SAYFALAR

20 Nisan 2023 Perşembe

Zihnin işlevini kaybettiren okumalar

Başlığın rahatsız edici ve bir o kadar da dikkat çekici olduğunun bilincindeyim. Ne var ki gayem ne rahatsız etmek ne dikkat çekmek. Alman filozof Schopenhauer’ın Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine isimli kitabındaki “Okumak ve kitaplar üzerine” bahsinde geçen cümlelerin zihnimdeki yansıması yalnızca… Hoş, her cümlesiyle insanı silkeliyor olsa da biz buradan devam edelim.

O cümlelerden biri de işte şöyle: “Bütün gün okuyan ve arada düşünmeksizin, eğlence yahut meşgale ile kendisini eğlendiren kimse, yavaş yavaş kendi kendine düşünme yeteneğini kaybeder, tıpkı at üstünden inmeyen bir adamın sonunda yürümeyi unutması gibi.”. Cümleyi doğru anlamak için çok defa okudum ancak itiraf etmeliyim ki bu çabam; şahsımı, bahse konu olan kesimin dışında tutmaya yönelik beyhude bir uğraştı. Ben ki okumayı öğrendiğim günden bu yana kitaplarla haşır neşir biriydim; ne haddineydi çağlar öncesinden gelen birinin bunları söyleyerek gerçekleri yüzüme vurması! Üstelik eğitimli olmak da sonucu değiştirmiyordu. Kısacası, kendimi kurtarmaya çalışmanın pek bir faydası yoktu. 

Peki, okumak nasıl olur da Schopenhauer’ın dediği gibi zihnimizi körelten bir eyleme dönüşebilirdi? O’na göre; üzerine tefekkür ve muhakeme etmeyerek gerçekleştirdiğimiz her okuma eylemi, zihnimize yük olmaktan başka bir işe yaramıyor. Nasıl ki sırtımıza yüklediğimiz ağırlıklar, eklediğimiz her yük sonrası bizi aşağı çeker ve son tahlilde sırtımızdan düşüverirse, zihnimize doldurduğumuz her ezber düşünce de bir zaman sonra zihnimizden uçup gitmeye mahkûm. Bu, durum tekrarlandığında zihnimizin okuma eyleminden anladığı doldur-boşalt işinden başka bir şey değil. Metinde de geçtiği üzere sadece başkalarının zihin dünyasını takip etmekle kalmak -günümüz tabiriyle otomatik pilotta okuma yapmak- zihnimizi körelterek işlevsiz hale getiriyor. Yani sanılanın aksine, elden kitap düşürmemek veya ayda iki üç kitap bitirmek övülecek bir meziyet değil. Aslına bakarsanız günümüz eğitim koşullarında yetişen pek çok kişinin deneyimlediği gerçek bu. Yıllarca mektep sıralarında oturup dirsek çürütmek ve hatta kitap sayfalarını, noktası virgülüne ezberleyerek okumak bizi daha donanımlı birine dönüştürmüyor. Elbette bunun idraki, sınav ve başarı kaygısı nedeniyle sonraki zamanlara kalıyor. Öğrencilik yıllarımdan bir örnekle: Sınav haftalarında her dersin sınavından önce yaptığım çalışma sonrası zihnim patlayacak gibi olur ve bir an önce zihnimdeki yükü bırakmak isterdim. Sınavın ardından zihnim sanki boş bir levhaya dönüşürdü. Keza birçok arkadaşımın tecrübesi de bu yöndeydi. Peki, ya kendi irademle okuduğum onlarca kitap zihnimde neredeydi? Bu düzlemde kayıp giden yıllara bakıldığında hayıflanmamak elde değil ancak bununla yetinmek kime ne fayda sağlar?

Yaşamımda önemli bir yer tutan okuma eylemini kendi lehime çevirmeliydim ama, nasıl? Elbette, uyanışa geçmeme vesile olan bu kitaptan hareketle. “Eğer bir kimse daha sonra üzerinde durup düşünmeksizin sürekli okursa okudukları kök salmaz, büyük bölümü itibariyle kaybolur.”. Okumak için elimize aldığımız kitabı alelacele -bir kitap daha bitirmiş olmanın gururuyla- değil; olabildiğince ağırdan alarak takip etmek önemli bir adım. Ağırdan almaktan anladığım; cümlelerin üzerinde tefekkür etme, yazarla konuşma ve bazı noktalarda eleştiri yoluyla kendi fikrimizi savunmak. Belki de en önemlisi tüm bu çabanın zihinde bir demlenme süreci geçirmesi... 

Özetle; canlı bir okuma eyleminin ardından zihnimizde bizzat elde ettiğimiz yeni bir düşünce sentezi oluşur ve çabamız da netice vermeye başlar. Böylesine bir okuma alışkanlığının verdiği mutluluk, solmaya yüz tutmuş bir bitkinin canlanmasına şahit olmak gibi değil de nedir?

Merve Yazar
merveyazar93@gmail.com

18 Nisan 2023 Salı

Müslüman bir ailenin günlüğü

Zanib Mian, “Bu kitap, farklı olmanın olumsuz bir şey olduğunu hisseden bütün çocuklara ithaf edilmiştir.” diye selamlıyor Türk okuru. Timaş Yayınları’nın yeni markası Gülce Çocuk etiketiyle yayımlanan Planet Ömer/Vay Başıma Gelenler, akran zorbalığına mizahla bir reddiye aslında. BookTrust’un “Son Yüz Yılın En İyi 100 Kitabı” arasında gösterilen bu eser, Müslüman bir ailenin gündelik yaşamındaki incelikli vakitleri, detayları ve bazen de zorlukları anlatıyor. Bir kere şunu belirtelim: Yazarın kalemindeki nahiflik, hikâyeyi yumuşak bir zemine indiriyor. Planet Ömer, tam bir 8-9 yaş kitabı. Anlatının sadeliği, okuyucunun kurgunun sanki bir parçasıymış gibi dizayn edilmesi, afacan ve eğlenceli dili eserin alametifarikalarından.

Öykü; Ömer, Esa, Meryem, Annem ve Babam karakterlerinden oluşuyor. Ömer, biraz sıra dışı. Kendisini hayal gücü çok gelişmiş, marşmelov sevmeyen, bisikletiyle babasının arabasıyla yarışan ve onu geçen biri olarak tanımlıyor. Esa, bir ambulansın sireninden daha yüksek sesle çığlık atıp ağlayabilme kabiliyetine sahip. Ve onun saçlarında her zaman yemek kırıntısı bulabilirsiniz. Meryem, on üç yaşında olmasına rağmen, kendisini on altı yaşında sanan biri. Kur’an’daki 28 sureyi ezbere biliyor. Ayrıca yastığının altında, şeker gizlemekle meşhur. Ömer’in annesi hayır demeyi bilmeyen, elinde daima kahvesi bulunan bir bilim insanı. Ömer’in babasıysa yeryüzünde yaşamış en büyük insana benzemek için sakal bırakmış bir bilim insanı. Ağzına pancar sürmeyen, tepe taraflarında çok fazla saçı kalmamış, motosiklet kullanan bir adam.

Planet Ömer, gerek kurgu gerek üslup olarak; benzerlerinden farklı bir kitap. Bu nüansı sayfaları karıştırdıkça anlıyorsunuz. Çünkü hikâye kelimeler kadar çizgilerle de anlatılmış. Çizelgeler, bahsi geçen eşyalar, hayvanlar, nesneler, insanlar eşlik ediyor okura.

Yirmi üç bölümden oluşan kitabın; yazının başında bir Müslüman ailenin günlük hayatından kesitleri barındırdığını söylemiştik. Tam burada sözü Türkiye’ye geldiğinde verdiği mülakatta bunun nedenini açıklayan yazara verelim: “İngiltere’de büyüdüm ve çocuklarım da burada büyüyor. Küçüklüğümde okuduğum hikâye kitaplarında Müslüman bir karakter hiç olmamıştı. Büyümüştüm ve çocuklarım vardı ancak aradan geçen onca zamana ve İngiltere’de çok sayıda Müslüman yaşamasına rağmen bu durum değişmemişti. Çocuklarım, başörtülü bir annenin olduğu, günlük ibadetlerin yapıldığı, hâlleri ve yaşantıları kendilerininkine benzeyen, yani Müslüman bir ailenin bulunduğu hikâyeler duymak istediler. İşte yazmaya asıl başlayışımın nedeni buydu. Böylece Müslüman olan ve olmayan çocuklar aldıkları bir kitapta, benimki gibi Müslüman ve eğlenceli bir ailenin hikâyelerini görebilecekler, onda kendilerini bulabileceklerdi.

Esma Fethiye Güçlü’nün Türkçeye çevirdiği, Nasaya Mafarıdık’ın resimlediği Planet Ömer, yer yer ‘öteki’nin gözünden; fakat ‘içeriden’ bir anlatı. Dünyanın global bir kasabaya dönüştüğü günümüzde, özellikle çocukların farklı kültüre bakışlarının nasıl olması gerektiğini, kendinden olmayanlara bakışın hangi ölçülerde olmasını hatırlatan bir günlük, belki bir ders kitabı. Çünkü sevginin ve iyiliğin dili evrenseldir, tüm insanları kuşatan...

Sevim Şentürk

Hayal Otel veya kefaret

Hepimizin konfor alanı elimizden bir şekilde alınıyor. Bu bir saat içinde de olabilir, bir günde de bir yılda da… sonuçta hepimiz bir şekilde konfor alanımızdan alınıp, uzağa götürülüyoruz. Kimi zaman bir müzik parçası, bir manzara, bir olay , bir kitap olabilir, yapabilir bunu. Bu konfor alanımdan beni alıp uzağa götüren, düşüncelere sevk eden, hatta konfor alanımın dışından beni fiziken alıp, diğer kitaplarının peşine düşüren bir kitaptan bahsedeceğim dilim döndükçe.

Ne demişti Kafka hatırlayın: “Kitap içimizdeki buzları kıracak bir balta gibi olmalıdır”. Çok sevdiğim Cioran da şöyle demişti : “Kitaplar yaraları kanatmalı, hatta yeni yaralar açmalı, kitaplar tehlike arz etmeli.” Evet. Tamda bu minvalde bir kitabın etkisi altında yazıyorum bu satırları. B. Nihan Eren’in Hayal Otel kitabı. İçimizdeki buzları kıracak,ruhumuzda yeni yaralar açacak bir tür kitapla hemhal olmak, günün konfor bozan mefhume olarak elimde durdu tüm gün. Mefhume diyorum, çünkü ‘anlam’ ve ‘açılma ‘ olarak kendini güne bıraktı, ve elimden tuttup yol aldırdı. Psikolojik burhanlar, suçluluk duygusu, belirsizlik, korku, merak gibi envai çeşitli duyguların çemberinde buldum kendimi.

Zamanımızda pek de değeri bilinmeyen bir ruh göçme halidir ; ‘kefaret’ duygusu. Psikolojik bir çıkmaz, bir yalnızlık ve de duygudaşlık çemberi içerisinde devinip durma halleri tüm kitap boyunca beni yeni anlamlara düşürdü, kendimden öteye taşıdı, bana ‘kefaret’ ödetti. Detayına inmeyeceğim bu duygunun, o da bana ve yazarın kahramanları arasındaki özel bir iletişim hali olarak kalsın.

Kitaptaki kahramanların zaman zaman değil sürekli caddede, iş yerinde, kendi evimizde, iç dünyamızda bizimle olan ve bizimle yaşamayan insanlar olduğunu anlamamız uzun sürmeyecektir. Her kahramanın sakladığı bir sırının ortasında kalıyoruz. Ama bu sırların tamamını asla bilmiyoruz ve ne yazık ki bilmeyeceğiz de. Ahmet ve Meryem kim ve kimden kaçıyor, Nilüfer neden evlatlığıyla beraber kaçıyor, neden buraya sığınıyor, ressam aslında kim, Doruk sadece bir meraklı ya da kendini bulma çabasında olan, ilgi isteyen bir yazar mı… Evet! Bu soruların cevabını bulmak ister okur, ben isterim, ama yazar bekle diyor okurlarına, gerisini sen düşün ve tamamla diyor adeta. Ben kendi açımda tamamladım mı ? Bilemiyorum. Ben kitabı bitirene kadar tamamlamak istemedim. Çünkü hep ikinci planda kaldı bu merak duygusu, beni içine çeken kahramanların ruh halleri ve ortak duyguyu besleyen suçluluk duygusu oldu. Hepimiz bu duyguyla az cebelleşmiyoruz değil mi?

On iki çiçek ismi taşıyan otelde herkesin bir odası ve o odayla beraber büyüttüğü bir sırrı var. Tabelası asılmamış bir oteldir ‘Hayal Otel’. Bu otelde tüm kahramanlar kendi iç dünyasında, kendi büyüttükleri suçla boğuşuyor. İsmet ve Feryal hem otelin sahibi hem de dertlerin ve sırların kesişim noktası. İkisi de inatçı ve zıtlıklarla boğuşuyor. Bu inat ve zıtlıklar otele farklı karakterleri dolduruyor. Herkes farklı ve herkes ‘başka’ biri. “Oysa şu karanlığın ve bu ölümcül gürültünün içinde zaten herkes başka biriydi. Leyla başka biri. Nilüfer başka. Doruk başka. Feryal bile başka. Şurada oturmuş da başına geleni sakince karşılayan, birlikte akıbetini bekleyen ve susan herkes. Başka birisi.” (S.68)

Hepsi başka ama ortak yanları: içinde taşıdığı sırları ve ödedikleri farklı ‘kefaret’ biçimleri. “Onun, gülüp, sevip vazgeçtiğini anlayan, olduğunu, olmadığını görüp yola bir biçimde devam edecek gücü kendinde öyle ya da böyle bulan herkesin arasında, gizlediği bir şey vardı”. (S.91)

“Kefaret” belki de kitaba yakışacak en güzel ikinci isim diye not tutmuşum sayfanın kenarına. Her şeyden uzakta, bir dağ başına kurulan otelde bir akşam kasırgaya teslim olmaları, o korkuyla birbirine sarılmaları suçun kefareti olabilir mi? Bilmediğimiz suçların kefareti. Ah ! Bu tekinsiz duygunun getirdiği bu merak duygusu! Biz okurların da kefareti bu sanırım. “Her aşinalıktan kolayca geçilebileceğinin bir şekilde görüldüğü ve her yeni alışkanlığın kolayca kazanılabileceğinin anlaşıldığı bir hayatta zor olan ne olabilirdi ki ? İnsan sürer. İnsan yola devam eder.” Ve devam ediliyor ve umutla sabahı karşılıyor kahramanlarımız, çünkü ‘insan sürer’. Hepsi kendisiyle büyüttüğü suçları, pişmanlıkları ve sırlarıyla. Şimdilik bu otelde. Suçluluk duygusuyla beraber nedir bu insanları ayakta tutan başka duygu ? Gelin yazara kulak verelim. “Sevgi buydu. Bir soluğun varlığına minnet, şükran, sevinç… Dünya üzerinde şu koca tek başınalığı dağıtan o varlığa sonsuz sarılma, ölse bile toprağına kıvrılma isteği”(S.41) Evet burada aranmalı aykırılıklara rağmen bu insanları hayatta tutan duygu. Yani sevgi ve sevgide buluşma hali.

Yazarın karakterler üzerindeki derin psikolojik tahliller, aykırı karakterlerin kendini bulma ve olma çabası -mesela Leyla ve Deniz’in aşkı- aslında bu toplumun kendini anlama ve bulma çabasını dile getirdiğini düşünüyorum. Hala başka mahallede başka hayatların ve kendini bulma yolunda sürekli mücadele eden karakterlerin dünyasını anlatıyor. Kimine göre-çoğunluk sanırım- mesele bunları anlamakta ya da roman karakterleri gibi anlaşılmadığını düşündüğümüzde kendi dünyasında başka bir dünya yaratmakta.

Burada romanın kurgusunu ve gerçekliğini tartışma konusu yapmadan; yazarın dil üzerindeki hakimiyeti, pekiştirmek ya da başka maksat ile bilerek tekrarlanmış cümleler, kelimeler ; kelimelerin alışılmışlığın dışında kullanılması, derin psikolojik tahliller, iç içe geçmiş hikayeler romanın -evet roman demek bence daha uygun bir tanımlama- usta bir kalemden çıktığının en büyük kanıtıdır. Nihan Eren’in üsta bir romancı olduğunun belirtisidir. Kendi adıma bu ismi yirmi yıl sonra ülkenin iyi ve kaliteli (?) edebiyatını belirlemede en üst sıralarda göremeyeceksek bizim okuma kalitimizi ve hakiki okurluğumuzu ciddi anlamda sorgulamamız gerekir diye düşünüyorum. Rafları cicili bicili, kaliteden yoksun kitapların değil, Nihan Eren gibi yazarların doldurması gerekir diye düşünüyorum. Bu memleketin en büyük eksikliği; hafıza kaybı yaşamasıdır, ikinci eksikliği liyakati ve kaliteyi artık aramıyor olmasıdır. Her konuda. Nihan Eren gibiler çoğalmalı, bulma ve olma yolunda çoğalmalı. Dil ustalık gerektiriyorsa eğer ustalar en üst sıralarda kendini bulmalıdır. Halk ve okurlar onları her konuda üst sıralara taşımalıdır.

Son olarak diyorum ki; şimdi konfor alanınızı terk edin çünkü: “Hayat bir çabadır.

Vesselam.

Doğan Yalçın