Birçok yerde tekrar tekrar söylemekten hiç imtina etmiyorum. Modernleşme denen mefhumu derinlemesine analiz edebilmek, kendi değerlerimizin süzgecinden geçirebilmek ve yeniden tahlil cesaretini gösterebilmek için iki önemli düşünürümüz var: Sadettin Ökten ve Abdurrahman Arslan. Bu iki ismin de baktıkları pencere elbette yüzde yüz aynı pencere değil ama bastıkları zemin aynı. Daima ve daima önce biz neydik, neler yaptık ve neleri yap(a)madık sorularıyla yorumlayan, bu sorulara önemli misaller veren bu iki zihnin temas ettiği en önemli noktaysa şu: Doğru düşünüyor muyuz? Düşüncelerimiz bizden mi yoksa başkalarının düşünce dünyasının taklidi mi? Taklit bilgiyle ortaya koyabileceğimiz şeyler (mimariden müziğe, şiirden politikaya kadar) ne kadar gerçek olabilir? İşte bu sorular bize yeni alanlar açacaktır hiç şüphe yok ki.
Son dönemde Abdurrahman Arslan'ın birer birer söyleşi kitapları neşredildi Beyan Yayınları tarafından. Bunlardan sonuncusu "Yeni Politik Kültürün Dünyasında" adına sahip, 224 sayfa. Asım Öz'ün hem kitaba hem de Arslan'a dair yazdığı "kitap hakkında" bölümü önemli bir giriş. Öz şunun altını çiziyor ki okuyucu dikkat kesilmeli: "Arslan'ın Türkiye ve kısmen dünya siyasetini analiz etmek için kullandığı kavramların basit bir özetini çıkararak tasvir etmek kolay değildir. Onun yaklaşımı ancak yerleşik dikotomiler ile girdiği eleştirel müdahalenin izleğini sürerek anlaşılabilir. Dahası onun mücadelesi sadece Türk siyasetindeki yerleşik dikotomiler ile sınırlı kalmaz; her biri ayrı ayrı bu geleneği aşmak amacıyla siyasal arenanın içine atılmış fakat daha sonra giderek sistemin bir parçasına dönüşen siyasal arayışlar karşısında da süregelen bir tartışmaya dönüştüğü göze çarpar. Şüphesiz bu tartışma, Türkiye'de siyasi yapının günümüzde geldiği yer üzerine derinlemesine düşünme konusundaki en titiz ve iç görülü teşebbüslerden bazıları için gerekli olan birtakım ipuçlarını sunacaktır. Elbette bunun öncelikli şartı meseleleri bihakkın kavramaya niyet etmektir." [sf. 11]
Sözün ve yazının tefekkür dünyamızdaki doğal hâkimiyeti, yerini Paul Virilio'nun deyimiyle 'enformasyon bombası'na bıraktı. Arslan da buna 'görüntü kültürü' diyor. Muazzam bir şekilde artan bilgi yığını, zihinleri de çöpe dönüştürüyor. İnsanların kavramları doğru biçimde anlamlandırması güçleşiyor. Dolayısıyla 'öteki' tarafından anlamlandırılıyor. Buradaki öteki kavramı da yeniden sorgulanabilir esasında. Kimdir öteki ve neden 'öteki'dir? Eğer o ötekiyse biz neyiz? Birine öteki der demez biz de onun tarafından bir öteki olmuyor muyuz? Bu sorular yan yana konulduğunda sizce zihniyetimizin alt-üst olduğu anlaşılmıyor mu? Okuyalım: "İnsanlar bulundukları yerlerde, köylerinde otururken dijital teknolojinin ya da internetin, televizyonun, medya kültürünün yardımıyla zihnen açık toplumun ferdi hâline getirilebiliyorlar. Buna yeni bir sosyolojik uygulama diyebiliriz. Yani maddi alt yapı ya da şartlar değişmeden zihniyetin değişimi. Dolayısıyla toplumun böyle bir değişim, mahiyet olarak bir dönüşümden geçirilebilmesi için onun bir bakıma zihniyet olarak altüst edilmesi gerekiyor. Toplumsal yapıların, toplumsal gerçekliğin, değerlerin, doğruların ve hakikat anlayışının alt-üst edilmesi." [sf. 53]
Abdurrahman Arslan'ı ciddi biçimde okuyan birinin slogancılıktan tez vakitte kurtulacağı önemli bir pratik mesele. Bu kurtuluş meseleleri idrak süzgecinden sabırla geçirerek ortaya yeni ve sağlıklı yorumlar yapabilmeyi de getiriyor. Yani sorulara verdiği cevaplarla Arslan aslında nasıl düşünülmesi gerektiğini de usul usul göstermiş oluyor. Günümüzde en sık kullanılan "kalple akletmek", "tevhidî düşünce", "ahlakın ve adaletin birlikteliği" gibi sözlerin birer slogana dönüştüğünü, bunun da 'ön kabul' denen meseleyi, yani 'yeniden düşünce' konusunda ciddileşmeyi ortadan kaldırdığını söylüyor: "Efendim, işte 'tevhidi bir düşünce'... Hayır, bu çok slogancıdır. Bence bu 1970'lerde, 80'lerde anlamlı olabilirdi ama benim fikrim, artık bunları terk etmek gerektiğidir. Bu, bizim tevhit düşüncesinden -hâşâ- vazgeçeceğimiz anlamına gelmez. Ama bu sorunun çok derinliklerine inilerek ele alınıp analiz edilmesi anlamına gelir. Eğer biz gerçekten tevhit merkezli bir bilgi biçimi üretemezsek ve buna hayat nizamımızın kurucu unsuru hâline getiremezsek bir çıkış yolu bulamayız. Çünkü unutmayın, akıl herhangi bir ön kabul olmadan faaliyette bulunamaz; aklın faaliyete geçebilmesi için bir ön kabule ihtiyacı vardır. İnsan amelleri de böyledir, bir kabul olmadan insan amelde bulunamaz. Her amelin arkasında niyet vardır ve niyeti kuran (hiç şüphe yok ki) bilgidir. Eğer amellerimizi ve düşüncelerimizi kendisine yaslandırdığımız bir bilgi biçimini kuramazsak geleceğin dünyasında biz de onlar gibi olacağız." [sf. 57-58]
Arslan yeni politik kültürün bizleri fıkhı olmayan bir dindarlık yaşattığını söylüyor. Bu yaşadıklarımız uzun süre daha devam edecek ona göre. Yani kutsaldan yoksun, içinde ahlak ve erdem olmayan ama tüm bunların 'lakırdı'larının sık sık edilmesi, neticede değer yargılarını da ortadan kaldıracak ve 'yeniden düşünme'yi akla hayale bile getirmeyecek. Karamsar gibi görünen ama oldukça gerçekçi yaklaşımlarını Arslan şöyle netleştiriyor: "Müslümanlar yeni politik kültürün onlara getirdiği hareket etme serbestisinin sarhoşluğu içindeler. Beni en çok kaygılandıran da budur. Yoksa bu politik kültürü tahlil etmek laiklerin de, Müslümanların da, o güvenlik konsepti arayışı içindeki askerlerin de boynunun borcudur. Çünkü bu politik kültürün toplumu çürütücü bir boyutu var. İnsanları korkunç bir konformizmin içine çekiyor. Bu konformizm içindeki insanlar sadece hayatlarının süfli talepleriyle geçinen birtakım nesnelere dönüşüyorlar. Bu nedenle bekamız açısından tahlil edilmelidir... Unutmamak gerekir ki, İslâm'da ahlak ve hukuk birbirinden ayrıştırılamaz. Bunları ayrıştıran Hıristiyanlıktır. Sonradan buna çok pişman olmuşlardır." [sf. 65]
Gerek politik gerekse kültür iklimimiz her şeyi meşrulaştırma teşebbüsünde ve bundan asla sıyrılmaya niyetli değil. Arslan'a göre bu meşrulaştırmanın altında, tavırların öteki'nden hareket ederek belirlenmesi yatıyor. Sosyal tavırların da sürekli öteki'ye göre düzenleniyor oluşuyla birlikte ahlak sorunu, tutarsızlık, sürekli bir pragmatizm, hazzın peşine düşmek de peşinden geliyor. Arslan "bu bizim hem çıkmazımız hem de helakımızdır" diyor. Peki Arslan için yeni politik kültürü aşma noktasındaki ilk çözüm önerisi nedir? Hak aramaktır. Adalet temelinde gerçekleştirilecek bir hak arayışı, hak talebinde bulunma eylemi, tüm hakkı yenilen ve adaletsizliğe uğrayan insanların da hakkını aramayı sağlıyor. Önce aramak yani, önce bir şey söylemek ve itiraz etmek.
Yeni Politik Kültürün Dünyasında birçok meseleyi ayrı bölümlerde söyleşi biçiminde irdeliyor. Biz ve öteki, medeniyetler çatışması, yaratıcı kaos teorisi, İslâm dünyasının şimdi'si ve geleceği, Filistin meselesi, Hıristiyan Dünya'daki gelişmeler, Papalık ve sıradanmış gibi görünen tehlikeli icraatları, milliyetçilik, Türk milliyetçiliği, bir siyaset aracı olarak irtica, Türkiye'nin mevcut siyasi yapısındaki açmazlar, 'sivil' anayasanın gerçekçiliği ve Türkiye'de siyasetin rotasının ne yönde olduğuna dair çok geniş kapsamlı bir kitap okuyucuya sunuluyor. Arslan'ın görüş genişliğini ispatlama açısından beni son derece etkileyen şu paragrafa dikkatleri çekmek isterim:
"Kanaatime göre İsrail'den ve Filistin topraklarındaki meseleden dolayı İslâm dünyasıyla Batı arasında yaşanan gerilim ciddi bir gerilimdir. Batı kendi aleyhine olan bu gerilime nereye kadar katlanabilir, bundan çok emin değilim. Kanaatime göre, Batı şimdiye kadar ciddi bir şekilde desteklediği İsrail Devleti'ni eskisi kadar desteklemeyecektir. Her ne kadar medyada, orada, burada açıklanmamış olsa bile sıradan kamuoyunda da bence bu destek çok fazla değil. Dolayısıyla orta bir gelecekte İsrail Batı'da şimdiye kadar elde etmiş olduğu desteği büyük oranda kaybedecektir. O zaman belki bazı konularda, bazı şeyleri yenide istemeye istemeye düşünmek mecburiyetinde kalabilir." [sf. 85]
Bu kitapla birlikte Birikim dergisinin 169. sayısında (Mayıs 2003) yazdığı "İslâm, Ortadoğu, Anglosaksonlar" başlıklı yazısı da okunursa Abdurrahman Arslan'ın metinlerinin ve eleştirilerinin ne derece dikkate alınması gerektiği tekrar ortaya çıkacaktır. Bilhassa yaşadığımız bu 'yeni politik kültür' sarhoşluğunda ve bu sarhoşluğa yönelik çözüm odaklı itirazlar konusunda...
Böylece 2017'nin son kitap yazısını da sonlandırmış olduk birlikte. 2018 yılında da 'uyanma' odaklı okumalara devam edebilme dileğiyle...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
SAYFALAR
▼
30 Aralık 2017 Cumartesi
28 Aralık 2017 Perşembe
Ezeli bir şifadır yalnızlık
Bazı kelimeler vardır, arası yoktur. Yalnızlık kelimesi de onlardandır. Ya tamamen olumsuzdur ya da tümüyle olumlu şekilde yorumlanabilir. Olumlu şekilde anlaşılabilecek yalnızlık, bireyin kendi rızasıyla bilinçli olarak seçimidir ve bu da iki şekilde açıklanabilir. Birincisi içinde konfor barındıran kendini dinleme, yaşamın dağdağasından uzaklaşma, rahatlama isteğiyle ilişkilidir. Kişi süreç sonunda dinginleşir. İkincisi ise daha tepkiseldir ve hayatın anlamını çözdüren bir olgunlaşma süreciyle bağlantılıdır. Bu anlayış konfordan ziyade çileyle iç içedir ve süreç sonunda kişi dinginleşmekten öte tepki gösterdiği şeye karşı daha kuvvetli daha dirençli hâle gelir. Diğer taraftan olumsuz anlamda yalnızlık bireyin seçiminden ziyade maruz bırakılmasıyla açıklanabilir. Kişi çevresinde bulunanlar tarafından terk edilerek yalnızlığa maruz bırakılır ve bu durumun asıl belirleyicisi kişinin isteği dışında yalnızlığın gelişmesidir. Sonrası, rahatlamanın, gevşemenin, hayatın anlamını bulmanın, olgunlaşmanın aksine psikolojik bunalım, acı, ıstırap ve manevi işkencedir.
Bu değerlendirmenin konusu olan kitap, yukarıda değinilenlerle ilişkili olsa da aslında oldukça farklı. Söz konusu durumun meselenin tümüyle içinde olduğu gerçeği farkını etkisiz hâle getirmiyor. Ortada istenerek seçilen bir yalnızlık var lakin bilinçlilik ve amaçlılık bağlamında tasnife uymuyor. Olgunlaşma, hayatın anlamını bulma gibi amacı gütmeyen bu seçiminin herhangi (bir şeye) tepki olup olmadığı ortaya konulamıyor. Oldukça uzun bir sürece dayanan münzevi bir hayat var ve bir tepkisin ya da bir amacının olmadığını söyleyen hikâyenin kahramanı bu durumu “içimden geldi ve yaptım” diyecek kadar ‘basite’ indirgeyebiliyor. Buradaki basit kelimesini aleladelik anlamında almadığımı belirtmek isterim.
Amerikalı bir gazeteci olan Michael Finkel imzalı “Son Hakiki Münzevinin Sıra Dışı Hikâyesi” alt başlığıyla Heretik Yayınları’ndan çıkan kitabı “Türkçe Söyleyen” Devrim Kılıçer. Hikâyeyi önemli hâle getiren şey kurguya yer verilmeden gerçek bir olayın birebir anlatılması diyebiliriz.
1986 yılında aniden ortadan kaybolan Christopher Knight 2013 yılında hırsızlık yaparken yakalanır. Ortadan kaybolduğunda yirmi yaşında olan Knight yakalandığında kırk yedi yaşındadır. Hikâyenin buraya kadar olan kısmı normal gibi görünüyor lakin tuhaflık bu bölümden sonra başlıyor. Yakalanan adam yirmi yedi yıl bir ormanda tek başına yaşamıştır. Yirmi yedi yılda sadece bir kez bir kişiye “selam” demek dışında hiçbir insanla tek kelime bile konuşmamıştır. Bu süreç boyunca yaşadığı yer yerleşim mahalline oldukça yakındır ve yaşadığı bu dönem içinde ihtiyaçlarını çevredeki evlerden, kamplardan hırsızlık yaparak sağlamıştır. Çaldığı şeyler aşağı yukarı hep aynıdır. Yiyecek, pil, ısıtmak için tüp, şekerleme, bira, kitap... Yaptığı hırsızlıklar özenlidir ve en az zarar vermeye yöneliktir. Belli dönemlerde -Knight’ın ihtiyaca binaen dediği- elbise ve yatak gibi şeyler çaldığı da olmuştur. Yirmi yedi yılda binden fazla hırsızlık yaptığı anlaşılan Knight tutuklanmış ve mahkemeye çıkıncaya kadar bölge hapishanesine konulmuştur. Knight’ın yakalanmasında başrol ise o bölgede sonradan görevlendirilen bir güvenlik görevlisidir ve yıllardır yakalanamayan bu hırsızı yakalamak için oldukça gelişmiş bir alarm sistemi kurarak bu işi başarmıştır.
Medyaya yansıyan olay, kendi hayatında da arada bir uygulama imkânı bulduğu inzivaya çekilme eylemine ayrı bir anlam yükleyen kitabın yazarının epey ilgisini çeker. Yakalanmasından itibaren konuyla özel olarak ilgilenen yazar, Knight ile görüşme talebinde bulunarak kendisini ziyaret etmiş ve bu adamı yakından tanımak istemiştir. İçine kapanık, sessiz ve çok fazla konuşmayan bu adamın kendine has bir mizacı olduğunu ilk karşılaşmada anlayan yazar bir yandan davayı takip ederken bir yandan da Knight’ın hırsızlık yaptığı bölgeyi, bölgede yaşayanları, davayla ilgili kurum ve kişileri zaman zaman ziyaret ederek notlar alır. Yazarın güç bela bulduğu Knight’ın kamp alanı doğa tarafından perdelenmiş gibidir. Knight’ın çadırından tuvaletine kadar bir yaşam alanı kurduğu yer özel bir mülktür lakin yirmi yedi yılda kimse yakınından dahi geçmemiş olması hayli ilginçtir. Yapılan hırsızlıklar için arama ve araştırma yapan polis de dâhil ne doğa yürüyüşü yapanlar, ne kamp kuranlar ne de avcılık yapanlar Knight’ın kampına uğramamıştır. Yazar Knight’ın bu kadar uzun süre tecrit yaşayabilmesini sonraki gidişlerinde bile kamp yerini bulmakta oldukça zorlanmasıyla açıklıyor.
Aldığı notları Knight ile yaptığı görüşmeler çerçevesinde birleştirerek kitaplaştıran yazar gerek hapishane gerekse mahkeme sürecini detaylarıyla anlatıyor. Bölge hâkimi, savcısı ve Knight’ın avukatıyla da görüşen yazara göre ortak kanı aynıdır. Doktor ve psikologların da hemfikir olduğu bu görüşe göre Knight’ın durumu bilindik hırsızlık olaylarından/suçundan farklıdır ve öyle değerlendirilmesi gerekmelidir. Mahkeme başkanı bu yönde karar verir ve dava özel statüde gerçekleşir. İşin ilginci bu görüşe Knight’ın hırsızlık yaptığı bölge insanın çoğunluğu da katılmaktadır. Evlerinde hırsızlık yapılan insanların küçük bir kısmı hırsızlık ve çalınan eşyaların maddi kaybının tazmininden ziyade kendilerine yaşattığı psikolojik travma için cezalandırılmasını isterken büyük çoğunluk şikayette bulunmaz. Knight yirmi yedi yılda binden fazla hırsızlık yapmıştır fakat son altı yıldan öncekiler zaman aşımını uğramıştır ve son altı yıldaki hırsızlıkların tümü değil poliste kaydı olan olaylar davaya dâhil edilmiştir. Olayı öğrenenler arasında para gönderenlerden iş teklifinde bulunanlara kadar ilginç bir durumla karşılaşılır. Hatta Knight’a evlilik teklifi eden bile çıkmıştır.
Mahkeme sonrasında kısa bir süre hapiste kalan Knight şartlı olarak tahliye edilir. Yazar, Knight’ın ‘normalleştirilmesi’ ve topluma kazandırılması olarak kabul edilen bu süreci derinlemesine işliyor. Maruz kaldığı olaylara karşı Knight’ın “ben deli miyim” sorusu yazar üzerinde oldukça büyük bir etki bıraktığı görülüyor. Kitapta yer yer değinilen Knight’ın ailesi son bölümlerde konuya dâhil edilerek bu sıra dışı adamın tahliye edilmesinden sonra yaşadığı ağır psikoloji ele alınıyor. En baştan itibaren Knight’ın düşünce yapısını anlamaya, anlamlandırmaya yönelik bir çabanın sergilendiği eser insanı derinden hüzünlendiriyor. Tek amacını, daha doğrusu isteğini “yakalanmasaydım ormanda ölüp yok olacaktım” şeklinde özetleyen Knight insanı derin bir boşlukta bırakıyor. İnsanı içine çeken bu acı verici boşluk neredeyse hayatın sorgulanmasını dahi anlamsız kılıyor.
Kitabın tamamında irdelenen dikkat çekici bir konuda münzevilik ve yalnızlık olarak göze çarpıyor. Kime münzevi denilebileceği, münzeviliğin ne olduğu ve tarihsel seyrine dair açılımlar ve kaynaklar verilmiş. Eser, yalnızlığı ve yalnız kalmayı sevenlerin bile -ki kendimi onlardan biri olarak görüyorum- Knight’ı bir yere kadar anlayabileceği gibi bir gerçekle karşı karşıya bırakıyor insanı. Tuhaf, çaresiz, anlamı belirsiz bir gerçek!
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Bu değerlendirmenin konusu olan kitap, yukarıda değinilenlerle ilişkili olsa da aslında oldukça farklı. Söz konusu durumun meselenin tümüyle içinde olduğu gerçeği farkını etkisiz hâle getirmiyor. Ortada istenerek seçilen bir yalnızlık var lakin bilinçlilik ve amaçlılık bağlamında tasnife uymuyor. Olgunlaşma, hayatın anlamını bulma gibi amacı gütmeyen bu seçiminin herhangi (bir şeye) tepki olup olmadığı ortaya konulamıyor. Oldukça uzun bir sürece dayanan münzevi bir hayat var ve bir tepkisin ya da bir amacının olmadığını söyleyen hikâyenin kahramanı bu durumu “içimden geldi ve yaptım” diyecek kadar ‘basite’ indirgeyebiliyor. Buradaki basit kelimesini aleladelik anlamında almadığımı belirtmek isterim.
Amerikalı bir gazeteci olan Michael Finkel imzalı “Son Hakiki Münzevinin Sıra Dışı Hikâyesi” alt başlığıyla Heretik Yayınları’ndan çıkan kitabı “Türkçe Söyleyen” Devrim Kılıçer. Hikâyeyi önemli hâle getiren şey kurguya yer verilmeden gerçek bir olayın birebir anlatılması diyebiliriz.
1986 yılında aniden ortadan kaybolan Christopher Knight 2013 yılında hırsızlık yaparken yakalanır. Ortadan kaybolduğunda yirmi yaşında olan Knight yakalandığında kırk yedi yaşındadır. Hikâyenin buraya kadar olan kısmı normal gibi görünüyor lakin tuhaflık bu bölümden sonra başlıyor. Yakalanan adam yirmi yedi yıl bir ormanda tek başına yaşamıştır. Yirmi yedi yılda sadece bir kez bir kişiye “selam” demek dışında hiçbir insanla tek kelime bile konuşmamıştır. Bu süreç boyunca yaşadığı yer yerleşim mahalline oldukça yakındır ve yaşadığı bu dönem içinde ihtiyaçlarını çevredeki evlerden, kamplardan hırsızlık yaparak sağlamıştır. Çaldığı şeyler aşağı yukarı hep aynıdır. Yiyecek, pil, ısıtmak için tüp, şekerleme, bira, kitap... Yaptığı hırsızlıklar özenlidir ve en az zarar vermeye yöneliktir. Belli dönemlerde -Knight’ın ihtiyaca binaen dediği- elbise ve yatak gibi şeyler çaldığı da olmuştur. Yirmi yedi yılda binden fazla hırsızlık yaptığı anlaşılan Knight tutuklanmış ve mahkemeye çıkıncaya kadar bölge hapishanesine konulmuştur. Knight’ın yakalanmasında başrol ise o bölgede sonradan görevlendirilen bir güvenlik görevlisidir ve yıllardır yakalanamayan bu hırsızı yakalamak için oldukça gelişmiş bir alarm sistemi kurarak bu işi başarmıştır.
Medyaya yansıyan olay, kendi hayatında da arada bir uygulama imkânı bulduğu inzivaya çekilme eylemine ayrı bir anlam yükleyen kitabın yazarının epey ilgisini çeker. Yakalanmasından itibaren konuyla özel olarak ilgilenen yazar, Knight ile görüşme talebinde bulunarak kendisini ziyaret etmiş ve bu adamı yakından tanımak istemiştir. İçine kapanık, sessiz ve çok fazla konuşmayan bu adamın kendine has bir mizacı olduğunu ilk karşılaşmada anlayan yazar bir yandan davayı takip ederken bir yandan da Knight’ın hırsızlık yaptığı bölgeyi, bölgede yaşayanları, davayla ilgili kurum ve kişileri zaman zaman ziyaret ederek notlar alır. Yazarın güç bela bulduğu Knight’ın kamp alanı doğa tarafından perdelenmiş gibidir. Knight’ın çadırından tuvaletine kadar bir yaşam alanı kurduğu yer özel bir mülktür lakin yirmi yedi yılda kimse yakınından dahi geçmemiş olması hayli ilginçtir. Yapılan hırsızlıklar için arama ve araştırma yapan polis de dâhil ne doğa yürüyüşü yapanlar, ne kamp kuranlar ne de avcılık yapanlar Knight’ın kampına uğramamıştır. Yazar Knight’ın bu kadar uzun süre tecrit yaşayabilmesini sonraki gidişlerinde bile kamp yerini bulmakta oldukça zorlanmasıyla açıklıyor.
Aldığı notları Knight ile yaptığı görüşmeler çerçevesinde birleştirerek kitaplaştıran yazar gerek hapishane gerekse mahkeme sürecini detaylarıyla anlatıyor. Bölge hâkimi, savcısı ve Knight’ın avukatıyla da görüşen yazara göre ortak kanı aynıdır. Doktor ve psikologların da hemfikir olduğu bu görüşe göre Knight’ın durumu bilindik hırsızlık olaylarından/suçundan farklıdır ve öyle değerlendirilmesi gerekmelidir. Mahkeme başkanı bu yönde karar verir ve dava özel statüde gerçekleşir. İşin ilginci bu görüşe Knight’ın hırsızlık yaptığı bölge insanın çoğunluğu da katılmaktadır. Evlerinde hırsızlık yapılan insanların küçük bir kısmı hırsızlık ve çalınan eşyaların maddi kaybının tazmininden ziyade kendilerine yaşattığı psikolojik travma için cezalandırılmasını isterken büyük çoğunluk şikayette bulunmaz. Knight yirmi yedi yılda binden fazla hırsızlık yapmıştır fakat son altı yıldan öncekiler zaman aşımını uğramıştır ve son altı yıldaki hırsızlıkların tümü değil poliste kaydı olan olaylar davaya dâhil edilmiştir. Olayı öğrenenler arasında para gönderenlerden iş teklifinde bulunanlara kadar ilginç bir durumla karşılaşılır. Hatta Knight’a evlilik teklifi eden bile çıkmıştır.
Mahkeme sonrasında kısa bir süre hapiste kalan Knight şartlı olarak tahliye edilir. Yazar, Knight’ın ‘normalleştirilmesi’ ve topluma kazandırılması olarak kabul edilen bu süreci derinlemesine işliyor. Maruz kaldığı olaylara karşı Knight’ın “ben deli miyim” sorusu yazar üzerinde oldukça büyük bir etki bıraktığı görülüyor. Kitapta yer yer değinilen Knight’ın ailesi son bölümlerde konuya dâhil edilerek bu sıra dışı adamın tahliye edilmesinden sonra yaşadığı ağır psikoloji ele alınıyor. En baştan itibaren Knight’ın düşünce yapısını anlamaya, anlamlandırmaya yönelik bir çabanın sergilendiği eser insanı derinden hüzünlendiriyor. Tek amacını, daha doğrusu isteğini “yakalanmasaydım ormanda ölüp yok olacaktım” şeklinde özetleyen Knight insanı derin bir boşlukta bırakıyor. İnsanı içine çeken bu acı verici boşluk neredeyse hayatın sorgulanmasını dahi anlamsız kılıyor.
Kitabın tamamında irdelenen dikkat çekici bir konuda münzevilik ve yalnızlık olarak göze çarpıyor. Kime münzevi denilebileceği, münzeviliğin ne olduğu ve tarihsel seyrine dair açılımlar ve kaynaklar verilmiş. Eser, yalnızlığı ve yalnız kalmayı sevenlerin bile -ki kendimi onlardan biri olarak görüyorum- Knight’ı bir yere kadar anlayabileceği gibi bir gerçekle karşı karşıya bırakıyor insanı. Tuhaf, çaresiz, anlamı belirsiz bir gerçek!
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Fatih diye anılan kişi nasıl bir insandı?
“Bizans kurtarılmıştır. Herkes düşüncesinde serbesttir.”
Bu kitaba nasıl ulaştığımdan bahsedeyim biraz. Yani bu kitap nasıl karşıma çıktı? Geçen sene karlı bir kış akşamında bir tiyatro bileti aldım ve Konya Devlet Tiyatrosu’nun yolunu tuttum. Ayıptır söylemesi, ilk defa gidiyordum devlet tiyatrosuna. Beni neyin beklediğini bilmiyordum. Oyundan çıktıktan sonra adeta mest olmuştum. Kendime gelememiştim birkaç gün. Bunun sebebi hem oyunculukların müthiş olmasıydı hem de oyundaki sözlerin güzelliğiydi. Daha sonra dört kez daha gittim bu oyuna. Fatih (Bizans Düştü). Ve kitabı ısmarladım. Kitabı okumak da oyunu seyretmek kadar lezizdi. Hem çıkarılan kısımları da görmek benim için iyi olmuştu. Zira şu son bir sene içinde, hayatımın bunca senesi neden bu sahnedeki insanları seyretmekten mahrum kaldım serzenişiyle, pek çok defa gitmiştim Konya Devlet Tiyatrosu’na. Tiyatro sanatına merak salmaya başlamıştım. Böylelikle tiyatro aşkı, sahne aşkı canlanmıştı içimde ama bu tek kişilik bir aşktı ve oyundu benim içim her defasında. İçimde oynadım ve bitirdim oyunlarımı. Kitaba dönecek olursak…
Kitaba dönecek olursak ilk baskısı, 1988 yılında Kültür Bakanlığı Yayınları'ndan çıkan bu kitap, son baskısı olan üçüncü baskısını İz Yayınları'ndan yapmış. Kitabın yazarı Turan Oflazoğlu. Oyun üç perdeden oluşuyor. Şahsi fikirlerim kitabın bir an önce alınıp okunması, Fatih’i bir de bu açıdan tanınması ve iyiliğe ve güzelliğe meyilimizin artmasıdır. Gelin sizi sıkmadan kitabın “öndeyiş” bölümünden alıntılar yaparak sözlerime devam edeyim.
Şöyle başlıyor öndeyiş: “Bu oyunda, Bizans’ı düşürdüğü için Fatih diye anılan kişinin, nasıl Fatih olduğu ele alınmakta. Yani sahnede gördüğümüz Sultan Mehmet, daha Bizans’ı fethetmemiştir, ama fethetmek zorunda; çünkü Bizans onun ülkesini tam ortadan bölmekte, kendini sürekli bir pusu gibi duyurmaktadır.”
Böyle devam edelim, buyurun: “Yeni araçları bulan, onları gerektiği kullanarak Bizans’ı açan, bunun için Fatih diye anılan kişi nasıl bir insandı? Tiyatro sanatını ilgilendiren, onun boyunun ne kadar, burnunun ne biçim olduğu gibi dış özellikler değil, onun Fatih olmasını sağlayan ruh özellikleridir, iç yapısı, iç portresidir, insanın gerçek boyutlarını ortaya koyan çetin durumlarda nasıl davranmıştır Mehmet?"
Surlarda kendi bayrağını görünce, “Ulubatlı Hasan’a kalırsa, düştü Bizans” der, sonra da Akşemsettin’e döner: “Buyurun, hocam, açtığınız kapıdan!”. Fethi hocasına sunmaktadır. Ancak böylesine büyük çapta vermesini bilenler, gerçekten almaya hak kazanırlar. Akşemsettin ona “Daima muzaffer, daima Fatih” diye karşılık verir.
Kitaptan birkaç alıntı ile sözlerimi noktalamak istiyorum.
Mehmet:
Doğuya yönelsem, arkamda Bizans;
batıya yönelsem, arkamda Bizans;
sürekli bir pusu gibi duyarım onu.
Ulusumuz, Asya’dan boşanan sel
nice zorlu setleri yıkıp parçalayarak
yayıldı uçsuz bucaksız topraklara.
Ama uygun bir yatağa girip ırmaklaşmazsa
zamanla sığlaşır dağılan sular;
ve sığlaşan suları kolay yutar toprak.
Akşemsettin:
Kartal bir kez kanatlandı mı
serçeler havalanmayı göze alamazlar.
Başbuğ düşüncesinin oklarını sivriltti
ve düşmanın yıldızları söndü baştan başa;
Tanrımıza şükürler olsun.
Halil:
Olgun bir meyvenin ağaçtan düşmesi gibi
bir gün nasıl olsa düşecek Bizans
padişahımın kucağına. Böyleyken
ne diye ağacı zamansız silkeleyerek
boş yere harcayalım gücümüzü?
Mehmet:
Sırrımı sakalımın tek kılı bilse…
(Koparıp atar gibi yapar.)
Gerçi biziz güçlü olan, ama daha tehlikelidir
siperdeki beş kişi açıktaki beş yüz kişiden.
Yusuf Karakurt
twitter.com/sanatkemkum
Bu kitaba nasıl ulaştığımdan bahsedeyim biraz. Yani bu kitap nasıl karşıma çıktı? Geçen sene karlı bir kış akşamında bir tiyatro bileti aldım ve Konya Devlet Tiyatrosu’nun yolunu tuttum. Ayıptır söylemesi, ilk defa gidiyordum devlet tiyatrosuna. Beni neyin beklediğini bilmiyordum. Oyundan çıktıktan sonra adeta mest olmuştum. Kendime gelememiştim birkaç gün. Bunun sebebi hem oyunculukların müthiş olmasıydı hem de oyundaki sözlerin güzelliğiydi. Daha sonra dört kez daha gittim bu oyuna. Fatih (Bizans Düştü). Ve kitabı ısmarladım. Kitabı okumak da oyunu seyretmek kadar lezizdi. Hem çıkarılan kısımları da görmek benim için iyi olmuştu. Zira şu son bir sene içinde, hayatımın bunca senesi neden bu sahnedeki insanları seyretmekten mahrum kaldım serzenişiyle, pek çok defa gitmiştim Konya Devlet Tiyatrosu’na. Tiyatro sanatına merak salmaya başlamıştım. Böylelikle tiyatro aşkı, sahne aşkı canlanmıştı içimde ama bu tek kişilik bir aşktı ve oyundu benim içim her defasında. İçimde oynadım ve bitirdim oyunlarımı. Kitaba dönecek olursak…
Kitaba dönecek olursak ilk baskısı, 1988 yılında Kültür Bakanlığı Yayınları'ndan çıkan bu kitap, son baskısı olan üçüncü baskısını İz Yayınları'ndan yapmış. Kitabın yazarı Turan Oflazoğlu. Oyun üç perdeden oluşuyor. Şahsi fikirlerim kitabın bir an önce alınıp okunması, Fatih’i bir de bu açıdan tanınması ve iyiliğe ve güzelliğe meyilimizin artmasıdır. Gelin sizi sıkmadan kitabın “öndeyiş” bölümünden alıntılar yaparak sözlerime devam edeyim.
Şöyle başlıyor öndeyiş: “Bu oyunda, Bizans’ı düşürdüğü için Fatih diye anılan kişinin, nasıl Fatih olduğu ele alınmakta. Yani sahnede gördüğümüz Sultan Mehmet, daha Bizans’ı fethetmemiştir, ama fethetmek zorunda; çünkü Bizans onun ülkesini tam ortadan bölmekte, kendini sürekli bir pusu gibi duyurmaktadır.”
Böyle devam edelim, buyurun: “Yeni araçları bulan, onları gerektiği kullanarak Bizans’ı açan, bunun için Fatih diye anılan kişi nasıl bir insandı? Tiyatro sanatını ilgilendiren, onun boyunun ne kadar, burnunun ne biçim olduğu gibi dış özellikler değil, onun Fatih olmasını sağlayan ruh özellikleridir, iç yapısı, iç portresidir, insanın gerçek boyutlarını ortaya koyan çetin durumlarda nasıl davranmıştır Mehmet?"
Surlarda kendi bayrağını görünce, “Ulubatlı Hasan’a kalırsa, düştü Bizans” der, sonra da Akşemsettin’e döner: “Buyurun, hocam, açtığınız kapıdan!”. Fethi hocasına sunmaktadır. Ancak böylesine büyük çapta vermesini bilenler, gerçekten almaya hak kazanırlar. Akşemsettin ona “Daima muzaffer, daima Fatih” diye karşılık verir.
Kitaptan birkaç alıntı ile sözlerimi noktalamak istiyorum.
Mehmet:
Doğuya yönelsem, arkamda Bizans;
batıya yönelsem, arkamda Bizans;
sürekli bir pusu gibi duyarım onu.
Ulusumuz, Asya’dan boşanan sel
nice zorlu setleri yıkıp parçalayarak
yayıldı uçsuz bucaksız topraklara.
Ama uygun bir yatağa girip ırmaklaşmazsa
zamanla sığlaşır dağılan sular;
ve sığlaşan suları kolay yutar toprak.
Akşemsettin:
Kartal bir kez kanatlandı mı
serçeler havalanmayı göze alamazlar.
Başbuğ düşüncesinin oklarını sivriltti
ve düşmanın yıldızları söndü baştan başa;
Tanrımıza şükürler olsun.
Halil:
Olgun bir meyvenin ağaçtan düşmesi gibi
bir gün nasıl olsa düşecek Bizans
padişahımın kucağına. Böyleyken
ne diye ağacı zamansız silkeleyerek
boş yere harcayalım gücümüzü?
Mehmet:
Sırrımı sakalımın tek kılı bilse…
(Koparıp atar gibi yapar.)
Gerçi biziz güçlü olan, ama daha tehlikelidir
siperdeki beş kişi açıktaki beş yüz kişiden.
Yusuf Karakurt
twitter.com/sanatkemkum
27 Aralık 2017 Çarşamba
Kimlik neyimiz olur?
Kimlik, insanın ontolojik varlığının epistemolojik açılımıdır. Bu bağlamda insanın varlığı kadar niteliklerini de belirler. Kimlik insanı geçmişten geleceğe bağlayan özelliklerin sıkıştırılarak kodlanmış ve gerektiğinde açılarak kullanılacak şekilde oluşmuş hâlidir. Kısaca kimlik insanın özetidir. Elbette bu sadece insana has değildir lakin dünya üzerindeki etkisi açısından düşünüldüğünde -ki diğer ne varsa onları kimliklendirerek bir anlam dünyası kazandıran da insan olduğundan- insana dairdir. Kimlik insana kim olduğunun yanında kendisiyle ilgili her şeyin nedenini ve nasılını ortaya koyarken geleceğe de ışık tutar.
Bazı kitaplar vardır. Okuyucu onları keşfedinceye dek öylece köşesinde durur. Avangard Yayınları’ndan Murat Küçükçifci imzasıyla çıkmış olan Tarih Kimlik Hanefilik adlı yüz yetmiş altı sayfalık kitap da benim için onlardan oldu. Kitap teorik olarak kimliğin oluşumu ile ilgili olmasa da pratikte (Türkiye’de) var olan kimliğin niteliklerini konu ediniyor. Yazarın ana düşüncesini, “İslamcılık özelinde Türk düşüncesini yeniden okumak, ret ve kabulleri göstermek bazen de önemine binaen bilineni göstermek” olarak açıkladığı kitap temel olarak iki bölümden oluşuyor. Daha önce Fayrap dergisinde yayınlanmış olan yazılar bu kitapta bir araya getirilmiş. Kitabın genel çerçevesini çizen konunun ötesinde başkaca düşüncelere kapı aralayan yazılar oldukça zengin bir içeriğe sahip.
Yazar, “birikime dayandığını” ve “geliştirilmeyi beklediğini” söylediği İtikadi Popülizm adlı ilk bölümde “halkçılık, Ehl-i Sünnet, Hanefilik, devlet ve buna benzer pek çok çağrışımı olan kavram, yeni bir tarih yorumu ve bugüne dair söylenmesi gereken bir sözü gözettiğini” belirtiyor. Bu bölümde Osmanlı’nın son dönemleri ve Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde din alanında çalışmada bulunmuş kişilere değindiğini görüyoruz. Bu kişileri iki gruba ayırmak mümkün. Toplumun büyük kısmının tanıdığı ilk grup din ve devlet konularında daha katı bir yol izlerken ikinci grup toplum tarafından pek bilinmese de dini alanlarda ihtisas yapmış, bu alana kafa yormuş ve en önemlisi toplumsal anlamda din ile devlet ilişkilerinde daha dengeli bir yöntem benimsemiştir. Burada sözü edilen ikinci grubun Müslümanların İslami anlayış ve sorunlarına dair derinlemesine araştırmalar yaparak önemli sonuçlar çıkardığını ve fakat toplumun büyük çoğunluğunun bu çabaya yabancı kaldığını söyleyebiliriz. Yazarın bu bölümde ele aldığı isimlere Said Halim Paşa, Mehmet Akif Ersoy, İsmail Hakkı İzmirli, Ahmet Hamdi Akseki, Yusuf Ziya Yörükan ve Erol Göngör’ü sayabiliriz. Bu bölümde Türkiye’deki İslami hareketlerin tarihsel seyrine değinen yazar, “tercüme Müslümanlığı” dediği 1960’lı yıllar bağlamında Malik Bin Nebi’yi değerlendirerek Malik Bin Nebi seçiminin bilinçli bir tercih oluşunu nedenleriyle birlikte açıklıyor.
İlk bölümdeki yazıların tamamında belirleyici olan Hanefilik, Maturidilik, Ehl-i Sünnet, Türklük ve -bir yazıya da konu edilen Celaleddin Rumi ayrı tutularak- tasavvuf ön plana çıkıyor. Yoğun olarak İslamcılık ve modern İslami yorumların eleştirilerini içeren yazılar başta Türklerin müntesibi olduğu Sünni mezhepler çerçevesinde tasavvufi eğilimlerin, gelenekçiliğin ve muhafazakârlığın savunusuna dönüşüyor. Bu bağlamda yazarın yöntemine baktığımızda, kitaba şeklini veren çerçeveleyicilikten bağımsız olarak İslam’ın öngördüğü kuşatıcılık ve evrensellik konuları arka plana düşüyor diyebiliriz.
Siyasal İslam’dan Seküler Ahlaka adlı ikinci bölüm yazarın deyişiyle “güncele yoğunlaşıyor”. Giderek seküler bir anlayışın hâkim olduğu toplumu siyaset, kültür, din, dil, etnisite, muhafazakârlık, evrensellik, diyanet ve medeniyet kavramları etrafında sosyolojik bir okumaya tabi tutan yazar çıkarımlarını yakın tarihe ait olaylarla ilişkilendirilerek mevcudu ve geleceği yorumlamaya çalışıyor. Bu bağlamda sorunların çözülmesi noktasında tıkanıklığın kaynağı haline gelen yozlaşmış siyasi anlayışın önemi sorgulanıyor. Yazar yine ilk bölümde yaptığı gibi buradaki görüşlerinde de geleneğe vurgu yapıp ilk bölümde altını çizdiği ‘kimlik’ üzerinden bir anlam dünyası oluşturarak sonuca ulaşmaya çalışıyor.
Kitabın çerçevesini çizen ve yazarın şahsını bağlayan vurguların dışında oldukça geniş bir araştırma alanına sahip olan yazıların farklı bağlamlarda tekrar tekrar açımlanmaya ve yorumlanmaya muhtaç olduğunu düşünüyorum.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Bazı kitaplar vardır. Okuyucu onları keşfedinceye dek öylece köşesinde durur. Avangard Yayınları’ndan Murat Küçükçifci imzasıyla çıkmış olan Tarih Kimlik Hanefilik adlı yüz yetmiş altı sayfalık kitap da benim için onlardan oldu. Kitap teorik olarak kimliğin oluşumu ile ilgili olmasa da pratikte (Türkiye’de) var olan kimliğin niteliklerini konu ediniyor. Yazarın ana düşüncesini, “İslamcılık özelinde Türk düşüncesini yeniden okumak, ret ve kabulleri göstermek bazen de önemine binaen bilineni göstermek” olarak açıkladığı kitap temel olarak iki bölümden oluşuyor. Daha önce Fayrap dergisinde yayınlanmış olan yazılar bu kitapta bir araya getirilmiş. Kitabın genel çerçevesini çizen konunun ötesinde başkaca düşüncelere kapı aralayan yazılar oldukça zengin bir içeriğe sahip.
Yazar, “birikime dayandığını” ve “geliştirilmeyi beklediğini” söylediği İtikadi Popülizm adlı ilk bölümde “halkçılık, Ehl-i Sünnet, Hanefilik, devlet ve buna benzer pek çok çağrışımı olan kavram, yeni bir tarih yorumu ve bugüne dair söylenmesi gereken bir sözü gözettiğini” belirtiyor. Bu bölümde Osmanlı’nın son dönemleri ve Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde din alanında çalışmada bulunmuş kişilere değindiğini görüyoruz. Bu kişileri iki gruba ayırmak mümkün. Toplumun büyük kısmının tanıdığı ilk grup din ve devlet konularında daha katı bir yol izlerken ikinci grup toplum tarafından pek bilinmese de dini alanlarda ihtisas yapmış, bu alana kafa yormuş ve en önemlisi toplumsal anlamda din ile devlet ilişkilerinde daha dengeli bir yöntem benimsemiştir. Burada sözü edilen ikinci grubun Müslümanların İslami anlayış ve sorunlarına dair derinlemesine araştırmalar yaparak önemli sonuçlar çıkardığını ve fakat toplumun büyük çoğunluğunun bu çabaya yabancı kaldığını söyleyebiliriz. Yazarın bu bölümde ele aldığı isimlere Said Halim Paşa, Mehmet Akif Ersoy, İsmail Hakkı İzmirli, Ahmet Hamdi Akseki, Yusuf Ziya Yörükan ve Erol Göngör’ü sayabiliriz. Bu bölümde Türkiye’deki İslami hareketlerin tarihsel seyrine değinen yazar, “tercüme Müslümanlığı” dediği 1960’lı yıllar bağlamında Malik Bin Nebi’yi değerlendirerek Malik Bin Nebi seçiminin bilinçli bir tercih oluşunu nedenleriyle birlikte açıklıyor.
İlk bölümdeki yazıların tamamında belirleyici olan Hanefilik, Maturidilik, Ehl-i Sünnet, Türklük ve -bir yazıya da konu edilen Celaleddin Rumi ayrı tutularak- tasavvuf ön plana çıkıyor. Yoğun olarak İslamcılık ve modern İslami yorumların eleştirilerini içeren yazılar başta Türklerin müntesibi olduğu Sünni mezhepler çerçevesinde tasavvufi eğilimlerin, gelenekçiliğin ve muhafazakârlığın savunusuna dönüşüyor. Bu bağlamda yazarın yöntemine baktığımızda, kitaba şeklini veren çerçeveleyicilikten bağımsız olarak İslam’ın öngördüğü kuşatıcılık ve evrensellik konuları arka plana düşüyor diyebiliriz.
Siyasal İslam’dan Seküler Ahlaka adlı ikinci bölüm yazarın deyişiyle “güncele yoğunlaşıyor”. Giderek seküler bir anlayışın hâkim olduğu toplumu siyaset, kültür, din, dil, etnisite, muhafazakârlık, evrensellik, diyanet ve medeniyet kavramları etrafında sosyolojik bir okumaya tabi tutan yazar çıkarımlarını yakın tarihe ait olaylarla ilişkilendirilerek mevcudu ve geleceği yorumlamaya çalışıyor. Bu bağlamda sorunların çözülmesi noktasında tıkanıklığın kaynağı haline gelen yozlaşmış siyasi anlayışın önemi sorgulanıyor. Yazar yine ilk bölümde yaptığı gibi buradaki görüşlerinde de geleneğe vurgu yapıp ilk bölümde altını çizdiği ‘kimlik’ üzerinden bir anlam dünyası oluşturarak sonuca ulaşmaya çalışıyor.
Kitabın çerçevesini çizen ve yazarın şahsını bağlayan vurguların dışında oldukça geniş bir araştırma alanına sahip olan yazıların farklı bağlamlarda tekrar tekrar açımlanmaya ve yorumlanmaya muhtaç olduğunu düşünüyorum.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Dünyanın en ince işçiliği: baba olmak
"Baba çocuğun öğretmenidir, ona dünyaya açılan yolu gösteren kimsedir."
- Erich Fromm, Sevme Sanatı
- Erich Fromm, Sevme Sanatı
Evi ev yapan, içinde bir ailenin olmasıdır. Bu aileyi aile yapan ise çocuktur. Çocuk varsa evin içinde, orada mücadele vardır. Yaşamın tüm acımasızlığı, zalimliği ve adaletsizliği çocukla rafa kalkar. Onun bir gülüşü, konuşması, oyun oynaması, istekleri ve soruları; insana insanlığını hatırlatır. Bilhassa çocukta muazzam boyutlarda yer alan hayret ve merak duyguları, incelenmeye değer duygulardır. Çocuğun evin içindeki tüm varlığına ve gelişimine ailede en hakim olan kişi elbette annedir. Çünkü eve en yakın kişi odur. Baba her ne kadar 'öteki' gibi konumlansa da modern zamanlarda, ailenin 'kahraman'ıdır. Anne için de çocuk için de.
"Mükemmel annelik nedir, nasıl olur?" gibi bolca soruya cevap arandığı bir çağdayız. Bu gibi soruların annelere ve anneliğe bir değer kattığını düşünmüyorum. Aksine onları ikonlaştırıyor. Sanki kapitalizm ve sermaye ikilisine emanet edilmenin formülleri aranıyor gibi. Burada devreye giren de baba, yani babalık oluyor. Ancak babalık üzerine de hiç ciddi sorular sorulmuyor. Hatta babalığın ne olduğu, nasıl olması gerektiği, açmazları ve sıkıntıları bile konuşulmuyor. Sanki baba gerçekten de bir çizgi film kahramanı. Yahut çocuğun gelişiminde bir sponsor. Oysa babalığın ardında o kadar derin mevzular yatmaktadır ki tabiri gayet de caiz olarak söylemek gerekirse ancak yaşayan bilir. Bunu ancak babalar bilir. İşte "Size Baba Diyebilir Miyim?" adlı kitabın önemi de burada. Büşra Hacısalihoğlu ve Tuğçe Yılmaz'ın hazırladığı, Küsurat Yayınları tarafından neşredilen kitapta sadece babalar konuşuyor. Soru yok, tartışma yok. Her baba, kendi penceresinden babalığı yorumluyor. Oldukça samimi ve gerçekçi bir kitap. Denemelerdeki duygusallıklarda hiç abartı yok. Ne yaşanıyorsa o var.
160 sayfalık kitapta birçok meslek kolundan baba misafir ediliyor. Oyuncu da var mali müşavir de.Yazar da var mimar da. Müzisyen de var diplomat da. Peki kimler var? Ali Taylan Çulpan, Basri Yılmaz, Bülent İpek, Erdem Öztop, Erdinç Çetinkaya, Ertuğ Uçar, Fikret Kuşkan, Hakan Duran, Hakan Kalkavan, Hakan Ural, İlker Şahin, Nebil Özgentürk, Özdemir Hiçdurmaz, Özgün Uğurlu, Özgür Poyrazoğlu, Recai Çakır, Salih Seçkin Sevinç, Selçuk Aydemir, Serdar Kölürbaşı, Serkan Çağrı, Serkan Turhan, Süreyya Soner, Tuncay Baydur, Uraz Kaygılaroğlu, Ümit Alan, Yusuf Reha Alp.
Kitabın ilk sayfalarında Selçuk Aydemir hem mizah hem de gözlem yeteneğini sergiliyor. Anneliğin yanında babalığın öneminin tartışılmaması gerektiğini çünkü babanın hükmen mağlup olduğunu söylüyor ki gayet haklı. Annenin mücadelesi, sevgisi ve merhameti yanında babalar -elbette bu bir genelleme de olabilir- biraz yedek oyuncu gibidir. Kenardan izler olan biteni. Gerektiği anda, yani 'hoca uygun görürse' oyuna girer, meziyetlerini gösterir. Aydemir, benim de hemfikir olduğum ve çok etkilendiğim şu paragrafla babalara 'al da at' dercesine bir pas veriyor: "Anladığım kadarıyla, babalar çocuklarını eşlerinin gözlerinde, yüzlerinde severler. Anne sadece çocukla değil, çocuğun babasıyla da ilgileniyor sürekli. Ben senin gününün nasıl geçtiğini annenin yüzünden anlıyorum kızım. Ne kadar yorulmuş olursa olsun, eğer huzurluysan o gün, gülücükler saçmışsan; UEFA kupasını kazanmış Galatasaraylı futbolcu ifadesi oluyor yüzünde. Yorulmuş, bitmiş, sakatlıklar atlatmış ama bir gör öyle mutlu ki." [sf. 13]
42 ve 51 yaşında baba olduğunu söylüyor. Fikret Kuşkan. İki oğluna verdiği isim de çok latif: Gün Kuzgun ve Gece Asaf. Babalık dürtüleri zayıf olanların çocuk sahibi olmamaları gerektiğini, muhakkak ehliyet sahibi insanların çocuk yapması gerektiğini söyleyecek kadar değer veriyor babalığa. Herkesin malumu, yaşam boyu süren bir sorumluluk babalık. Neşeli tarafları ne kadar varsa, dertli tarafları da var. Dolayısıyla yaşamın en gerçekçi sahası babalık. Kuşkan, çok güzel ifade ediyor babalığı, altını çizmemek mümkün değil: "Baba olmak; götü çıplak ayazda kalmak, dallarında kuzgunların geceyle sarmaş dolaş huzurla güvenle uyuduğu ölümsüz bir çınar olmak. Yaşamı sona erinceye kadar, meyve veren bir ağaç olmak. Her türlü fırtınada, yağmur, çamur, sel, deprem, ayazda, buzda, kavurucu sıcakta, tuzlu ya da tatlı suda, ya da hiç su yokken, yaşamını sürdüren bir ılgın, hiçbir zaman kırılmadan, yerlere kadar eğilip, savrulup, yine dimdik ayakta kalan bir servi, hatta uçan kanatlı bir fil olmak, bazen de Kermit, Kurabiye Canavarı, küçük bir fındık faresi, masallar, destanlar, hikâyeler, romanlar, kıymetli bir tablo, ona özel yazılmış bir şiir, şarkı sözü, bir bestedir babalık ya da piyano tuşundan çıkan acemi bir Si notasıdır bazen. Şifalı bir ot, yeşili karası ilaç, asırlık bir zeytindir baba olmak, kurumsallaşmak değildir. Belki de, en içten özgünlük, samimiyet, karşılıksız bir sevgidir." [sf. 33]
Serkan Çağrı, tıpkı klarnetini konuştururken yaptığı gibi derinden giriyor mevzuya. Başta oğullar olmak üzere kızların da hayatında muhakkak yeri olan bazı 'travma'lardan bahsediyor. Eksikliklerden, yaralardan, asla boşverilmemesi gereken dertlerden. Bu dertler ki nice çocuğu gelecekte mutsuz, sevgisiz, öfkeli ve yalnız bırakabilir. Tedavi edilmesi gerekir üstelik ve maalesef bu tedavide yeri dolmayacak en büyük kuyu ise sevgidir. Bilhassa sevginin 'gösterim'i: "Baba olmak demek evlatların süpergücü, kahramanı olmaktır. Ömrünüz boyunca onların her şeyince gücünüz yettiğince eşlik edebilmektir. Benim babam da, benim için her şeyi yapabilen, güçlü biriydi. Benim güneşimdi. Onun çözemeyeceği hiçbir şey yoktu. Yanında yürürken tarif edemeyeceğim bir duygu kaplardı içimi. Birbirimize bakmaya bile kıyamazdık, o yüzden birbirimizi yıllarca gizli sevdik. Konuşurken bile göz göze gelemezdik. Birbirimize bir şey olmasından çok korkardık. Yeterince sarılamadık babamla ve birbirimize hep hasrettik." [sf. 136]
Nebil Özgentürk, yaşam tecrübesi gereği çok güzel bir formül veriyor babalara. Mesela bir baba 'kitab'ı hayatının en önemli yerine koyduysa ve çocuğunda da bu özelliğin olmasını istiyorsa şöyle bir yol izleyebilir ki bunu nasip olursa muhakkak uygulayacağım: "Masal okurken bazen masalın içerisine cümleler serpiştiriyorum. Masal kahramanından bahsederken "Çok kitap okurmuş" diyorum mesela. O aşıyı verdiğim zaman "Bak ne güzel, bir şey daha yer etti zihninde" diyorum. Tuvalette on dakika kalacak örneğin, "Baba bana kitap getirebilir misin?" diyor. Aman, harika! Koşa koşa gidip kitap veriyorum ona. Kitap götüren adam olmaya bayılıyorum, bunu öğreniyorum Arın'la. Okusun, bu alışkanlığı kazansın çok istiyorum." [sf. 144]
Âşık Veysel sazına yazdığı şiirinde "Ben bir insanoğlu sen bir dut dalı / ben babamı sen ustanı unutma" demiş. Bundan büyük vasiyet olur mu? Olmaz. Elbette o 'unutulmaz'lığın ardında sevgi vardır, şefkat vardır, merhamet vardır. Bir baba ile evlat arasında bu duygular sönükse, o babanın o evlat için iz bırakma olasılığı da çok azdır. Yaşamın her alanında birse, babalıkta yüzdür iz bırakmanın önemi. Çünkü babalarının izlerini sürer çocuklar. Babaların kaderidir, sırrıdır, gölgesidir çocuklar. Kader, sır ve gölge her zaman kendine iz arar, güzel bir yol arar. Çok sevdiğim şair Ahmet Erhan belki de bunun için "Baba bana yürüdüğün / o yolları göster / baba bana dünyanın / yüreğine inen geçidi." diye yazmıştır. Kim bilir? Kimse tam olarak bilemez babalığı. O, dünyanın en ağır işçiliğidir.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
25 Aralık 2017 Pazartesi
Türk romancılığının şair-sosyoloğu Kemal Tahir
Kemal Tahir’in eserlerine duyulan teveccühün bizatihi Türkiye’nin ve Türk toplumunun kendisine duyulan alaka olarak değerlendirilmesi gerekir. Çünkü romanlarından notlarına, tefrikalarından polisiyelerine kadar kaleme aldığı her metin, görmek ve göstermek için yanıp tutuştuğu “Türk ruhu”na dokunabilmek adına bazen güçlü bazense çaresiz bir el uzatıştır. Haldun Taner’in ifadesiyle Kemal Tahir, Türk edebiyatının ‘karınca romancısı’dır. Her romanı için yüzlerce sayfa not çıkaran ve mümkün olduğu kadar birincil kaynaklardan istifade ederek eserlerini kaleme alan Kemal Tahir, ne yazık ki kıymeti yeterince takdir edilmemiş yazarlarımızın başında geliyor. Üzerinde tartıştığı ya da kalem oynattığı hiçbir mesele yoktur ki, kendisinin “yanılma payını” baştan teslim etmemiş olsun. Bir romancı olmasına rağmen sergilediği bu tavır, bilimsel çalışma yapanlara örnek olacak mahiyettedir.
Kilis 7 Aralık Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde öğretim görevlisi olan Muhammed Hüküm’ün edebiyat sosyolojisi açısından Kemal Tahir’in bütün kalem işlerini inceleyerek entelektüel biyografisini ortaya çıkardığı "Şair-Sosyolog Kemal Tahir: Sosyolojik Bakışla Kemal Tahir Romanları" 2017 yılında İthaki Yayınları’ndan çıktı. Entelektüel biyografi yazımı pek çok güçlüğü içinde barındıran bir alan. Buna rağmen Muhammed Hüküm’ün Kemal Tahir’in bütün eserlerini sadece konusu icabı değil, onun aradığı ruhun peşine düşerek hazırladığı anlaşılıyor. Bir romancı için bugün bizi yadırgatan bir niteleme olan ‘şair-sosyolog’ aslında Kemal Tahir’in kullandığı bir tanımlama. Muhammed Hüküm’e göre, “yazarın ve şairin dili, yaşamı ve kurguladıkları bir milletin ideolojik tutumundan öte o milletin ruhu hakkında derin ve geniş bilgiler vermeye müsait bir alan oluşturur. Bir romancının bu bağlamda halkının hislerini kendi zihninde ve gönlünde hissetmesi, o romancıyı o halkın ‘şairi’ yapar.”
Muhammed Hüküm’ün üç geniş bölüme ayırdığı çalışmasının birinci bölümü Kemal Tahir’in Türk edebiyatındaki yerini, dönemin aydınlarının büyük romancıya karşı acımasız tutumlarını ve onu yok sayma girişimlerini ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. Hatta bu bölümde, Marksist ve sosyalist Türk aydınlarının Kemal Tahir’i ölüme vardıracak derecede nasıl insafsızca yalnızlaştırdıklarına dair ilginç anekdotlar bulunuyor. Kitabın ikinci ve en hacimli kısmı, Kemal Tahir’in romanlarında ele alınan meseleleri ve bunların Türk toplumundaki yansımalarını göstermesi bakımından büyük önem taşıyor. Köylülük, yerlilik, Osmanlı, din, Marksizm, sosyalizm, Batılılaşma, bürokratik yozlaşma, kapitalizm ve emperyalizm gibi meselelere Kemal Tahir’in romanlarında nasıl yer verdiği ve bunların o günkü aydın zümrelerce nasıl değerlendirildiğini görüyoruz. Üçüncü ve son bölümde ise Kemal Tahir’in eserlerinde tercih edilen dil ve üslûp yaklaşımlarının toplumsal karşılığına dair ayrıntılı çözümlemeler mevcut. Kurtuluş Kayalı’nın önsöz yazdığı kitabın sadece Kemal Tahir okurları tarafından değil, ideolojik angajmanları olmayan, hakikati arayan, milletine inanan ve her şeyden önemlisi Türkiye’nin ruhunu görmek isteyen okuyucular tarafından beğenileceğini düşünüyorum.
Kadir Yılmaz
twitter.com/Kadir_Yilmaz_
Kilis 7 Aralık Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde öğretim görevlisi olan Muhammed Hüküm’ün edebiyat sosyolojisi açısından Kemal Tahir’in bütün kalem işlerini inceleyerek entelektüel biyografisini ortaya çıkardığı "Şair-Sosyolog Kemal Tahir: Sosyolojik Bakışla Kemal Tahir Romanları" 2017 yılında İthaki Yayınları’ndan çıktı. Entelektüel biyografi yazımı pek çok güçlüğü içinde barındıran bir alan. Buna rağmen Muhammed Hüküm’ün Kemal Tahir’in bütün eserlerini sadece konusu icabı değil, onun aradığı ruhun peşine düşerek hazırladığı anlaşılıyor. Bir romancı için bugün bizi yadırgatan bir niteleme olan ‘şair-sosyolog’ aslında Kemal Tahir’in kullandığı bir tanımlama. Muhammed Hüküm’e göre, “yazarın ve şairin dili, yaşamı ve kurguladıkları bir milletin ideolojik tutumundan öte o milletin ruhu hakkında derin ve geniş bilgiler vermeye müsait bir alan oluşturur. Bir romancının bu bağlamda halkının hislerini kendi zihninde ve gönlünde hissetmesi, o romancıyı o halkın ‘şairi’ yapar.”
Muhammed Hüküm’ün üç geniş bölüme ayırdığı çalışmasının birinci bölümü Kemal Tahir’in Türk edebiyatındaki yerini, dönemin aydınlarının büyük romancıya karşı acımasız tutumlarını ve onu yok sayma girişimlerini ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. Hatta bu bölümde, Marksist ve sosyalist Türk aydınlarının Kemal Tahir’i ölüme vardıracak derecede nasıl insafsızca yalnızlaştırdıklarına dair ilginç anekdotlar bulunuyor. Kitabın ikinci ve en hacimli kısmı, Kemal Tahir’in romanlarında ele alınan meseleleri ve bunların Türk toplumundaki yansımalarını göstermesi bakımından büyük önem taşıyor. Köylülük, yerlilik, Osmanlı, din, Marksizm, sosyalizm, Batılılaşma, bürokratik yozlaşma, kapitalizm ve emperyalizm gibi meselelere Kemal Tahir’in romanlarında nasıl yer verdiği ve bunların o günkü aydın zümrelerce nasıl değerlendirildiğini görüyoruz. Üçüncü ve son bölümde ise Kemal Tahir’in eserlerinde tercih edilen dil ve üslûp yaklaşımlarının toplumsal karşılığına dair ayrıntılı çözümlemeler mevcut. Kurtuluş Kayalı’nın önsöz yazdığı kitabın sadece Kemal Tahir okurları tarafından değil, ideolojik angajmanları olmayan, hakikati arayan, milletine inanan ve her şeyden önemlisi Türkiye’nin ruhunu görmek isteyen okuyucular tarafından beğenileceğini düşünüyorum.
Kadir Yılmaz
twitter.com/Kadir_Yilmaz_
24 Aralık 2017 Pazar
İşte Kırım ve Kırım Tatarları'nın tarihi budur
Kırım, tarihi boyunca Rusya’nın Karadeniz’e inme ve Güney’de nüfuz sahibi olma politikalarının kilit noktası olmuştur. 1475’te Sultan Mehmet döneminde fethedilmesinden sonra Osmanlı İmparatorluğunun Doğu Avrupa’daki gelişmeleri kontrol etmesi sağlanmıştır. Biliyoruz ki Yavuz Selim Han şehzadeliği zamanında Kırım Kefe’yi sancak şehzadesi olarak yönetti.1784 yılından itibaren işgal politikalarını uygulamaya geçiren Rusya 19. yüzyıl da dâhil olmak üzere yüzyıllarca süren acılara sebebiyet vermiş ve bölge Müslümanlarını anavatanlarını terk etmek zorunda bırakmıştır. Stalin zamanında bölgede işgal, sürgün, katliam, kültürel asimilasyon politikaları Tatarlarda unutulması imkânsız acılara sebep olmuştur.
Şu Mübarek Topraklar kitabı, iktisadi ve siyasi öneme sahip bölge olan Kırım yarımadası ve bölgenin etnik grubu olan Kırım Tatarlarının tarihinin izini sürmektedir. Yapı Kredi Yayınları tarafından neşredilen kitap, Paul Robert Magocsi tarafından kaleme alınmış ve 10 bölümden oluşmaktadır. Kitaba Kırım’ın jeopolitik tanımıyla giriş yapan yazar; “bol güneşli bir memleket. Geniş sahilleri denizlerinin hem bedene hem de ruha deva hafif tuzlu sularıyla yıkanan bir memleket. İşte Kırım budur.”(sf. 9) diye tarif etmektedir.
Stratejik konumu ve verimli arazileriyle dikkat çeken Kırım, Hunlardan Venediklilere, Bizans’tan Osmanlı’ya birçok medeniyete ‘ev sahipliği’ yaptı. MÖ 1100 yılında Ukrayna’ya gelen Kimmerler MÖ 7. Yüzyıl’da Kırım topraklarına ulaştıklarında, hali hazırda orada yaşayan bir halk karşılaşırlar… Tauriler. Kırım’ın ilk yerleşimcileri olarak görülür. (sf. 19)
Kırım bölgesine ilk Türk akınları Hunlarla birlikte başlamıştır. Türkistan coğrafyasında ki olaylar sebebiyle İskitler, Hunların önünden, bu günkü İdil-Ural sahasına gelmişler ve merkez olarak da kendilerine Kırım’ı yurt edinmişler. Yazar Magocsi ise bu durumu “Yunan denizcilerinin ve yerleşimcilerinin Kırım’ın güney kıyılarına ulaştığı dönemde, İskitler Ukrayna bozkırlarına ulaşmış ve Kimmerleri yerlerinden ederek bugün Don nehri’nden Tuna deltasına kadar olan kısma egemen olmuştur.” (sf. 21) diye anlatırken İskitleri İran kökenli olduklarını belirtmiştir. Hazar Devletinin yıkılmasından sonra Peçenekler, Oğuzlar ve Berendiler arasında çatışmalar vukuu bulmuştur. Fakat kalıcı olmayı başaran ise Kıpçakladır. Bizansla ekonomik bağlarını geliştiren Kıpçaklar, Bizans ürünlerin Kırım dağlarının ötesine kadar nakledip Kiev Knezliğine kadar varıyor. (sf. 33) Doğu’dan Moğolların gelmesiyle bu düzen son bulmuştur. Yazar kısa Cengiz Han tarihini anlatırken, ordularının fetihleri sırasında ele geçirdiği Türkî gruplar olduğundan bahsetmektedir. (sf. 35)
Cengiz Han’ın vefatı üzerine Ukranya’dan, Kafkas Dağlarına kadar uzanan geniş bir bölgede Altınorda devleti adını almıştır. Bugün Müslümanların içeresinde bulunduğu durumu 1204 yılında Hristiyanlar kendi içlerinde mezhep savaşı veriyorlardı. Batı Avrupalı Hristiyanlar, bölücü olarak gördükleri, Doğu Ortodoks Hristiyanları ile savaşmaktadır. Bu süreçte 1220’ler tarihinde Selçuklular, Mezhep savaşı içinde ki Hristiyan Bizans elinde ki kıyı bölgeleri ele geçirmiş ve “Altınorda ile sıkı ilişkileri Anadolu’dan Türki (Oğuz) yerleşimcilerin, özellikle de 13. Yüzyılın ikinci yarısında, Kırım bozkırlarına akın etmelerini doğurdu.” (sf. 38)
Altınorda devleti yıkılmadan 1428 yılında, Hacı Giray da, diğer hanlar gibi üzerinde hak iddia ettiği Altınordu tahtını ele geçirmek için, Lehistan Kralı ve Moskova Rus Prensi ile anlaşma yapmaktan çekinmedi. Bu arada, Kefe Cenevizlilerine karşı, Fâtih Sultan Mehmed Han ile de anlaştı. Hacı Giray, yerel Tatar beyleri tarafından Kırım’ı yönetmek üzere davet edilecektir. (sf. 43) Kırım hanı, 1502’de Saray şehrine hücum ederek Altınordu Devleti’nin yıkılmasına sebep olacaktır. Giray hanları mutlakiyetçi hükümdarlar değildi ve ülkeyi Kırım Tatar beylerinin aktif katılımıyla yönetiyorlardı. (sf. 49)
Kırım coğrafyası ticari faaliyetlerin yoğun bir şekilde kullanılan güzergâhtır. Bundan dolayı yıllardır doğu ve batı milletlerden gelenlerin tacirlere ve mallarına ev sahipliği yapmıştır. Kırım’ın ekonomi açısından temeli köle ticaretine dayanmakla (sf. 54) birlikte kürk ticareti de öne çıkmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğunu durumu kötüye gitmesiyle birlikte Kırım hanlarının ve beylerin payına düşen savaş ganimet gelirleri azalmıştır. Bu durum 1783’te II. Katerina döneminde Kırım devletine son vererek işgal etti. (sf. 59)
Rus Çarlığı Kırım’ı işgal ettikten sonra Kırım’ın demografik yapısını değiştirmiştir. Rusya ilk aşamada Kırım’dan Müslüman Tatar nüfusunu göç ettirmiş, göç edenlerin sayısının 10 ile 30 bin arasında olduğu tahmin ediliyor. (sf. 63) İkinci aşamada ise Kırım’a dışarıdan Rus, Kazak, Alman gibi çeşitli toplulukları getirerek iskân etmiş. Rus Çarlığı tatarların Kırım’ı ilhak ettikten sonra kültürel değerlerini yok etmeye yönelik bir politika izlemiştir. Kırım Hanlığından kalma saraylar, parklar, çeşmeler, camiler bakımsızlıktan çürümeye terk edilmiş ya da bazı durumlarda kent temelli Rus imparatorluk idaresinin ihtiyaç duyduğu projelere yer açmak amacıyla kasten yıkılmıştı. (sf. 66) Kırım’dan Tatar nüfusu göçe zorlayan önemli nedenlerden biri bölgedeki Tatar nüfusun mülkiyet hakkının ellerinden alınması görünmektedir. 1820’lerden itibaren imparatorluk, Rusları Kırım’a yerleştirmekte ve ilerleyen yıllarda ise Kırım sakinlerinin 70 binden fazlasını Ruslar oluşturuyordu. (sf. 70) Takvimler 1863 yılını gösterdiğinde 140 binin üstünde Kırım Tatarının Osmanlı İmparatorluğuna kalıcı olarak göç etmiş ve bunun 784 köy boşaltılmıştır. (sf. 72) Rus İmparatorluğu hükümeti bu nüfus kaybını imparatorluğun diğer bölgelerinden Kırım’a yerleşmek isteyenlere özel parasal ve toplumsal ayrıcalıkla sağlayarak telafi etti. (sf. 74)
Birinci Dünya Savaşı yıllarında Rus İmparatorluk toplumunda devrimci dönüşümlere giden yol hazırlandı. Kırım Tatarları 1919 ve 1920 yıllarında Kırım’da devrim ve iç savaş döneminin aşaması oldu. (sf. 97) 1922 yılında Sovyet yetkilileri Arap alfabesi destekçilerini burjuva milliyetçisi olmakla suçladı. (sf. 113) Kırım Tatarı olan 3.500’e yakın devlet görevlisi, parti yöneticisi tutuklandı. 1931-35 yılları arasında ise yüzlerce camii kapatılması ve yarımadanın Müslüman din adamlarının çoğunun Sibirya’ya sürgüne gönderildi.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Alman işgalci güçleriyle aktif işbirliği yapmış olmak suçlanıp, 18 mayıs 1944’te Stalin emrni hayata geçirdi ve tüm Kırım Tatar nüfusunu sürmeye başladı (sf. 127) ve Kırımda fiilen etnik temizlik yapılıyordu. Ezici çoğunluğu oluşturan kadın ve çocukların üst üste kamyonlara doldurdular. Ölüm yaşlı, genç, zayıf dinlemiyordu. Susuzluktan ve pis kokudan ölen vardı. Savaş sonrası Sovyet rejimi bu idari değişikliğin yanı sıra Tatarlardan kalan tüm anıları ve Kırım’daki asırlık varlıkların izlerini silmeye girişti. (sf. 135)
Baturhan Ergin
twitter.com/erginbaturhan
Stratejik konumu ve verimli arazileriyle dikkat çeken Kırım, Hunlardan Venediklilere, Bizans’tan Osmanlı’ya birçok medeniyete ‘ev sahipliği’ yaptı. MÖ 1100 yılında Ukrayna’ya gelen Kimmerler MÖ 7. Yüzyıl’da Kırım topraklarına ulaştıklarında, hali hazırda orada yaşayan bir halk karşılaşırlar… Tauriler. Kırım’ın ilk yerleşimcileri olarak görülür. (sf. 19)
Kırım bölgesine ilk Türk akınları Hunlarla birlikte başlamıştır. Türkistan coğrafyasında ki olaylar sebebiyle İskitler, Hunların önünden, bu günkü İdil-Ural sahasına gelmişler ve merkez olarak da kendilerine Kırım’ı yurt edinmişler. Yazar Magocsi ise bu durumu “Yunan denizcilerinin ve yerleşimcilerinin Kırım’ın güney kıyılarına ulaştığı dönemde, İskitler Ukrayna bozkırlarına ulaşmış ve Kimmerleri yerlerinden ederek bugün Don nehri’nden Tuna deltasına kadar olan kısma egemen olmuştur.” (sf. 21) diye anlatırken İskitleri İran kökenli olduklarını belirtmiştir. Hazar Devletinin yıkılmasından sonra Peçenekler, Oğuzlar ve Berendiler arasında çatışmalar vukuu bulmuştur. Fakat kalıcı olmayı başaran ise Kıpçakladır. Bizansla ekonomik bağlarını geliştiren Kıpçaklar, Bizans ürünlerin Kırım dağlarının ötesine kadar nakledip Kiev Knezliğine kadar varıyor. (sf. 33) Doğu’dan Moğolların gelmesiyle bu düzen son bulmuştur. Yazar kısa Cengiz Han tarihini anlatırken, ordularının fetihleri sırasında ele geçirdiği Türkî gruplar olduğundan bahsetmektedir. (sf. 35)
Cengiz Han’ın vefatı üzerine Ukranya’dan, Kafkas Dağlarına kadar uzanan geniş bir bölgede Altınorda devleti adını almıştır. Bugün Müslümanların içeresinde bulunduğu durumu 1204 yılında Hristiyanlar kendi içlerinde mezhep savaşı veriyorlardı. Batı Avrupalı Hristiyanlar, bölücü olarak gördükleri, Doğu Ortodoks Hristiyanları ile savaşmaktadır. Bu süreçte 1220’ler tarihinde Selçuklular, Mezhep savaşı içinde ki Hristiyan Bizans elinde ki kıyı bölgeleri ele geçirmiş ve “Altınorda ile sıkı ilişkileri Anadolu’dan Türki (Oğuz) yerleşimcilerin, özellikle de 13. Yüzyılın ikinci yarısında, Kırım bozkırlarına akın etmelerini doğurdu.” (sf. 38)
Altınorda devleti yıkılmadan 1428 yılında, Hacı Giray da, diğer hanlar gibi üzerinde hak iddia ettiği Altınordu tahtını ele geçirmek için, Lehistan Kralı ve Moskova Rus Prensi ile anlaşma yapmaktan çekinmedi. Bu arada, Kefe Cenevizlilerine karşı, Fâtih Sultan Mehmed Han ile de anlaştı. Hacı Giray, yerel Tatar beyleri tarafından Kırım’ı yönetmek üzere davet edilecektir. (sf. 43) Kırım hanı, 1502’de Saray şehrine hücum ederek Altınordu Devleti’nin yıkılmasına sebep olacaktır. Giray hanları mutlakiyetçi hükümdarlar değildi ve ülkeyi Kırım Tatar beylerinin aktif katılımıyla yönetiyorlardı. (sf. 49)
Kırım coğrafyası ticari faaliyetlerin yoğun bir şekilde kullanılan güzergâhtır. Bundan dolayı yıllardır doğu ve batı milletlerden gelenlerin tacirlere ve mallarına ev sahipliği yapmıştır. Kırım’ın ekonomi açısından temeli köle ticaretine dayanmakla (sf. 54) birlikte kürk ticareti de öne çıkmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğunu durumu kötüye gitmesiyle birlikte Kırım hanlarının ve beylerin payına düşen savaş ganimet gelirleri azalmıştır. Bu durum 1783’te II. Katerina döneminde Kırım devletine son vererek işgal etti. (sf. 59)
Rus Çarlığı Kırım’ı işgal ettikten sonra Kırım’ın demografik yapısını değiştirmiştir. Rusya ilk aşamada Kırım’dan Müslüman Tatar nüfusunu göç ettirmiş, göç edenlerin sayısının 10 ile 30 bin arasında olduğu tahmin ediliyor. (sf. 63) İkinci aşamada ise Kırım’a dışarıdan Rus, Kazak, Alman gibi çeşitli toplulukları getirerek iskân etmiş. Rus Çarlığı tatarların Kırım’ı ilhak ettikten sonra kültürel değerlerini yok etmeye yönelik bir politika izlemiştir. Kırım Hanlığından kalma saraylar, parklar, çeşmeler, camiler bakımsızlıktan çürümeye terk edilmiş ya da bazı durumlarda kent temelli Rus imparatorluk idaresinin ihtiyaç duyduğu projelere yer açmak amacıyla kasten yıkılmıştı. (sf. 66) Kırım’dan Tatar nüfusu göçe zorlayan önemli nedenlerden biri bölgedeki Tatar nüfusun mülkiyet hakkının ellerinden alınması görünmektedir. 1820’lerden itibaren imparatorluk, Rusları Kırım’a yerleştirmekte ve ilerleyen yıllarda ise Kırım sakinlerinin 70 binden fazlasını Ruslar oluşturuyordu. (sf. 70) Takvimler 1863 yılını gösterdiğinde 140 binin üstünde Kırım Tatarının Osmanlı İmparatorluğuna kalıcı olarak göç etmiş ve bunun 784 köy boşaltılmıştır. (sf. 72) Rus İmparatorluğu hükümeti bu nüfus kaybını imparatorluğun diğer bölgelerinden Kırım’a yerleşmek isteyenlere özel parasal ve toplumsal ayrıcalıkla sağlayarak telafi etti. (sf. 74)
Birinci Dünya Savaşı yıllarında Rus İmparatorluk toplumunda devrimci dönüşümlere giden yol hazırlandı. Kırım Tatarları 1919 ve 1920 yıllarında Kırım’da devrim ve iç savaş döneminin aşaması oldu. (sf. 97) 1922 yılında Sovyet yetkilileri Arap alfabesi destekçilerini burjuva milliyetçisi olmakla suçladı. (sf. 113) Kırım Tatarı olan 3.500’e yakın devlet görevlisi, parti yöneticisi tutuklandı. 1931-35 yılları arasında ise yüzlerce camii kapatılması ve yarımadanın Müslüman din adamlarının çoğunun Sibirya’ya sürgüne gönderildi.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Alman işgalci güçleriyle aktif işbirliği yapmış olmak suçlanıp, 18 mayıs 1944’te Stalin emrni hayata geçirdi ve tüm Kırım Tatar nüfusunu sürmeye başladı (sf. 127) ve Kırımda fiilen etnik temizlik yapılıyordu. Ezici çoğunluğu oluşturan kadın ve çocukların üst üste kamyonlara doldurdular. Ölüm yaşlı, genç, zayıf dinlemiyordu. Susuzluktan ve pis kokudan ölen vardı. Savaş sonrası Sovyet rejimi bu idari değişikliğin yanı sıra Tatarlardan kalan tüm anıları ve Kırım’daki asırlık varlıkların izlerini silmeye girişti. (sf. 135)
Baturhan Ergin
twitter.com/erginbaturhan
23 Aralık 2017 Cumartesi
Unutmak ihanettir
Unutmayı, ihanet addeden bir zihniyete sahip birinin hikâyesidir bu.
Dünyadaki en büyük suçun ırkçılık olduğunu söyleyen aydının düşüncesine sahip bir adamın kitabı bu.
Ahlâk, utanmayı bilmektir diyebilen bir babanın oğluna aittir bu kitap.
Üç mühim soru soruyor bizlere belleğimizi tazelemek için:
1. Gazze’de kardeşinin biraz önceki patlamadan geriye kalan cansız bedenine bakan küçük kızın kara gözlerindeki acı, bundan sonra hangi toplumsal yaranın merhemi olur ki?
2. Filistin’deki çocuk, babasının onu korumak için siper ettiği gövdesini altından sağ çıkabilseydi eğer, bizim dünyamıza dair ne söyleyip ne yapacaktı kim bilir?
3. İki çocuğunu evde bırakıp işe giden genç annenin geride kalan yavrularının,çıkan yangında kanepenin arkasına sığınmakla kurtulacaklarını zannedip birbirlerine sarılmış halde bulunan cesetleri; hangi ekonomik göstergenin karşılığıdır sizce?
Dünya bizim için bir duraktır, mealinde olan İslam inancımıza göre tek düşüncesi bir ev satın almak için on yıllık ev kredisini alıp on yıl durmadan ev kredisini ödemekle uğraşan insanlara; Sicilyalı köylülerin kaç bin yıllık düsturunu bir kez daha bize göstermiştir bu:
“Yalnızca, öldüğümüz yer bizimdir.”
Suriyeli mültecilere ansızın ve iyi niyetle sorduğu "Size nasıl yardımcı olabilirim,neye ihtiyacınız var sizin” sorusuna ağlamaklı ve bir o kadar da hazin bir cevaba maruz kalan bir adamın hikâyesidir bu kitap: "Bizim, sadece güvene ihtiyacımız var, sadece güvene. Buraya geldiğimizden beri beş kız çocuğumuzu bizden çaldılar."
“Havamız kirli, toprağımız verimsiz, bulutumuz asitli, şelalemiz mahpus, ırmağımız şaşkın, ağacımız kesilmiş, ormanımız yol olmuş.” diyen bir adamın hikâyesidir bu.
Mekân ile yer kavramını doyurucu bir tanımlamayla ayırt eden adamın hikâyesidir bu.
İyi yazının “kısa cümlelerle, samimi ve yalın bir üslupla ve sahici bir dille kurulduğuna” inanan naif bir düşünceye sahip bir adamın hikâyesidir bu.
İyi bir filmin “Başka bir dille oynamasının, ondan etkilenmeyeceğimiz” anlamına gelmeyeceğini dile getiren bir olgunluğa sahip adamın hikâyesidir bu.
Kendi yaşam öyküsünden on beş yıl öncesinde anlattığı “seyirci ve edilgen” bir olayı, on beş yıl sonrasında “fail ve etken” olarak anlatmasını ise şu cümlenin anlamına yürekten inandığı için anlatır: “Devrim gibidir bazı başlangıçlar, inanır ve vazgeçmezseniz eğer, mutlaka gerçekleşir.”
Ülkemizde yazmaktan, okumaya vakit ayıramayanlar için şu cümleyi kuran bir adamın hikâyesidir bu: “Okumak, bende yazmak denen eylemi de aynı anda doğurdu.”
Gogol’un Ölü Canlar’ını okuduğu günlerde, kitabın ikinci cildini bir çılgınlık anında şöminede yaktığını öğrendiğinde içinden “ah!” iniltisine benzer bir acı hisseden adamın hikâyesidir bu.
“Hikâyesi olmayan adamlara acıyor gibiyim.” diyen bir adamın hikayesidir bu.
“Rüyalarımızı, kalplerimizden başka soracağımız hiç kimsemiz yok.” diyebilen naif bir ruha sahip bir adamın hikâyesidir bu.
Oyunculuk kariyeri için kendi kendisine içinden şunları geçiren bir adamın hikâyesidir bu: “Sakın rol yapmaya kalkma, rezil olursun.”
Yazdıkça içimdeki tortulardan kurtuluyorum diyen bir adamın hikâyesidir bu.
Söz söylemenin bedelinin ağır ödendiği bir coğrafya olduğunu belirten bir açık sözlülüğe sahip bir adamın hikâyesidir bu.
Abdulkerim Bülbül
Dünyadaki en büyük suçun ırkçılık olduğunu söyleyen aydının düşüncesine sahip bir adamın kitabı bu.
Ahlâk, utanmayı bilmektir diyebilen bir babanın oğluna aittir bu kitap.
Üç mühim soru soruyor bizlere belleğimizi tazelemek için:
1. Gazze’de kardeşinin biraz önceki patlamadan geriye kalan cansız bedenine bakan küçük kızın kara gözlerindeki acı, bundan sonra hangi toplumsal yaranın merhemi olur ki?
2. Filistin’deki çocuk, babasının onu korumak için siper ettiği gövdesini altından sağ çıkabilseydi eğer, bizim dünyamıza dair ne söyleyip ne yapacaktı kim bilir?
3. İki çocuğunu evde bırakıp işe giden genç annenin geride kalan yavrularının,çıkan yangında kanepenin arkasına sığınmakla kurtulacaklarını zannedip birbirlerine sarılmış halde bulunan cesetleri; hangi ekonomik göstergenin karşılığıdır sizce?
Dünya bizim için bir duraktır, mealinde olan İslam inancımıza göre tek düşüncesi bir ev satın almak için on yıllık ev kredisini alıp on yıl durmadan ev kredisini ödemekle uğraşan insanlara; Sicilyalı köylülerin kaç bin yıllık düsturunu bir kez daha bize göstermiştir bu:
“Yalnızca, öldüğümüz yer bizimdir.”
Suriyeli mültecilere ansızın ve iyi niyetle sorduğu "Size nasıl yardımcı olabilirim,neye ihtiyacınız var sizin” sorusuna ağlamaklı ve bir o kadar da hazin bir cevaba maruz kalan bir adamın hikâyesidir bu kitap: "Bizim, sadece güvene ihtiyacımız var, sadece güvene. Buraya geldiğimizden beri beş kız çocuğumuzu bizden çaldılar."
“Havamız kirli, toprağımız verimsiz, bulutumuz asitli, şelalemiz mahpus, ırmağımız şaşkın, ağacımız kesilmiş, ormanımız yol olmuş.” diyen bir adamın hikâyesidir bu.
Mekân ile yer kavramını doyurucu bir tanımlamayla ayırt eden adamın hikâyesidir bu.
İyi yazının “kısa cümlelerle, samimi ve yalın bir üslupla ve sahici bir dille kurulduğuna” inanan naif bir düşünceye sahip bir adamın hikâyesidir bu.
İyi bir filmin “Başka bir dille oynamasının, ondan etkilenmeyeceğimiz” anlamına gelmeyeceğini dile getiren bir olgunluğa sahip adamın hikâyesidir bu.
Kendi yaşam öyküsünden on beş yıl öncesinde anlattığı “seyirci ve edilgen” bir olayı, on beş yıl sonrasında “fail ve etken” olarak anlatmasını ise şu cümlenin anlamına yürekten inandığı için anlatır: “Devrim gibidir bazı başlangıçlar, inanır ve vazgeçmezseniz eğer, mutlaka gerçekleşir.”
Ülkemizde yazmaktan, okumaya vakit ayıramayanlar için şu cümleyi kuran bir adamın hikâyesidir bu: “Okumak, bende yazmak denen eylemi de aynı anda doğurdu.”
Gogol’un Ölü Canlar’ını okuduğu günlerde, kitabın ikinci cildini bir çılgınlık anında şöminede yaktığını öğrendiğinde içinden “ah!” iniltisine benzer bir acı hisseden adamın hikâyesidir bu.
“Hikâyesi olmayan adamlara acıyor gibiyim.” diyen bir adamın hikayesidir bu.
“Rüyalarımızı, kalplerimizden başka soracağımız hiç kimsemiz yok.” diyebilen naif bir ruha sahip bir adamın hikâyesidir bu.
Oyunculuk kariyeri için kendi kendisine içinden şunları geçiren bir adamın hikâyesidir bu: “Sakın rol yapmaya kalkma, rezil olursun.”
Yazdıkça içimdeki tortulardan kurtuluyorum diyen bir adamın hikâyesidir bu.
Söz söylemenin bedelinin ağır ödendiği bir coğrafya olduğunu belirten bir açık sözlülüğe sahip bir adamın hikâyesidir bu.
Abdulkerim Bülbül
21 Aralık 2017 Perşembe
IŞİD zihniyetinin arka planı
Her ne kadar son dönemde etkisi biraz azalsa da geçtiğimiz birkaç yılın en popüler konularından birisi IŞİD idi. IŞİD ve gündeme getirdikleri başta Orta Doğu olmak üzere İslam’dan sekülarizme, siyasetten ekonomiye, tarihten sosyolojiye, hukuktan psikolojiye, insan haklarından çevreye ve sanattan kültüre kadar oldukça geniş bir alanı ilgilendiren/etkileyen bir ‘gerçekliktir’. Dahası sadece bu coğrafyanın gündemine değil, geçtiğimiz dönemde, dünya siyasetine de damgasını vurduğunu söyleyebiliriz. IŞİD bağlamında bizi ilgilendiren en önemli durum konunun İslam ile ilgili oluşu. Buradaki İslam kavramı, en yalın anlatımla, Müslümanların hâlihazırda yaşadığı din eksenli kültürel birikim ve İslam’ı konu edinerek bu yaşantıyı gerekçelendiren b/ilim dallarının ortaya koyduğu literal birikim olarak açımlanabilir. Konu bu hâliyle IŞİD’i aşan bir özelliğe bürünüyor ve sağduyulu şekilde derinlemesine bir analiz gerektiriyor. Bu değerlendirmede ele alacağımız kitap, yazarının da belirttiği gibi, “tüm eksiklerine rağmen” tam da bu noktaya tekabül ediyor diyebiliriz.
"Modern Dünyada İslami Yaklaşımlar" alt başlığıyla NotaBene Yayınları’ndan çıkan Peygamber'den IŞİD’e adlı yüz kırk sayfalık çalışmanın yazarı Ali Murat İrat. Yazarı önceki çalışmalarından tanıyanlar benzeri konulara çok uzak olmadığını bilir. Bu çalışma özelinde belirtmek gerekirse, farklı taraflara çekilmemeye gayret edilen konu sağduyulu bir yaklaşımla ele alınmış diyebiliriz.
Meseleyi en baştan analiz etmeye çalışan yazar konuya Selefilik kavramını irdeleyerek başlıyor. Selefilik kavramının ne olduğunu, nasıl ve nereden neşet ettiğini ortaya koymaya çalışıyor. Daha sonra Selefi görüşün günümüz temsilcisi olarak tanımlanan gruplar üzerinden ‘öteki’ Müslümanlar ile bu grupların etkileşimi ve Müslümanların tarihsel süreç içinde akıl ile olan “sorunlu” ilişkileri analiz ediliyor. Yazar ayrıca, Selefi görüşün önde gelen temsilcilerini ele alarak Selefi zihniyetinin zaman içinde geçtiği aşamalara değiniyor. Modernist olarak değerlendirilen Müslüman düşünürleri İslam’ı anlamak üzerinden değerlendiren İrat, itikadi tavrın siyasi açılımlarına, dönüşümlerine değiniyor. İslam ile politikliğin ilişkisi, özgürlük sorunsalı, ayrışmada Araplık-Şiilik gerilimi ve bu gerilimin ortaya çıkardığı şeriat karmaşası kitaptaki diğer konular arasında yer alıyor. Baştaki bölümlere göre daha kısa tutulan son bölümlerin konularını, Türkiye toplumunun İslami anlayışı, Müslümanların zaman algısı, heretik addedilen gruplar ve kitaba dair genel bir değerlendirme şeklinde sayabiliriz. Yazar, tüm bu konular bağlamında kendini dinin tek temsilcisi addeden her bir grubun ortaya koyduğu itikadi olmaktan çok siyasi yorumun “şeriat” olduğuna dair görüşlerin çelişkilerini ortaya koymaya çalışmış. Meseleyi etraflıca analiz etmek için konunun kökenine inme çabasına giren yazar, ele aldığı sorunu Allah Resulü’nün vefatıyla başlatıyor. Buna göre, Müslümanlar tarafından yüceltilse de dört halife devri sorunların başladığı dönemdir. Bu güne kadar geçen süreçte oluşan kırıklar o dönemin çatlaklarının sonuçlarıdır ve değişen zaman ve mekânla birlikte ortaya çıkan ayrışmalar neticesinde oluşan yeni şartlar karşısında Müslümanların ilahi mesajı gündelik yaşam üzerine yorumlamada başarısız olmaları sorunları daha da büyütmüştür. O dönem ortaya çıkan ayrılıkçı tarafların birbirleri hakkındaki tekfirci görüşleri bugünkü tekfirci anlayışın izdüşümüdür. Peygamberden sonra ortaya çıkan ayrılıklar içinde katı nakilciliği benimseyen Selefi anlayışın takipçilerinden olan IŞİD ve benzeri yapılanmaların hem teoride hem de pratikte kayda değer bir geçmişe sahiptir. IŞİD yapılanmasının devletleşme sürecini ele alan yazar, söz konusu yapılanmanın tarihi teolojik kökenlerinin yanında var olan bu alt yapıya konjonktürün eklenmesiyle IŞİD’in devletleşmesini sağladığını belirtiyor. Yazar göre Müslümanların yaşadığı coğrafyaya on yıllardır yapılan saldırı, katliam ve işgaller ilk dönemden beri var olan ama yeterli desteği bulamayan Selefi düşünceyi harekete geçirerek devlet kurmaya kadar götürmüştür.
Söylemek istedikleri göz önüne alındığında, yazar, oldukça kapsamlı bir konuyu başarılı bir özet çalışma hâlinde sunmuş diyebilirim. Genelden daha özele inildiğinde, gerek Türkiye için yaptığı analizlerde gerekse kitabın tamamında Türkiye’yle ilgili değinilerinde Alevilik ve Bektaşiliği konuya dâhil eden yazar, Sünniliğin bir asimilasyon ve/veya bir iktidar aracı olarak kullanılıp kullanılmadığını sorguluyor. Ayrıca, bu sorgulamaya bölgedeki etnik toplumları ekleyerek bu grupların genel kabul tarafından heretik olarak nitelendirilmelerinin nedenleri üzerinde duruyor.
Kitap boyunca epeyce tespit yaparak çözüm önerisi sunmaya çalışan yazar, “okuyucunun kişisel birikimi hiç kuşkusuz bu kitapta bahsedilmemiş birçok farklı konu başlığını da ortaya çıkaracak ve kitabın eksikliğini yüzüne vuracaktır” diyerek okuyucuya anlamlı bir açık kapı bırakıyor. Ali Murat İrat’ın yaptığı tespitlerden bir kaçını şöyle sıralayabiliriz: Kendi içinde müsamahası olmayan ve sorun üreten bir yapı olarak yekvücut olamayan İslam dünyasının bütüncül bir siyaset üretmesi de mümkün görünmemektedir. İslam’ı siyasal ve siyasal olmayan şekilde ayrıma tabii tutmak hatalı bir yaklaşımdır. Türkiye toplumu Sünnilik de dâhil Alevilik ile sağlıksız bir ilişki içerisindedir. İslam bugün yapıbozumuna uğratılarak şiddet yanlısı ve totaliter bir şekle dönüştürülmektedir. Yazarın yaptığı birçok tespit içinde benim en ilginç bulduğum ise, ‘Marksizm’in düştüğü tuzağa “İslamcılar” da düşme tehlikesiyle karşı karşıya olduklarının farkında olmadıkları’ şeklinde özetlenebilecek olanı diyebilirim. Liberallerin toplumu birey eksenli değerlendirmelerine karşı Marksistlerin toplumu sınıf eksenli okumaları modernizmin getirdiği her şeye karşı çıkmalarına neden olmuştu diyen yazar İslamcıların da aynı şeyi yaparak yani modernizmin getirdiği her şeye karşı çıkarak Batı’nın istediği gibi davrandığını belirtiyor. Buradaki bir diğer ilginç nokta ise, modernizmin -bir anlamda Batı’nın- dayattığı şeylere karşı çıkışın yine Batı’dan ithal edilen yol ve yöntemlerle yapılmasıdır. Yazar, yaptığı bu tespiti, “İslamcıların her şeyden önce söylemsel bir değişiklik oluşturmaları şarttır. Aksi halde modern Ortodoks solun içinde düştüğü bunalıma düşmek üzeredir ve sözü edilen bunalım onları yok ederken diğer İslami anlayışlara da zararlar verecektir” diyerek çözüm önerisine dönüştürüyor ve belki geç kalınmadığını ama zamanın hızla aleyhte aktığını da belirtiyor. Kitapta hem tarihsel açıdan hem de güncel durum bağlamında yapılan değerli tespitler sunulan çözüm önerilerini gölgede bırakıyor diyebilirim. Gerçi çözüm önerilerini bir kenara bırakırsak İslami camiadan bu kadar rasyonalist ve cesur analizlerin azlığı göz önüne alındığında yapılan tespitlerin önemi daha bir artıyor.
Yukarıda da değindiğim gibi, genel çerçeve ve ana fikir açısından başarılı bulmama rağmen yer yer İslami terminoloji ve literatüre dair eksiklikler olan eser için en bariz eleştirim, yazarın İslam’ın bir paradigmaya sahip “ol(a)maması” şeklinde yaptığı çıkarım. Bunun yanında yazar, İslam ile diğer inançlar/dinler arasında bir değerlendirme yaparken hemen hemen herkesin düştüğü hataya takılmaktan kurtulamıyor maalesef. Öyle ki, iman bağlamında teslis inancını Tevhit inancıyla özdeşleştirebiliyor (sf.73). İslam’a göre Allah’ın insanlara peygamberler aracılığıyla ilettiği tek din İslam’dır ve dolayısıyla farklı zaman dilimlerinde insanlara tebliğ yapmış olan tüm peygamberler ‘aynı’dan ziyade tek bir dinin, Tevhit dininin elçileridir. İlahi dinler, tevhidi dinler, İbrahimi dinler ya da semavi dinler tanımlamasıyla kastedilen şey farklı olsa bile İslam’ın en temel kavramı olan Tevhit kavramı üzerine bu denli aşikâr bilgiye sahip ‘ol(a)mayan’ birisinin ‘İslami paradigma’nın ol(a)mayacağını iddia etmesi basit kalıyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
"Modern Dünyada İslami Yaklaşımlar" alt başlığıyla NotaBene Yayınları’ndan çıkan Peygamber'den IŞİD’e adlı yüz kırk sayfalık çalışmanın yazarı Ali Murat İrat. Yazarı önceki çalışmalarından tanıyanlar benzeri konulara çok uzak olmadığını bilir. Bu çalışma özelinde belirtmek gerekirse, farklı taraflara çekilmemeye gayret edilen konu sağduyulu bir yaklaşımla ele alınmış diyebiliriz.
Meseleyi en baştan analiz etmeye çalışan yazar konuya Selefilik kavramını irdeleyerek başlıyor. Selefilik kavramının ne olduğunu, nasıl ve nereden neşet ettiğini ortaya koymaya çalışıyor. Daha sonra Selefi görüşün günümüz temsilcisi olarak tanımlanan gruplar üzerinden ‘öteki’ Müslümanlar ile bu grupların etkileşimi ve Müslümanların tarihsel süreç içinde akıl ile olan “sorunlu” ilişkileri analiz ediliyor. Yazar ayrıca, Selefi görüşün önde gelen temsilcilerini ele alarak Selefi zihniyetinin zaman içinde geçtiği aşamalara değiniyor. Modernist olarak değerlendirilen Müslüman düşünürleri İslam’ı anlamak üzerinden değerlendiren İrat, itikadi tavrın siyasi açılımlarına, dönüşümlerine değiniyor. İslam ile politikliğin ilişkisi, özgürlük sorunsalı, ayrışmada Araplık-Şiilik gerilimi ve bu gerilimin ortaya çıkardığı şeriat karmaşası kitaptaki diğer konular arasında yer alıyor. Baştaki bölümlere göre daha kısa tutulan son bölümlerin konularını, Türkiye toplumunun İslami anlayışı, Müslümanların zaman algısı, heretik addedilen gruplar ve kitaba dair genel bir değerlendirme şeklinde sayabiliriz. Yazar, tüm bu konular bağlamında kendini dinin tek temsilcisi addeden her bir grubun ortaya koyduğu itikadi olmaktan çok siyasi yorumun “şeriat” olduğuna dair görüşlerin çelişkilerini ortaya koymaya çalışmış. Meseleyi etraflıca analiz etmek için konunun kökenine inme çabasına giren yazar, ele aldığı sorunu Allah Resulü’nün vefatıyla başlatıyor. Buna göre, Müslümanlar tarafından yüceltilse de dört halife devri sorunların başladığı dönemdir. Bu güne kadar geçen süreçte oluşan kırıklar o dönemin çatlaklarının sonuçlarıdır ve değişen zaman ve mekânla birlikte ortaya çıkan ayrışmalar neticesinde oluşan yeni şartlar karşısında Müslümanların ilahi mesajı gündelik yaşam üzerine yorumlamada başarısız olmaları sorunları daha da büyütmüştür. O dönem ortaya çıkan ayrılıkçı tarafların birbirleri hakkındaki tekfirci görüşleri bugünkü tekfirci anlayışın izdüşümüdür. Peygamberden sonra ortaya çıkan ayrılıklar içinde katı nakilciliği benimseyen Selefi anlayışın takipçilerinden olan IŞİD ve benzeri yapılanmaların hem teoride hem de pratikte kayda değer bir geçmişe sahiptir. IŞİD yapılanmasının devletleşme sürecini ele alan yazar, söz konusu yapılanmanın tarihi teolojik kökenlerinin yanında var olan bu alt yapıya konjonktürün eklenmesiyle IŞİD’in devletleşmesini sağladığını belirtiyor. Yazar göre Müslümanların yaşadığı coğrafyaya on yıllardır yapılan saldırı, katliam ve işgaller ilk dönemden beri var olan ama yeterli desteği bulamayan Selefi düşünceyi harekete geçirerek devlet kurmaya kadar götürmüştür.
Söylemek istedikleri göz önüne alındığında, yazar, oldukça kapsamlı bir konuyu başarılı bir özet çalışma hâlinde sunmuş diyebilirim. Genelden daha özele inildiğinde, gerek Türkiye için yaptığı analizlerde gerekse kitabın tamamında Türkiye’yle ilgili değinilerinde Alevilik ve Bektaşiliği konuya dâhil eden yazar, Sünniliğin bir asimilasyon ve/veya bir iktidar aracı olarak kullanılıp kullanılmadığını sorguluyor. Ayrıca, bu sorgulamaya bölgedeki etnik toplumları ekleyerek bu grupların genel kabul tarafından heretik olarak nitelendirilmelerinin nedenleri üzerinde duruyor.
Kitap boyunca epeyce tespit yaparak çözüm önerisi sunmaya çalışan yazar, “okuyucunun kişisel birikimi hiç kuşkusuz bu kitapta bahsedilmemiş birçok farklı konu başlığını da ortaya çıkaracak ve kitabın eksikliğini yüzüne vuracaktır” diyerek okuyucuya anlamlı bir açık kapı bırakıyor. Ali Murat İrat’ın yaptığı tespitlerden bir kaçını şöyle sıralayabiliriz: Kendi içinde müsamahası olmayan ve sorun üreten bir yapı olarak yekvücut olamayan İslam dünyasının bütüncül bir siyaset üretmesi de mümkün görünmemektedir. İslam’ı siyasal ve siyasal olmayan şekilde ayrıma tabii tutmak hatalı bir yaklaşımdır. Türkiye toplumu Sünnilik de dâhil Alevilik ile sağlıksız bir ilişki içerisindedir. İslam bugün yapıbozumuna uğratılarak şiddet yanlısı ve totaliter bir şekle dönüştürülmektedir. Yazarın yaptığı birçok tespit içinde benim en ilginç bulduğum ise, ‘Marksizm’in düştüğü tuzağa “İslamcılar” da düşme tehlikesiyle karşı karşıya olduklarının farkında olmadıkları’ şeklinde özetlenebilecek olanı diyebilirim. Liberallerin toplumu birey eksenli değerlendirmelerine karşı Marksistlerin toplumu sınıf eksenli okumaları modernizmin getirdiği her şeye karşı çıkmalarına neden olmuştu diyen yazar İslamcıların da aynı şeyi yaparak yani modernizmin getirdiği her şeye karşı çıkarak Batı’nın istediği gibi davrandığını belirtiyor. Buradaki bir diğer ilginç nokta ise, modernizmin -bir anlamda Batı’nın- dayattığı şeylere karşı çıkışın yine Batı’dan ithal edilen yol ve yöntemlerle yapılmasıdır. Yazar, yaptığı bu tespiti, “İslamcıların her şeyden önce söylemsel bir değişiklik oluşturmaları şarttır. Aksi halde modern Ortodoks solun içinde düştüğü bunalıma düşmek üzeredir ve sözü edilen bunalım onları yok ederken diğer İslami anlayışlara da zararlar verecektir” diyerek çözüm önerisine dönüştürüyor ve belki geç kalınmadığını ama zamanın hızla aleyhte aktığını da belirtiyor. Kitapta hem tarihsel açıdan hem de güncel durum bağlamında yapılan değerli tespitler sunulan çözüm önerilerini gölgede bırakıyor diyebilirim. Gerçi çözüm önerilerini bir kenara bırakırsak İslami camiadan bu kadar rasyonalist ve cesur analizlerin azlığı göz önüne alındığında yapılan tespitlerin önemi daha bir artıyor.
Yukarıda da değindiğim gibi, genel çerçeve ve ana fikir açısından başarılı bulmama rağmen yer yer İslami terminoloji ve literatüre dair eksiklikler olan eser için en bariz eleştirim, yazarın İslam’ın bir paradigmaya sahip “ol(a)maması” şeklinde yaptığı çıkarım. Bunun yanında yazar, İslam ile diğer inançlar/dinler arasında bir değerlendirme yaparken hemen hemen herkesin düştüğü hataya takılmaktan kurtulamıyor maalesef. Öyle ki, iman bağlamında teslis inancını Tevhit inancıyla özdeşleştirebiliyor (sf.73). İslam’a göre Allah’ın insanlara peygamberler aracılığıyla ilettiği tek din İslam’dır ve dolayısıyla farklı zaman dilimlerinde insanlara tebliğ yapmış olan tüm peygamberler ‘aynı’dan ziyade tek bir dinin, Tevhit dininin elçileridir. İlahi dinler, tevhidi dinler, İbrahimi dinler ya da semavi dinler tanımlamasıyla kastedilen şey farklı olsa bile İslam’ın en temel kavramı olan Tevhit kavramı üzerine bu denli aşikâr bilgiye sahip ‘ol(a)mayan’ birisinin ‘İslami paradigma’nın ol(a)mayacağını iddia etmesi basit kalıyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Ses getiren öyküler
Türk edebiyatında yeni öykücüler ve romancılar ile bolca tanıştığımız bir yıl geride kalıyor. Bu isimlerin kimileri genç, yani ilk kitaplarını ortaya koydular. Kimileri ise olgunluk döneminde, dergi kökenli yahut senaryo-film çalışmaları sebebiyle kitaplarını geç yayınlama imkânı buldular. Her ikisi de okuyucu için umut verici, kamçılayıcı. Bize yeni tanışıklıklar lâzım, yeni heyecanlar ve yeni dirilişler. Farklı boyutlardan bakan yeni yüzler, sesler, kelimeler. Ancak elbette bu yeniliğin ardında yazarın özgünlüğünü görmeyi istemek de hakkımız. Bu arayışlarımız bize yaşam gücü katıyor.
Ahmet Kırkavak, "Özgürlük Şarkısı" adlı öyküsünü 2015’te Türkiye Hikâyelerini Anlatıyor projesi kapsamında Açık Radyo’da seslendirmiş bir isim. Uzun metraj ve kısa metraj film ödülleri var. Yani bilinen bir isim aslında. İthaki Yayınları kitabını Kasım 2017'de neşretti. "Kısa Yazmaya Çalıştığım Öyküler" altbaşlığını taşıyor. "Yazarından Kitabın Müzik Listesi" ile biten kitabın "Ödünçleme ve Teşekkür" bölümü ilginç. Burada yazar, "Başlangıç" ve "Zamanın O Belirsiz Çağrısı" öykülerinde Borges'ten ne derece etkilendiğini açıklığa kavuşturuyor. Takdir elbette okuyucunun.
"Okur hem dünyada hem de hayatta yolculuk eden gezgindir" der Alberto Manguel, Gezgin, Kule ve Kitapkurdu adlı eserinde. Bu gezginlik hâlini yazarın, okuyucuya yansıttığı görsel dünyası zenginleştirir muhakkak. Ama bir de müzik olmalı kimi okuyucu için. Şahsen müzik arıyorum okuduklarımda. Hem cümlelerdeki ahenk anlamında hem de hikâyenin içinde yer almış bir şarkı anlamında. Kırkavak belli ki şarkılarla yaşayan biri ve öykülerinde de bu tip karakterleri kurguluyor. Mesela kitabın ikinci öyküsü olan Aşk'ta hayatı son derece rutin giden bir muhasebecinin kemana olan aşkını görüyoruz. Aslında onu kemana aşık eden de başka bir kemancı. Hatta onun sahnedeki ahengi. Öykü aynı zamanda Mendelssohn, Bach, Paganini, Mozart gibi isimlerin bazı eserlerini hatırlatıyor ve hatta dinleme iştahı veriyor. Öyküdeki karakterin nota öğrenmeyi aklından bile geçirmemesi, kendini tamamen duyduklarına vermesi, özünü keşfetme gayreti gerçek bir sanat aşkını izah ediyor: "Her akşam daha önce hissettiği sorunlu bölümleri çalışıyor ve en sonunda bölümü baştan sona çalıyordu. Ve bir gübn kendisini de tatmin edecek biçimde bölümü baştan sona çaldı. Bitirdiğinde daha önce keman çalışını sürekli gözlemlediği aynanın önünde kendisindeki değişimin farkına vardı. Bir düşten uyanmış gibiydi. Kendi kendine yaşayan muhasebeciden çok daha farklı biriyle karşı karşıya olduğunu görerek kendini inceledi. Evet, tümüyle farklıydı. Çekmeceden yedi yıl önceki konser programını çıkarıp solistin fotoğrafına baktı, gülümsedi." [sf. 18]
Yeşil Panjurlu Ev öyküsünde senaryo konusundaki becerisini konuşturmuş Kırkavak. Bu kısa öykü, biraz nostalji kokan ama cesur, her bölümünde dallanıp budaklanması mümkün bir dizi gibi. Burada Yıldız Tilbe'nin İki Kadın Bir Adam'ına benzer, hikâyesi olan bir şarkı gerekiyordu gibi geldi bana. Güzel bir fon müziği olabilirdi öyküye, yakışırdı. Bu elbette tercih meselesi ama bazen okuyucu bir şey arıyor, tamamlayıcı bir şey. Fotoğraf da olabilir...
Askerlik anıları, ilk sevdalanmalar, yollar... Ahmet Kırkavak'ın öykülerinde müzik kadar yollar da geniş bir yer kaplıyor. Bazen trenleri bazen de rayları konuşturan Kırkavak, Demiryolu Hikâyecisi öyküsüne Oğuz Atay'ı saygı ve sevgiyle anarak, "affına sığınarak" başlıyor. Yine sinematografik bir öykü.
Trenin anlattıklarıdır: "Nedense sevince değil hüzne, kavuşturmaktan çok ayrılığa yakıştırılırız. Sevgililer, asker anaları, gurbete düşenler düşmandır bize. Adımızı "kara tren"e çıkardılar. Çok beddua ve kahır yollanmıştır arkamızdan. Zamanla yavaşlayıp, yavaşlığımızla dile düştüysek bu ilenmelerin de payı vardır." [sf. 84-84]
Lokomotifin de anlatacakları vardır: "Gitmediğim köşe bucak kalmadı bu memlekette. İstasyonlarını, köprülerini, tünellerini, su depolarını, makaslarını üzerlerine sindirdiğim kokudan tanırım. Devamlı yük, yolcu, araba, odun, kömür, kahır, keder, halı-heybe, denk, hayal, hayal kırıklığı, sığır, eşek, bavul, çuval, umut, sevinç, horoz, bohça, maden, sevda, hınç, gaste, kütük, kaçamak bakış, öğrenci, kasket, ihanet, hasret, simit, elma, gurur, sepet, küspe, patates, kiraz taşıdım. Artık yoruldum, takatim kalmadı. İçimde biteviye yanan ateş sönmeye yüz tuttu." [sf. 85]
Kitabın sonundaki müzik listesinden bahsetmeyeceğim, gerçekten özel seçilmiş eserler var. Hani öyle okurken dinleme gibi bir klişeden bahsetmiyorum. Okuduktan sonra dinleyin, dinlenin. Zaten öyküler de öyle; sade, hafif, ahenkli...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Ahmet Kırkavak, "Özgürlük Şarkısı" adlı öyküsünü 2015’te Türkiye Hikâyelerini Anlatıyor projesi kapsamında Açık Radyo’da seslendirmiş bir isim. Uzun metraj ve kısa metraj film ödülleri var. Yani bilinen bir isim aslında. İthaki Yayınları kitabını Kasım 2017'de neşretti. "Kısa Yazmaya Çalıştığım Öyküler" altbaşlığını taşıyor. "Yazarından Kitabın Müzik Listesi" ile biten kitabın "Ödünçleme ve Teşekkür" bölümü ilginç. Burada yazar, "Başlangıç" ve "Zamanın O Belirsiz Çağrısı" öykülerinde Borges'ten ne derece etkilendiğini açıklığa kavuşturuyor. Takdir elbette okuyucunun.
"Okur hem dünyada hem de hayatta yolculuk eden gezgindir" der Alberto Manguel, Gezgin, Kule ve Kitapkurdu adlı eserinde. Bu gezginlik hâlini yazarın, okuyucuya yansıttığı görsel dünyası zenginleştirir muhakkak. Ama bir de müzik olmalı kimi okuyucu için. Şahsen müzik arıyorum okuduklarımda. Hem cümlelerdeki ahenk anlamında hem de hikâyenin içinde yer almış bir şarkı anlamında. Kırkavak belli ki şarkılarla yaşayan biri ve öykülerinde de bu tip karakterleri kurguluyor. Mesela kitabın ikinci öyküsü olan Aşk'ta hayatı son derece rutin giden bir muhasebecinin kemana olan aşkını görüyoruz. Aslında onu kemana aşık eden de başka bir kemancı. Hatta onun sahnedeki ahengi. Öykü aynı zamanda Mendelssohn, Bach, Paganini, Mozart gibi isimlerin bazı eserlerini hatırlatıyor ve hatta dinleme iştahı veriyor. Öyküdeki karakterin nota öğrenmeyi aklından bile geçirmemesi, kendini tamamen duyduklarına vermesi, özünü keşfetme gayreti gerçek bir sanat aşkını izah ediyor: "Her akşam daha önce hissettiği sorunlu bölümleri çalışıyor ve en sonunda bölümü baştan sona çalıyordu. Ve bir gübn kendisini de tatmin edecek biçimde bölümü baştan sona çaldı. Bitirdiğinde daha önce keman çalışını sürekli gözlemlediği aynanın önünde kendisindeki değişimin farkına vardı. Bir düşten uyanmış gibiydi. Kendi kendine yaşayan muhasebeciden çok daha farklı biriyle karşı karşıya olduğunu görerek kendini inceledi. Evet, tümüyle farklıydı. Çekmeceden yedi yıl önceki konser programını çıkarıp solistin fotoğrafına baktı, gülümsedi." [sf. 18]
Yeşil Panjurlu Ev öyküsünde senaryo konusundaki becerisini konuşturmuş Kırkavak. Bu kısa öykü, biraz nostalji kokan ama cesur, her bölümünde dallanıp budaklanması mümkün bir dizi gibi. Burada Yıldız Tilbe'nin İki Kadın Bir Adam'ına benzer, hikâyesi olan bir şarkı gerekiyordu gibi geldi bana. Güzel bir fon müziği olabilirdi öyküye, yakışırdı. Bu elbette tercih meselesi ama bazen okuyucu bir şey arıyor, tamamlayıcı bir şey. Fotoğraf da olabilir...
Askerlik anıları, ilk sevdalanmalar, yollar... Ahmet Kırkavak'ın öykülerinde müzik kadar yollar da geniş bir yer kaplıyor. Bazen trenleri bazen de rayları konuşturan Kırkavak, Demiryolu Hikâyecisi öyküsüne Oğuz Atay'ı saygı ve sevgiyle anarak, "affına sığınarak" başlıyor. Yine sinematografik bir öykü.
Trenin anlattıklarıdır: "Nedense sevince değil hüzne, kavuşturmaktan çok ayrılığa yakıştırılırız. Sevgililer, asker anaları, gurbete düşenler düşmandır bize. Adımızı "kara tren"e çıkardılar. Çok beddua ve kahır yollanmıştır arkamızdan. Zamanla yavaşlayıp, yavaşlığımızla dile düştüysek bu ilenmelerin de payı vardır." [sf. 84-84]
Lokomotifin de anlatacakları vardır: "Gitmediğim köşe bucak kalmadı bu memlekette. İstasyonlarını, köprülerini, tünellerini, su depolarını, makaslarını üzerlerine sindirdiğim kokudan tanırım. Devamlı yük, yolcu, araba, odun, kömür, kahır, keder, halı-heybe, denk, hayal, hayal kırıklığı, sığır, eşek, bavul, çuval, umut, sevinç, horoz, bohça, maden, sevda, hınç, gaste, kütük, kaçamak bakış, öğrenci, kasket, ihanet, hasret, simit, elma, gurur, sepet, küspe, patates, kiraz taşıdım. Artık yoruldum, takatim kalmadı. İçimde biteviye yanan ateş sönmeye yüz tuttu." [sf. 85]
Kitabın sonundaki müzik listesinden bahsetmeyeceğim, gerçekten özel seçilmiş eserler var. Hani öyle okurken dinleme gibi bir klişeden bahsetmiyorum. Okuduktan sonra dinleyin, dinlenin. Zaten öyküler de öyle; sade, hafif, ahenkli...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Roman krizde mi?
Roman, yaşadığımız yıllarda en çok eleştirisi yapılan ve en çok dedikodusu edilen türlerden biri. Çok okunuyor, çok yazılıyor ve sık sık da öldüğü yahut krizde olduğu ilan ediliyor. Romanla ilgili tanımların çoğalması sebebiyle bir metnin roman olduğunu ispatlamayı neredeyse imkânsız hale getirdi mesela. Yine de bir kriz varsa bunun bir hayat belirtisi olduğunu ve romanın bilinen haliyle ve hatta ismiyle olmasa bile sahip olduğu dönüşüm potansiyeli ile bize pek çok imkân sunduğunu söyleyebiliriz. Ancak öncelikle mevcut durumun tespit edilmesinde fayda var.
Ertan Örgen’in Romanın Krizi adlı çalışması tam bir durum tespit kitabı niteliğinde. Ancak bu noktada ihtar etmem gereken bir şey var. İyi bir tespit kitabı her zaman için tespitten biraz daha fazlasıdır. Çünkü iyi bir tespit için sağlam bir eleştirel perspektife sahip olmak “olmazsa olmaz” bir özelliktir. Aksi doğru olsaydı o eski ansiklopedik telefon rehberlerini aşamamış olurduk. Varolanı listelemek bir tespit yapmak anlamına gelmez. İyi bir durum tespiti için öncelikle varolan kaostan anlaşılabilir bir kozmos inşa etmek gerekir.
Evet, dünyada uzunca bir zamandır romanın krizinden söz ediliyor. Ancak meseleye Türkiye’den bakınca roman bize bir krizin eşliğinde geldiğinden Türk romanının temel meselelerinden biri de hep “kriz” oldu. Batılılaşma maceramızla tanıştığımız (Kemal Tahir notlarında özellikle “batılaşma” imlasıyla yazmayı tercih eder) roman türü, bizim geleneksel anlatı külliyatımızın ve bu külliyatı mümkün kılan gerçeklik algımıza yabancıydı. Zira romanı inşa eden “birey” kavramına yabancıydık. Batılılaşma maceramız askerlikteki yenilgilere çare bulma kaygısıyla başlamış olsa da taşın suya düştüğü noktadan yayınlan halkalar zamanla bütün zihin havuzumuzu etkiledi ve değiştirdi. Ertan Örgen de isabetli bir seçimle Romanın Krizi’ne tam o dalgalardan başlıyor. Bir kimlik krizinin yedeğinde edebiyatımıza giren roman türü, o krizin iniş çıkışlarının izlenebileceği bir sismograf işlevine de sahip. “Türk romanındaki krizin durduğu yer Batı ile temas ve dönüşüm çabalarıdır.” diyen Örgen, kitabında hem yazarların fikirleri hem de eserleri inceleyerek “batılaşma” krizinin romandaki izdüşümlerini analiz ediyor.
Bireyin devreye girmesiyle bir tema olarak “kötülülük” de başka bir mahiyet kazanıyor. Nitekim yakınlarda vefat eden Şerif Mardin de yıllar önce bir yazısında Batı’da şeytanın “özerkliğinden” söz etmiş bunun bireyciliğin şekillenmesindeki rolüne dem vurmuştu. Bizim romanımızda Nahid Sırrı Örik’in bu anlamda neredeyse bir ilk olduğuna işaret eden Örgen ise sosyal yapının değişmesine bağlı olarak edebiyatın da bir dönüşüm yaşadığını vurgular. Yusuf Atılgan, Oğuz Atay, Adalet Ağaoğlu ve Orhan Pamuk üzerinden bu temanın izini sürer.
Modern öznenin doğuşu ile başlayan romanın, modern öznenin tüketilmesine bağlı olarak nihayete erdiğini söyleyen pek çok eleştirmen mevcut. Hatta şu anda romanın bittiğini söyleyen literatürün bir kütüphane dolduracak kadar metne sahip olduğunu söylemek hiç de abartılı olmaz. “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” diyen Adorno, romanın da popüler edebiyat tsunamisine yenik düştüğünü vurguluyor. Ertan Örgen ise bir son ilan etmese de mevcut durumun “devam edemez” olduğuna işaret ediyor. “Kriz iddiamızın özü, romanı doğuran birey ve burjuva değerlerinin tüketilmesi ile romanı kuran şartların ortadan kalkışıdır” diyen Örgen, anlatma biçiminin ve öznenin yeni şartlara göre dönüşmesinin şart olduğuna işaret ediyor. “Roman nereye gitmektedir? Tükenecek veya dönüşecek midir? Öncelikle dönüşeceğini söylememiz gerekir. Çünkü anlatma, insan ve ilgileri var oldukça yaşayacaktır.” diyen Örgen’e göre “fantastiğin ve ironinin belirsizleştirdiği bir metafiziğin” çıkış yolu olabileceğini ama türün adının “roman” olarak kalmayabileceğini vurguluyor.
Ertan Örgen’in bu tahmini içinde yaşadığımız zaman diliminde “mümkün” değişimler içinde en “makul” olanlardan biri. Ancak yaşadığımız dönüşümlerin savrulma raddesine vardığı bir hız çağından geçtiğimize göre “makullerimizin” ve “mümkünlerimizin” de aynı kalmama ihtimali her zaman için mevcut. Yine de Örgen’in işaret ettiği bizi başka bir tür adı bulmaya zorlayacak kadar güçlü “dönüşüm” potansiyelini halen iliklerimize kadar hissediyoruz. Hem yeni bir tür ismi devreye girince, o türün tarihini yazanlar da yeni miladı geriye çekmek için birbirleriyle yarışırken şimdi roman olarak bildiğimiz ve okuduğumuz nice metni de o yeni türe dâhil etmekte tereddüt etmeyecektir zaten.
Ertan Örgen’in kaleme aldığı Romanın Krizi adlı çalışma 100 sayfalık hacminin ötesinde bir durum tespit kitabı. Bu kitabın “kısaltılmış” değil “muhtasar” bir eleştiri çalışması olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Muhtasar kelimesi anlam itibariyle özet kelimesi ile karşılanamayacak bir boyuta sahiptir. Bir meramı özünden bir şey kaybetmeksizin en kısa şekilde anlatmayı ifade eder “muhtasar” kitaplar. Nitekim Ertan Örgen de Romanın Krizi kitabını, kimi akademik oyunlarla kolaylıkla 500 sayfalık bir tuğlaya dönüştürebilirdi. Ancak bunun yerine iddiasını ve tezini en yalın haliyle ifade etmekle yetinmiş. Umulur ki bu kitabın bahis açtığı tartışmalar, bu kitabın iki kapağı arasında kalmaz ve hem Ertan Örgen hem de başka yazarların mesaileriyle bir literatür inşa edilmesine önayak olur.
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
Ertan Örgen’in Romanın Krizi adlı çalışması tam bir durum tespit kitabı niteliğinde. Ancak bu noktada ihtar etmem gereken bir şey var. İyi bir tespit kitabı her zaman için tespitten biraz daha fazlasıdır. Çünkü iyi bir tespit için sağlam bir eleştirel perspektife sahip olmak “olmazsa olmaz” bir özelliktir. Aksi doğru olsaydı o eski ansiklopedik telefon rehberlerini aşamamış olurduk. Varolanı listelemek bir tespit yapmak anlamına gelmez. İyi bir durum tespiti için öncelikle varolan kaostan anlaşılabilir bir kozmos inşa etmek gerekir.
Evet, dünyada uzunca bir zamandır romanın krizinden söz ediliyor. Ancak meseleye Türkiye’den bakınca roman bize bir krizin eşliğinde geldiğinden Türk romanının temel meselelerinden biri de hep “kriz” oldu. Batılılaşma maceramızla tanıştığımız (Kemal Tahir notlarında özellikle “batılaşma” imlasıyla yazmayı tercih eder) roman türü, bizim geleneksel anlatı külliyatımızın ve bu külliyatı mümkün kılan gerçeklik algımıza yabancıydı. Zira romanı inşa eden “birey” kavramına yabancıydık. Batılılaşma maceramız askerlikteki yenilgilere çare bulma kaygısıyla başlamış olsa da taşın suya düştüğü noktadan yayınlan halkalar zamanla bütün zihin havuzumuzu etkiledi ve değiştirdi. Ertan Örgen de isabetli bir seçimle Romanın Krizi’ne tam o dalgalardan başlıyor. Bir kimlik krizinin yedeğinde edebiyatımıza giren roman türü, o krizin iniş çıkışlarının izlenebileceği bir sismograf işlevine de sahip. “Türk romanındaki krizin durduğu yer Batı ile temas ve dönüşüm çabalarıdır.” diyen Örgen, kitabında hem yazarların fikirleri hem de eserleri inceleyerek “batılaşma” krizinin romandaki izdüşümlerini analiz ediyor.
Bireyin devreye girmesiyle bir tema olarak “kötülülük” de başka bir mahiyet kazanıyor. Nitekim yakınlarda vefat eden Şerif Mardin de yıllar önce bir yazısında Batı’da şeytanın “özerkliğinden” söz etmiş bunun bireyciliğin şekillenmesindeki rolüne dem vurmuştu. Bizim romanımızda Nahid Sırrı Örik’in bu anlamda neredeyse bir ilk olduğuna işaret eden Örgen ise sosyal yapının değişmesine bağlı olarak edebiyatın da bir dönüşüm yaşadığını vurgular. Yusuf Atılgan, Oğuz Atay, Adalet Ağaoğlu ve Orhan Pamuk üzerinden bu temanın izini sürer.
Modern öznenin doğuşu ile başlayan romanın, modern öznenin tüketilmesine bağlı olarak nihayete erdiğini söyleyen pek çok eleştirmen mevcut. Hatta şu anda romanın bittiğini söyleyen literatürün bir kütüphane dolduracak kadar metne sahip olduğunu söylemek hiç de abartılı olmaz. “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” diyen Adorno, romanın da popüler edebiyat tsunamisine yenik düştüğünü vurguluyor. Ertan Örgen ise bir son ilan etmese de mevcut durumun “devam edemez” olduğuna işaret ediyor. “Kriz iddiamızın özü, romanı doğuran birey ve burjuva değerlerinin tüketilmesi ile romanı kuran şartların ortadan kalkışıdır” diyen Örgen, anlatma biçiminin ve öznenin yeni şartlara göre dönüşmesinin şart olduğuna işaret ediyor. “Roman nereye gitmektedir? Tükenecek veya dönüşecek midir? Öncelikle dönüşeceğini söylememiz gerekir. Çünkü anlatma, insan ve ilgileri var oldukça yaşayacaktır.” diyen Örgen’e göre “fantastiğin ve ironinin belirsizleştirdiği bir metafiziğin” çıkış yolu olabileceğini ama türün adının “roman” olarak kalmayabileceğini vurguluyor.
Ertan Örgen’in bu tahmini içinde yaşadığımız zaman diliminde “mümkün” değişimler içinde en “makul” olanlardan biri. Ancak yaşadığımız dönüşümlerin savrulma raddesine vardığı bir hız çağından geçtiğimize göre “makullerimizin” ve “mümkünlerimizin” de aynı kalmama ihtimali her zaman için mevcut. Yine de Örgen’in işaret ettiği bizi başka bir tür adı bulmaya zorlayacak kadar güçlü “dönüşüm” potansiyelini halen iliklerimize kadar hissediyoruz. Hem yeni bir tür ismi devreye girince, o türün tarihini yazanlar da yeni miladı geriye çekmek için birbirleriyle yarışırken şimdi roman olarak bildiğimiz ve okuduğumuz nice metni de o yeni türe dâhil etmekte tereddüt etmeyecektir zaten.
Ertan Örgen’in kaleme aldığı Romanın Krizi adlı çalışma 100 sayfalık hacminin ötesinde bir durum tespit kitabı. Bu kitabın “kısaltılmış” değil “muhtasar” bir eleştiri çalışması olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Muhtasar kelimesi anlam itibariyle özet kelimesi ile karşılanamayacak bir boyuta sahiptir. Bir meramı özünden bir şey kaybetmeksizin en kısa şekilde anlatmayı ifade eder “muhtasar” kitaplar. Nitekim Ertan Örgen de Romanın Krizi kitabını, kimi akademik oyunlarla kolaylıkla 500 sayfalık bir tuğlaya dönüştürebilirdi. Ancak bunun yerine iddiasını ve tezini en yalın haliyle ifade etmekle yetinmiş. Umulur ki bu kitabın bahis açtığı tartışmalar, bu kitabın iki kapağı arasında kalmaz ve hem Ertan Örgen hem de başka yazarların mesaileriyle bir literatür inşa edilmesine önayak olur.
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
17 Aralık 2017 Pazar
Akademik tarihçiliğimiz ne durumda, nereye gidiyor?
Herodot'la birlikte başladığı kabul edilen tarihçilik, hem tarihçiler nezdinde hem de tarih bilimi çerçevesinde birçok farklı yöne evrilmiştir. Sınıfların ve kurumların hâkimiyetinde yön verilmiş olan tarihçilik aydınlanma dönemine kadar bazen hanedanlıkların bazen de hükümdarların kontrolünde devam etmiştir. Zaman zaman bu kontrole dini çevreler de dâhil olmuştur. Fransız İhtilali'ne dek tarihçilik için "kentli entelektüel ve okumuşların çabalarıyla kurumsal bir konum elde etme yoluna girmiştir" diyor Ahmet Şimşek. İhtilalden sonra ise bilhassa ulusçuluk fikrinin etkisiyle Şimşek'e göre "her baskın topluluğun diğer topluluklar üzerinde bir tür egemenlik kurarak gerçekleştirdikleri yeni iktidar/devlet formu, sonrasında bu forma uygun bir ulus inşa etme çabaları" söz konusu olmuştur.
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren özellikle Almanya, Fransa ve İngiltere üniversitelerinin kürsülerinde artık "profesyonel" tarihçiler görünmeye başlamıştır. Oxford ve Sorbonne kürsülerinde tarihin bir anlatı mı yoksa bilimsel bir eylem mi olduğu tartışılmıştır. I. Dünya Savaşı'nda tarihçilerin kendi ülkelerini ve devlet politikalarını objektiflikten oldukça uzak bir konumda savunmaları, tarih ilmine de tarihçilere de tabiri cazise zeval getirmiş, "inandırıcılık" ciddi anlamda sarsılmıştır. II. Dünya Savaşı'nın soğuk savaş iklimi, bir kez daha tarihçilerin kendilerine "çeki düzen" vermelerine imkân sağlamış, 1950'lerden sonra bu "mesleğin" ciddiyeti iyice belirginleşmiştir. 20. yüzyıldaki tarihçilik anlayışını en çok etkileyen ise Annales Okulu olmuştur: "20. yüzyılda tarihçilik alanında etkileri hala devam eden önemli bir çıkış, Annales Okulu olarak anılan dergi merkezli yapılanmadan gelmiştir. Annales Okulu, temelde büyük adamların, kronolojik olgu koleksiyonunun ve siyasi tarihin etkililiğini kökten eleştirmiş, halkın (sıradan insan) sosyo-ekonomik tarihini, genelde nicel verilerle (objektif ) sunmayı teşvik etmiştir. Profesyonel tarihçiliği en fazla etkileyen bu okul, yekpare bir yaklaşımı olmamakla birlikte disiplinler arası tarih çalışmalarını teşvik etmiştir." [sf. 12]
Türkiye'deki tarihçilik tartışmaları gündeme en çok II. Meşrutiyet'in ardından girmiştir. Hüseyin Daniş, Mehmet Akif, Ahmet Naim, Ahmet Mithat Efendi, Efdalüddin, Ahmet Hikmet ve Hamdullah Suphi gibi isimlerin yer aldığı encümenin hazırladığı rapor sonucunda, Darülfunun mektebinde ilk kez bir tarih-coğrafya programı ortaya çıkmıştır. Şimşek'in hatırlattığı gibi I. Dünya Savaşı yıllarında Almanya’dan gelen Lehmann Haupt (Eskiçağ Tarihi), Mordtmann (Tarih Metodolojisi), E. Unger (Arkeoloji ve Eski Paralar) Türkiye’deki tarihçiliğin gelişmesine akademik katkı sağlamışlardır. Milli mücadele yıllarında ise Darülfünun tarih bölümünden Ahmet Refik, Şemseddin Günaltay, Abdurrahman Şeref Efendi, Ağaoğlu Ahmet, Yusuf Akçura gibi hocalar yeni kurulan Türk devletinin kültür ve eğitim politikalarında birçok projeye destek olmuşlardır. Türkiye'de "milli tarih"in inşa edildiği yeni dönem aynı zamanda romantik dönem olarak da adlandırılır. Bu dönemde Türk milliyetçiliğinin tarihçilik alanında büyük bir etkisi olmuş, zaman zaman muhalif tarihçiler tarafından bu durum şiddetle eleştirilmiştir.
Günümüzde tarihçilik hakkında en çok tartışılan konu "kişisel ikbal" uğruna yürütülen işler, onaylanan tezler ve kolayca hediye edilen unvanlardır. Şimşek şöyle yazıyor: "Türkiye’deki tarihçilere yönelik kamuoyunda gelişen güvensizliğin önemli kaynaklarından birinin son zamanlarda çeşitli TV programlarındaki bazı tarihçilerin konuşma ve iddialarının olduğu ortadadır. Neredeyse her gün arz-ı endam eden, isminin önünde Dr., Doç. ya da Prof. yazan bu akademisyenlerin “kişisel ikbal uğruna” bazı tartışmalı konularda tarih metodolojisinin tamamen dışında bir yaklaşımla, kaba ideolojik tespit ve yorumlarda bulunmaları, kamuoyunda tarihe ve tarihçilere duyulan güveni büyük ölçüde zedelemiş görünmektedir." [sf. 19]
Türkiye'de yürütülmekte olan "her şehre bir üniversite" projesiyle tarih bölümleri ciddi anlamda kalabalıklaşmakta, niceliğin artışıyla niteliğin iyice düştüğü görülmektedir. İlber Ortaylı'nın uzun zamandır uyarılarda bulunduğu bu konu, plansızlığın eğitim alanında ne gibi olumsuzluklara sebep olduğunun da göstergesidir.
Ahmet Şimşek ve Alaattin Aköz'ün editörlüğünde ve Kronik Kitap etiketiyle neşredilen Türkiye'de Akademik Tarihçilik, alanında ciddi emekler vermiş isimlerin önemli metinlerini barındırıyor. Şimşek önsözünde "anlama" merkezli olan bu metinlerle birlikte "umudumuz, tarihyazımı çalıştayları ve ondan neşet bulan bu tarz kitaplarla, Türkiye’deki tarihçiliğe yeni soluklar getirmek, çalışmaların daha nitelikli ve zengin olması için katkı sağlamaktır" diyor. Kitap, Zafer Toprak'ın Türkiye'deki akademik tarihçilik üzerine çıkardığı bilançoyla başlıyor. İlhan Tekeli, akademik tarihçilik üzerine beklentilerden bahsederken, Hakan Kaynar "akademi yeniliğe engel mi?" diye soruyor. Mehmet Ö. Alkan'ın resmi tarih tartışmalarının neresinde olduğumuza dair yaptığı önemli sorgulamadan sonra İbrahim Turan akademik tarih yazımıyla tarih ders kitabı yazımı arasındaki farkları ortaya seriyor. Proje temelli tarih çalışmalarının neden ve nasıl olduğunu Mehmet Yaşar Ertaş, tarihçiler ve TÜBİTAK projelerini ise Arif Bilgin anlatıyor. Son olarak Yunus Koç, defteroloji çalışmaları üzerine bir değerlendirme yapıyor.
Çalıştay bildirilerinin akabinde bazı tarihçilerin yaptığı değerlendirmeler de kitabın sonunda yer alıyor. Toplantıya ilk kez katıldığını belirten Ahmet Yaşar Ocak'ın değerlendirmesindeki şu noktalar çok önemli: "Kültür ve zihniyet tarihçiliği benim için son derece önemli. Ben bunu defalarca da söyledim. Özellikle Ömer Lütfi Barkan ve Halil İnalcık’ın karizmatik şahsiyetleri ve yaptıkları çalışmaların parlaklığı karşısında Osmanlı tarihçiliği alanında, -epeyce hakikaten başlangıcından bugüne kadar olan neticeleri düşünürsek-, bayağı bir mesafe alındı. Çok büyük hizmetler yapıldı. Fakat Türk tarihçiliğinin, Türkiye tarihçiliğinin, öyle diyelim, bana göre en zayıf noktası, kültür ve zihniyet tarihçiliği noktasıdır."
Türkiye'de Akademik Tarihçilik, bu alanda ihtisas yapmak isteyenlerin yanı sıra tüm tarih meraklılarının da başvurması gereken bir kitap. Çünkü kimler tarihçilik yapıyor ve nasıl yapıyor sorusunun önemli karşılıkları olmalı bizde. Bilhassa bu mesele için kitap önem arz ediyor.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren özellikle Almanya, Fransa ve İngiltere üniversitelerinin kürsülerinde artık "profesyonel" tarihçiler görünmeye başlamıştır. Oxford ve Sorbonne kürsülerinde tarihin bir anlatı mı yoksa bilimsel bir eylem mi olduğu tartışılmıştır. I. Dünya Savaşı'nda tarihçilerin kendi ülkelerini ve devlet politikalarını objektiflikten oldukça uzak bir konumda savunmaları, tarih ilmine de tarihçilere de tabiri cazise zeval getirmiş, "inandırıcılık" ciddi anlamda sarsılmıştır. II. Dünya Savaşı'nın soğuk savaş iklimi, bir kez daha tarihçilerin kendilerine "çeki düzen" vermelerine imkân sağlamış, 1950'lerden sonra bu "mesleğin" ciddiyeti iyice belirginleşmiştir. 20. yüzyıldaki tarihçilik anlayışını en çok etkileyen ise Annales Okulu olmuştur: "20. yüzyılda tarihçilik alanında etkileri hala devam eden önemli bir çıkış, Annales Okulu olarak anılan dergi merkezli yapılanmadan gelmiştir. Annales Okulu, temelde büyük adamların, kronolojik olgu koleksiyonunun ve siyasi tarihin etkililiğini kökten eleştirmiş, halkın (sıradan insan) sosyo-ekonomik tarihini, genelde nicel verilerle (objektif ) sunmayı teşvik etmiştir. Profesyonel tarihçiliği en fazla etkileyen bu okul, yekpare bir yaklaşımı olmamakla birlikte disiplinler arası tarih çalışmalarını teşvik etmiştir." [sf. 12]
Türkiye'deki tarihçilik tartışmaları gündeme en çok II. Meşrutiyet'in ardından girmiştir. Hüseyin Daniş, Mehmet Akif, Ahmet Naim, Ahmet Mithat Efendi, Efdalüddin, Ahmet Hikmet ve Hamdullah Suphi gibi isimlerin yer aldığı encümenin hazırladığı rapor sonucunda, Darülfunun mektebinde ilk kez bir tarih-coğrafya programı ortaya çıkmıştır. Şimşek'in hatırlattığı gibi I. Dünya Savaşı yıllarında Almanya’dan gelen Lehmann Haupt (Eskiçağ Tarihi), Mordtmann (Tarih Metodolojisi), E. Unger (Arkeoloji ve Eski Paralar) Türkiye’deki tarihçiliğin gelişmesine akademik katkı sağlamışlardır. Milli mücadele yıllarında ise Darülfünun tarih bölümünden Ahmet Refik, Şemseddin Günaltay, Abdurrahman Şeref Efendi, Ağaoğlu Ahmet, Yusuf Akçura gibi hocalar yeni kurulan Türk devletinin kültür ve eğitim politikalarında birçok projeye destek olmuşlardır. Türkiye'de "milli tarih"in inşa edildiği yeni dönem aynı zamanda romantik dönem olarak da adlandırılır. Bu dönemde Türk milliyetçiliğinin tarihçilik alanında büyük bir etkisi olmuş, zaman zaman muhalif tarihçiler tarafından bu durum şiddetle eleştirilmiştir.
Günümüzde tarihçilik hakkında en çok tartışılan konu "kişisel ikbal" uğruna yürütülen işler, onaylanan tezler ve kolayca hediye edilen unvanlardır. Şimşek şöyle yazıyor: "Türkiye’deki tarihçilere yönelik kamuoyunda gelişen güvensizliğin önemli kaynaklarından birinin son zamanlarda çeşitli TV programlarındaki bazı tarihçilerin konuşma ve iddialarının olduğu ortadadır. Neredeyse her gün arz-ı endam eden, isminin önünde Dr., Doç. ya da Prof. yazan bu akademisyenlerin “kişisel ikbal uğruna” bazı tartışmalı konularda tarih metodolojisinin tamamen dışında bir yaklaşımla, kaba ideolojik tespit ve yorumlarda bulunmaları, kamuoyunda tarihe ve tarihçilere duyulan güveni büyük ölçüde zedelemiş görünmektedir." [sf. 19]
Türkiye'de yürütülmekte olan "her şehre bir üniversite" projesiyle tarih bölümleri ciddi anlamda kalabalıklaşmakta, niceliğin artışıyla niteliğin iyice düştüğü görülmektedir. İlber Ortaylı'nın uzun zamandır uyarılarda bulunduğu bu konu, plansızlığın eğitim alanında ne gibi olumsuzluklara sebep olduğunun da göstergesidir.
Ahmet Şimşek ve Alaattin Aköz'ün editörlüğünde ve Kronik Kitap etiketiyle neşredilen Türkiye'de Akademik Tarihçilik, alanında ciddi emekler vermiş isimlerin önemli metinlerini barındırıyor. Şimşek önsözünde "anlama" merkezli olan bu metinlerle birlikte "umudumuz, tarihyazımı çalıştayları ve ondan neşet bulan bu tarz kitaplarla, Türkiye’deki tarihçiliğe yeni soluklar getirmek, çalışmaların daha nitelikli ve zengin olması için katkı sağlamaktır" diyor. Kitap, Zafer Toprak'ın Türkiye'deki akademik tarihçilik üzerine çıkardığı bilançoyla başlıyor. İlhan Tekeli, akademik tarihçilik üzerine beklentilerden bahsederken, Hakan Kaynar "akademi yeniliğe engel mi?" diye soruyor. Mehmet Ö. Alkan'ın resmi tarih tartışmalarının neresinde olduğumuza dair yaptığı önemli sorgulamadan sonra İbrahim Turan akademik tarih yazımıyla tarih ders kitabı yazımı arasındaki farkları ortaya seriyor. Proje temelli tarih çalışmalarının neden ve nasıl olduğunu Mehmet Yaşar Ertaş, tarihçiler ve TÜBİTAK projelerini ise Arif Bilgin anlatıyor. Son olarak Yunus Koç, defteroloji çalışmaları üzerine bir değerlendirme yapıyor.
Çalıştay bildirilerinin akabinde bazı tarihçilerin yaptığı değerlendirmeler de kitabın sonunda yer alıyor. Toplantıya ilk kez katıldığını belirten Ahmet Yaşar Ocak'ın değerlendirmesindeki şu noktalar çok önemli: "Kültür ve zihniyet tarihçiliği benim için son derece önemli. Ben bunu defalarca da söyledim. Özellikle Ömer Lütfi Barkan ve Halil İnalcık’ın karizmatik şahsiyetleri ve yaptıkları çalışmaların parlaklığı karşısında Osmanlı tarihçiliği alanında, -epeyce hakikaten başlangıcından bugüne kadar olan neticeleri düşünürsek-, bayağı bir mesafe alındı. Çok büyük hizmetler yapıldı. Fakat Türk tarihçiliğinin, Türkiye tarihçiliğinin, öyle diyelim, bana göre en zayıf noktası, kültür ve zihniyet tarihçiliği noktasıdır."
Türkiye'de Akademik Tarihçilik, bu alanda ihtisas yapmak isteyenlerin yanı sıra tüm tarih meraklılarının da başvurması gereken bir kitap. Çünkü kimler tarihçilik yapıyor ve nasıl yapıyor sorusunun önemli karşılıkları olmalı bizde. Bilhassa bu mesele için kitap önem arz ediyor.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Çağdaş japon edebiyatının Kobo Abe’si
Geçtiğimiz yaz deniz kenarına tatile gidebilen kitap okurunun -özellikle kadın okurların- sosyal medya hesaplarında ilginç bir kitap fotoğrafı arzı endam etti. Arka planda çoğunlukla kum (sahil) olmak üzere deniz, şezlong ve tabii ki fotoğrafın odak noktası ‘Kumların Kadını’ adlı kitap.
Sanırım en önemli vurgu kadınsı imgelerin de bu fotoğraflarda kendine yer bulmasıydı. Özelikle kadın okuyucuların yaptığı bu paylaşımların nedenini, kitabın ismindeki cazibe ve o an bulundukları yerin zihinlerde tekabül ettiği anlamla mezcedildikten sonra ortaya çıkan imaj ile kendilerini özdeşleştirmelerinden olsa gerek. Bu değerlendirmede konu edindiğim ikinci meseleyi bu durum oluşturuyor. Daha açık söylemek gerekirse, demek istediğim, bir kumsalda Kumların Kadını kitabıyla fotoğraf paylaşanların verdiği mesaj ile kitabın konusunun veya daha ileri gidersek kitabın verdiği mesajın ne kadar örtüştüğü meselesi. Kitaba dair derinlemesine bir okuma gerçekleştirildiğinde, görülen şey ile okuyucunun burada ortaya koyduğu şey arasında uçurum olduğudur. Kitapta sistem eleştirisi olarak ele alabileceğimiz durumu, gerçekte kişinin farklı bir düzlemde ele alarak imaj devşirmeye vardırması olarak göze çarpıyor. Buradaki en önemli nokta, kitabın popülariteye dönüşmesi doğal olarak hikâyesini de tüketim malzemesine dönüştürüyor olmasıdır. Dolayısıyla, yapılan negatif sistem eleştirisi sisteme pozitif bir katkı sunarak sirkülasyonun devam etmesine katkı sağlıyor ve mesaj etkisiz hâle geliyor. Elbette bu kadar ciddi bir okuma gerçekleştirilmesi şart değil. Hikâyeyi oku, eğlen ve geç tarzı bir anlayış da iş görür. Yalnız böyle bir okumada anlatının kendisi boşlukta kalırken finali kesinlikle anlamsızlaşıyor.
Yukarıda değinmeden geçtiğim ilk mesele dönersek, kitapta asıl anlatılanın ne olduğu meselesidir. Aslında bu mevzu kitabı okuma isteğim ile de ilgili diyebilirim. Kumların Kitabı adlı eserin yazarı çağdaş Japon edebiyatının önemli yazarlarından Kobo Abe (1924-1993). İnternet üzerinde kitabı araştırırken daha önce aynı adla Turkuvaz Yayınları’ndan çıkmış olduğunu fark ettim. Fakat benim Kobo Abe’yle tanışmam daha da öncesine dayanıyor. Sanırım iki binli yıllardı ve bir şekilde elime geçen Remzi Kitabevi’nin yayınladığı Kutu Adam adlı eser kendisiyle ilk karşılaşmamdı. Muhtemelen konjonktür ve yaştan dolayı üzerinde çok fazla durmadan okuduğum içerik kadar -muhtemelen yine yaştan dolayı- yazarın ismi de epeyce ilgimi çekmişti diyebilirim. Aklımda bu kadar net kalmasının da bu sebepten olduğunu düşünüyorum. Bugün Kutu Adam’ın baskısı yok ve denk gelirse sahaf fiyatı da biraz fazla. Umarım Kobo Abe’nin bu harika eseri en kısa sürede yayınlar ve keyifle okuruz. Elbette bu kez içeriği didikleyen derinlemesine bir bakış açısıyla.
Yıllar sonra Kobo Abe’yi tekrar görünce Kumların Kadını da acaba -aklımda kaldığı kadarıyla- Kutu Adam gibi sıradışı bir eser mi diye düşündüm. Okuyunca gördüm ki gerçekten de öyle, sıradışıydı. Yukarıda değindiğim birincil mesele işte bu sıradışılık ile ilgili diyebilirim.
Monokl Yayınları’ndan çıkan yüz seksen dört sayfalık eserin çevirisi Barış Bayıksel’e ait. Özenli çeviri sayesinde akışta sorun ya da anlam karmaşası olmadan okunuyor. Roman sıradan bir girişle başlamasına rağmen giderek gizemli bir hâl alıp okuyucuyu meraklandırırken modern kent insanının sahip olduğu gerilimi hissettiren anlatım insanı içine çekiyor. Bunun dışında hem yazarın yaşamanı, yaşadığı dönemi ve içinde yaşadığı kültürü dikkate aldığımızda hem de eseri katmanlı bir bakışla okuduğumuzda söz konusu gerilimden kaçışın bugün artık pek değil hiç mümkün olmadığını görüyoruz. Bu bağlamda, Kumların Kadını’ndaki hikâyeyi salt kurgu veya soyut bir mit olarak ele almanın biraz kolaycılık olacağı düşüncesindeyim. Derinlemesine okuma tercih ve tavsiyemin temel dayanağını da bu kanaat oluşturuyor. Bu kanıya varmamın esas nedeni, başkarakterin (Cumpei Niki) kitabın girişindeki profili ve yaşadığı ruhsal gerilim diyebilirim. İşlenen tarih itibariyle modern bir dönemi ele alan hikâye, günümüz insanın da uzak olmadığı bir hayat akışı ve anlayışı etrafında şekilleniyor. Modern hayattan kopamamakla birlikte modernizmin getirdiği yaşam biçiminden uzaklaşmak isteyenlerin sık sık başvurduğu rahatlama yollarından biri ara ara kendini doğaya ‘salmaktır’. Bu yöntem Cumpei Niki’nin de başvurduğu bir yöntem. Fakat Niki sadece doğaya açılmıyor ayrıca yakaladığı böceklerden koleksiyon yaparak hayatına doğadan bir şeyler taşıyor. Elbette modernizmin yapısına uygun olarak doğal olanın biçimini değiştirip yapay bir formda yapıyor bunu. Roman, yoğun, yorucu ve donuk iş hayatından bulduğu fırsatı bu amaçla değerlendirmek isteyen Cumpei Niki’nin yola çıkışıyla başlıyor. Yabancısı olduğu bir bölgede böcek peşinde iz sürerken farkında olmadan -bir anlamda kaybolduğu- kumlu bir alana gelen ve zamanın bir hayli ilerlediğini fark eden kahramanımız, karşılaştığı bölge insanlarının yanında geceyi geçirdikten sonra yoluna devam etmeyi düşünüyor. Yardımcı olmayı kabul eden insanlar tarafından bir kadının –ki kitaba ismini veren kadın- yaşadığı eve götürülüyor ve böylece Cumpei Niki’nin kumlarla mücadelesi daha doğrusu kumlardan kurtulamamasının hikâyesi başlıyor. Kurtulamaması kısmı ‘spoiler’ olarak ele alınabilir fakat kitabı tümüyle okumadan karar vermemek gerekir. Aksi durum yanıltıcı olabilir.
Cumpei Niki geceyi geçirmek üzere tek başına yaşayan bu kadının olduğu eve getirilmesiyle birlikte kumlarla kaplı bölge hayattan soyutlanıyor ve gerçeklikten kopmaya başlayan hikâye daha çok psikolojik bir savaşa dönüşüyor. Getirildiği evden, kadından ve kumlardan kurtulmak isteyen Cumpei Niki verdiği savaşında bir türlü başarılı olamıyor. Söz konusu savaş sadece hikâyenin kahramanın değil okuyucunun da savaşı oluyor. Öyle ki, Kumların Kadını’nı okurken insanın ağzında kum geziniyor, zihnine kum doluyor sanki. Kum tanesine dönüşen harfler kelime ve cümlelerle savruluyor. Paragraflar kum öbeği sayfalar kum tepesi olmaya başlıyor ve okunan her bir sayfa üzerinize biriken kum yığını oluyor. Uçsuz bucaksız kum yığını içindeki Cumpei Niki’nin çaresizliği okuyucunun merakını kamçılayarak okumaya mecbur bırakıyor adeta. Okuyucuda yardım etmek için müdahale etme isteği oluşuyor lakin sanki kumlar buna da engel oluyor. İlginç bir çaresizliğin içinde buluyor insan kendini.
Roman son derece akıcı ve kendi içinde gömülen bir yapısı var. Dış dünyadan soyutlamasının yanı sıra kendi içinde giderek derinleşen ve büyüyen bir üslup ve anlatım mevcut. Dolayısıyla kesinlikle bir kumdan kale değil. Gelişen olayları, hikâye ve/veya anlatımdan soyutlayarak tahmini ya da alternatif bir ileriyi okuyuculuk olarak ele almak mümkün olmuyor. Yazarın anlatımına sadık kalmak zorunda bırakılan okuyucu bu anlatış doğrultusunda yol almak zorunda kalıyor. Dolayısıyla okuyucu açısından metne dair sürpriz çıkışlar olamıyor. Teknik olarak okuyucuyu etkisiz bırakan metinde hissedilen tahmin edilemez bir meraktan ibaret. Bu açıdan biraz zorlayıcı bir okuma gerektiriyorsa da psikolojik roman okumayı sevenlerin keyif alacağı kesin. Finalin, okuyucunun alışık olduğu ya da umduğu şekilde bitmemesi insanı burkuyor ama bir yandan da hikâyenin anlamlılığını korumak adına bu bitiş de güzel dedirtiyor.
Olumsuz anlamda en bariz eleştirim, kitabın isimlendirilmesine neden olan karakterin hikâyede çok fazla etkin olmadığı diyebilirim. Daha net ifade etmek gerekirse, Cumpei Niki’nin o an için iç gerilimlerinde önemli bir yeri olmasına karşın çektiği ıstırabın temel nedeninin söz konusu kadın olmadığı görülebiliyor. Zaten gerek hikâye gerekse sonucu açısından kadının net bir belirleyiciliği yok. Cumpei Niki’nin ruhsal yapısının zaten acı çekmeye müsait olduğu en baştan beri ortada olan bir şey. İsim itibariyle, ilk intiba olarak kadın ve/veya aşk eksenli bir anlatım beklentisi oluşabilir lakin ortada ‘başka’ bir hikâye var. Bu bağlamda isim belirlenmesinde kullanılan yan karakter pozisyonundaki kadın karakter fazla öne çekilerek rolü büyütülmüş izlenimi veriyor. Dolayısıyla hikâyenin temelde anlattığı ile kitabın ismi aynı anlam dünyasında buluşamıyor. Bir diğer eleştirim, modern dönemde geçtiği aşikâr olan hikâyedeki bölgenin neden bu denli soyutlandığı. Mekânda yaşayanların dünyayla bir şekilde iletişim kurduğu, ilişki içine girdiği anlatılıyor/anlaşılıyor lakin tecrit edilmemesine rağmen dünyanın Cumpei Niki’nin bulunduğu mekânla etkileşime giremiyor oluşu zorlama bir anlatıma dönüşüyor. Olayın geçtiği 1960’ların Japonya’sında mevcut şartlarda ulaşımın yanı sıra yaşama koşullarının iyileştirilmesini sağlayacak imkânların neden göz ardı edildiği merak konusu oluyor. Bu haliyle söz konusu yadsıma mantıksal bir gedik olarak tüm okuma boyunca okuyucuya eşlik ediyor. Daha da net söylemek gerekirse tasvir ve duygu yoğunluğu açısından oldukça başarılı olduğunu düşündüğüm eser kurgu açısından bazı sorunları aşamıyor.
Son olarak, kitaptan bağımsız olmakla birlikte kitabın yazarı Kobo Abe’nin Japon edebiyatının Kafka’sı olarak nitelendirilmesi konusunu değinmek istiyorum. Böyle bir nitelemenin sadece gereksiz değil ayrıca anlamsız olduğu kanaatindeyim. Popüler edebiyat dünyamızdaki iğreti Kafka fetişizmini bir kenara bırakırsak, Kafka’yı Kafka yapan dinamikler ve eserlerindeki anlatım gücü bambaşka özelliklere sahip. Etnik ve dinsel kimliğiyle ‘yaşamak zorunda olduğu’ zaman ve mekânın yanı sıra ailevi, siyasi ve toplumsal meselelere rağmen ‘insani’ kalma çabası bu dinamiklerin en önemlileridir diyebiliriz. Okunmak için değil sadece yazmak için yazmış olan Kafka’nın birçok eserini, yakın dostunun “yazılarımı yok et” vasiyetine uymaması sonucu tanıyoruz. Esasında Kafka’nın eserleri gerçek gücünü de salt okunmak için yazılmamış olmasından alıyor desek yanılmış olmayız. Kafka ne demek istiyorsa onu direkt söyleyen bir yazar ve en önemlisi anlatısında okuyucusuna alan bırakıyor. Kafka okurken çoğunlukla hayıflanıyor ve yeri geldiğinde sevinemeseniz bile haklı bulabiliyorsunuz. Kobo Abe’nin anlatımı ise daha fazla metafor ve belirsizlik içermekle kalmayıp okuyucuya da alan bırakmıyor. Anlatımın tüm açılımlarıyla yazarda olduğu metin okuyucuya yorumlama ihtimali bile taşımıyor. Kafka okuyucuları onun eserlerindeki kahramanlarla yan yana durabiliyor hatta bir yerden sonra okuyucu karakterle özdeşleşebiliyor lakin Kobo Abe’nin kahramanları kendilerinden başka kimse olmayacak özelliğe sahip. Okuyucu Kobo Abe’nin eserlerindeki görüntüyü sadece izlemekle yetiniyor. Tüm bunların yanında muhtemelen üslubundaki (-ki Kutu Adam, Kumların Kadını ve Kanguru Defteri’nde bol miktarda görülen) karamsar anlatım ve hikâyelerindeki metoforik yaklaşım nedeniyle Kobo Abe’ye bu yakıştırma yapılıyor lakin en çok benzerliğin olduğu Dönüşüm’deki metaforik anlatım üzerinden bile böyle bir benzetme ve niteleme çok doğru görünmüyor. Oldukça güçlü bir kalem olan Kobo Abe’yi Kafkalaştırmak sadece Kafka’ya değil Kobo Abe’ye de haksızlık olur diye düşünüyorum.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Sanırım en önemli vurgu kadınsı imgelerin de bu fotoğraflarda kendine yer bulmasıydı. Özelikle kadın okuyucuların yaptığı bu paylaşımların nedenini, kitabın ismindeki cazibe ve o an bulundukları yerin zihinlerde tekabül ettiği anlamla mezcedildikten sonra ortaya çıkan imaj ile kendilerini özdeşleştirmelerinden olsa gerek. Bu değerlendirmede konu edindiğim ikinci meseleyi bu durum oluşturuyor. Daha açık söylemek gerekirse, demek istediğim, bir kumsalda Kumların Kadını kitabıyla fotoğraf paylaşanların verdiği mesaj ile kitabın konusunun veya daha ileri gidersek kitabın verdiği mesajın ne kadar örtüştüğü meselesi. Kitaba dair derinlemesine bir okuma gerçekleştirildiğinde, görülen şey ile okuyucunun burada ortaya koyduğu şey arasında uçurum olduğudur. Kitapta sistem eleştirisi olarak ele alabileceğimiz durumu, gerçekte kişinin farklı bir düzlemde ele alarak imaj devşirmeye vardırması olarak göze çarpıyor. Buradaki en önemli nokta, kitabın popülariteye dönüşmesi doğal olarak hikâyesini de tüketim malzemesine dönüştürüyor olmasıdır. Dolayısıyla, yapılan negatif sistem eleştirisi sisteme pozitif bir katkı sunarak sirkülasyonun devam etmesine katkı sağlıyor ve mesaj etkisiz hâle geliyor. Elbette bu kadar ciddi bir okuma gerçekleştirilmesi şart değil. Hikâyeyi oku, eğlen ve geç tarzı bir anlayış da iş görür. Yalnız böyle bir okumada anlatının kendisi boşlukta kalırken finali kesinlikle anlamsızlaşıyor.
Yukarıda değinmeden geçtiğim ilk mesele dönersek, kitapta asıl anlatılanın ne olduğu meselesidir. Aslında bu mevzu kitabı okuma isteğim ile de ilgili diyebilirim. Kumların Kitabı adlı eserin yazarı çağdaş Japon edebiyatının önemli yazarlarından Kobo Abe (1924-1993). İnternet üzerinde kitabı araştırırken daha önce aynı adla Turkuvaz Yayınları’ndan çıkmış olduğunu fark ettim. Fakat benim Kobo Abe’yle tanışmam daha da öncesine dayanıyor. Sanırım iki binli yıllardı ve bir şekilde elime geçen Remzi Kitabevi’nin yayınladığı Kutu Adam adlı eser kendisiyle ilk karşılaşmamdı. Muhtemelen konjonktür ve yaştan dolayı üzerinde çok fazla durmadan okuduğum içerik kadar -muhtemelen yine yaştan dolayı- yazarın ismi de epeyce ilgimi çekmişti diyebilirim. Aklımda bu kadar net kalmasının da bu sebepten olduğunu düşünüyorum. Bugün Kutu Adam’ın baskısı yok ve denk gelirse sahaf fiyatı da biraz fazla. Umarım Kobo Abe’nin bu harika eseri en kısa sürede yayınlar ve keyifle okuruz. Elbette bu kez içeriği didikleyen derinlemesine bir bakış açısıyla.
Yıllar sonra Kobo Abe’yi tekrar görünce Kumların Kadını da acaba -aklımda kaldığı kadarıyla- Kutu Adam gibi sıradışı bir eser mi diye düşündüm. Okuyunca gördüm ki gerçekten de öyle, sıradışıydı. Yukarıda değindiğim birincil mesele işte bu sıradışılık ile ilgili diyebilirim.
Monokl Yayınları’ndan çıkan yüz seksen dört sayfalık eserin çevirisi Barış Bayıksel’e ait. Özenli çeviri sayesinde akışta sorun ya da anlam karmaşası olmadan okunuyor. Roman sıradan bir girişle başlamasına rağmen giderek gizemli bir hâl alıp okuyucuyu meraklandırırken modern kent insanının sahip olduğu gerilimi hissettiren anlatım insanı içine çekiyor. Bunun dışında hem yazarın yaşamanı, yaşadığı dönemi ve içinde yaşadığı kültürü dikkate aldığımızda hem de eseri katmanlı bir bakışla okuduğumuzda söz konusu gerilimden kaçışın bugün artık pek değil hiç mümkün olmadığını görüyoruz. Bu bağlamda, Kumların Kadını’ndaki hikâyeyi salt kurgu veya soyut bir mit olarak ele almanın biraz kolaycılık olacağı düşüncesindeyim. Derinlemesine okuma tercih ve tavsiyemin temel dayanağını da bu kanaat oluşturuyor. Bu kanıya varmamın esas nedeni, başkarakterin (Cumpei Niki) kitabın girişindeki profili ve yaşadığı ruhsal gerilim diyebilirim. İşlenen tarih itibariyle modern bir dönemi ele alan hikâye, günümüz insanın da uzak olmadığı bir hayat akışı ve anlayışı etrafında şekilleniyor. Modern hayattan kopamamakla birlikte modernizmin getirdiği yaşam biçiminden uzaklaşmak isteyenlerin sık sık başvurduğu rahatlama yollarından biri ara ara kendini doğaya ‘salmaktır’. Bu yöntem Cumpei Niki’nin de başvurduğu bir yöntem. Fakat Niki sadece doğaya açılmıyor ayrıca yakaladığı böceklerden koleksiyon yaparak hayatına doğadan bir şeyler taşıyor. Elbette modernizmin yapısına uygun olarak doğal olanın biçimini değiştirip yapay bir formda yapıyor bunu. Roman, yoğun, yorucu ve donuk iş hayatından bulduğu fırsatı bu amaçla değerlendirmek isteyen Cumpei Niki’nin yola çıkışıyla başlıyor. Yabancısı olduğu bir bölgede böcek peşinde iz sürerken farkında olmadan -bir anlamda kaybolduğu- kumlu bir alana gelen ve zamanın bir hayli ilerlediğini fark eden kahramanımız, karşılaştığı bölge insanlarının yanında geceyi geçirdikten sonra yoluna devam etmeyi düşünüyor. Yardımcı olmayı kabul eden insanlar tarafından bir kadının –ki kitaba ismini veren kadın- yaşadığı eve götürülüyor ve böylece Cumpei Niki’nin kumlarla mücadelesi daha doğrusu kumlardan kurtulamamasının hikâyesi başlıyor. Kurtulamaması kısmı ‘spoiler’ olarak ele alınabilir fakat kitabı tümüyle okumadan karar vermemek gerekir. Aksi durum yanıltıcı olabilir.
Cumpei Niki geceyi geçirmek üzere tek başına yaşayan bu kadının olduğu eve getirilmesiyle birlikte kumlarla kaplı bölge hayattan soyutlanıyor ve gerçeklikten kopmaya başlayan hikâye daha çok psikolojik bir savaşa dönüşüyor. Getirildiği evden, kadından ve kumlardan kurtulmak isteyen Cumpei Niki verdiği savaşında bir türlü başarılı olamıyor. Söz konusu savaş sadece hikâyenin kahramanın değil okuyucunun da savaşı oluyor. Öyle ki, Kumların Kadını’nı okurken insanın ağzında kum geziniyor, zihnine kum doluyor sanki. Kum tanesine dönüşen harfler kelime ve cümlelerle savruluyor. Paragraflar kum öbeği sayfalar kum tepesi olmaya başlıyor ve okunan her bir sayfa üzerinize biriken kum yığını oluyor. Uçsuz bucaksız kum yığını içindeki Cumpei Niki’nin çaresizliği okuyucunun merakını kamçılayarak okumaya mecbur bırakıyor adeta. Okuyucuda yardım etmek için müdahale etme isteği oluşuyor lakin sanki kumlar buna da engel oluyor. İlginç bir çaresizliğin içinde buluyor insan kendini.
Roman son derece akıcı ve kendi içinde gömülen bir yapısı var. Dış dünyadan soyutlamasının yanı sıra kendi içinde giderek derinleşen ve büyüyen bir üslup ve anlatım mevcut. Dolayısıyla kesinlikle bir kumdan kale değil. Gelişen olayları, hikâye ve/veya anlatımdan soyutlayarak tahmini ya da alternatif bir ileriyi okuyuculuk olarak ele almak mümkün olmuyor. Yazarın anlatımına sadık kalmak zorunda bırakılan okuyucu bu anlatış doğrultusunda yol almak zorunda kalıyor. Dolayısıyla okuyucu açısından metne dair sürpriz çıkışlar olamıyor. Teknik olarak okuyucuyu etkisiz bırakan metinde hissedilen tahmin edilemez bir meraktan ibaret. Bu açıdan biraz zorlayıcı bir okuma gerektiriyorsa da psikolojik roman okumayı sevenlerin keyif alacağı kesin. Finalin, okuyucunun alışık olduğu ya da umduğu şekilde bitmemesi insanı burkuyor ama bir yandan da hikâyenin anlamlılığını korumak adına bu bitiş de güzel dedirtiyor.
Olumsuz anlamda en bariz eleştirim, kitabın isimlendirilmesine neden olan karakterin hikâyede çok fazla etkin olmadığı diyebilirim. Daha net ifade etmek gerekirse, Cumpei Niki’nin o an için iç gerilimlerinde önemli bir yeri olmasına karşın çektiği ıstırabın temel nedeninin söz konusu kadın olmadığı görülebiliyor. Zaten gerek hikâye gerekse sonucu açısından kadının net bir belirleyiciliği yok. Cumpei Niki’nin ruhsal yapısının zaten acı çekmeye müsait olduğu en baştan beri ortada olan bir şey. İsim itibariyle, ilk intiba olarak kadın ve/veya aşk eksenli bir anlatım beklentisi oluşabilir lakin ortada ‘başka’ bir hikâye var. Bu bağlamda isim belirlenmesinde kullanılan yan karakter pozisyonundaki kadın karakter fazla öne çekilerek rolü büyütülmüş izlenimi veriyor. Dolayısıyla hikâyenin temelde anlattığı ile kitabın ismi aynı anlam dünyasında buluşamıyor. Bir diğer eleştirim, modern dönemde geçtiği aşikâr olan hikâyedeki bölgenin neden bu denli soyutlandığı. Mekânda yaşayanların dünyayla bir şekilde iletişim kurduğu, ilişki içine girdiği anlatılıyor/anlaşılıyor lakin tecrit edilmemesine rağmen dünyanın Cumpei Niki’nin bulunduğu mekânla etkileşime giremiyor oluşu zorlama bir anlatıma dönüşüyor. Olayın geçtiği 1960’ların Japonya’sında mevcut şartlarda ulaşımın yanı sıra yaşama koşullarının iyileştirilmesini sağlayacak imkânların neden göz ardı edildiği merak konusu oluyor. Bu haliyle söz konusu yadsıma mantıksal bir gedik olarak tüm okuma boyunca okuyucuya eşlik ediyor. Daha da net söylemek gerekirse tasvir ve duygu yoğunluğu açısından oldukça başarılı olduğunu düşündüğüm eser kurgu açısından bazı sorunları aşamıyor.
Son olarak, kitaptan bağımsız olmakla birlikte kitabın yazarı Kobo Abe’nin Japon edebiyatının Kafka’sı olarak nitelendirilmesi konusunu değinmek istiyorum. Böyle bir nitelemenin sadece gereksiz değil ayrıca anlamsız olduğu kanaatindeyim. Popüler edebiyat dünyamızdaki iğreti Kafka fetişizmini bir kenara bırakırsak, Kafka’yı Kafka yapan dinamikler ve eserlerindeki anlatım gücü bambaşka özelliklere sahip. Etnik ve dinsel kimliğiyle ‘yaşamak zorunda olduğu’ zaman ve mekânın yanı sıra ailevi, siyasi ve toplumsal meselelere rağmen ‘insani’ kalma çabası bu dinamiklerin en önemlileridir diyebiliriz. Okunmak için değil sadece yazmak için yazmış olan Kafka’nın birçok eserini, yakın dostunun “yazılarımı yok et” vasiyetine uymaması sonucu tanıyoruz. Esasında Kafka’nın eserleri gerçek gücünü de salt okunmak için yazılmamış olmasından alıyor desek yanılmış olmayız. Kafka ne demek istiyorsa onu direkt söyleyen bir yazar ve en önemlisi anlatısında okuyucusuna alan bırakıyor. Kafka okurken çoğunlukla hayıflanıyor ve yeri geldiğinde sevinemeseniz bile haklı bulabiliyorsunuz. Kobo Abe’nin anlatımı ise daha fazla metafor ve belirsizlik içermekle kalmayıp okuyucuya da alan bırakmıyor. Anlatımın tüm açılımlarıyla yazarda olduğu metin okuyucuya yorumlama ihtimali bile taşımıyor. Kafka okuyucuları onun eserlerindeki kahramanlarla yan yana durabiliyor hatta bir yerden sonra okuyucu karakterle özdeşleşebiliyor lakin Kobo Abe’nin kahramanları kendilerinden başka kimse olmayacak özelliğe sahip. Okuyucu Kobo Abe’nin eserlerindeki görüntüyü sadece izlemekle yetiniyor. Tüm bunların yanında muhtemelen üslubundaki (-ki Kutu Adam, Kumların Kadını ve Kanguru Defteri’nde bol miktarda görülen) karamsar anlatım ve hikâyelerindeki metoforik yaklaşım nedeniyle Kobo Abe’ye bu yakıştırma yapılıyor lakin en çok benzerliğin olduğu Dönüşüm’deki metaforik anlatım üzerinden bile böyle bir benzetme ve niteleme çok doğru görünmüyor. Oldukça güçlü bir kalem olan Kobo Abe’yi Kafkalaştırmak sadece Kafka’ya değil Kobo Abe’ye de haksızlık olur diye düşünüyorum.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
13 Aralık 2017 Çarşamba
Kapitalizmin henüz yenemediği tek doğal güç: uyku
"Pek çokları uyumanın gerçeğe sırtını dönmek ya da kendisine sırt çevirmek olduğunu sanırlar. Gerçekte tam tersi olur. Uyumak insanın kendi içindeki en uç noktalara, bilincinin dipsiz kuyularına, insanın bilmek istemediği her şeyi, en çok korktuğu her şeyi, aşırı sevdiği her şeyi gelişigüzel yığdığı, kendi kafasının karanlık mahzenlerine inmektir. Uyumak yaşamın bilinmeyen yanını görmektir."
- H.F. Blanc, Uyku İmparatorluğu
Kesintisi olmayan bir yaşamın tam içindeyiz. Sadece bir şeyle uğraşmıyoruz, 'şimdi ve burada' olamıyoruz, özümseme denen harikulade duygudan uzaklaştıkça geçiciliğin hâkimiyeti karşısında boyun eğiyoruz. Varlığımızı anlamlandıracak her şey; dinlemek, anlamak, okumak, yazmak, seyretmek gibi eylemlerin kaybı bizde çok ciddi bir varoluş sancısına sebep oluyor. Bu sancıdan geriye kaygılar âleminde boğulmak kalıyor. Tam bu sırada imdadımıza yetişmesi gereken uyku, yorgun bedenimizi bir yere sermekten başka bir ifade bulamıyor yaşamlarımızda. Uykuyu sadece uyumak olarak görüyoruz. Oysa uykunun, uyanıklıkla ciddi bir alakası var.
21. yüzyılda zaferi iyice belirginleşen kapitalizm, insanlığın elindeki en doğal savunma aracı olan uykuyu satın aldı. Onun yerine çeşitli aygıtlar koydu. Uyumak için dahi enerji harcamamız gerekiyor. Hatta para vermemiz gerekiyor. Bir şeylerden vazgeçmemiz gerekiyor. Uyumak günü 'son ve mecburi' etkinliği hâline dönüyor. Böylelikle uyanamıyoruz ve türlü bedensel ve ruhsal hastalıklarla boğuşmanın arkasında bunların yattığına inanmıyoruz, inanmak istemiyoruz. Jonathan Crary işte tüm bunları kapitalizm eşliğinde yorumluyor kitabında: 7/24 - Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu. Eylül 2015'te Metis Kitap tarafından neşredilen bu 125 sayfalık kitap bir solukta okunurken insanı her sayfasında öfkelendiriyor. Hatta bu öfke yeniden düşünme imkânına bile fırsat vermiyor. Crary ne kadar yoğun bir saldırı altında olduğumuza çok gerçekçi bir biçimde yaklaşıyor. Okuyucuyu köşeye sıkıştırmadan, öğüt vermeden birçok hakikati sıralıyor.
"Uyku yoksunluğu insanı aşırı bir âcizlik ve itaate sürükler, böyle bir durumda kurbandan anlamlı bir bilgi almak imkânsızdır, çünkü her suçu üstlenip bir sürü şey uydurabilecek bir haldedir. Uykunun esirgenmesi bir dış kuvvetin benliğe el koyması, bireyin ayrıntılı olarak hesaplanmış biçimde paramparça edilmesidir" diyor Crary. İnsanların sanalla gerçekliği birbirine karıştırmasından en şiddetli biçimde yararlanan kapitalizm, diğer yandan da reklamcılık, pazarlama ve güvenlik stratejileri yoluyla da uykuya, uykulara saldırıyor. Tüm bunlara rağmen Crary'e göre ne yaparlarsa yapsınlar uyku bütün stratejileri geri tepiyor. Uykuya karşı hiçbir saldırı sistemi tam manasıyla işleyemiyor. 'Küresel şimdiki zaman' içinde bir aykırılık ve 'kriz mahalli' olarak nitelendiriyor uykuyu. Bir türlü sömürülemiyor uyku: "Buradaki o müthiş, akıl almaz gerçek, uykudan değer namına bir şeyin elde edilemeyeceğidir."
Uykuya dair düşünürlerin fikirlerinden de bahsediyor Crary. Kimileri uykuyu birçok şey için çok büyük bir engel olarak görürken kimileri de yaşamın anlamına dair bir çok şeye gidilecek yolun uykudan geçtiğini belirtmiş: "Locke için uyku, Tanrının insanlar için amaçladığı öncelikler olan çalışkanlık ve rasyonelliğin kaçınılmaz da olsa acınası bir kesintiye uğrayışıydı. Uyku, Hume'un İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme'sinin daha ilk paragrafında, bilgi önündeki engellere örnek olarak humma ve delilikle aynı kefeye konur.... Schopenhauer, bu hiyerarşiyi tersine çevirip insan varoluşunun "hakiki özünü" sadece uykuda bulabildiğimizi ileri süren nadir düşünürlerdendi."
Uykunun satın alınan bir şey hâline gelmesi (ya da düşmesi) insanın uyanık zamanlarına dair de bir şeyler işaret ediyor. Uyanık olduğumuz her an hayatımızı işgal eden türlü donanımlar (başta televizyonlar ve akıllı telefonlar var elbette, onlar yeni uzuvlarımız) uykuya geçiş sürecimize de dâhil oluyor. Dolayısıyla uykularımızdan alıyor. Zamanın değerini hissedilemez kılıyor. Oysa uyku yıkılmaz bir hatırlatıcıdır, durup tekrar düşünmedir: "Uyku bir beklemenin, duraksamanın hayatımızdaki tekerrürüdür. Erteleme zorunluluğunu ve her ne ertelenmişse onun gecikmeli devamının ya da yeniden başlayışının zorunluluğunu bildirir. Uyku bir teskindir, kişinin uyanıkken içine düştüğü ağların "sabit sürekliliği"nden kurtuluştur. Uykunun bir faaliyetsizlik ve faydasızlık durumuna girmesi için ağlardan ve cihazlardan kopmayı gerektiği gayet açıktır. Uyku bizi sahip olduğumuz veya ihtiyaç duyduğumuz söylenen şeylerden başka yerlere götüren bir zaman biçimidir."
Kapitalizmin günümüzdeki en büyük araçlarından biri sağlık. Sağlık sektörü. Bu sektörde haplar, silahlardan çıkan kurşunlar gibi yaralıyor insanı, kimilerini de öldürüyor. Çağın en çok satan haplarının insan psikolojisiyle ilgili olması şaşırtıcı mı? Değil. Buna bir de uyku haplarını ekliyor istatistikler. Uyku hapları birçok insan için hazine konumunda. Onlar olmadan uyku da olmuyor. Peki onlar olunca, sahiden uyunuyor mu yoksa vücut ve zihin, felç geçirtilip sadece bedensel bir dinlenme mi sağlanıyor? Hiç şüphesiz. Uyku hapları, hakiki uykuyla olan irtibatı hepten koparıyor.
"Hepimize kendimizi şekillendirme işi verilmiştir ve biz de görev bilinciyle bu sürekli kendimizi yeniden icat etme ve girift kimliklerimizi yönetme talimatına uyarız" der Crary ve Zygmunt Bauman'ın ifadesini hatırlatır: bu bitip tükenmez işleri geri çevirmek gibi bir seçeneğimiz yoktur. Henüz 18. yüzyılda "Tanrı bizi at gözlüklerinden ve Newton'un uykusundan korusun" demiş William Blake. 20. yüzyılın en şahane kitaplarından Gösteri Toplumu'nun yazarı Guy Debord ise her tür gösterinin, toplumun uyku isteği dışında hiç bir şey ifade etmediğini söyler. Şu hatırlatması da gayet yerindedir ve akıldan hiç çıkarılmaması gerekir: "Eski kitaplar ve eski binaların mirası dışında kültürde ya da doğada, modern endüstrinin araç ve çıkarları doğrultusunda dönüştürülmemiş ya da kirletilmemiş hiçbir şey kalmamıştır."
Kapitalizmden geriye sadece o kaldı. O hala saf dışı bırakıl(a)madı ve insanın bin bir oyununa rağmen yenilmiyor. Doğallığını korurken, insanı da koruyor. Kimilerine dost, kimilerine düşman. Kimilerine göç, kimilerine güç. Uyku...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- H.F. Blanc, Uyku İmparatorluğu
Kesintisi olmayan bir yaşamın tam içindeyiz. Sadece bir şeyle uğraşmıyoruz, 'şimdi ve burada' olamıyoruz, özümseme denen harikulade duygudan uzaklaştıkça geçiciliğin hâkimiyeti karşısında boyun eğiyoruz. Varlığımızı anlamlandıracak her şey; dinlemek, anlamak, okumak, yazmak, seyretmek gibi eylemlerin kaybı bizde çok ciddi bir varoluş sancısına sebep oluyor. Bu sancıdan geriye kaygılar âleminde boğulmak kalıyor. Tam bu sırada imdadımıza yetişmesi gereken uyku, yorgun bedenimizi bir yere sermekten başka bir ifade bulamıyor yaşamlarımızda. Uykuyu sadece uyumak olarak görüyoruz. Oysa uykunun, uyanıklıkla ciddi bir alakası var.
21. yüzyılda zaferi iyice belirginleşen kapitalizm, insanlığın elindeki en doğal savunma aracı olan uykuyu satın aldı. Onun yerine çeşitli aygıtlar koydu. Uyumak için dahi enerji harcamamız gerekiyor. Hatta para vermemiz gerekiyor. Bir şeylerden vazgeçmemiz gerekiyor. Uyumak günü 'son ve mecburi' etkinliği hâline dönüyor. Böylelikle uyanamıyoruz ve türlü bedensel ve ruhsal hastalıklarla boğuşmanın arkasında bunların yattığına inanmıyoruz, inanmak istemiyoruz. Jonathan Crary işte tüm bunları kapitalizm eşliğinde yorumluyor kitabında: 7/24 - Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu. Eylül 2015'te Metis Kitap tarafından neşredilen bu 125 sayfalık kitap bir solukta okunurken insanı her sayfasında öfkelendiriyor. Hatta bu öfke yeniden düşünme imkânına bile fırsat vermiyor. Crary ne kadar yoğun bir saldırı altında olduğumuza çok gerçekçi bir biçimde yaklaşıyor. Okuyucuyu köşeye sıkıştırmadan, öğüt vermeden birçok hakikati sıralıyor.
"Uyku yoksunluğu insanı aşırı bir âcizlik ve itaate sürükler, böyle bir durumda kurbandan anlamlı bir bilgi almak imkânsızdır, çünkü her suçu üstlenip bir sürü şey uydurabilecek bir haldedir. Uykunun esirgenmesi bir dış kuvvetin benliğe el koyması, bireyin ayrıntılı olarak hesaplanmış biçimde paramparça edilmesidir" diyor Crary. İnsanların sanalla gerçekliği birbirine karıştırmasından en şiddetli biçimde yararlanan kapitalizm, diğer yandan da reklamcılık, pazarlama ve güvenlik stratejileri yoluyla da uykuya, uykulara saldırıyor. Tüm bunlara rağmen Crary'e göre ne yaparlarsa yapsınlar uyku bütün stratejileri geri tepiyor. Uykuya karşı hiçbir saldırı sistemi tam manasıyla işleyemiyor. 'Küresel şimdiki zaman' içinde bir aykırılık ve 'kriz mahalli' olarak nitelendiriyor uykuyu. Bir türlü sömürülemiyor uyku: "Buradaki o müthiş, akıl almaz gerçek, uykudan değer namına bir şeyin elde edilemeyeceğidir."
Uykuya dair düşünürlerin fikirlerinden de bahsediyor Crary. Kimileri uykuyu birçok şey için çok büyük bir engel olarak görürken kimileri de yaşamın anlamına dair bir çok şeye gidilecek yolun uykudan geçtiğini belirtmiş: "Locke için uyku, Tanrının insanlar için amaçladığı öncelikler olan çalışkanlık ve rasyonelliğin kaçınılmaz da olsa acınası bir kesintiye uğrayışıydı. Uyku, Hume'un İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme'sinin daha ilk paragrafında, bilgi önündeki engellere örnek olarak humma ve delilikle aynı kefeye konur.... Schopenhauer, bu hiyerarşiyi tersine çevirip insan varoluşunun "hakiki özünü" sadece uykuda bulabildiğimizi ileri süren nadir düşünürlerdendi."
Uykunun satın alınan bir şey hâline gelmesi (ya da düşmesi) insanın uyanık zamanlarına dair de bir şeyler işaret ediyor. Uyanık olduğumuz her an hayatımızı işgal eden türlü donanımlar (başta televizyonlar ve akıllı telefonlar var elbette, onlar yeni uzuvlarımız) uykuya geçiş sürecimize de dâhil oluyor. Dolayısıyla uykularımızdan alıyor. Zamanın değerini hissedilemez kılıyor. Oysa uyku yıkılmaz bir hatırlatıcıdır, durup tekrar düşünmedir: "Uyku bir beklemenin, duraksamanın hayatımızdaki tekerrürüdür. Erteleme zorunluluğunu ve her ne ertelenmişse onun gecikmeli devamının ya da yeniden başlayışının zorunluluğunu bildirir. Uyku bir teskindir, kişinin uyanıkken içine düştüğü ağların "sabit sürekliliği"nden kurtuluştur. Uykunun bir faaliyetsizlik ve faydasızlık durumuna girmesi için ağlardan ve cihazlardan kopmayı gerektiği gayet açıktır. Uyku bizi sahip olduğumuz veya ihtiyaç duyduğumuz söylenen şeylerden başka yerlere götüren bir zaman biçimidir."
Kapitalizmin günümüzdeki en büyük araçlarından biri sağlık. Sağlık sektörü. Bu sektörde haplar, silahlardan çıkan kurşunlar gibi yaralıyor insanı, kimilerini de öldürüyor. Çağın en çok satan haplarının insan psikolojisiyle ilgili olması şaşırtıcı mı? Değil. Buna bir de uyku haplarını ekliyor istatistikler. Uyku hapları birçok insan için hazine konumunda. Onlar olmadan uyku da olmuyor. Peki onlar olunca, sahiden uyunuyor mu yoksa vücut ve zihin, felç geçirtilip sadece bedensel bir dinlenme mi sağlanıyor? Hiç şüphesiz. Uyku hapları, hakiki uykuyla olan irtibatı hepten koparıyor.
"Hepimize kendimizi şekillendirme işi verilmiştir ve biz de görev bilinciyle bu sürekli kendimizi yeniden icat etme ve girift kimliklerimizi yönetme talimatına uyarız" der Crary ve Zygmunt Bauman'ın ifadesini hatırlatır: bu bitip tükenmez işleri geri çevirmek gibi bir seçeneğimiz yoktur. Henüz 18. yüzyılda "Tanrı bizi at gözlüklerinden ve Newton'un uykusundan korusun" demiş William Blake. 20. yüzyılın en şahane kitaplarından Gösteri Toplumu'nun yazarı Guy Debord ise her tür gösterinin, toplumun uyku isteği dışında hiç bir şey ifade etmediğini söyler. Şu hatırlatması da gayet yerindedir ve akıldan hiç çıkarılmaması gerekir: "Eski kitaplar ve eski binaların mirası dışında kültürde ya da doğada, modern endüstrinin araç ve çıkarları doğrultusunda dönüştürülmemiş ya da kirletilmemiş hiçbir şey kalmamıştır."
Kapitalizmden geriye sadece o kaldı. O hala saf dışı bırakıl(a)madı ve insanın bin bir oyununa rağmen yenilmiyor. Doğallığını korurken, insanı da koruyor. Kimilerine dost, kimilerine düşman. Kimilerine göç, kimilerine güç. Uyku...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf