen bir yersiz yurtsuzlukla sürekli büyük korkularla yaşadıklarını düşünürsek, aynı zamanda trajik öyküsü de denebilir. Fikri gelişimlerinin, nasıl dönemin olaylarından ve birbirilerinin çalışmalarından, gündelik sorunlardan etkilendiğini çok iyi anlatan bir çalışma.

Bu insanların temel meselesi, -tıpkı Türkiye gibi!- hayli geleneksel ve köylü bir toplumun, kapitalizmin yıkıcılığına maruz kalmış, yaratıcılığını ve idealizmini giderek kaybetmiş, tarihsel geçmişine ihanet etme duygusunun ve materyalist zenginleşmenin getirdiği kendisinden uzaklaşmanın eziciliğiyle baş etmekte zorlanan, Marx’ın, Kant’ın, Goethe’nin ve Hegel’in yurdu olan bir ülkenin, neden ve nasıl olup da demokratik bir sosyalist alternatif ve rasyonel karşı çıkış yerine baskıcı bir faşizme kendini esir etmiş olduğu, tam bir irrasyonellikle çılgınca bir cinnet haline nasıl tutulduğunu anlayabilmektir.

Henüz Hitler, korkutucu bir alternatif olarak ortalıklarda gözükmemektedir. I. Dünya Savaşı’nın yenik ülkesi, buradan -psikolojik, ekonomik, siyasal ve sosyal olarak- çıkabilmek için eski monarşiden yepyeni bir demokratik yönetime geçmeyi denemektedir. Sosyal ve ekonomik alandaysa, eski geleneksel bağlardan büsbütün sıyrılmakta, görülmemiş bir serbestleşme ve manevi olan ne varsa yıkarak idealizmin yerine serbest piyasayı geçirmektedir. Eski katı İmparatorluk bağlarından bunalan halk, her alandaki sınırsız özgürleşmeyi kutlarken bir yandan da amaçsız bir yeni hayatla baş etmeye çalışmaktadır. Monarşik baskı yerini aşırı serbestleşmenin bireysel olarak taşınamaz ağırlığına bırakmakta, insanlar bu anlaşılmaz yükün altında, içten içe tutundukları idealist duyguları için uygun bir zamanı bekleyerek teselli bulmaktadırlar.

Frankfurt Okulu, her ne kadar Hitler Almanya’sıyla birlikte anılsa da ilk çıkışı Hitler’i de doğuran sosyal, siyasal, ekonomik ve psikolojik şartların anlaşılması çabasıdır. Hitler’den çok öncedir. Jeffries, okulun kuruluşunu ve amacını, şöyle anlatır: “Bu okul bir anlamda başarısızlığı, özellikle de 1919’daki Alman Devrimi’nin başarısızlığını anlayabilmek amacıyla bir araya geldi. 1930’larda gelişip ilerledikçe neo-Marksist toplumsal analiz ile Freudyen psikanalitik kuramları birleştirerek Alman işçilerinin sosyalist devrimle kendilerini özgürleştirmek yerine neden öncelikle modern kapitalist tüketim toplumunun ve sonunda da kaçınılmaz olarak nazizmin cazibesine kapıldıklarını anlamaya çalıştı.”. Yani, demokratik bir sosyalizme geçememekle Hitler’e boyun eğmek aynı nedenden kaynaklanıyordur ve bu insanlar, çeşitli açılardan bunun nedenlerini anlamaya çalışmış, çok önemli çalışmalara imza atmışlardır.

Adorno için bunun nedeni, geleneksel düzenin otoriter kişilik yapısında aranmalıdır. Çünkü otoriter kişilik, “Geleneksel standartlarda görülen gerileme konusunda takıntılı, değişime uyum gösteremeyen, grup içine dahil olmadığını düşündüğü herkese karşı içinden çıkamadığı bir nefret duyan ve yozlaşma karşısında gelenekleri ‘savunmaya’ hazır” biridir. Yaratıcı içsel gücünü otoriteler lehine devretmiştir.

Horkheimer’e göre, kapitalizm insanı da metalaştırmış, düşünsel ve idealist manevi güçlerini büsbütün yıkıma uğratmış, başka türlü bir hayatı düşünemez hale getirmiştir. Artık ihtiyaç için ya da insanlara yarar için olmaktan çok daha fazla para için yapılan amaçsız üretim, amaçsız bir tüketimi ve nihayetinde, amaçsız, başıboş halde savrulan, görünürde bir arada olsa da gerçekte öteki insanlardan içsel olarak kopuk bir yeni insanı ve atomize olmuş toplumu ortaya çıkarmaktadır.

Marcuse’un, yine benzer bir yerden, Marx ve Freud’u birleştirerek yaptığı analize göreyse, kapitalist düzenin hazcı doğası oldukça yıkıcı bir gerçeklik kaybına neden olmaktadır: “Haz ilkesinin serbest bırakılması, gerçeklik ilkesinin güçten düşürülmesi anlamına” gelmektedir. Çünkü, “İnsanlar kendi hayatlarını yaşamaktansa, önceden belirlenmiş işlevleri yerine getiriyor, çalışırken kendi ihtiyaçlarını ve yetkilerini yerine getirmiyor, yabancılaşmışlık içinde çalışıyorlar.”.

Erich Fromm, zaten, diyebiliriz ki bir yabancılaşma uzmanıdır. Ona göre, kapitalist, sınırsız üretim ve tüketim temelli hayat insanı kendi kendisine, manevi derinliğine, rasyonel işleyişine, yaratıcı güçlerine ve insani bütün özelliklerine karşı yabancılaştırıcıdır. İnsan buradan, ya gerçek anlamda diğer insanlarla ruhsal bir dayanışma ve sevgi ilişkisi kurarak, bütün yaratıcılığıyla yeni bir dünya oluşturarak çıkar ya da bunu yapamaz ve güce teslim olarak otoritelere itaat ederek rahatlar. Bu anlamda aşırı serbestliğe dayalı kapitalizmle aşırı baskıcı otoriter düzenler birbirinin tersi ve yüzü gibidir. Birinde çok seçenek vardır ama kişinin neye ihtiyacı olduğu ve neyi seçmesi gerektiği de o seçenekleri sunan düzen tarafından belirlendiğinden, gerçekte diğerindeki tek ve zorunlu seçeneklilik halinden pek de farkı yoktur. Birisi, “Demir Perde”yse, diğeri de “Demir Kafes”tir.

Bu yazarların hepsi için, gerçek anlamda zincirlerinden ve her türlü baskıdan kurtularak özgürlüğe kavuşmak, insanların kendilerine yabancılaşmadıkları bir hayatı kurma imkânına sahip olmak anlamına geliyordu. Kapitalizm bunu sağlayamadığı gibi, tam aksine, fazlasıyla yabancılaştırıcıydı ve Hitler gibi otoriter liderler, sürekli olarak yeniden kendine dönmeyi vadediyorlardı. Huzursuz toplumlarda siyasetin en önemli söylemi her zaman için sürekli ve yeniden kendine dönme, kaybedilenleri yerine koyarken yeni kazanımlara uzanılacağı inancı doğurmadır. Hitler de tam olarak bunu yapmıştır. Kapitalizmin götürdüğü ne varsa yerine koyacağı, kaybedilen idealizmin yeniden ve hiç olmadığı kadar büyütülmüş haliyle canlandırılacağını vadetmiştir. Ekonomiyle kültür, tarih, siyaset, aile gibi kurumlar birbirine mahkûm değildir. Bu nedenle, ayrılmalı, ayrı tutulmalı ve özgürleştirilmelidir. Böylelikle, bir alandaki bağlılık ve boyun eğme diğer alanlarda özgürleşme ve serbestlik olarak hissedilebilir. Kayıp ne kadar derinse bağlılık da o ölçüde güçlü olduğundan, Hitler’in Parti’sine geçişler, hiçbir zaman tekil kararlarla değil hep kitleler halinde yaşanmıştır. İnsanlar, kitleler halinde o büyük huzursuzluk halinden kaçışmışlardır. Hitler’in iktidarına boyun eğdikçe kaybettikleri alanlarda daha özgürce hareket ettiklerini düşünmüşlerdir. Bağlandıkça bağımsızlaşıyor gibidirler. Sonrası, bildiğimiz hikâye…

Frankfurt Okulu mensupları için, Hitler’in gelişi hem kişisel hayatları hem de entelektüel çalışmaları açısından büyük bir yıkım olmuştur, elbette. Sonrasında, ABD’ye giderek Okul’u orada başka bir biçimde de olsa yeniden kurarlar. Almanya’dayken daha ziyade, otoriterlik ve faşizm açıklamalarına odaklanan çalışmalar burada kültür endüstrisine, kitle kültürüne ve kapitalizmin faşizm kadar yıkıcı sonuçlarına çevrilir. İnsanlar artık hiç olmadığı kadar pasiftir. Sahte ve yüzeyseldir. Samimiyeti ve içtenliği yitirmiştir. Kendi kendileriyle bağ kuramaz hale gelmişlerdir. Bütün çelişkiler içselleştirilmiştir. Toplum, geleneksel dünyada bile olmadığı kadar kaderci ve içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik koşulları değiştiremeyeceği hissiyle çaresizdir fakat bunu fark edemeyecek kadar hazza ve eğlenceye düşmüştür. İnsanlık, ilk defa bu denli daha iyisini tahayyül edemediği bir dünyada yaşamaktadır. Artık, devrim diye bir şey yoktur! Bu bir yanılsama çağıdır ve insanlık, hiç olmadığı kadar yanılmaktadır. Bu artık, insanlık değil olsa olsa, insanlığın parodisidir. İşte, Frankfurt Okulu mensupları bu büyük uçurumu görmekte, bir Brecht oyunu gibi izlemektedir.

Ne var ki bu, bir Brecht oyunu değildir; Gerçek insanların gerçek acılarıyla dolu hayatın ta kendisi sahnelerden ibarettir. Tam da bu nedenle, Macar Marksist filozof György Lukács, Adorno başta olmak üzere Frank Okulu üyelerinin, büyük uçurumun kenarında konforlu bir otelden izler gibi hayat faciasını izlediklerini, eyleme geçmeksizin salt düşünmek, anlamak, yorumlamak ve kuramsal açıklamalar getirmekle yetindiklerini, gelgelelim kendilerini tehlikeye atmadan yapılan düşünme eyleminin meşru olamayacağını söyler. Çünkü ona göre, “Kuramın da pratiğin de meşrulaştırılmasının tek zemini, bu ikisinin birleştirilmesi olabilir ancak.”. Adorno’ysa buna karşılık vererek, gerçek eylemin, insanın sokaklara atılmak değil kendi içinde her şeyi yeniden düşünüp tam bir iç gözlemle sürekli bir direniş halinde yaşamak olduğunu, bu olmaksızın girişilen her eylemle, tam da mücadele edilen, karşı konulan insanlardan çok bir farkın kalmayacağını ima eden sözler söyler: “En coşkulu protestocular, iç gözlem yapma konusundaki isteksizlikleri bakımından otoriter kişiliklere benzemektedirler.”.

Büyük Uçurum Oteli, sürekli uçurumun kenarında yaşayan toplumlar için çok şeyler söylemekte, oldukça zengin tartışmalar içermektedir; Tabii, Lukács’ın görüşleri de…

A. Erkan Koca
x.com/ahmeterkankoca

Mehmet Kaplan’da Yunus Emre ve Jung

Zamanın geçmişe nazaran çok daha hızlı geçişi, kendimizi yalnızlığın ve sessizliğin gölgesinde bir türlü dinlendiremeyişimiz, keza bu tür mekânların, kuytuların sayısının giderek azalması, kimsenin kimseyi dinlemeye teşne olmayışı, artan kalabalık, artan içi boş sohbetler, hayatı ve insanları anlamada güçlük, giderek anlamsızlığın yeryüzünü kaplayışı… Bu karamsar gibi görünen girişi şunun için yapıyorum aslında: işini bilen, makul bir olgunluk seviyesine kavuşmuş insanlar neyi nerede bulabileceklerini iyi bilirler. Kimlerle sohbet edileceğini, kimlere muhabbet besleneceğini, nerelerde sakin kalıp dinlenilebileceğini, her şeyin geçici oluşunun verdiği ulvi lezzeti, kuru gürültüden kaçış yollarını, kaybolmanın içinde saklı olan lezzetleri bilirler.

Bunların yanı sıra kültür-sanat üzerine ciddi merakları, uğraşları olanlar neyi okuyacaklarını, neyi izleyeceklerini, neyi dinleyeceklerini de bilirler. Bu çaba onları Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Mahur Beste’de söylediği “Dikkatini elindeki işe verirsen temiz kalırsın” güzelliğine götürür. Sonra iş, daha da derinleşir ve Tanpınar’ın talebesi olmakla yetinmemiş, talebelik ceketini asmış ve aşmış, yazdığı denemelerle insan ufkunu açan, ömrünü fikir-aksiyon disiplinine adamış bir başka isme götürür, götürmeli: Mehmet Kaplan. O da Yaşadığıma Dair adlı kitapta yer alan mektuplarındaki bir ifadeyle şu hayati çağrıyı yapıyor: “Onca alelâdenin içinde bir istirâhatgâhınız olsun.

Mehmet Kaplan'ın herhangi bir kitabını, herhangi bir denemesini ya da tahlilini okurken; Türk kültürüne nasıl bir aşkla bağlı olduğunu hissetmek mümkün. Bu hissi size de aktarıyor, yakıtınız azaldıysa dolduruyor. Böylesi büyük ruhlara çok şey borçluyuz. Hülasa çalışmamız, hiç durmadan çalışmamız gerekiyor. Bu büyük ruhların kitaplarını yeniden ve yeniden okumaktan aldığımız haz bir yerde durmamalı. O hazzı başkalarının yaşaması için de gerekiyorsa vesile olmalıyız, anlatmak ve paylaşmak için tembellik etmemeliyiz. Bu topraklarda yaşıyorsak çıkış yolu bulmakta zorlanma hakkımız yok. Bazen hangi patikadan başlayacağımızı bilemeyebiliriz, burası doğal. Ancak her patika bizi ulu bir dergâhın kıyısına, hikmet fısıldayan bir şairin yamacına, düşünce ve sessizlikle ömrünü tezyin etmiş aziz bir insanın civarına düşürecektir. Kaplan, Nesillerin Ruhu kitabında bahseder: Yıllar geçmiştir. Nice şarkılar girmiştir kulaklarından. Bazen mutlu evlerin pencerelerinden, bazen bir meyhaneden gelmiştir o şarkı. Bazen bir külhanbeyi şarkısı, bazen güzel bir kadının tutturduğu nağme kulağını süslemiştir. Kimine ağlayıp kimine güldüğü bu nağmelerde sövgü de vardır, ruhu okşayış da. Ama Kaplan, “Fakat hepsi de kulaklarımda kaldı. Ruhuma girmedi. Ama Yunus'un, Yunus’ların şarkılarını hiç unutmadım. Kaç sabah Yunus ölmemiş, Yunus, çoğalmış, köyler Yunusla dolmuş hissi ile uyandım…” diyor. Mehmet Kaplan’ın, Fransız filozof Alain'den ne kadar beslendiği ve etkilendiği hakkında pek çok yazı vardır. Ancak Orhan Okay ve İnci Enginün gibi hocaların tespit ettikleri bir gerçek bizler için daha ayrı bir yerde durmalı. O da Kaplan’ın içindeki Yunus aşkı, Yunus sevgisi. Kitaplarına yayılmış denemelerinde sayısız defa Yunus’umuza başvuruyor Kaplan. Bazen bir dizesinden yola çıkıp düşüncelerini dile getiriyor. Bazen de Yunus’un asırlar evvelinden dile getirdiği, şimdilerde kaybettiğimiz nice değeri günümüze taşımaya çalışıyor.

Dil zevkiyle harmanlanmış bu zengin metinler Dergâh Yayınları tarafından vaktiyle Yunus Bir Haber Verir adıyla neşredilmişti. Kitapta Kaplan’ın denemelerine başlamadan evvel iki önemli yazı okuru karşılıyor. Merhum Orhan Okay hoca, “Kaplan, zaman zaman şimdiye kadar belki de kimsenin dikkatini çekmeyen bir Yunus mısraını almış, onu benimsemiş, bütün gün sokakta, derste, çarşıda onunla beraber dolaşmıştır. Böylece, öyle zannediyorum ki, Yunus’un o mısralarıyla bir çeşit ayniyet kazanmış, Yunus’un yaşadığı mistik tecrübeyi yaşamıştır” diyerek Kaplan’ın sadık bir Yunus dervişi olduğunu dile getiriyor. İnci Engünün hoca ise Mehmet Kaplan’ın dilinden Yunus Emre’nin hiç eksik olmadığını, divanının daima masasının üzerinde durduğunu, onun öğrencileri olarak Yunus Emre’yi aslıyla Mehmet Kaplan’dan öğrendiklerini anlatıyor. Onun güncel meseleleri açıklamak, zorlu düğümleri çözmek için Yunus Emre mısralarına başvurması bugünün insanı için çok değerli bir ilham kaynağı, yol haritası.

Mehmet Kaplan’ın Yunus Emre’yle kurduğu bağ esasında bir çatı. Bu çatının altında Türkiye, tarih, kültür, edebiyat, felsefe, şiir, mimari, musıki, insanımız, şehirlerimiz, maarif meselemiz, siyasi tavrımız, varoluş sorgulamalarımız, hakikat arayışımız, değerler sistemimiz ve aidiyet ihtiyacımız var. “Hiçbir şeye bağlı olmayanın hâli fecidir” diyor Kaplan. Bu cümlesi aslında şu düşüncelerinin bir şerhi: “Biz bir abesler dünyası içinde yaşıyoruz. Madde, varlık, bugünkü insanlığı bir hapishane duvarı gibi çevirmiştir. Bundan müthiş bir iç sıkıntısı doğuyor. Egzistansiyalizmin iç sıkıntısına bu kadar ehemmiyet vermesi mânasız değildir. Çünkü o bu asrın en büyük hastalığıdır. Hiçbir şey bu iç sıkıntısını gideremiyor. Asrımızın eğlence düşkünlüğüne bakınız. İnsanlık, öyle sanıyorum ki hiçbir çağda asrımızda olduğu kadar eğlenmemiştir. Fakat eğlenceyi tetkik ediniz, arkasında korkunç can sıkıntısını bulacaksınız.

Bu satırlar bize Yunus’umuzun hangi mısraını hatırlatmalı? Elbette: Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı. Kaplan, çağın bütün hastalıklarının, sıkıntılarının bu mısrayla okunabileceğini yakalıyor. Maddi varlık planına bağlı kalan, yani ister iktisadi olsun ister felsefi, kendini varlığa zincirleyen insanın sıkıntıdan kurtulamayacağını, bunun da eğer talihliyse çok geç farkına varabileceğini söylüyor. Tüm bu maddeci tavrın Yunus’un düşünceleriyle terbiye edilebileceğine dair inancı, bir çıkış yeri arayan insan için ilk büyük adım. Her şeyden önce ve daima insana saygı. Bunun için Yunus’un “Bir kez gönül kırdın ise bu kıldığın namaz değil / yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil” mısraı her an hatırımızda durmalı. Sonra, insanın içindeki o aziz hakikati. Ona ulaşmak için kendini defalarca, gerekiyorsa en sert biçimde açması, soyması gerçeği: Bir ben vardır bende benden içeri. Kaplan’ın psikoloji okumaları, Freud’dan ve bilhassa Jung’dan çekip çıkardıkları her seferinde insanı şaşkınlığa uğratıyor. Teknik kavramlar içinde fazla boğulmadan, insanın bugünüyle ve hakikatiyle ilgili en özel meseleleri seçip onlara dikkat çekmesi, bir deneme yazarının nasıl bir hünere sahip olması gerektiğini de gösteriyor. Jung’un kolektif bilinçdışı ve arketip kavramları, insanın iç haritasını ortaya seren rüya ve sembol çalışmaları Kaplan’da önemli bir yer bulmuş. Şu ifadeye dikkat buyurun: “Jung’un eserleri Türkçeye çevrildikten sonra Türk okuyucusu Yunus ve Mevlânâ’nın ne kadar aktüel olduklarını anlayacaktır.

Tanpınar’ın Gül adlı şiirini yorumlarken, “Zen Budistlerinin murakabelerine benzer bir hal” yakalar Kaplan. “Bir sonsuz uçurumda uyanmış gibi birden / sazlar sustuktan sonra duyulan nağmelerden / doldurur hiç durmadan uzattığı bu tası / gül, ey bir âna sığmış ebediyet rüyâsı!” dizeleriyle sona eren şiir hakkında “Kendi içine dalan insan dış âlemle münasebetini keser; açık ve seçik olarak kavrayamadığı birtakım hayallerle karşılaşır.” diyerek açıklamasına başlar Kaplan. Jung’un “içeriye bakan uyanır” sözünün insan varlığına dair derin anlamlar taşıdığını dile getirdikten sonra bir konuya özellikle dikkat çeker: kimi zaman da insan yücelere dış âlem üzerinden ulaşır. Bunu da Yunus Emre’nin “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır” dizesiyle hatırlatır. “Yunus Emre, birçok şiirlerinde Tanrı’ya dış âlemden yükselir. Kâinatın sırlarını ilmî usullerle araştıran ilim adamı da, objektif varlıklarından hareket eder.” diyen Kaplan, bu derinliği ölüme ve ölüm duygusuna getirir. Korkunç olarak bilinen ve görünen ölümün ancak ebedî hayat vaadiyle yenilebileceğini söyler. Jung da bilhassa rüya analizleriyle ruhun ebediliğine inandığı pek çok şeyi dile getirmiştir. O zaten inanç yokluğunun pek çok ruhsal rahatsızlığı getireceğine de inanıyordu. İnanç, tek başına sağaltım etkisi yaratan bir şeydi. Ruh kendini mutlaka bu ebedi daireye, varoluşsal vakuma sokmak istiyordu. Yunus Emre’miz tek bir mısraya sığdırıyor hakikati: Ölümden ne korkarsın, korkma ebedi varsın.

Jung’un arketip nazariyesi, Kaplan’ın sanata ve sanatçıya bakışını derinleştirmiştir, burası pek çok denemede görülebiliyor. Özellikle Nesillerin Ruhu adlı kitabında sanatçılar dünyasında “insanlığın hayatını idare eden birtakım gizli kuvvetler”in daha sıkı görüldüğünü ifade etmesi, bunu da en iyi açıklayan şeyin Jung’un arketipleri olduğunu söylemesi çok kıymetli. Jung, İnsan Ruhuna Yöneliş adlı kitabında “Düşünü gördüğümüz ‘diğer kimse’ bizim ne dostumuzdur ne komşumuz; içimizdeki diğer yandır; buna kendimizi yeğ tutarak şöyle deriz: ‘Tanrım, sana şükürler olsun ki beni böyle yaratmamışsın!’. Kuşkusuz düşler ahlaki düşüncelerden yoksundur ama yine de bize eski bir deyişi anımsatır: Ağaçlar güçlü köklerini göğe uzatmazlar, tersine toprağın derinliklerine gizlerler.” der. Büyük sanatçıların kuru fikirlerle değil, beynelmilel hislerle, hayallerle, güçlü köklerle son derece berrak ve canlı olarak dile getirdikleri, okuyanın da bunları bir yaşantı hâline getirmesine vesile olur. Mehmet Kaplan, bu konuyla ilgili olarak Yunus’umuzun “Hak bir gönül verdi bana / ha demeden hayran olur” mısraını hatırlatır. Sanatçı; hayran olan, duyan, seven ve sövendir. Bunu nefsiyle değil kâinatın bütününü kaplayan akıl (akl-ı küll) yoluyla yaptığında, ortaya çıkan da sanattır. Jung’ta bilinçaltı, “kuşaktan kuşağa aktarılan bir miras”tır, Kaplan buna “insanları ölüler idare eder” diyerek şerh düşer ve şöyle söyler: “Maziyi bilmemek ve tebcil etmemek cehaletten ve boş gururdan ileri gelir. Dikkatle bakarsak ebediyetin bizde yaşadığını görürüz. Sonsuzluk seyyahı Yunus bunu ne güzel anlatır.

Mehmet Kaplan, ilim yoluyla ortaya konan gerçeğin izini sürmüş, burada Alain kadar Freud’dan Jung’dan Simone Weil’den ve daha nice isimden güzellikler devşirmiştir. Ancak bütün düşünce harcını Yunus Emre ile mayalamış; aşksız bir ilmin ancak bir yere kadar götürebileceğine inanmış, aşkın mutlaka izhar edilmesi gereken bir hakikat olduğunu dile getirmiş, böylece insanlığa “Her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası” sırrının aşılacağına kanaat getirmiştir. Allah-âlem-insan üçgeninin merkezi, Kaplan için gönüldür. Yunus’umuz için de gönül, Çalab’ın tahtıdır. Ondan sonrası da apaçıktır: Bana seni gerek seni…

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Sâmiha Ayverdi tasavvurunda münevver

"Münevveri, kendi toprağının gerçeklerinden câhil olan ülkeler için yaşama hakkı düşünülemez."
- Sâmiha Ayverdi

20.yy büyük bir yıkılışa tanıklık eder, 300 yıllık Selçuklu Medeniyetinin ardılı olan Osmanlı Medeniyeti ebedî istirâhatine çekilir. Aslen 1918’de fiilen ise 1923 yılında yıkılan Osmanlı devletinden geriye kalan, enkazın içinden yaralı ve birkaç uzvu kopmuş olan bir vücut-u medeniyettir. Altı yüz yıl hüküm sürmüştür, bunun dört yüz yıl dünyaya, ilim, sanat, vâkıf, adâlet anlayışı ile yön veren güçlerden biri olmayı başarmıştır. Son iki yüz yılı çalkantılıdır, özünden kopuklukla ve Batılaşma hareketiyle yönünün açısı değiştirmiştir. Münevverlerin ve elit sınıfın elindeki pusulanın yönü artık batıyı göstermektedir. Halkın elindekin de ise yön hâlâ geleneklere sâbitlenmiştir. Dönemi analiz etmenin en iyi yolu, aydın sınıfını eğrisi ve doğrusu ile incelemekten geçer. Halk ile arasındaki bağının kopmasını, büyük değişimini irdelemek bize yön verecektir.

Âşıkların ölmeyeceğine inanan Türk toplumu, devlet geleneğinin, törenin ve kültürün de ölmeyeceğine inanır. Medeniyet pergelini tutan aslî unsur olan münevverlerin durumunu anlamak ve çözmek için, o döneme şâhitlik etmiş olan aklıselim, teşhis ve tedâviyi bilen toplum hekimlerine kulak vermek durumundayız. Zamanın önde gelen isimlerinden, Nurettin Topçu, Mümtaz Turhan, Hilmi Ziya Ülken gibi ilim sâhiplerinin yanına Sâmiha Ayverdi gibi bir mümtaz şahsiyeti eklemek gerekir. Neden Sâmiha Ayverdi? Bunun cevabı basit ve çok açıktır; mensubu olduğu toplumu çok iyi analiz edebilme kabiliyeti, şâhit olduğu dönem hâdiseleri, yetiştiği muhit, aldığı eğitimle gelen üst mertebe entelektüel kimliği, aksiyonerliği, kuvvetli kalemi ile münevverlerimizin başında gelmesidir. Ataerkil bir toplumda, kadın olarak kitleyi harekete geçirebilecek bir güce sâhip olmasını da eklemeliyiz.

Sâmiha Ayverdi Hanımefendi mensubu olduğu Türk milletinin içinde bulunduğu, kültürel, siyasî, ahlâkî, ticarî ve nihâyetinde dinî yozlaşmanın nedenlerinin başında; yanlış rüzgârın peşine takılan, sahte kutup yıldızlarını yol gösterici kabul eden, aydınları sorumlu tutar. Ona göre, bir toplumu fikir ve inanç yönünden inşâ edenler, şeklini verenler; o ülkenin fikir adamları, maarif sistemi ve mensupları olan öğretmenler ile din adamlarıdır. Bu üç sınıf ana eksende Türk münevverini oluşturmaktadır. Gelecek nesillerin teslim edildiği öğretmenlerin sadece fennî bilimleri öğretmesinin yanı sıra, ilim, irfan ve ahlâk konusunda da rehber olması gerektiği vurgusunu yapar. Muallimlerin vazîfesinin ehemmiyeti, Türk gençliğinin "Asım Nesli" olarak yetiştirmekte saklıdır. Çünkü Türk gençliğindeki görünen tehlikeli başıboşluğun getireceği düzensizlik, kütleyi yani toplumun dengesini bozacak, âkıbet hayra seyir etmeyecektir. Kaybolan Anahtar kitabında, “Maalesef Türk maârifinde, ilmî araştırma heyecan ve şevkini verecek gāyeli ve şuurlu ıslâhatın yapılması düşünülmedi.” diyerek sistemdeki yanlış ıslâhatlara dikkat çeker. Ona göre ilim kadroların yerini sömürgeci sermayenin ağırlığı almıştır. Bunun ana nedeni, siyasî basiretsizlik, ilmi kifayete sâhip olmayan idârecilerin zaafı ve memleket gerçeklerine göre istikāmet verilmemiş reformlardır. Şekil ve taklitçilikte kalmış ıslâhat çalışmaları gerçeklere temas edememiştir. Dil, din, târih şuuru verilmemiş gençlik, kimliksiz, gāyesiz olacağı gibi ithal düşünceler ve yanlış düşman ellerinde bir piyon olarak kullanılmaya hazır hale gelecektir. Mütefekkire göre gençlik, târihini, dilini, töresini çok iyi bilen mânevîyatı kuvvetli öğretmenlerin elinde yetişirse, bin yıllık Kızılelma gāyesi etrafında birleşecek, yabancı ellerde hebâ olup gitmeyecektir. Aynı şekilde din adamları da bu bilince sâhip, taassup içinde olmayan, taklitçi anlayıştan uzak, Kur’an ahlâkıyla bezenmiş olmalıdır. Hoca sınıfında irfanı, sanatı, kültürü millî değerler potasında eritmiş, münevver bir kisve arar. Sâmiha Ayverdi halk üzerinde en büyük güce sâhip olanların hocalar zümresi olduğunu belirttikten sonra, en hassas mevzûlarda bilim ve fikir adamlarından daha çok, onların sözüne bakıldığının altına çizer. Geri ve taassup içine batmış bir din adamının düşman olarak gördüğü, ilerici kimlikli –batı düşüncesi hâkim zümreler- ile beraber düşmana hizmet ettiğini söyler. Ona göre bu iki kesimin görmediği hakîkat; aşırı dinsizlik ile inzivâya çekilmiş, taassup içinde kalmış dindarlığı körükleyen, düşmanın politik canbazlığıdır. Bin senedir saf imanla birbirini tamamlayan millî heyecan ve değerler potasında kâmil olmuş bir din adamı, toplumun her kesimine Kızılelma (İ'lâ-yi kelimetullah'ı) mânâsıyla anlatacak münevverlerimizden olacaktır.

Kendini tamamen batıya teslim etmiş olan fikir adamları, kaşık ve çataldan öteye gidememiş, ilericiliği farklı medeniyetlerin değerinde aramıştır. Ama onların menfaat küplerinden sızan düşünce zehirleri ile idrak perdesi inmiş, gaflet pençesi ile ağır darbe almış, bir yaralı olduğunu bilmeden asıl gericiliği yapan bir zümreye dönüşmüşlerdir. Sâmiha Ayverdi, Kölelikten Efendiliğe kitabında;

Münevveri, kendi toprağının gerçeklerinden câhil olan ülkeler için yaşama hakkı düşünülemez.” der. Bu sözlerinde sâdece kendi milletine değil bütün Âlem i İslam coğrafyasına bir seslenişi mevcuttur. Ona göre şoven milliyetçilik İslâm dünyasına lâzım olan şey değildir, aksine yüksek bir Kur’an ahlâkı, büyük İslâm şuuru ile birbirini destekleyen devletler olmalıdır. Türklerin, İslâm anlayışının dinamik yapısıyla kütleleri birleştirici, geliştirici, düşünceye açık olmasından dolayı, selefi akımlara karşı bir duruş sergiler. Burada münevvere düşen rol ise canını kütleye adamak, tasavvuf ile kelâmı bütünleyen imanı açı yapmak ve pergeli gün şartlarına uygun hareket ettirecek fikirleri üretmektir. En önemlisi onları yaşayarak insanlara aktarmaktır. Ne sadece madde ne sadece mânâ olmalıdır. Her ikisinin izdivacından doğacak yüksek şuurlu münevverler bize yön verecektir. Böylece ilim, irfan ve hikmetle, kütlelerin gaflet kabuğu çatlayacak, yüksek seviyeli bir medeniyet yeniden inşâ edilecektir.

Sâmiha Ayverdi kütleleri uyandıracak münevverlerin, İslâm toplumunda bir elin parmağını geçmediğini söyler. Tanzimatla başlayan ıslâhat çalışmaları ile 20.yy kadar geçen sürede, bir düşman taktiği olarak tarihi boyunca dinamik yapıdaki imanı yıkmak, küçük düşürmek, Türk münevverinin kafasına ekilmiş, neticesinde filiz vermiştir. “Acı da olsa, îtiraf etmek lâzımdır ki bugün gerilik, köylüden ziyâde onu anlamayan münevverdedir. O kadar ki Türk aydınının kifayetsizliğini kabul etmemekte inat ettiğimiz müddetçe içtimâî, îktisâdî ve kültürel hiçbir kazanç elde edemeyiz.

Tarihi gerçeklere sırt çevirmiş münevver, halktan uzaklaşmış, iletişimi koparmıştır. Hatta daha ileri giderek halkın değerleri ile alay etmiş, Türk’e ait olan millî edebiyatı, sanat dallarını, musîkî’yi beğenmemekle kalmayıp ret etmiştir. Redd i mirasla kendine ait olan ne varsa ondan vazgeçmiş, kendine uymayan batı kültürünün peşinden gitmiştir. Yenilikçi aydınlar, şahsî kalesinde yalnız olarak hüküm sürmektedir. Surlarından akan zehirli suları ise içme suyuna karıştığı için, toplumu dışa bağımlı, hâfızasını kaybetmiş, yatalak hasta konumuna getirmektedir. Sâmiha Ayverdi, öncelikle medeniyetimizi yeniden kurmak, yeniden millî kültür, sanatımızla var olmak istiyorsak, bu davamızda samimi olacak isek, öncellikle münevverimizin halka karşı kendini eğitmesi gerektiğini söyler. Böylece halk ve münevver sınıfındaki kopukluk giderilmiş olacak, hassasiyetlerimize dayalı atılımları, toplumun her katmanı ile yapmayı başaracağızdır. Sâmiha Ayverdi’ye göre toplumun her kesiminin aynı gāye etrafında birleşmesi –halkı cedid- için gereken ilk adımdır. Bu barışmayı yapacak münevver nasıl olmalıdır?

Yazar ve mütefekkir Ayverdi gerçek münevveri şöyle tanımlar: “Hakîki münevverlik, bilmediği, etüt etmediği mevzunun üstünde konuşmamaktır.Mabette Bir Gece eserindeki “İlim Tuzağı” hikâyesindeki “Mustafa her şeyi bilen, fakat kendini bilmeyen, en yüksek makamları işgal eden, fakat insanlığa yetemeyen âlimlerden olmadı.” diyerek yukarıdaki sözlerini tasdikler. Münevver kendi hakîkatini bilen, mensubu olduğu Türk milletinin tarihini, dilini, dinini tanıyan, onu yüksek şuurla aktaranlardan olmalıdır.

Son söz olarak Sâmiha Ayverdi’ye göre, Kızılelma, İ'lâ-yi kelimetullah için yapmamız gereken; münevver, refahlı, bir din ve iman şebekesi kurmaktır. Böylece kültür davamızı vatan bilincine vakıf, millî birliğe teslim ederek, çağın gerektirdiği şartlarda hakîkatine sadık sürdürebilir, farklı medeniyetlerin baskısına ve hücumlarına karşı durabiliriz.

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

25 Eylül 2024 Çarşamba

“Gönlünü geniş tut, bizi de orada göreceksin”

Uzun yıllar boyunca Deniz Yolları’nın İstanbul Bebek iskelesinde gişe memurluğu vazifesi yapmış bir eski zaman büyüğü Mehmet Nusret Tura. Fatih dersiâmlarından, mesnevîhan, Süleymaniye Kütüphanesi eski müdürü, Uşşâkiyye meşâyihinden Mehmed Hazmî Tura’nın da talebelerinden biri. Nusret Tura’nın yaşadığı yıllar (1903-1979) Türk tasavvuf tarihi adına mürşitlerin ihvanlarına özel hassasiyet gösterdiği yıllara tekabül ediyor. Sırlanan tekkeler, yasaklanan faaliyetler, yol büyüklerinin kendilerini aşikâr etmemeye gayret göstermesi, bazı yolların kendilerine mahsus usul ve erkanları, kimi zaman bizlerin zengin metinlerle karşılaşmasına da olanak tanıyor.

Bu tür metinlerin başında mürşitlerin gerek ihvana gerek taliplere nasihat babında yazdıkları kitaplar ve risaleler var. Diğer taraftan mürşitlerin uzak şehirlerde, ülkelerde ya da zorlu vazifelerde görevli dervişlerine yazdığı mektuplar da var. Mektuplar, özel metinler olduğu için çoğu zaman vefat eden dervişlerle birlikte sırlanıyor tabiri caizse. Bazı mektuplarsa saklanıyor ve o dervişlerin emanet ettiği kimseler tarafından neşrediliyor. Mahmud Erol Kılıç tarafından neşre hazırlanan ve 1995 yılında meraklılara sunulan Nusret Tura Efendi’ye ait mektuplar, dil ve gönül zevki açısından son derece zengin, bir mürşidin dervişini nasıl telkin ve terbiye ettiğine dair misallerle dolu, keyifle okunan metinler ihtiva ediyor. Nusret Tura bu mektupları, dervişlerinden Sabri Nebioğlu’na (v.1994) göndermiş. Sabri Bey gemi kaptanı olduğundan şeyhini pek göremiyor ve onun hasretiyle kâğıda kaleme sarılıyor. Aldığı cevaplarla bir yandan gönül dünyasındaki dalgaları dindirmeye, diğer yandan aşmaya çalıştığı problemlere dair öğütlerle yolunda ilerlemeye devam etmiştir hiç şüphesiz. Bir mürşidin, müridine yazdığı “Seyahatiniz uzaklarda değil, gönlümüzün okyanusundadır” cümlesi, okuyanın dahi gönlünde nice muhabbet

İçinde pek çok rüya tabirinin olduğu da düşünülürse, karşımızda aslında oldukça mahrem mektuplar var. Haliyle neşredilmesi ne kadar uygun düşebilir suali aynı zamanda neşredenin de suali olmuş. Fakat burada Mahmud Erol Kılıç hoca, Nusret Efendi’nin “Kime faydası olur bilmem ama, istersen ben gittikten sonra bunları yayınlayabilirsin” kaydını hatırlatıyor. Şurası bir gerçek ki dünyanın türlü aygıtları tarafından bedeni, ruhu, zihni ayrı ayrı zapt edilen günümüz insanı için bu mektuplarda bulunabilecek nice hikmet var. Hikmetlerin insan hayatında nasıl bir yerde konumlanacağı, elbette okurun gaye ve eylem arasında kurduğu ilişkiyle ilgili olacaktır ki bunlar amel, ihlas, sadakat üçgeninde toplanabilir.

Nusret Tura Efendi, Sabri Bey’e gönderdiği mektupları genellikle sabah saatlerinde aç bir vaziyette yazdığını söylüyor. Okuyanlar da eğer aynı usule riayet ederlerse “Gönülden doğan nemalar işkenbeye ve akıl denen gölgeye uğramadan yine gönüle varıp devrini tamam eder” diyor. Henüz ilk mektupta karşılaştığımız “Size her okuyuşta bir başka zevk kaynağı olacak yazılar yazıyorum” ifadesi de otuz yıl önce neşredilen bu mektupların hâlâ ilgi görmesiyle anlaşılabilir. Nusret Tura Efendi gurbette vazife gören dervişine, bu gurbette oluş hâli iç dünyasını zedelemesin diye hem kalem hüneriyle hem de gönül hekimliğiyle yaklaşıyor. Bir mektubunda “Yavrum! Hakikat ehli kendi vatanında da olsa sözünü anlayabilecek bir dert ortağından mahrumsa gurbette sayılır. Eğer kendisine bir dost var ise dünyanın bir ucunda gurbette de olsa garip sayılmaz. O zaman ‘Fefirrû ilallah’ yani ‘Allah’a kaçınız, O’na doğru firar ediniz’ demektir. Yani gönlünüzde râbıtanızda olanla sohbet ediniz.” diyerek uzletin kimi büyük bir nimet, râbıtayı kuvvetlendirmenin de nefsin oyunlarına galebe çalmak adına önemli bir imkân olduğunu hatırlatıyor. Rabıtanın ehemmiyeti noktasında Abdülaziz Mecdi Tolun Efendi’nin Süheyl Ünver’e vaktiyle yazdığı iki mektubundan birer paragrafı da buraya almak isterim: “Sahilleri görünmeyen bir derya-yı nâmütenâhîde râbıtasız sefere çıkanlar dümensiz gemi ile girdâblar üstünde mütehayyirâne dolaşanlara benzer. Râbıta, sefîne-i vücûda dümen olur. Râbıta düzgün tutulursa, istikamet ta'yin edilmiş demektir… Benim hayalimle değil, hakikatimle meşgul ol! Râbıta, her işi hâlle kâfidir. İşi, müfredata düşürme. Yekûn hânesine bak. Râbıta, sırrullahtır. Müşkilât, anınla hâllolunur, her şey neş'eye mübeddel olur. Hayatın lezzetini o zaman anlarsın.

Her görüştüğümüz arifin gönlünden dersler almayı yalnız Sabri Bey’e değil okura da nasihat etmiş oluyor Nusret Tura Efendi. Dar zamanların dünyaya hâkim olması yeni bir şey değil. İnsanın bu zamanlara kendini hapsetmesi de hoş bir şey değil. Maksat gönül hoşluğunu tutturabilmek, mutmain bir zemine ulaşabilmek, oradan daha seri biçimde yol alabilmek. Bunun için Nusret Efendi mektuplarında şarkılardan, şiirlerden, menkıbelerden de misaller veriyor. Gerçekle sahteyi ayırt edebilmek için tebessümü elden bırakmıyor: “Kullukta kemâle ermeli, yok olmalı Hak güneşi zâhir olsun. ‘Ma’şuk yüzün tutmuş sana, sen bakarsın gayri yana’ dedikleri gibi olmamalı. Dost şirk istemez. Bir gün bir dede ‘Hak, Hak’ diye zikir yapıyormuş. Şeyh efendi bir saat uzaktaki o dervişe gece yarısı haber göndermiş, ‘tak tak’ yapmasın diye.

Mahzun ve kederli hâllerde Hakk’ın tecellisini görmek büyük iş. Çünkü şikayet durdurur, tecelliye eyvallah edip seyr edebilene, görebilene, işitebilene sülûk vardır. “Kabz ve celal zuhuru terakkiye vesiledir; bast ve cemal terakkiye vesile olaydı Hz. Âdem cennetten çıkarılmazdı.” demiş Kuşadalı Hazretleri. Zikrederken de fikrederken de bütün mesele zikredenin ve fikredenin Hakk olduğunu bilmek. Son söz, Nusret Tura Efendi’den şöyle olsun müsaadenizle: “Kuş beslemekteki bu kadar külfetten maksat sesini duymaktır. Allah-u azîmüşşân da kendi isminin zikrini duymak için insanı, insan için de kâinatı yaratmıştır. Ötmeyen kuş, zikir etmeyen insan leş olmaktan kurtulamaz.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

23 Eylül 2024 Pazartesi

Kalplere inşirah: Esmâü'l-Hüsnâ

İslam alimleri, Allah’ın üç bin ismi olduğunu, bin tanesini sadece meleklerin bildiğini, bin tanesini sadece peygamberlerin bildiğini, üç yüz tanesinin Tevrat’ta, üç yüz tanesinin İncil’de, üç yüz tanesinin Zebur’da, doksan dokuz tanesinin de Kuran’da geçtiğini belirtmiş, bir tanesini ise Allah’ın kendi zatı için seçtiğini söylemişlerdir.

İşte Allah’ın, Kuran’da geçen doksan dokuz ismine Esmaü’l Hüsna denilmiştir, yani, en güzel isimler. En güzel isimler Allah’ındır ve bu doğrudan Allah’ın ayetidir.

Allah, kendisinden başka ilah olmayandır. En güzel isimler (Esmaü’l Hüsna) O’na mahsustur.” (Taha, 20/8)

En güzel isimler (Esmaü’l Hüsna) Allah’ındır. O halde O’na o güzel isimlerle dua edin.” (A’râf, 7/180)

Allah’ı bilmeye yönelik çabalayan bir insanı iki husus karşılar: Allah’ın Zatı ve Allah’ın sıfatları. Allah, Zatı itibariyle bilinememektedir. Kulun aklı bu konuda yetersizdir. Kaldı ki sonlu bir varlığın, sonsuz bir Varlığı idrak etmesi de mantıken de imkansızdır. Ayrıca Allah, Zatı’nın tasavvur edilmesini de bu nedenle yasaklamıştır. Çünkü düşünülen, tasavvur edilen ne olursa olsun Allah’ın Zatı olmayacak, ona yaklaşamayacaktır bile. Allah, tasavvurdan da münezzehtir.

O halde geriye Allah’ın sıfatları kalmıştır. İşte Esmaü’l Hüsna, Allah’ın sıfatlarıdır. Allah’ın Zatı ile sıfatlarının aynı olup olmadığı ayrıca tartışılsa da ehli sünnet burada ne ayrı ne gayrıdır diyerek itidali benimsemiştir.

Esmaü’l Hüsna hem ilmen Allah’ı bilmek için en güzel yollardan biri hem Allah’a yaklaşmak için en güzel vesilelerden hem de dua etmek için en güzel dayanaklardandır. Peygamber Efendimiz (sav) Allah’ın doksan dokuz isminin anılması ile edilen duaların kabul olunacağını müjdelemiştir. Ayrıca Esmaü’l Hüsna, kişiyi cehennem ateşinden koruyacak bir kurtuluş kapısıdır da. Ebu Hureyre’den nakledilen bir hadis-i şerifte Hz. Muhammed Mustafa Efendimiz (sav) “Muhakkak ki Allahu Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır, kim onları sayarsa cennete girer” buyurmuştur. Hadis alimler tarafından şu şekillerde açıklanmıştır:

- Bir kimsenin bu doksan dokuz ismin bazılarının vacip (varlığı zorunlu), bazılarının muhal (varlığı mümkün olmayan), bazılarının da caiz (olması veya olmaması imkan dahilinde olan) sıfatlar olduğunu bilmesidir. Esmaü’l Hüsna’ya bu tafsilatıyla iman edilmesi tafsili imandır.

- Esmaü’l Hüsna’nın mümkün olduğunca manaları ile amel etmektir.

- Esmaü’l Hüsna’nın ifade ettiği ahlak ile ahlaklanmaktır.

- Gereğince amel edeni cennete götüren bir vesiledir.

Başka bir hadiste “sayarsa” yerine “ezberlerse” şeklinde geçtiği için isimleri ezberlemenin kastedildiği şeklinde yorumlar yapan alimler de olmuştur.

Böylesine önemli bir yer tuttuğu için alimler, arifler Esmaü’l Hüsna üzerine kitaplar, şerhler yazmıştır. Bu şerhlerden birisi de Abdullah Simâvî Hazretleri’nin kaleme aldığı Esmâü'l-Hüsnâ Şerhi adlı eserdir. Eser Müzeyyen Muradoğlu Ağrıkan tarafından yayıma hazırlanmış, Ketebe Yayınları tarafından da yayımlanmıştır.

Abdullah Simâvî eserinde Allah’ın isimlerini kısaca tanımladıktan sonra her bir isim için “kulun bundan nasibi” diyerek kulun o ismin ifade ettiği manaya uygun davranışlara sahip olması gerektiğine vurgu yapmıştır. Böylece konuya farklı bir pencere açmış, esmaların ahlakı güzelleştirmesindeki, iyileştirmesindeki etkiye işaret etmiştir.

Umulur ki eserden istifade eden bol olsun. Allah cümlemizi ahlakıyla ahlaklananlardan eylesin. Amin.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

21 Eylül 2024 Cumartesi

Gönlünü cennet eylemek

Tasavvufun henüz adının olmadığı ama hakikatinin yaşandığı dönemin büyük sufilerinden biri Hâris el-Muhâsibî. Dönemin önemli hocalarından hadis, kelâm, tefsir gibi ilimleri öğrenmesiyle, sufiliğinin yanına âlimliğini de koymuş. Bazı kaynaklara göre İmam Şâfiî'nin öğrencilerinden biri olmuş, aynı zamanda o zamanlarda çocuk yaşta olan Cüneyd-i Bağdâdî ile sofra paylaşmış. Kendisinin "muhâsibî" lakabına sahip olmasının sebebi, nefs mücadelesinden hiç taviz vermemesi. Babasından kalan büyük bir mirası reddetmesi, yaşamının tamamını kanaat ile geçirmesi, şöhrete ve makama yüz çevirmesi onun yine nefsle mücadelesinden önemli özelliklerinden.

Hasan-ı Basrî yolunun takipçilerinden olan Hâris el-Muhâsibî'nin Bişr el-Hâfî ve Zünnûn el-Mısrî'den etkilendiği belirtiliyor. Muhâsibî'nin etkilediği sufiler arasındaysa Tüsterî, Sülemî, Tirmizî ve Kuşeyrî zikrediliyor. Tasavvufun kaynak metinleri arasında önemli bir yeri olan Risale'sinde Kuşeyri, Muhâsibî'yi "En arı ve duru sufiliğin temsilcisi" olarak tanıtıyor. Yine Risale'de şöyle diyor Kuşeyrî: "O, içinde şüphe bulunan bir yiyeceğe elini uzattığında parmağındaki bir damar harekete geçip atmaya başlardı. Bunun üzerine o, o şeyi yemekten geri çekilirdi."

Çok sayıda eser kaleme alan Hâris el-Muhâsibî'nin bazı eserleri bir araya getirilerek okurlara, meraklılara sunuluyor. Bunlardan biri de Cemal Aydın tarafından çevrilen Allah'a Yöneliş. Risâletü’l-Müsterşidîn, Bedʾü men enâbe ilallâh, Fi Enne'-l-Mâl Aslü'l-Azîm Min Usûli'l-Fesâd gibi risaleleri bir araya getiren kitap aslında Hâris el-Muhâsibî'nin benimsediği sufiliğin temel taşlarından oluşuyor. Allah'a yönelişin esasları şüphe yok ki insanın kendisinden başlıyor. Gerçek huzurun ve gerçek zenginliğin ne olduğundan, canını ve malını Allah'a satmanın ne manaya geldiğine kadar Muhâsibî'nin çizdiği harita bizlere Ebû Zer el-Gıfârî'yi hatırlatıyor: "Yaptığı iyiliklerin mükâfatını göreceğini, işlediği günahlardan hesaba çekileceğini bilen birisi nasıl hareket ederse, sen de öyle titizlikle hareket et! Daima şükret! Geleceğe yönelik beklentilerini azalt! Kaygılar, sıkıntılar seni bunalttığında, git kabirleri ziyaret et! Diriliş gününün korkusuyla kalbin her zaman ürperti içinde olsun! Hz. Ebu Zer el-Gıfârî şu öğüdü verir: Allah'ı görüyormuş gibi hareket et! Kendini daha şimdiden ölmüş say! Bil ki, kötülükler unutulmaz, iyilikler de kaybolmaz! Unutma ki, sana yetecek az bir şey, seni gaflete düşürecek çok şeyden hayırlıdır! Mazlumun bedduasını almaktan kendini koru!"

Muhâsibî'nin sufi tavrı, bugünün insanının ancak kitaplarda okuyabileceği, belki gıpta edebileceği, ancak ne kadarını hayat pratiği yapabilirse o kadar kazançlı çıkabileceği bir tavır. Bu tavrın ardında, Horasan bölgesinde ortaya çıkan tasavvuf ekolü melameti de yakalamak mümkün. Muhâsibî'nin öğütlerinde kınanmayı, kusurlarının ayıplanmasını, toplum önünde küçük düşürülmeyi göze alan, hatta bunlarla övünen melamilerin yaklaşımını görebiliyoruz. "Yoksulluğunu sadece Rabbine söyle! Helal mi haram mı diye şüphe ettiğin şeylerden uzak dur! İhtiyaçların konusunda mümkün olduğunca insanlara bağlı kalmaktan kaçın. Kendin için sevip istediğini onlar için de iste. Kendin için nefret ettiğin şeylerden onlar için de nefret et. Gölgede kalmaya, silik görünmeye bak. Derin derin tefekküre dal. Bilginle parlamamaya, yaptıklarınla gurur duymamaya dikkat et."

Sadece tasavvufta seyr edenlerin değil, yeryüzündeki bütün insanların kendi labirentlerinde bir Hakk'ı bulma, mutmain bir kalbe erişme, akl-ı selim olma gibi dertleri var. Üstelik bunlar kitap okumayla halledilebilecek meseleler değil. Tüm kadim öğretilerde olduğu gibi tasavvufta da bir rehberin şart olması, aslında insanların nefsleriyle nasıl mücadele edeceklerine dair de bir umut ışığı. Çünkü dünya, kişiye bir an bile rahat bırakmıyor. Dünyanın derdi, insanın yükü bitmiyor. Haliyle nefsin şeytani öğütleriyle yol yürümek, doğal bir yaşama dönüşüyor. Muhâsibî, nefsi yola getirmenin çarelerini açıklarken, nefsin hiç de öyle kolay kolay teslim olmayacağını en başta söylüyor. Nefsi sürekli korkutmak gerekir diyor, zira nefis övünmek için bahane arıyor. Nihayet, kalpteki korku ve umut sancaklarını cem eden tek gerçeği tövbe olduğunu, tövbekâr bir kulun muhteşem zaferlere ulaşacağını ifade ediyor. Tövbenin bile şükredilmesi gereken bir nimet olduğu bilincini aşılıyor. Şu sözlere dikkat buyurun: "Gönlünü Allah'a veren kişi, dünyaya ait çok az şeye sahiptir, alçak gönüllüdür, her bakımdan Allah'a teslim olmuştur, hüzünlüdür, her zaman gözü yaşlıdır, dünyaya bağlanan insanlarla bir arada olmaktan rahatsızlık duyar. Bir haksızlığa uğradığında hakkını aramaz; elinden malı alınsa geri istemez. Yalnızdır, hırpanidir, toz toprak içindedir, gariptir, zâhitçe yaşar... Ah gafil kimseler onun kalbinde olanı, Allah'ın oraya yerleştirdiği yüceliği bir görebilselerdi!"

Allah'a Yöneliş'in son faslı, bizlere mal sevgisinin peşine düşmüş insanoğlunu ta o zamanlarda fark etmiş, bu insanların kendilerine ve çevrelerine neler ettiklerini görmüş Muhâsibî'nin nasihatleriyle sona eriyor. Burada kötü âlimlerin insanların başına nasıl bir bela olduğunu, sahabilerin benimsedikleri yaşamla bizlere nasıl örnek teşkil ettiklerini, kalbinden ahiret korkusu silinmiş bir insanın büyük bir hüsranla karşı karşıya olduğu, servet üstüne servet yığmakla kişinin kendi cehennemini daha bu dünyada kurduğunu okuyabiliyoruz. Helal kazanç kaldı mı şu dünyada diye soruyor Muhâsibî, henüz o çağlarda, yani hicretin üçüncü yüzyılında: "O zamanlar herkesin kazancı helaldi, helal yoldandı. Fakat zararı faydasından daha ağır basar korkusuyla helal kazançtan bile vazgeçerlerdi. Ya sen, o mübarek insanlara nispetle bir çöp niteliğinde olan, helalin kaybolduğu şu dönemde yaşayan ve boğazına kadar pisliğe batmış olan sen, nasıl olur da helal bir servete sahip olduğunu iddia edebilirsin?"

İnsanın kendi gönlünü cennet eylemesi için kuvvetli bir nefs mücadelesine girişmesi elzem. Hâris el-Muhâsibî'nin Allah'a Yöneliş kitabındaki nasihatleri, bu mücadelenin tüm şifrelerini barındırıyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

17 Eylül 2024 Salı

Buşido dediğin Selçuklu yıldızıdır

Kültür ve geleneklerimize, bakış açımızın köklerine doğru yolculuk yaptığımızda, karşımızda Asya’nın bozkırları çıkar. Farsça, Hint dilleri (Sankritçe, Urduca gibi) Slav dilleri aynı dil gurubuna aittir, Türkçe ise Çince ve Japonca ,Korece, Moğolca, Mançu-Tunguz dilleri birlikte Altay gurubunun içindedir. Bu konu hakkında Osman Karatay hocanın, Selenge Yayınları'ndan çıkan, Ural-Altay Kavramı adlı çalışmasına bakılabilir. Hatta Läszlö Maräcz Macarcayı da Altay dil gurubuna dâhil eder. Pers, Çin, Hint ve Slav medeniyetleri ile yakın temas kurmuş, birbirimizi etkilemişizdir. Kimi zaman savaşlar ve göçler, kimi zaman siyasi ve ticari ilişkiler sâyesinde kültür, inanç alışverişi olmuştur. Japon medeniyeti ile ilişkilerimiz ise, vasatın altındadır. Buna rağmen birçok ortak yönümüzün varlığı söz konudur. Bunun en büyük nedeni, aynı maya ile karılmış ve aynı güneş ile şekil almışızdır. Çünkü Asya’nın yani şarkın; kadim adem odaklı felsefesi, burada tomurcuklanan milletlere yol göstermektedir. Uzak bir ada olan Japonya ile Türklerin yakın teması 18.yy başlar. Özellikle Abdürreşit İbrahim Efendi, Japon ve Türk birliğinin kurucusu olarak yâd edilmesi gerekmektedir. Sibirya’da doğan Abdürreşit Efendi 1944 yılında Japonya, Tokyo’da vefat etmiştir. Türk’ün mefkûresini Japonya’da yaşatmaya ve yeşertmeye çalışan, seyyah, müellifimiz gereken alakayı görememiştir. İsmini; konunun uzmanlarından hariç birkaç kişinin bildiği, bu önemli şahsiyetle ilgili, Doğu Kütüphanesi Yayınları'ndan, Merthan Dündar’ın editörlüğünü yaptığı, Japonya Seyyahı Abdurreşit İbrahim’in İzinde adlı makalelerden oluşmuş kitabını tavsiye edebiliriz.

Genelde Ertuğrul faciası, Meiji dönemi yapılanmaları ele alınırken, kültürel kodlarımızdaki ve düşünce yapımızdaki benzerlikler es geçilmektedir. Günümüzde gençlerin anime ve manga merakı, büyüklerin ise içyapılarındaki buhranlarını geçirme metodu olarak, Fen Shui gibi doğu felsefelerine sarılması netîcesi ilgi artmıştır. Seksenli yılların ortasında TRT’de, Pazar günleri yayınlanan Origami programı da kültürel ilişki için bir örneği teşkil etmektedir. Japonya konusunu irdeledikçe, içinden matruşka gibi Türklerle olan benzerlikler ortaya çıkıp durmaktadır. Bu da bize neden ilişkilerde geç kaldığımız sualini sordurmaktadır. 1980’de çekilen Shougun dizisi ile Samuray ve harakiri (seppuku) kavramı hayatımıza girmiştir. 2024 yılında tekrarı çekilen dizi, yeniden Japon kültürüne ait olan savaş sanatı Buşido ve Samuray kavramları gündeme getirmiştir.

Asya’nın onurlu ülkesi, ABD’nin bir günde yüzbinlerce insanı yok ettiği, dünyanın en büyük soykırımlarından olan Hiroşima ve Nagazaki’den, sanâyisiyle, teknolojisiyle ayağa kalkmayı başarmıştır. Bunun ardında yatan ana neden, disipliner ve sadâkat bağları kuvvetli bir halk oluşudur. Kadim yapılanmasını sıkı sert bir eğitim, Mensiyüsin yazdığı ilkeler, Konfüçyanizm öğretileri ve çetin coğrafyasına borçludur. İşte Japon ahlâk sistemi olarak da adlandırabileceğimiz Buşido, bir savaş sanatından çok, bir Japon idârî sisteminin, yaşam şekli ve bakış açısının adıdır. Felsefesini ve dünyaya bakış açısını Dergâh Yayınları'ndan çıkan Inazo Nitobe’nın yazdığı; Buşido: Japon Savaş Sanatı kitabı bize tanıtan bir rehber niteliğindedir.

Kitabı okurken, yazarın 19.yy’da limanların yabancılara açılmasıyla başlayan, misyonerlik faaliyetleri neticesinde hırıstıyan olduğunu unutmamalıyız. Inazo Nitobe hayatını doğduğu topraklarda değil, Yeni Dünya’da sürdürmüştür.1920 yılında kurulan Cemiyet-i Akvam genel sekreterliği ile bugün UNESCO diye bilinen; Dünya Entelektüel İşbirliği Örgütü kurucularındandır. Kitapta, Doğulu Hristiyan bir gözün, Buşido’yu anlatmasını okuyoruz Tıpkı belli bir dönemini ABD sürdüren Kurusawa’nın, Yedi Samuray ve Run filmlerinde ki batı edebiyatı izlerini, kitapta da görebilmekteyiz. Nıtobe kimliğini inkâr etmemektedir. O yeni bir form ile yeni Japonya hayal etmektedir. Hristiyan bir Buşido hayali olduğunu, kelimeler arasında sörf yaparken görebilmekteyiz. Ona göre Batı ve Doğu arasında ki; erdem, ahlâk ve feodal yapı farklarını, felsefeci ve ekonomistlerden alıntılarla bize sunuyor. Aslında kitap bir nevi batı ve doğunun karşılaştırılması denilebilir. Aslında batının da Yeni Ahit’e bağlı Japon erdemiyle donanmasını istemektedir.

Buşido, savaş sanatının adı olsa da yazarın dediğine göre; O, Japon toplumunun, yüksek erdeminin mayasıdır. Böylece Samuraylar, Japon kültürünün aslî kuvvetidir. Limanların açılmasıyla; batı kültürünün ve misyonerliğin kol gezdiği ada da, en büyük darbeyi Samuray topluluğu almıştır. Tıpkı bizim aslî unsurlarımızdan akıncılar ve yeniçeriler (bizim bu askeri yapılarımızın çekilme nedeni bambaşka bir mevzûdur) gibi tarih sahnesinden çekilmişlerdir. Çekilmeleri sâdece bir askerî birimin kapanması değil, gelenekçi Japon kültürünün yozlaşmasının başlangıcı, katile âşık bir Japonya’nın doğuşudur. Biz gibi batı kültürüne kapılarını açan, bu onurlu millet, kapitalist dünyanın avcunun içine düşmüştür. 1920’lerde başlayan milletçilik akımı ile Japonlar kendi ırklarına sâhip çıkma ve yüceltme yoluna giderken, Kore gibi sömürgelerine işkence etmekten geri de kalmamıştır. Feodal yapı, yerini kapitalist feodalizme bırakmıştır. Bu sefer üst sınıf, geçmiş dönemin en alt sınıfları olan esnaflar ve tüccarlardır. Ya Samuray Kurumu!? Onlar hayat gailesi içerisinde evlerine nafaka götürmeye çalışan, asil orta sınıf olarak karşımıza çıkar. Bu aileden birisi de Japon sinemasının dâhisi Akira Kurusawa’dır. Buşido’yu anladığımızda onun sinemasını da anlamış oluruz.

Amerikan hanımın ısrarı ile yazmaya karar veren Inazo, kendi ülkesinden çok batı diyarında adını duyurmuştur, kitabı ise en çok yabancı ülkelerde ilgi görmüştür. Müellif, ülkesinde ölümünden yaklaşık elli yıl sonra belli bir kitle tarafından bilinir olmuştur. Burada da Kurusawa’nın âkıbetinin hafif bir benzer durumu vardır. (Ünlü yönetmen de ülkesinde en başlarda fazla ilgi görmez.) Bunun sebeplerinden biri, kendi dilinde değil İngilizce yazması ve şövalyeliğin yüceltilmesidir. Haçlı seferlerinde, gerek Anadolu gerek Filistin’de ve birçok diyarda kan döken, Avrupa’nın barbar birliğine övgüler düzülmektedir.

Yazar; kendi dil gurubundan gelen, bir çok benzer felsefeye sâhip Türk askerine, yabancı değildir. Kitabında birkaç yerinde nötr şekilde bahseder. Buşido gibi bir sistemin parçası olan yazar, dünyanın ilk düzenli ordusunu ve onun serdengeçtilerini görmezden gelmektedir. Bunun neden yaptığını açıkça anlayabiliyoruz. Yahudilik ve Hristiyanlığa bol bol atıfta bulunurken, İslamiyet’e ancak kılıç bölümünde peygamberin sözüne yer verir. Müslümanların kılıca olan bağlılığı ile Japonların düşkünlüğünü, yüceltmelerini irdeler. Bakışının , müspet yâhut menfî olduğu hakkında karar vermek pek mümkün değil. Lâkin atalarının dininden, başka bir dine intikal ettiğine göre, bir çıkarım da yapmak mümkün görünmektedir. Acaba, Müslümanları savaş seven, şiddet yanlısı bir topluluk olarak göstermektedir diyebilir miyiz?

Batıyı eleştirdiği birçok noktanın varlığını işaret edebiliriz.1899 yılında yazılan kitabın önsözünde, müellifi şunu söyler; “Tanrı ve onun bize gönderdiği Yeni Ahit tarafından öğretilen dine ve tabii ki kalbimizde yazılı olan kanuna inanıyorum”. Bu eleştirileri yöneltme nedeni, özünde saklı tuttuğu Asya felsefesidir. Evet, her ne olursa olsun ne kadar kimlik değiştirilse değiştirsin, o, Asyalı Hristiyan Japon’dur. Ve Batı onu hatırlatmaktan büyük bir zevk duyar.

Yazarın Hristiyan batı ile Japonya’yı birleme hülyasını arka plana atıp, bizle ortak payende de buluşmalara dikkat çekmek gerekir. Biz bu bakış açısını Türk tasavvuf kültürü içinden yorumlamayı, böylece aramızdaki benzerlikleri görmeyi hedeflemeli, kendi kültür ve mâneviyatımızın, kuvve i ahlâk noktasını bulup çıkarmalı, menfî olarak görmeye başladığımız, erdemlerimizi tekrar hayata geçirmeliyiz. Aynı zamanda eserden milletimizin, vefasızlık ve körlüğünü teşnî etmek için de faydalanabiliriz. Yunus Emre, Mevlâna, Hacı Bektaş ı Velî, Hacı Bayram-ı Velî gibi, kudretli şahsiyetlere sâhip, bu toprakların ilkelerini düşünmeli, gömülü olan yerden çıkarıp, giyinmeliyiz. Buşido erdemlerini okumak, Türk İslâm medeniyetin kadim erdemlerinin çerağını tekrar yakmamıza vesile olabilir. Bir ayna göreviyle kitap, bize hitap etmektedir.

Lâkin; şu noktainazarı belleğimize derkenar etmeliyiz. Her ne kadar ortak bir çok yönümüz olsa da, bizim tasavvuf temelimiz, ne Hint ne Doğu Mistisizminden çıkma değildir. İslâm; insanın yani cihanşümulun sırrıdır. Dünya o sırrın etrafa saçtığı cevherle doludur. Hz. Âdem, hata işlediği zaman, Allah'tan affı, peygamber efendimiz Muhammed Mustafa (sav) hakkı ve hürmetine istemiştir. İşte, kronojiye bağlı kalanlar bu sırra muvaffak olamamıştır. Bu hakîkatler ışığında, İslâm tasavvufunun çıkış noktası yine İslâmdır. Muhammedi Ahlâk dünyayı tamamlayan kuvvettir. Biz; sâdece diğer İslâm dışı sûfî hareketlerde Peygamber Efendimizden gelen nüveleri görür ve onu irşad ederiz. Japonlar için bir ahlâk sistemi olan Buşido’da bizim için bir metefor görevindedir. Ve biz onun erdemleri olan; Dürüstlük ve adâlet, cesaret, iyilik, nezâket, doğru sözlülük, şeref, sadâkat, irâde bölümlerini okurken, ceddimize saygı duruşuna geçer, fatiha ile eşlik ederiz. Küçük bir misal ile konuyu bağlayacak olursak:

- Cesaret bölümünde; “En cesur, en yumuşaktır ve sevenler cesurdur” sözünü en güzel uygulayan peygamber efendimiz ve onun tâkipçisi olan erenler, alperenler değil midir? Mekke’nin ortasında, inancını tüm işkencelere rağmen devam ettiren ve hakîkati söyleyen kimdir? Ve eziyet edenler dahi bir karıncayı incitmeyip seven kimdir? Ya Türk dervişleri alperenler, Balkanlara ve uç sınırlarında tekkelerini kurup, kılıç üstadı iken muhabbet ile gönüllere girenler, savaş alanında dâhi olan ama karıncanın mahşerde, hesap sorup sormayacağını düşünen, koca padişaha kim sahiptir?

Kitaptan birkaç söz:

* Şövalyelik, tarihimizin bitki müzesinde muhafaza edilen soyu tükenmiş antik bir erdemlilik örneği değil, Japon toprağının simgesi olan sakura kadar sık rastlanan bir çiçektir. Şövalyelik hâlâ içimizde yaşayan bir güç ve güzellik objesidir.

* Değişik tanrılara veya kılıçları üzerine yemin etmezler ve saygısızca laflar arasında geçiştirmezler.

* Amerikalı bir yazar, sıradan bir Japon’a yalanın mı, kaba olanın mı söylenmesinin doğru olduğunu sorduğunda hiç çekinmeden “yalan söylemek!” cevabını alacaktır.

* Kılıç gücün ve kahramanlığın amblemidir. Muhammed Peygamber “Kılıç Cennet’in ve cehennemin anahtarıdır.” Dediğinde bir Japon duygusunu dile getirmiştir.

Kılıç ve ok üstadı olan bizler, pusatlarımızı işgal ve zâlimane bir güç için değil, Selçuklu yıldızında yer alan; şükür, merhamet, şefkat, sabır, doğruluk, sadâkat, sır tutmak, cömertlik üzerine kurulmuş olan devlet anlayışımız için kullandık. Harbe giderken, çevredeki asmalardan (düşmanın dahi olsa) yediğimiz, üzümlerin yerine akçe koyacak kadar helâle düşkündük. Japonların Buşido dedikleri, kadim geleneğimizin ve sanatımızın simgesi Selçuklu yıldızının içinde ikāmet etmektedir. Son sözü Mehmet Akif Ersoy söylesin.

“Ne büyük söyle, ne çok söyle; yiğit işde gerek
Lafı bol, karnı geniş soyları taklid etme
Sözü sağlam, özü sağlam, adam ol, ırkına çek”

Elçin Ödemiş
twitter.com/elindemis

8 Eylül 2024 Pazar

Siyasetçi olmayanlar için siyaset

Başlık, Erich Fromm’un yakın zamanda Türkçe’de ilk kez yayımlanan, güzel kitabından mülhem: Psikolog olmayanlar için psikoloji (Say yayınları. Çev: Özlem Özlen Şimşek). Psikolojinin, hiç olmadığı kadar popüler ve saygınlık getirici addedildiği bir zamanda, Türkiye gibi bir ülkede hem çok çekici hem de tehlikeli bir başlık bu. Her isteyenin psikolog olabileceği zehabı doğuruyor, ama elbette, Fromm’un amacı bu değil.

İnsanın bütün hallerini görmüşçesine, süzülmüş bir bilgelikle yazan, sevgisi öfkesine galip bir kalem olarak, ne söylese söylediğinden bambaşka anlamlara kapılar açardı zaten. Burada ise, kendini anlamaya, gerçek anlamda tanıyıp yüzleşmeye, iç hakikatine yaklaşmaya çalışan herkesin belli ölçüde psikolog olduğunu, olabileceğini anlatmaya çalışıyor. Bu çabanın, insanlık için ne denli önemli olduğunu, sessizce belirtiyor.

Açmak gerekirse, söylediği şey basitçe, psikolojinin insanların gerçek anlamda iç dünyasına ulaşabilmesi ve en canlı, en görünmeyen, kor halindeki kısımları anlamlandırabilmesi halinde ilginç ve anlamlı olduğu, aksi halde salt davranışçı bir tutumla insanlara kobay muamelesi yaparak dış gerçeklikten öteye geçilemeyeceği, her türlü sosyal deneyin yanıltıcı olabileceğidir. İnsanı anlamak, ancak insanın kendisiyle mümkündür. Psikolog, iyi bir yol gösterici ve destekleyici olabilir fakat nihayetinde bu çaba, kimsenin giremeyeceği bir yoldan kişinin mutlaka tek başına gitmesini gerektirir.

Esas mesele, insan davranışlarını neyin güdülediği, insanın, yaptıklarını neden yaptığı değil, daha çok yapamadıkları, eyleme geçebilmesine ve istediği gibi bir dünya kurabilmesine izin vermeyen her türlü acının, tutkunun, korkunun ve çaresizliğin içsel ve dışsal hallerinin keşfedilebilmesidir. İnsan, neden göründüğü gibi değildir? Neden, istemediği sayısız insana ve duruma katlanmak zorunda hissetmektedir? Neden, verdiği kararları bir türlü hayata geçirememekte, sahip olduğu değerlerle sürekli ters düşebilmektedir? Sayısız çelişkiyle nasıl olup da uzlaşabilmekte, bütün bunlara rağmen akıl sağlığını koruyabilmektedir? Güce nasıl olup da bu kadar kolay teslim olabilmektedir?

Evet, psikolojinin esas sorusu belki de nasıl olup da akıl sağlığının yitirilmesi ya da bozulması değil nasıl olup da yitirilmiyor olması, korunabilmesidir? Fromm, her bilge gibi o ana kadar bildiğimiz her şeyi bir anda ters yüz edebilen de bir kalem. O nedenle, sormaya devam etmelidir: Hangi mekanizmalar, hangi yanılsamalar, hangi kendi kendini aldatmalar ve hangi çaresiz kabullenişler bunda etkilidir? Fromm’un söylediği şey, her insanın belli ölçüde kendi kendisinin psikoloğu olabileceği ve ancak böyle olursa toplumsal bir ruh sağlığına ulaşılabileceğidir.

Aksi halde, dışarıdan bakıldığında oldukça sağlıklı ve aktifmiş gibi görünen ama içten içe büyük bir pasivitenin mahkûmu, bireyselleşememiş, itaatkâr, aklını yitirmemek için çelişkilerini aklileştirmekten başka çaresi olmayan, düşüncenin yerine inancı koyarak sorgulanabilir olanla bağını koparan bir insan tipi egemen hale gelecektir. Bu insanlar, ne kadar aktif gözükürlerse gözüksünler her zaman yorgun -Fromm’un tabiriyle “ebedi bebekler” olarak- her zaman bakıma muhtaç olacaklardır. Olan biten karşısında tepkisiz değillerdir, görünürde karşı düşüncelere sahipmiş, farklı bir ses çıkarmaya çalışıyormuş gibi gözükseler de bu aslında baştan belli tepkiler, sınırları belirlenmiş eylemlerdir: “Yalnızca tepki veren ya da bir şeye zorlanan, itilen insanın, yani klasik anlamda pasif olan bir insanın aktivitelerine baktığınız zaman, tepkisinin asla yeni bir şeye neden olmadığını fark edersiniz. Tepki rutindir. Tepki her zaman aynıdır. Belli bir dürtünün ardından hep aynı tepki gelir. Her defasında ne olacağı önceden bilinir. Her şey hesaplanabilir. Burada bir bireysellik yoktur, herhangi bir güç açığa çıkmaz, her şey programlanmış gibidir.

Oysa, canlı ve gerçek anlamda aktif insan, hiçbir zaman, bütünüyle beklendiği gibi tepki vermez. Bütünüyle kestirilebilir, öngörülebilir ve yönlendirilebilir değildir. Dışarıdan kontrol edilebilir de değildir, dolayısıyla. Kendi kararlarını, kendi başına alabilecek güçtedir ve bu onu kaçınılmaz olarak, öngörülemez ve politik kılar. Diğer bir deyişle, dışsal otoritelerden çok içsel nedenlere bağlı hareket eden her insan, son derece aktif, üretici bir ruhsal haz ve güçlü bir var edici sevgi hissi içindedir. Bu nedenlerle, bu kişinin, toplumda olan bitenlere kayıtsız kalması diye bir şey söz konusu değildir; Kaçınılmaz olarak, politiktir.

Pasif insanı ise, daha çok bürokrasi çevrelerinde görmek mümkündür. Pasif insan, her zaman için verilmiş kararlar almaya, üstlerini memnun etmeyi ve mevzuatın söylediğini yapmayı toplumsal yararın önüne koymaya hep hazır, üstündekilere karşı aşırı itaatkâr ama altındakilere karşı baskıcı, ne kadar çok insana hükmederse o kadar güçlü olduğu hissi içinde bir insandır. İçselleştirilmiş bir hiyerarşik bakışla hemen her zaman eşitsizlikten yanadır. Aynı zamanda saldırgan ve yıkıcı tarafları vardır. Sadist eğilimlere sahiptir. Yılların alt öfkesiyle yaşamaktadır: “Her zaman için alt seviyede, sosyal piramidin en altında yer alan, yaşamdan çok az zevk alan, eğitimsiz, yavaş yavaş toplumsal işleyişin dışına itildiklerini gören, motivasyonları ve çıkarları [güçlü ilgileri] olmayan ve içlerinde çok büyük bir öfke biriktiren tüm sınıflarda sadistlik vardır.” Burada, baskın karakter, kızgın ve öfkeli pasifliktir. Bu tür insanların yaptığı her eylem, bir karşı eylemdir ve hınç içeriklidir. Ancak çaresiz ve tükenmiş, zavallı addedebilecekleri insanlara iyi olabilmektedir. Bu kişiler açısından, siyasetten çok devlet bürokrasisi daha uygun bir eylem alanıdır.

Bu insanların, fazlaca ve belirleyici olduğu yerlerde, yaşamdan kopuk bir düzene abartılı derecede ilgi, bireysel tutumlar belirleyememe, insanlara eşya muamelesi yapmaya yatkınlık, yaratıcılığı olmayan işlemlerle vakit geçirmekten bıkıp usanmayan, coşkusuz bir kendini tekrar etme hali ve temel bir duygu olarak mevzuattan ya da üstlerinden geleni yapamama halinde duyulan yoğun bir suçluluk hissi bulunur, bolca. Bu insanlar, sanılanın ya da beklenenin aksine anti-politiktirler. Risk almayı, düşüncelerini açıktan dillendirmeyi ve toplum için hareket etmeyi sevmezler. Yaptıkları her şey dönüp dolaşıp kendi kişisel davalarına hizmet eder. Aksi halde her şey, önemsiz ve anlamsızdır. Yakıcı bir güç arzusu ve düşkünlüğü olsa da bunu belli etmemeyi büyük bir erdem sayarak uygun zamanı beklerler. Tam da bu nedenlerle, bir kez daha, anti-politiktirler. Politikanın bireyselle toplumsalı buluşturan, açık bir kamusallığı zorunlu kılan, insanın iç canlılığının dışarıya taşmasıyla var olan, gerçeğe bağlı var edici ve de özgürleştirici içeriğinin tam tersine, toplumsal olanı bireyselleştirir, gerçeği tahrif ederek kendi gerçeklikleriyle örtüştürürler. Siyaset yapmak, doğal ve kendiliğinden bir yönelim değil sayısız hesaplarla alınan kararlarla mümkün bir pasif aktivitedir. Siyaset, bütünüyle parti siyasetinden ibarettir.

Fromm’un, üzerine fazlaca düşünüldüğü ve herkesçe belli ölçüde bilindiği için basitçe söylenebilirmiş hissi veren ama gerçekte hep ince nüanslarla yüklü düşünceleri, gerçek anlamda toplumsal değişim getiren siyaset için, bağımsız, bireyselleşmiş insanların olmazsa olmaz olduğunu söyler: “Siyaset için bulundukları yerde düşündüklerini ve bildiklerini özgürce söyleyen, siyasi olarak aktif insanların olması şarttır.” Bu karakter, genellikle parti örgütlerinden çıkmaz. Bu karakteri, parti işlerine hiç bulaşmamış, sıradan insanlar arasında aramak lazımdır. Politikayı ayrı bir iş ya da eylem olarak düşünmeyen, politika yapıp yapmamanın bir karara bağlı olduğunu hissetmeyen, kendi iç canlılığının ve hayata olan tutkulu bağlanışının organik sonucu olarak politikayla ilgilenen insanlar ancak gerçeğe bağlı politikalar üretebilir, yalanlara ve yanılsamalara boyun eğmeyebilirler. Bu nedenle, kahve köşelerindeki o bildiğimiz atıp tutmalar çok ama çok değerlidir.

Fromm açısından insanın iç gerçekliğiyle toplumsal gerçeklik arasında birbirini bütünüyle belirleyici bir ilişki vardır. İnsan, iç dünyasında ne denli kendi gerçekliğinin farkına varır, kendi kendini aldatmayı bırakır, yalanlarına son verirse toplumsal alanda da aynı ölçüde gerçeği kavrama yetisine sahip olur. Özel ve kamusal, hiç olmadığı kadar iç içe geçer ve ayrım neredeyse yok olur. “Özel ve kurumsal olan birbirinden ayrılamaz. Her ikisi de birbirine aittir…insanın kendini tam olarak kavrayabileceğini ama sosyal süreçlere karşı kör kalabileceğini düşünen pek çok psikanalistin yaptığı hatadır. Bu yapılamaz, çünkü gerçeklik bölünemez. Bir yerde gerçeği görüp başka yerde kapalı kalınamaz…İnsan kendini ancak başkalarını doğru görebilirse, onları toplumsal koşulları bağlamında görebilirse, yani dünyada olup bitene eleştirel bir bakış açısı getirebilirse doğru bir şekilde görebilir.”.

Fromm için siyaset, siyasetçi olanlardan çok olmayanlara ait bir iş olmalıdır. Kendi gerçeğiyle yüzleşemeyen, yaşadığı geçmişi inkâr edip travmalarından öfke devşiren insanlar için aldanma kaçınılmazdır. Türkiye gibi ülkelerde siyasetçi denilen “meslek erbabı” genellikle gerçeklerle yüzleşme aracı ve iktidarı olarak siyaseti seçmekte -pardon siyaset yapmaya karar vermekte!- fakat bu dışardanlık ve ayrı bir iş olarak görme hali, siyasetin siyasallaşarak topluma yayılmasını engellemektedir. Halktan kopuk siyasetse, gerçekliği, istenildiği gibi manipüle edilebilir hale getirmektedir. Fromm, bu noktada, gerçeklikle siyasetin -psikolojiyle siyasetin de denebilir- ayrılmaz ilişkisine dikkat çeker: “Siyasi ilerlemenin, gerçeğin ne kadarının bilindiğine, onun ne kadar açık ve cesurca dile getirildiğine ve insanları ne kadar etkilediğine bağlı olduğuna inanıyorum.

Belirtmek gerekir ki siyaset yapmak siyasetçilere ait bir iş olmadığı gibi, gerçekte bir sanat ya da zanaat türü gibi, yapılabilen bir şey de değildir. Siyaset, bireysel gerçekliğimizle toplumsal gerçekliğin yüzleşmesi sonucu açığa çıkan yapıcı enerjinin ön alınamaz şekilde açığa çıkması ve toplumsal sorumluluğun her şeyiyle üstlenilmesi işidir. Tam da bu yüzden -Fromm’un dediği gibi- her insan, “kendi mizacına, mesleğine, yeteneklerine uygun şekilde siyasetle ilgilenmelidir, hatta tutkuyla ilgilenmelidir.” Bir adım ileri giderek diyebiliriz ki siyaset, içsel tutkularımızın toplum için rasyonelleştirildiği, tutkularımızın en anlamlı varoluş alanıdır.

Kısacası, psikolog olmayanlar için psikoloji neyse, siyasetçi olmayanlar için de siyaset odur; Yani, varoluşsaldır.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

Şairin şehirle ilişkisi

Şairler, dünyayı ve dünyanın taşıdıklarını “özel” görebilen insanlardır. Onların bakışı sanatçıların, yazarların bakışına benzemez. Şairler, içlerinde doğuştan taşıdıkları ve zamanla geliştirdikleri ilhamın gözüyle kuşatırlar dışarıyı. Dışarı, şairin dışındaki her şeydir, hatta bazen şairin “ben” olarak kendisi de dahildir buna.

O yüzden şiirin dili tüm yazılı türlerden ayrılır. Bakışın farklılığı ve özel olması, dile de yansır. Öyle ki sadece şairinin tam manasıyla anlayabileceği dize, şiir sayısı hiç de az değildir.

Dolayısıyla şairin içinde yaşadığı toplum ve kültürüyle de ilişkisi kaçınılmazdır. Toplum ve kültür, şair için bazen besleyicidir, bazen ise şairin kavga ettiği karşıt konumdadır. Hangisi olursa olsun şair, toplumu, kültürü dikkate alır, almak zorundadır, bu şairin kasıtlı yapmasa da maruz kalacağı bir durumdur.

Şairin bakışı ve şiirine yansıtışı, sahip olduğu ve kurduğu “düşünce dünyası” ile doğrudan ilişkilidir. O neye nasıl bakıyorsa, kendi düşünce dünyasıyla tutarlıdır. Şairin kendisi tutarsızdır ama düşünce dünyasında her öğe tutarlı bir konumdadır. Dolayısıyla bir şiirde geçen bir kavram, zaman, mekân üzerinden dahi şairin düşünce dünyasına dair malzeme elde etmek mümkündür.

Şairin dikkatini elbette şehir de çeker: Hem yaşadığı şehir hem de bir kavram olarak şehir. İsmet Özel de elbette şehri şiirine alanlardandır. İsmet Özel’in şehri bir gözlemlemesi vardır bir de düşünce dünyasında şehre karşılık gelen anlam vardır. İsmet Özel’in gerek şiirinde gerek yazılarında kurduğu her cümlenin, her göndermenin, her yorumun altında “Kalın Türk” tavrının etkisi yatmaktadır.

“…. Birden Dürin
Chopin’in yedi numaralı valsiyle
balkonda belirdi
cildi çürüyen İstanbul’un üstünde korkulu göz
sonbahar üssüne çöktü. Süsünden öldü şehir
hüznünden oldu.”

İstanbul’a olumsuz anlamın yüklendiği açıktır. Fakat olumsuz anlamın neden yüklendiği tartışmaya açılabilir: Dürin ile ilişkisinin yolunda gitmemesi mi? İstanbul’un mevcut durumunun kötü olması mı? Yoksa şairin şehir kavramına yüklediği anlamı İstanbul’un taşımaması mı? Yani şairin Kalın Türk tavrında İstanbul’un konumu nedir ve İstanbul şu an nasıl bir konumdadır?

Yıkılma Sakın şiirine baktığımızda da çünkü ayn kapıya çıkan bir nokta görürüz:

“bu yürek gökle barışkın yaşamaya alışmış bir kere
ve inatla çevrilmiş toprağın çılgarına
yazık ki uzaktır kuşları sokaklarıyla bizim olan şehir
ama ancak laneti hırsla tırpanlayamamak koyuyor insana”

Burada da kuşları sokaklarıyla bizim olan şehrin uzak olması şairin düşünce dünyasında farklı bir şehir tahayyülünün olduğunun göstergesi. O zaman İstanbul’a olumsuz bir anlam yüklenmesinde acaba bu bakış açısı baskın olabilir mi?

Elbette şairin şiiri, düşüncelerinden bağımsız değildir. Olamaz da. O halde bir şiiri doğru okuyabilmek için aslında şairin her yazısını okumak, her konuşmasını dinlemek mi gerekir?

Doğrusu bunlar benim de tam olarak cevabını bildiğim/ bulduğum sorular değil. Tam da bu nedenle Ahmet Sarı’nın Tractatus Minima Poeticus adlı eserini merakla aldım elime. Sarı, şiiri ve şairi her açıdan incelemeye tabi tutuyor eserinde. Ketebe’den çıkan eser, her şiir okurunun başucu kitabı olmaya aday.

Yasin Taçar
x.com/muharrirbey_

4 Eylül 2024 Çarşamba

“Bî-çârelere devlet-i sermedsin Efendim”

1997 yılında ahiret yurduna göç eden Dr. Haluk Nurbaki’nin ismi, söyledikleri ve yazdıkları; tıpkı diğer gönül sultanlarımız gibi çekim gücünü artırmayı sürdürüyor. Kılıç kınından çıktıktan sonra aşka, muhabbete, tevhide talip, sadrını bunlara açmaya meraklı, bilgisini entelektüel faaliyet alanından çıkarıp ilim seviyesine taşımaya gayret eden herkesi yüreğinden yakalıyor.

Nefes Yayınları, Dr. Haluk Nurbaki’nin özellikle de bugünün insanının başucundan eksik edemeyeceği bir seri ortaya çıkardı: Kur’an Hakikatleri. Bu serinin ilk kitabı “Rabbini Nasıl Bilirsin?”, İhlas ve Rahman surelerinin enfüsî yorumlarından oluşuyordu. Nurbaki, bu biri kısa biri uzun iki sureyle insanın Rabbini hem daha açık hem de olabildiğince derin biçimde tanıyacağını düşünmüş olacak ki yorumları okuyanların sadrında yepyeni kapılar açtı. Öyle ki bu kitabı okuyan pek çok arkadaşımın “Bu yaşıma kadar okuduğumu İhlas suresi sanıyordum, meğerse içine ne hakikatler gizliymiş” dediğine bizzat şahidim. Buna sevinmek mi gerekir üzülmek mi bilmiyorum ancak “olanda hayır vardır” öğüdü gereğince dem bu demdir deyip, şimdiki zamanın içinde bu güzelliklerin tadına varmalı ve onları başkalarıyla da paylaşmalı diye düşünüyorum.

Kur’an Hakikatleri serisinin ikinci kitabı “Resûllullah’ı Nasıl Bilirsin?” adıyla neşredilmişti. Bu kitap da yine bir önceki gibi biri kısa biri uzun iki sureye yapılan enfüsi yorumlardan oluşuyor. Dr. Haluk Nurbaki, Kevser ve Yasin suresini okumayı âdet hâline getiren, bunu samimi biçimde hayat gayesi edinen bir kimsenin Cereyân-ı Muhammedî’den mutlaka ama mutlaka nasibdâr olacağını söylüyor. Henüz kitabın ilk sayfalarından itibaren Nurbaki, gönlümüze sayısız anahtar, sayısız şifre dolduruyor. Kabımız hangisini alabiliyorsa, hangisini gönlümüzce değerlendirmek nasibimizse, oradan yola çıkmamız gerektiğini belirtiyor. Tekrar tekrar dile getirmekten hiç çekinmemeliyiz: Rabbimiz ve Peygamberimiz hususundaki izahlara, içimizdeki sevgi oluklarını harekete geçirecek, muhabbet dedektörlerimize ihtiyacımız olan elektriği verecek sohbet ortamlarına yalnızca ve yalnızca tasavvufla ulaşabiliyoruz. Bazı kimselerin bu işlerin geçmişte kaldığını, dolayısıyla birer eski zaman hikâyesi olarak okunup geçilebileceğini düşünmeleri çok büyük bir yanılgı. Hem yanılgı hem de büyük zaman kaybı. Çünkü zaman geçiyor ve kendimizi bilmemiz gereken dünya hayatında gerçek adı verilen illüzyonların gölgesinde oyalanıyoruz. Giderek kayboluyor, kayboldukça ilaçlardan, kendi değerler sistemimizle alakası olmayan turistik meşgalelerden medet umuyoruz. Bir kez olsun “Aman Ya Fahr-i Âlem” demenin nelere vesile olacağını bilsek, tatsak, bir daha eskisi gibi olmayacağız halbuki. Velhasıl, bize hakikatleri öğretenlere daima şükran duymalı, eserleriyle canberaber olmalıyız.

Resûllullah’ı Nasıl Bilirsin?” kitabına başlamadan evvel okur kendini bir sınava tabi tutmalı. Nasıl bilirsin sorusu iki farklı yönde cevap arıyor: Birincisi, Hz. Peygamberi şimdiye kadar nasıl bildin, nasıl öğrendin, öğrendiklerinle neler yapabildin? İkincisi: Hz. Peygamber’i sahiden bilmek için neler yapılabileceğinin farkına vardın mı, ona samimi bir muhabbet beslemeden hiçbir yere, yöne, yola çıkamayacağını anladın mı? Haluk Nurbaki kitaptaki her perde kaldırışında işte bu gerçekleri yüzümüze, yüreğimize çarpıyor. Mesela biz her fırsatta “bunca hayat gailesi içinde…” sözüne sığınırken o, büyüyüp gelişmenin bile gafletle ilgili olduğunu söylüyor. İnsan düşer, hata yapar, yalan söyler, kötülük eder, cahilce davranır ve tüm bunların sonunda doğruyu öğrenir. Peki neden doğruyu öğrendikten sonra bu doğruda sabit kalmaz? Cevabı, bunun hiç de basit olmadığındandır. İnsan doğruyu bilip öğrense de bunu daima uygulayamaz. Diyor ki Nurbaki, insan sürekli doğruda kalamayacağı için Hakk sıklıkla zahmetler yaratır. Böylece kula gayret bilinci yüklenir. Gayret eden kul zahmetleri aştıkça kendini de aşacaktır. Bunu bilmek için en önce yapılması gereken şey de Hz. Peygamber’in hayatına bakmaktır.

Cennet, ahiretin meselesi midir? Nurbaki; başkaları hakkında daima iyi konuşup hayır duaları eden ve yine başkaları için çabalayan bir kimsenin cennetini çoktan inşa ettiğini söylüyor. Hayırla meşgul olan cennettedir diyerek gönül sultanlarının kaidesini hatırlatıyor. Bu kaidenin Fahr-i Kâinat Efendimizin gönlünden çıktığının da altını çiziyor: “Herkesi sev, böylece daima gül ve gülistanda ol.

Efendimize olan muhabbetimiz, tevhid yolculuğunda bize en büyük yoldaştır hiç şüphesiz. Hem muhabbetin ve hem de tevhidin ateşini yüreğimizde canlı tutabilmek için pek çok pratik var: Hiçbir şeyde aşırılığa gitme. Dostsa dost kalsın, düşmansa düşman. Orta yol, her iki taraf için de besleyicidir. Bir tek Hakk aşkında aşırılığa gidilmelidir, buna izin vardır. Hakk’tan başka bir şeye aşırı muhabbet, feleğin dönüp insana kötülük getirmesine sebep olur. Peki Hakk muhabbeti yalnız Müslümanlarda mı var? Elbette hayır. Hakk Teala hakkında muhabbet bütün âlemde; Mecusi, Yahudi, Hristiyan bütün insanlarda vardır, bütün varlıklarda vardır ve gizlidir. Kişinin kendini yaratanı sevmemesi mümkün olabilir mi? Yegâne dostluk O’nda gizlidir. Fakat sayısız engel vardır bu dostluğu örten, unutturan. Nurbaki’ye göre engellerin her kalkışında muhabbet ortaya çıkar. Her bir engelin kalkışı yepyeni bir muhabbet tazeliği getirir. Peki bu engellerden en kuvvetli olanı hangisidir? İnkârdır, Hakk’ı inkâr. İlle dille mi olur? Hayır, en zor tarafı da zaten budur, sessiz ve gizli olması. Çünkü gaflet sessiz ve gizlidir. Gaflet, inkârdır. Din, inkârı terk etmektedir. Buradaki dramatik kaosu Nurbaki şöyle izah ediyor: Din eğer inkârı terk etmekse, demek ki terk etmek için de inkâr şarttır. Kavuşma ve ayrılma birbirinden bağımsız değildir, ikisi de birdir çünkü yaratıcıları birdir. Ancak insanın tercih etmesi gereken daima cemâl tecellisi olmalıdır. Hidayeti de delaleti de halk eden Hakk’tır ancak Muhammedî olan, yüzü ve gönlü daima cemâl tecellisine çevirmektir.

Dr. Haluk Nurbaki, Kevser ve Yasin surelerine getirdiği enfüsi yorumlarla bizleri Cereyân-ı Muhammedî’ye çekmek istiyor. Bundan daha güzel, daha lezzetli bir imdat reçetesi yoktur. Ezanın hikmeti, insandaki iradesizliğin çareleri, gökteki ve topraktaki şifreler, ilimle cehaletin iç içe geçmişliği, meleklerin Efendimizi anmadan tek bir vakit geçirmemelerindeki hakikat, düşüncelerimizin ve fiillerimizin Muhammedî olması için yapabileceklerimiz ve daha nice mesele “Resûllullah’ı Nasıl Bilirsin?” içindeki sandıklarda. Üstelik anahtarları da üzerinde.

Aşkın alameti, titreme ve gözyaşıdır. Hakk’ı talepte bunlar aranır. Yoksa ve olmuyorsa? O hâlde titreyenlere ve gözyaşı dökenlere hizmet et. Onlar seni alıp götürür çünkü görevleri budur” diyor Nurbaki. Bu yolun başı kimdir? “Ol dem ki velilerle nebîler kala hayrân / “Nefsi” deyü dehşetle kopa cümleden efgân / Ye’s ile usâtın ola ahvâli perişân / Destur-ı şefaâtla senindir yine meydân / Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed'sin Efendim / Hak’dan bize sultân-ı mü'eyyedsin Efendim”… Vesselam.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf