SAYFALAR

28 Haziran 2017 Çarşamba

Gerçek, hâtıralarda saklıdır

“Ey insanlar! Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın."
- Fatır, 5

“Mağrur olma Padişahım, senden büyük Allah var."

Devlet-i Aliyye, kuruluş tarihi olan 1299’dan Sultan VI. Mehmed Vahideddin’in memleketten ayrıldığı 1922 senesine kadar, Osman Gazi’nin erkek neslinden 36 padişah tarafından 600 seneden fazla hüküm sürdü. Ali Vâsıb Efendi, Miladi 1903 senesinin 13 Teşrinievvelinde (Ekim) İstanbul Çırağan sarayında doğmuş. Padişah V. Murad'ın torunu Şehzade Ahmed Nihad Osmanoğlu Efendi'nin oğludur. Annesi Safiru Hanımefendi'dir. Galatasaray Lisesi’nde (Mekteb-i Sultani) ve Harp Okulu’nda (Mekteb-i Askerî) okudu.

Ali Vâsıb Efendi, ailede hatıratını yazan tek şehzade. Oğlu Osman Selaheddin Osmanoğlu tarafından yayına hazırlanan "Şehzade Ali Vâsıb Efendi: Bir Şehzadenin Hatıratı" adlı kitabı Yapı Kredi Yayınları'ndan neşredilmiş. Kitapta bahsi geçen mevzuların bizim bildiğimiz Osmanlı ailesi portresinden, hele ki televizyonlarda anlatılan hanedan ile alakası yok. Dört ana bölümden oluşan kitap çocukluk ve sürgün yıllarında yaşadıkları ülkeleri ele almaktadır. Babası, Ali Vâsıb Efendi’nin, tabiriyle söylersek pederinin yağlı boya resimler yaptığını, hocasının şair Tevfik Fikret olduğunu söylemektedir. (sf.48) Halasının konağının dayanıp döşenmesi de Tevfik Fikret’e bırakılmış. (sf.58) Dedesi V. Murad’ın bestelediği eserler de yine kitapta paylaşılmış. Amcası Osman Fuad Efendi’nin fevkalade keman çaldığını (sf.85) belirten Vâsıb Efendi, Halası Rukiye Sultan’ın İstanbul Göztepe’de bulunan köşkte, amatör konserler düzenlendiğini, eniştesi Şerif Abdülmecid’in keman, kardeşi Şerif Muhiddin’in viyolonsel, küçük kardeşi Şerife Misbah’ın piyona çalıp latif nağmeler dinlediklerini belirtmektedir. (sf.95) Kitapta ilginç olaylar da yer alır. Sultan Abdülaziz'in Çırağan Sarayı'nda kaldığı yıllarda rüyasına giren evliyalar onu çok korkutmuş, bunun üzerine sultan bir daha Çırağan’da kalamamış. (sf.37) Takvim yaprakları 1910 yılını gösterdiğinde yaşanan ilginç olaylardan biri de kuyruklu yıldız vakası. Kuyruklu yıldız dünyaya çarpacak diye telaşlanarak birçok kişi intihara kalkışmış. (sf.53) Ali Vâsıb Efendi'nin yazdığı bir diğer ilginç konu ise Sultan Vahideddin'in Damat Ferit Paşa ile görüşmediğine ve onu sevmediğine dair. (sf.126)

İntihar mı etti yoksa öldürüldü mü? Akıbeti belirsiz Sultan Abdülaziz Vakası'ndan sonra bir başka ölüm vakası: 1876 yılında bileklerini keserek intihar ettiği söylenen Devlet-i Aliyye’nin 32. padişahı Sultan Abdülaziz gibi Veliaht Yusuf İzzeddin Efendi’de, bir sabah ustura ile bilek damarlarını kesmiş. 1 Şubat 1916'da yani babasının öldüğü günden tam 40 yıl sonra babası gibi intihar ettiği söylenen veliahdın İttihatçılar veyahut Almanlar tarafından öldürüldüğü söyleniyor (sf.91) Yusuf İzzeddin Efendi'nin Osmanlı'yı Almanya’nın yanında harbe sürükleyen yönetime her zaman şiddetle karşı çıkmış olması, öldürülme sebebi olarak görülüyor.

Milli Mücadele dönemine de değinen kitapta, Kuvayı Milliye hareketine iştirak eden genç şehzadelerden Ömer Faruk Efendi tek olup, hadiseyi Ali Vâsıb Efendi şu şekilde anlatmaktadır. “İstanbul’dan Burgaz vapurunda, bir dolapta saklı olarak firar etti, İnebolu’ya indiğinde, o zaman ki Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa tarafından, geriye İstanbul’a avdet etmesi efendiye bir telgraf ile bildirildi.” (sf.129)

Mustafa Kemal Paşa’nın Ömer Faruk Efendi’yi geri yollamasından sonra diğer değerli genç şehzadeler aynı teşebbüste bulunmamıştır. (sf.154)

Ali Vâsıb Efendi ve diğer hanedan üyeleri, 6 Mart 1924 saat 9.30'da Orient Express'le, hükumetin verdiği 1000 Türk Lirası ile Bulgar hududuna kadar polis eşliğinde vatanı terk etmişlerdir. İlk yerleşim yeri olarak Macaristan’da ikamet eden Ali Vâsıb Efendi’nin bir sonraki durağı Fransa, son durağı ise Mısır olmuştur. 1944-1973 yılları arasında, yaklaşık 30 seneye yakın amcası Osman Fuad Efendi ile birlikte aile reisliğini paylaşmışlardır. Ali Vâsıb Efendi 9 Aralık 1983’te, 80 yaşında, İskenderiye’de vefat etmiştir.

Baturhan Ergin
twitter.com/erginbaturhan

27 Haziran 2017 Salı

(H)er şeye rağmen (h)ayat devam ediyor

"Bilirdim çiçek satan çingene kızlarını
Onlar bütün şimdileri, bütün zamanlara
Bir gül parasına satardı."
- Didem Madak, Kalbimin En Doğusunda

"Çingene çocukların gülleri mor olmadı
Aşka bunaltıları onlar getirmediler."
- İsmet Özel, Seni Olan Yenilgi

Doğduğumdan beri İstanbul'da yaşıyorum. Bebekliğimden itibaren 30 yılı aşkın bir süredir sakini olduğum semtleri şöyle sıralayabilirim: Cerrahpaşa, Avcılar, Kocamustafapaşa, Ayazağa, Acıbadem, Küçükçekmece. Her birinde farklı bir iklim, farklı bir fotoğraf vardı ancak gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki Cerrahpaşa-Kocamustafapaşa arası ile Acıbadem-Üsküdar arasının bendeki yeri tarifsizdir. Lise yıllarımda sevemediğim Yahya Kemal'i anlamaya başlayıp sevmeme, şehir düşüncesine olan merakıma, “Şerefü’l-mekân bi’l-mekin" sözünün manasını kavramama ve Sadettin Ökten'e olan düşkünlüğüme yine bu semtler 'aracı' olmuştu. Bunca ikametgah değişimi şüphe yok ki yeni yerler görmemi sağlamış, farklı ilgi alanları ortaya çıkarmıştı. Mezar taşları, çeşmeler, eski dükkanlar, tekkeler, türbeler, kahvehâneler, çay ocakları, tatlıcılar... Derken ne oldu? Bir şehrin yahut bir semtin tarihine merak duymanın hemen peşinden tarihle, coğrafyayla, kültürle, sanatla hemhal çok ciddi bir mesai ortaya çıktı. Kitaplar, dergiler, ihtiyarlar, gençler, çocuklar, söyleşiler, sazlar, sözler...

Sokakla, mahalleyle daha fazla, hatta kesintisiz bir irtibatımın olduğu yıllarda annelerimiz daima bir tembihte bulunurdu: Tanımadığından bir şey alma, çingenelerden uzak dur. Evvela mahallede tanımadığımız birileri pek yoktu, olursa da 'doğal güvenlik görevlileri' olan mahalle abileri gereken içtimayı yapar, şahsın GBT'si çıkarılır ve fazla gürültü etmeden mesele halledilirdi. Özellikle bazı semtlerde yabancı birinin sokaktan geçmesinin dahi mümkün olmazdı. Bu hâlâ bazı İstanbul semtlerinde geçerlidir. Zaten bizde yabancıya kız verilmez, yabancıyla görüşülmez, yabancıdan alışveriş yapılmazdı. Tanıdıklık, komşuluk mühimdi. Semtlerin arada bir görünüp kaybolan, sokaklarına girerken son derece temkinli olan bir yüzü de çingenelerdi. Onlar genellikle bir şeyler satar, hurdalar alır, atını dinlendirir yahut sokak çocuklarıyla sohbet ederdi. Bu son söylediğim, aileler tarafından tehlikeli bulunurdu. Ivırmak kıvırmak yok, çoğu zaman da haklılardı. Özellikle Avcılar'ın Deniz Köşkler Mahallesi'nde çok fazla çocuk kaçırılmış ancak kısa bir zaman sonra bulunmuştu. Çingeneler acayip bir biçimde korku unsuruna çevrilirdi bilhassa anneler tarafından: Kolunu kırıp dilendirirler, dondurma verip kandırırlar, güldürüp kaçırırlar... Bir de bunun okulla ilgili tarafı vardı: Teneffüslerde arkadaşlarından ayrılma, okuldan çıkarken çingenelerle göz göze gelme, onlara para verme... Kariyerle ilgili olan tarafını da söyleyeyim mi? Mesela: Karnende bir zayıf olsun seni Sabit Usta'nın yanına veririm!.. Bu Sabit Usta istisnasız her semtte vardır. Kaportacıdır, yaşlı ve aksidir. Her zaman suratında motor yağı olur. Eli kolu simsiyahtır. Kendisi de arkadaşları da çingenedir. Kaportacılar âleminde saygın bir kişiliktir. Dolayısıyla derslerine çalışmazsan ilk çıraklık deneyimin biraz tehlikeli olabilir!

Yine çocukluğumda sık sık Trakya ve Ege ziyaretleri yapardık ailemle. Akraba, eş-dost. O yollar çok keyifliydi. Özellikle Şarköy ve Mürefte yollarıyla Ayvalık'a giden yollar. Oralarda romanlar ortaya çıkardı. Çingene ve roman? Gel de işin içinden çık. İkisi de benziyor birbirine. Yoksa benzemiyor mu? Çocukken bu ayrımı yapmak güç. Nitekim Derya Koptekin de bu ayrımla fazla boğuşmamak bir şey yapmış kitabında; "Çingene/Roman" demiş. Doğru mu değil mi o kadarını bilemem ama okumayı kolaylaştıran bir çözüm. "Biz Romanlar Siz Gacolar", Haziran 2017'de İletişim Yayınları tarafından neşredilmiş bir kitap, taptaze yani. 2008 yılından beri İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde psikolog olarak görev yapan Koptekin, çingene/roman mahallelerindeki çocuklarla sıkı temas hâlinde. Birçoğunu öğretmeni ve doğal olarak ablası, hatta yarı annesi.

Yazarın çingene/roman çocuklarıyla bu teması, ailelerini de az çok tanıma imkânı vermiş. Yaptığı grup terapilerinde her çocuğa söz hakkı vermiş, kısa sorularına gerçekçi cevaplar almış. Zaman zaman anneleri de gelmiş, tüm samimiyetleriyle anlatmış hikâyelerini. Çingene, roman, gaco kimdir? Neden birbirlerini severler yahut sevmezler? Kürtlerin bu karmaşıklıktaki yeri neresidir? Çalışma şekilleri, mahalleleri, evleri, evlilikleri, ayrılıkları, askerlikleri, kına geceleri, sünnet düğünleri, ayrımcılık, önyargılar ve çocukların gelecek hayalleri...

Mustafa Aksu, Türkiye'de Çingene Olmak kitabında "Son 20 yılda kimliğini gizlemek imkânı olmayan ünlü sanatçı Çingelerin, kendilerini etnik köken ismiyle ilgisi bulunmayan Roman(!) olarak tanıttıklarına şahit oluyoruz" der. Yazılı basında da genellikle Çingene sözcüğünden kaçınılır, onun yerine Roman kullanılır. İlginç olan, üniversite öğrencilerinden ihtiyarlara kadar Roman ve Çingene sözcüklerinin hangi anlamları(?) karşıladığı hâlâ kocaman bir muallak. Derya Koptekin, kitabına bu minvalde bazı araştırmaları da eklemiş. Mesela İzmir menşeli online psikoloji dergisi ONTO'da yer alan bir araştırma sonucuna göre Roman denince akla gelen ilk sözcükler şöyle: Müzik, esmer, çiçek, dans, göçebe. Çingene denince akla gelen ilk sözcükler ise şöyle: Dans, eğlence, müzik, esmer, çiçek, kırmızı. Ne demiştik, bir de gacolar var. Onlar kim mi? Şehirliler. Evi, arabası olan ve mutlak zengin. Çingene/Roman çocukların bir çoğu gacolara özeniyor. Ama yeri geldiğinde onların kendilerini hor görmelerini kabullenemiyor, bir küfür sallıyorlar. Yine de yoksulluktan onları kurtaracak ilk semboller arasında ev, araba var.

Çalışma koşulları açısından çok farklı mecraları olmuyor Roman/Çingenelerin. Kadınlar temizliğe gidiyorlar, erkekler de düğünlere, pavyonlara gidiyorlar müzik yapmaya. Bunların dışında elbette uyuşturucu satanı da var hırsızlık yapanı da. Pamuk tarlalarında çalışanların sayısı gittikçe azalırken robotlaşıp insan gücünden vazgeçen fabrikalar sebebiyle işsiz kalanlar da bir hayli fazla. Açık biçimde fakir bir sınıfı temsil ediyor Roman/Çingeneler. Fakat yoksulluklarını "o kadar da değil" hâline getiren çocukça ama samimi yorumları da her zaman var. 12 yaşındaki Hakan "Biz mesela zengin değiliz, ama babamla abim para biriktire biriktire, çalışa çalışa plazma aldı. Bilgisayarımızın kasası bozuldu... Bilgisayarımız var, plazmamız var" ile açıklıyor yoksulluğunun göze batmaması gerektiğini. Burada Koptekin, Richard Sennett'in ABD'li fırın işçileriyle ilgili söyledikleri arasında bir paralellik kuruyor: "Kişi kendisi olduğu için saygı görmek ister. ABD'de sınıf kişisel karakter meselesi olarak algılanır. Dolayısıyla bir grup fırıncının %80'i "Ben orta sınıftanım," dediğinde, onların asıl cevap verdiği soru ne kadar para ya da nüfuz sahibi oldukları değil, kendilerini nasıl değerlendirdikleri sorusudur. Yani asıl cevap, "fena değilim"dir." [sf. 112]

İlerleyen sayfalarda, Heidegger'ci söylemle çocukların bu 'acımasız iyimserliği'nin altında modernleşen şehirlerde (kentlerde) sıkça gördüğümüz yeniye, mala ve mülke olan tutkunluk var. Yeniye ulaştıkça fakirlikten, yoksulluktan sıyrıldıklarına inanıyorlar.

"Bauman, çağımızda yoksul olmanın değişen anlamından söz ederken, "Yoksul olmak bir zamanlar anlamını işsiz olma durumundan aldıysa, bugünkü anlamını esas olarak yeterince tüketmiyor olma durumundan almaktadır," diyor. Ona göre, tüketim toplumunun yoksulları "defolu tüketiciler"dir. Bu tespitler, çocukların yoksulluklarını tüketim mallarına sahip olmamaları üzerinden açıklıyor olmaları ile de uyumludur. Büyü yapabilen bir dizi karakterini çok sevdiğinden söz eden Yunus Emre (9), kendisinde de büyü gücü olsa ne yapmak isteyeceği sorusuna "Motor, araba, ev isterdim," diye yanıt veriyor. Yunus Emre'nin bu tüketim mallarını büyü ile elde edebileceği şeyler olarak anması, çocukların içinde yaşadığı yoksulluğun boyutları hakkında fikir veriyor." [sf. 174-175]

Çingene/Roman çocuklarının anlattıklarında, yoksul bir mahallede büyümenin tüm acımasızlığının dürüstçe aktarılmasını sağlıyor Koptekin'in bu araştırma kitabı. Kimlikleri, çalışma şekilleri, toplumsal konumları, her yerde kendi dillerini (argo) kullanmaktan hiç kaçınmamaları, birbirlerini dövüp sevmeleri, kız kaçırmaları, sosyal haklara erişim konusunda yaşadıkları büyük çaresizlikler koca bir merak konusu iken meselelerin tam da içinden anlatıyor Koptekin:

"Bir gün, ders programına uygun olarak dersini sürdürmek isteyen öğretmenlerinden birine Nergiz, "Aman be, ne bayık karısın, (h)ep ders, (h)ep ders!" diye serzenişte bulunmuş; başka bir günse ikinci sınıfa geçtiği hâlde henüz okuma yazma öğrenememiş olan Yunus, derste "e" harfini çalıştıkları esnada sıkılıp öğretmenine "Aman be, sokayım e'ye!" demişti." [sf. 192]

Onların hayatlarında yalnızca darbuka, roman havası, kırmızı ve et yok. Hatta et belki de hiç yok! Keşfedilmesi gereken bir tarihleri bile yer bulamıyor kitaplarda. Oysa ne çok çare bulmaya başlanabilir, hepsi gülen ve gülmekten vazgeçmeyen Çingene çocuklarla...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

23 Haziran 2017 Cuma

Modern topuklara geçirilen post

Postmodernizm, mimaride, edebiyatta, eşyada hatta kılık kıyafette bile nüvelerini göstermeyi başarmış çok yönlü bir fenomendir. Etrafımıza bu bilinçle baktığımızda, her alanda bu dönemin örneklerine sıkça rastlayabilmemiz mümkün.

Konuyu daha etraflıca ele almak gerekirse, dikkatimizi günlük yaşama odaklamamız gerekmekte. İzlerken farkında olmadığımız fakat okuması yapıldığında tam bir post modern gösterisi olan filmler, sinemayı işgal etmiş durumdadır. Mesela Lâl Gece filminin yönetmeni Reis Çelik, Anadolu’nun bağrını sızlatan, toplumun “töre” yarasını farklı bir yorum kullanarak seyirciye sunmuştur. Filmin tam olarak nerede çekildiğini ve karakterlerin isimlerini bilmemekle birlikte, izleyici, zihninde somutlaştıramadığı hikâyeyi anlamlandırmaya çalışır. Yönetmen, Anadolu’da bir yerde, herkesin başından geçmesi muhtemel olan bir gerçeği post modern döneme münhasır bir şekilde ele almıştır. Sinemanın yanı sıra müzik video kliplerinde de bu döneme özgü özellikleri görmek mümkün. Animasyonun yoğun kullanımı, zaman mefhumundan uzak, üç boyutlu, soyut, birbirinden kopuk gibi gözüken ama bir ilişkisi olan konuların farklı işlenişi, post-modern tadında, izleyiciye sunulmuştur.

Modern çağın sonrası olan fakat modernizimden (tamamen) ayrı düşünemeyeceğimiz bu dönem, edebiyat alanında Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar adlı romanında zirveye çıkmıştır. Tutunamayanlar, birtakım somut olayların soyut gerçeklikle iç içe geçirilmiş halidir. Atay, okurundan bu karmaşayı çözmesini ya da anlamlandırmasını beklemez, o, tüm bu olan bitenin (yani hikâyenin ve kahramanların) tek bir gerçekten yola çıktığını okuruna aktarmayı ister. Zaman yine doğrusal olmayan bir biçimde göze çarpar.

Göz zevkimizi okşayan mimari de ise alışılmışın dışında tasarlanan minareleriyle camiler de bu dönemden nasibini almıştır. Sınırlarıyla birlikte çizilmiş, birbirinden bağımsız öğelerin oluşturduğu bir tasarımdan oluşan binalar, bu çağın hala etkin olduğunu gözler önüne sermektedir. Şehir hayatının bizzat kurucusu olan insan, zamanla mimarı olduğu bu yaşamdan rahatsız olup bıkkınlığını dile getirmiştir. Şehrin gündelik yaşantısından şikâyet edip insanların saygısızlığından dem vurmaya başlamıştır. Doğaya bir özlemi vardır artık ve tabiata dönmeyi arzu etmektedir: Köy yaşamının zor şartlarını (gerçekliğini) düşünmeksizin, kırsal yaşantıyı özler ve kafasında kurgular.

Özellikle Yaşar Çabuklu’nun isabetli gözlemleriyle kaleme aldığı “Postmodern Toplumdan Kesitler” adlı kitabında, modernite sonrası dönemde meydana gelen değişimler, karşılaştırmalı olarak incelenmiştir. Bu kitaptan hareketle; modern toplumun insanı ile post modern toplumun insanının doğaya karşı bakış açıları öncelik olarak işlenerek, tutumları arasında bir değerlendirmeye varılmıştır.

Modern toplumda yaşayan bireyin, doğa ile ilişkisi zıtlık içerisinde olup, tabiatla iç içe olmak daha çok kırsal kesimde yaşayan kişilere ait bir özellikmiş gibi aktarılmıştır. Mesela Sport Utility Vehicle (SUV) -Land, Range Rover- türündeki araçlar, önceleri sadece kırsal alanlarda çoğunluk olarak kullanılırken, neo-liberalizmin gelişip, yeni orta sınıfın oluşmasıyla, kent kültüründe de rağbet görmüştür. Yani modern dönemden post modern döneme geçiş sürecinde otomotiv sektörü de büyük ölçüde evrilmiştir, Arabalardaki kadınsı inceliklerin egemen olduğu modern anlayış, post modern zamanda yerini artık daha erkeksi ve güç göstergesi olan SUV tipli araçlara bırakmıştır: SUV hem ekonomik değeri hem de kaba görünüşüyle yollardaki güç göstergesini simgelemektedir. Öyle ki SUV’lar haşin motoruyla, diğer otomobillere nazaran devasa büyüklüğüyle, tehditkâr tavrıyla, yollardaki tek hâkimin kendisi olduğunun sinyalini verir. Saldırgan görüntüsüyle, kendi şeridine geçenlere karşı bir savaş aracı olarak kendisini gösterir. Fizik olarak böyle görünse de, içi güvenli, konforlu, lüks bir korunağa benzemektedir. Yollardaki kontrolü tekeline alan bu araçlar, önceliğin kendilerinde olmasını istediklerinden dolayı bencildirler. Reklamlarda görünenin aksine, SUV’un sınır tanımayan ve yok etmeye meyilli bir doğası vardır; hâlbuki o, bizlere doğaya yüce bir değer atfediyormuş gibi yansıtılır.

Zamanla, SUV’lar erkeksi özelliğini yitirmiştir. Bir takım bağımsız girişimci eylemleri ve sektörün çalışan kadını da ön plana çıkarmasıyla SUV’lar kadınsı bir tasarıma kavuşmuştur. Gün geçtikte bu tip araçları kullanan kadınların sayısı artmış ve kendisine güvenen, özgürlüğünü elde etmiş bir kadın fenomeni toplumda yerini almıştır.

Söz konusu kadın ve bağımsızlığı olunca, yine değişen zaman şartlarına göre ayakkabı sektöründe de topuklar, modern ve post modern etkiye maruz kalmıştır. Kibar görünümüyle genellikle modernizmin ayakkabısı olan stiletto, yollardaki şıklığın ve narinliğin göstergesidir. Dönem itibariyle post modernliğe geçtiğimizde, SUV araçlarının ayakkabı modellerindeki karşılığı tam olarak traktör topuklu ayakkabıya denk gelir. Traktör topuklar görüntü olarak tıpkı SUV’lar gibi kaba, büyük, kalın ve kendi cinsinden olmayana geçit vermeyen bir türdür. SUV otoyolun, traktör topuk da yayaların iktidarına işaret eder. Traktör topuğu giyen kişinin özgüveni tamdır ve düşme riski az olduğundan, özellikle stiletto giyen kişiye göre daha az kaygılıdır (çünkü ince topuğu tercih eden kadınlar, sürekli bir tedirginlik hali içerisindedir). Bu aşırı stres ve anksiyete giderek güçsüzlüğe dönüşür. Ama traktör topuk bu duruma mahal vermez, o, güç değişimini asla kabul etmez. Fakat SUV’un ve traktör topuğun kazalarının da (kendilerine yüklenen misyon gereği) şiddeti büyük olur.

Sonuç olarak, doğa ve dünya hep bir aracın ya da eşyanın içinde izleniyor aslında. Ve insan, nesnesi olduğu bu doğaya bir özne gibi hükmetmeye çalışıyor. Tüm bu anlatılanlar, insanın tabiata tahakküm isteğinin ispatı olarak karşımıza çıkmakta ve bir dönem adı altında gözler önüne serilmektedir.

Betül Rana Uludoğan
twitter.com/_naze_nin
* Bu yazı daha evvel felsefehayat.net'te yayımlanmıştır.

Çeşitli kabuklara takılmadan, tasavvuf ve laiklik üzerine yeniden düşünmek

Âmiran Kurtkan Bilgiseven önemli sosyologlarımızdan. Aslında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi mezunu. Mezuniyeti müteakip çeşitli kurumlarda görev yaptıktan sonra İktisat Fakültesine Sosyoloji Asistanı olarak giriyor. Prof. Dr. Ziyaeddin F. Fındıkoğlu’nun asistanı… Hocasının tespitiyle milli endişe sahibi bir insan olan Bilgiseven 1970 yılında profesör olarak çalışmalarına devam ediyor. Âmiran Hanım özellikle din sosyolojisi alanında kayda değer çalışmalara imza attı. Akademik ortamlarda çok fazla söz konusu edilmeyen Türk/İslam kültür ve medeniyeti üzerine dikkat çekti. İslami kavramları sosyolojik bir bakışla yorumlayarak zamanında hem dini çevrelerde hem de akademi çevresinde pek alışık olunmayan bir yöntemi kullandı. Bilgiseven hem akademik açıdan hem de sosyal yaşantı açısından kaygıları, ümitleri olan sorumlu bir kişilik olarak tevarüs etti. Türk milletinin hem somut hem de soyut anlamdaki meseleleriyle hemhâldi. Toplumuna dışarıdan ya da akademinin fildişi kulesinden bakan biri olmadı. Toplumsal çözülme, kültürel gerilemeye bizi millet yapan değerlerin, öğretilerin rehberliğinde karşı durdu. En büyük iddialarından biri batı düşünce dünyasının yaşadığı birey/toplum çatışmasının İslami değerleri yaşadığımız sürece bizim toplumumuzda meydana gelmeyeceğiydi.

Bir sosyolog olmasına rağmen tasavvufla ilgisi gözden kaçırılmayacak boyutta. Tasavvuf tarihi ile ilgili çalışmaları ve tasavvufi öğretileri kendi hayatında uygulamaya çalışması da ayrıca dikkat çekici. Kendisi Melami meşrep bir hanımefendi. Tasavvuf tarihinin önemli şahsiyetlerinden Niyazi Mısri, Âmiran hanımın manevi rehberi. Mısri’nin açtığı yolda yürüyenlerden… Bunun yanında Yunus Emre ve Mevlana da hayatının önemli durakları… Kendini önemli ve özgün kılan olguların en başında mutasavvıfların görüşlerini, hayat pratiklerini uğraştığı akademik alana taşıması ve yorumlarını bu mutasavvıfların görüşleri ışığında geliştirmesidir. Düşüncelerinin temelinde İslam’ın ana öğretisi tevhid yer alır. İktisadi ve sosyal alanları vahdet-i vucud telakkisi ile birlikte değerlendirir. İslam’ın insana verdiği değeri hep göz önünde tutarak meseleleri yorumlar. Dünyevi kurumların, zenginliğin, sanayinin insanı ezmesine karşı çıkar. Üretimin ve paranın tekelleşmesini, sermayenin tek elde toplanmasını eleştirir. Küçük üreticilerin korunması gerektiğine inanır. Hayata bakışı tasavvufun vurguladığı insan sevgisini temel alır. Dediğimiz gibi Batı düşünce ve kültür dünyasının birbirinden ayrılan, birbiriyle zıtlaşan parçalanmış paradigmasını tevhid merkezli bir bakışla eleştirir.

Sosyolojik Açıdan Tasavvuf ve Laiklik, Bilgiseven’in 1977 yılında yayınladığı önemli bir kitabı. Kitabın hemen başında kitaba temel teşkil eden dört ana görüş dile getiriliyor. İlerleyen sayfalardaki fikirler bu dört ana görüş ekseninde. Temel görüşlerden birincisi, bir toplumun gelişiminin, ekonomik durumunun, kurumlar arasındaki koordinasyonunun yalnızca maddi faktörlerle açıklanamayacağı görüşü. Maddi unsurların en uygun koordinesi toplumsal uyumu sağlayamaz. Teşkilatlanma ve rasyonel zihniyet toplumun sosyal gelişmesini temin edecek yegâne unsurlar değil. Nitekim maddi gelişimini en mükemmel şekilde sağlayan bunun dışındaki bütün manevi unsurları, moral değerleri, insanları bir araya getirecek ahlaki öğretileri önemsemeyen sistemler uzun vadede yok olmaya, iflasa mahkûmdur. Nitekim yalnızca ekonomik göstergeleri düzeltmeye çalışan, maddi alanda iyileştirmeler yapan, yollara, köprülere, binalara ağırlık veren ama bunun yanında insanların manevi dünyasına hitap etmeyen, ahlakı, sanatı göz ardı eden, toplumu milli bir ruh etrafında kenetlemeyen, sahici olmayan bütün öğretilere sahip sistemler uzun vadede yıkım getirir. İlimden, irfandan ziyade maddi unsurlarla övünenler sağlam bir sosyal ve iktisadi yapı kuramazlar.

İkinci ana görüş bugün bile birçok insanın beyninin bir taraflarında duran asılsız bir inancın eleştirisini de içeriyor. Şöyle ki: Bugünkü toplumsal yapıyı, iktisadi değerleri, insan yaşamını, insan yaşamına yön veren prensipleri, var olan ahlakı, İslami değer hükümleri ile tahlil ettiğimizde bir geriye dönüşün ortaya çıkacağı gibi bir anlayış var. Âmiran Hanım ahlakın toplumdan topluma zamanın şartlarına göre değişebileceği gerçeğini göz ardı etmeden bile böyle geriye dönüşün asla ifade edilemeyeceğini dile getiriyor. Yazar araç gereç kullanımı açısından yani maddi kültür unsurlarını kullanma ya da tercih etme açısından geriye dönüşün olabileceğini belirtiyor. Bugün elektrik ışığı yerine gaz lambası kullanmanın, otomobil yerine kağnıya binmenin geriye dönüş olarak vasıflandırılabileceğini söylüyor. Maneviyatta, moral değerlerde, manevi kültür unsurlarında ilericilik, gericilik vasıflarının zamana bağlı olmadığını, zamanla değişmeyeceğini dikkatle vurguluyor. Ve burada çok manidar bir örnek veriyor. Batıdaki demokrasi kıvılcımları çok sönük bir şekilde 1215’lerde İngiltere’de görülüyor. Bunun yanında İslam Peygamberi karar alma sürecine bütün Müslümanları dâhil ediyor. Kadınlara da rey hakkı tanıyor. Daha ilk dönemlerde bile demokrasinin iddiaları bizzat uygulanma şansı buluyor. Yazarın bu yorumlarından yola çıktığımızda aslında bugün İslam’ın ilk dönemlerine göre daha geride olduğumuz söylenebilir. Evet, bugün birçok İslam toplumu sultanlıkla, krallıkla idare ediliyor. Geçmişteki manevi kültürümüzün kıymet hükümleri yeniden canlandırıldığında, İslam’ın özündeki eşitlik, hürriyet, adalet gibi değerler görülecektir. Bu kesinlikle bir gerileme olmayacak. Yani geriye dönerek, gerici olmuş olmayacağız.

Üçüncü ana görüş, İslam’ın bütün zaman ve mekânlar için değer taşıyan, maddi ve manevi dengeyi sağlayan ölümsüz felsefesini yani özünü muamelata ait lâfzî kalıplara kurban etmeden, özü şekle mahkûm etmeden anlamaya çalışmak. Yazar burada İslam’ın madde ve manayı dengeleyen ölümsüz felsefesinin mutasavvıflar tarafından çok iyi işlendiğini söylüyor. İslam’ın özünün şekli kalıplardan kurtararak, bu özün değerini sosyoloji ve sosyal psikoloji görüşleri ile ortaya koymanın öneminden bahsediyor.

Dördüncü ana görüş, Kur’an’ın toplumla, insanla ilgili bazı ayetlerinin sosyolojik görüşlerle tefsir edilmesi. Yazar Kur’an’ın fert ve cemiyet münasebetleri bakımından tefsirinde sosyologlara düşen bazı görevlerin olduğunu belirtiyor. Yazar değer hükümlerinin hem dini menşeli hem de ilim dallarının ana konularından olduğunu söylüyor. Değerlerin sosyolojisinin, ana konularından biri olduğunu ve Kur’an’ın sosyolojik bakımdan yorumunun kendisi için kaçınılmaz bir ilmi tecessüs olduğunu da vurguluyor.

Bilgiseven kitabının İslamiyet’in özüne ilmi bir bakışla bakmaktan duyulan büyük bir hayranlığın ifadesi olarak değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor. İslam kültürünün saf ve asli değerlerinin ortaya konduğu ve benimsendiği dönemde tevhidi düşüncenin etkisiyle insanlığın en mükemmel anları yaşanmış. Yazarın belirttiği gibi bu dönemler maalesef çok kısa sürüyor. Âmiran Hanım yukarıda belirttiğimiz dört ana görüşü merkeze alarak fert ve cemiyet münasebetlerine din sosyolojisi açısından bakıyor. Kur’an hükümlerini tasavvufi bir görüşle ele alıyor. Burada özellikle İslam’ın özünü teşkil eden birlik akidesine vurgu yapılıyor.

Sosyolojik Açıdan Tasavvuf ve Laiklik'te hem İslamiyetin tasavvufi derinliğinden habersiz Müslümanların hem de fert ve cemiyetle ilgili meseleleri Hıristiyan menşeli Batılı düşünürlerin etkisiyle ele alan aydınların tutumları eleştiriliyor. Her iki bakışın kendi milli kültürümüzün kıymet hükümlerini dikkate almadığını ve orijinal kanaatlere varılamadığını belirtiyor. Bilgiseven laikliği de bu zaviyeden değerlendiriyor. Yazar cemiyet ve insan münasebetlerinin düşünürken insanın gerçek manada insan olabilmesinin nefsini, hayvani egoizmini frenlemesinden geçtiğini belirtiyor. Gerçek manada insanın olduğu yerde cemiyetin de her türlü bölünmeden, ayrışmadan, kaostan kurtulacağına dikkat çekiyor. Türk-İslam felsefesindeki cemiyeti kendinde bulan insan kavramının dikkatle ele alınmasının önemi dile getiriliyor.

Gerçek tasavvufun talim ve terbiyesi altında tembellik ve miskinlik yuvasına dönüşmemiş tekkelerden çıkan düşünce, ferde insanın Kur’an’ın özünü yani tevhidi en mukaddes değer olarak aşılar. Dünya içinde ahreti, çokluk içinde tekliği gösterir. Tasavvufi terbiyeyle dindarlıkla dünya hedefleri iç içe geçirilir ve her daim Allah’la birlikte olma düşüncesi unutulmaz, ferd bütün cemiyeti kendinde bulur. Madde ve mana, dünya ve ahret dengesi, laik ve dini sınır tek bir terbiye çerçevesinde bir arada olur. Canlı ve cansız bütün mazharlara aynı dikkatle muamele eden insanlardan kurulu cemiyet tevhid akidesine uymanın ahengiyle maddi refah ve manevi saadete ulaşır.

Sosyolojik Açıdan Tasavvuf ve Laiklik, dikkatle okunmayı gerektiriyor. Kitap hakkında söylediklerimiz mutlaka eksik kalacak. Bir mutasavvıf sosyologun samimi üslubu ile meseleleri ele aldığı bir metin… Âmiran Kurtkan hem Batı’yı iyi tanıyor hem Doğu’yu hem de mensubu olduğu İslam’ı. Mensubiyetinden herhangi bir rahatsızlık duymadan aynı zamanda karşısına hem Batı menşeli düşünceleri alarak hem de kendi kültürüne yabancılaşmış aydınları alarak söylüyor söyleyeceklerini. Hiçbir tereddüde meydan vermiyor. Özellikle Müslümanların belki de haklı sebeplerle karşı çıktığı ya da anlamadan düşman olduğu bazı batı değerlerini ve özellikle laikliği bir de bu kitaptan okumak lazım. Çeşitli imajlara, kabuğa takılmadan işin özünü anlamak için…

Muaz Ergü
muaz-01@hotmail.com

19 Haziran 2017 Pazartesi

Bir tedavi yöntemi olarak müzik

"Müzik, ahenkle süslenir, iyi ruhlara yönelir."
- Konfüçyüs

Bir toplumun kadim değerleri, filtreleri, dolayısıyla da terazisi vardır. Buna medeniyet tasavvuru diyebiliriz. Medeniyeti, kendi tasavvurunun içindeki dinamikleri ayakta tutar. Bizim medeniyetimizde sanat, temel dinamikleri oluşturduğu gibi asırlar boyunca toplumun yaşayışını, zevkini, düşünce dünyasını şekillendirmiştir. Sanatımızın her kolu; mûsıkîsi, şiiri, mimarîsi, hattı, ebrûsu ve daha nicesi birbiriyle irtibatlı olmakla birlikte, birbirini zenginleştirmiştir. Nihayet toplum olarak ciddi bir sanat terazisine sahip olmuşuzdur. Böylelikle neyin güzel, neyin çirkin olduğunu kadim esaslar doğrultusunda hesaba katarak, daima uygun olanı yakalamışızdır. Bizim için uygun olan; sadedir, kullanışlıdır, asırlıktır ve muhakkak şifa verir.

Asırlar önce yapılmış bir mimarî esere bakarken aldığımız hazzın yanına bazen yine asırlar önce bestelenmiş bir şarkıyı koyarız. Sonra onu hattın en güzel üslubuyla gönlümüze nakşederiz, ebrû vasıtasıyla gelenekten geleceğe aktarırız. Türkülerimizi şiirimiz besler, şiirimizi gönlümüz. Tüm bu sürecin inşasında gönül dünyamız olmuştur. Ne zaman ki bir gönül medeniyeti olduğumuzu unutmuşuz, işte o zaman terazimizin dengesi şaşmıştır.

Ne hazindir ki dünyanın bir sisteme sahip olan iki müziğinden biri olan Türk müziği, artık popüler kültüre teslim olmuştur. Video klip dünyası ve gençlerin Türk müziğini "uyutan, miskinleştiren, anlaşılmayan" bir şey olarak görmesi yahut onların bu müziğin iç dünyasından fersah fersah uzak biçimde yaşaması, eğitilmesi; müziğimizin kıymetini unutturmuştur. Oysa bizim müziğimiz, çok uzun asırlar boyunca yalnız ruha değil bedene de şifa olmuştur. Öyle ki batının aklî sorunları olan insanları "içine şeytan kaçmış" diyerek yaktığı asırlarda bizim şifahanelerimiz ruhsal sorunları mûsıkînin engin iklimiyle çözmeye gayret etmiş, bir çok hastayı ayağa kaldırmıştır.

İşte, Haşmet Altınölçek'in Müzikle Tedavi: Müzikle İletişimin Terapide Kullanımı adlı kitabı da geçmişteki bu güzel günlerin detaylarını sunuyor. Altınölçek, 1998 yılında Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde sunduğu "Bir İletişim Aracı Olarak Müzik ve Müzikle Tedavi Yöntemleri" başlıklı doktora tezinin bir bölümünü ve sonrasındaki çalışmalarından alıntılarını bu kitabında toplamış. 133 sayfalık kitap 4 bölüme ayrılıyor: İnsan ve Müzik Etkileşimi, Tedavide Müzik, Müziğin Etkileri, Müzik-Terapi ve Psikiyatri Bilimindeki Önemi. Kitabevi Yayınları tarafından neşredilen eser 2016 yılında ikinci baskısını yapmıştı. Bu ilgi şüphesiz umut verici.

Haşmet Altınölçek son derece yalın bir üslupla, bazı kavramlarla birlikte müziğin iç dünyasını anlatıyor ve akabinde çok önemli kaynaklardan yararlanarak tarihimizde mûsıkîye verdiğimiz değeri ve "şifa kaynağı" olarak nasıl bir göreve sahip olduğunu anlatıyor. Eski Çin'de ve Eski Mısır'da çok ciddi biçimde tedavi yöntemi olarak kullanılan müziğe dair Altınölçek, Konfüçyüs'ün şu düşüncelerini bir terapi faktörü olarak nitelendiriyor: "Müzik yapıldığı zaman kişiler arası ilişkiler düzeltir, gözler parlak, kulaklar keskin olur. Kanın hareketi ve dolanımı rahatlar. Müzik tonların bir verimidir. Kökeni, dış etkenlerin beyne olan etkisidir. Neşeli sesler ince ve yavaştır, ruha rahatlık verir. Sevinç dolu sesler, yüksek ve sonra dağılıcıdır. Öfkeli sesler, korkunç ve kabadır. Saygı taşıyan sesler, doğru ve gösterişsizdir. Sevgi gösteren sesler, yumuşak ve ahenklidir. Ancak sesin bu özellikleri doğal değildir, dış etkenlerin aracılığıyla oluşan etkilerdir. Müzik, ahenkle süslenir, iyi ruhlara yönelir." [sf. 24]

Tarih boyunca müzikle tedavi yöntemini uygulayanlar arasında, kitaptan öğrendiğimiz kadarıyla hekimler de var, büyücüler de, şamanlar da. 'İşin ehli' olarak gösterilen bu meslek kolları, müziğin yanına su ve şifalı ot gibi doğal malzemeleri de kullanarak etki alanını genişletmiş, kısa sürede hastayı kendine getirmiştir. Günümüzdeki ise hidroterapi çok yeni bir moda...

Müzik, yalnızca 'kafa' hastalıklarına iyi gelmekle kalmamış, Kanuni dönemi saray hekimliği yapan Musa Bin Hamun gibi uzmanlarca diş ve çocuk hastalıklarının tedavisinde de kullanılmıştır. Osmanlı dönemindeki müzikle tedavi yöntemlerinin kaynağına inen Altınölçek, eski Türk hekimlerinden Şu'ûrî Hasan Efendi'nin Ta'dilü'l Emzice, 18. yüzyılda yaşamış Hızır Ağa'nın Tefhîmü'l-makamât fi Tevlîd'n-nagamât, 19. yüzyılda yaşamış saray hekimbaşısı Gevrekzâde Hafız Hasan Bin Ahmet'in Emrâz-ı Rûhâniyyeyi, Nagamât-ı Mûsikiyye ile Tedavi, İstanbul kadısı ve Rumeli kazaskeri Mehmed Hafid Efendi'nin ed-Dürerü'l-müntehabatü'l-mensûre fî ıslâhi'l, galatâti'l-meşhûre gibi eserlerinden yararlanarak ruha ve bedene iyi gelen makamları, nitelikleriyle beraber nakletmiş. Yalnızca geçmişten değil, günümüzden de çok ilginç misaller vermiş:

"Yemek borusunun büyük bir kısmı ile midesini ve pankreas kesesini kanser kaplayan, 49 yaşında ve dört çocuk babası olan Ahmet Erdal, her tarafı yeşil fayansla kaplı ameliyat salonuna girince, hafiften çalınan bir müzikle karşılaşmıştır. Ameliyatta hazır bulunan Prof. Op. Galip Burak, müzik eşliğinde yapılan ameliyatın yararları üzerine şunları söylemektedir: "Biz cerrahlar, insan yaşamıyla uğraşırız. Büyük bir sorumluluk taşıdığımızdan, sinirlerimiz çok gergindir. Ameliyatta sinirli bir operatörün başarılı olması ise pek güçtür. Hafif müzik, sinirleri yatıştırıyor. Cerrah sinir rahatlığı içinde ameliyat yapıyor. Hasta üzerindeki etkisi de çok olumlu. Hasta, ameliyatta çok acı duyacağını, ıstırap çekeceğini düşünür, ameliyatın sonucundan korkar. Onun da sinirleri bozuktur. Ameliyathane onun üzerinde, bir mezbaha etkisi bırakır." [sf. 71]

Altınölçek'in yazdığına göre müzikle ameliyat düşüncesini ortaya atan Op. Dr. Erdoğal Yalav, özellikle bilinmeyen bir müziğin çalınmasını uygun görüyormuş. Bunun sebebi ise bilinen şarkıların, bilince seslenmesi ve doktoru şaşırtabileceği... Dünyaca ünlü kalp doktorumuz Mehmed Öz de hastalarını ameliyata tasavvuf müziği eşliğinde hazırlıyormuş. Sebebini ise şöyle söylemiş: "Bu müzik, insandaki stresi atıyor ve kendilerini ameliyata hazır hissetmelerini daha kolay sağlıyor."

Müzikle Tedavi kitabında, geçmişin birçok medresesinin ve dârüşşifasının krokisi de yer alıyor. Planların ne doğrultuda yapıldığı ve müzikten ne biçimde yararlanıldığı aktarılıyor. Özellikle dârüşşifalarda Türk müziğinin zengin makam ve nağme zenginliğinden yararlanıldığına ve böylece ses aralıklarının hangi hastalıklara ne yönde iyi geldiğine dair bilgiler de yer alıyor.

Günümüzde stresin zararları bariz biçimde ortada. Mide hastalıklarından kalp rahatsızlıklarına, ruhsal bozukluklardan bedendeki kronik yorgunluğa kadar birçok iç ve dış hastalıkta stres neredeyse en büyük pay sahibi. Sürekli hızlanan yaşam, genişleyen, kalabalıklaşan ve gürültüsü artan kentlerdeki yaşam insana koca bir stres yükü olarak geri dönmekte. Eğer hareketsiz, sürekli bilgisayar karşısında bir işle meşgulseniz stresin yanına sürekli nimet olarak bahsedilen teknolojinin radyasyondan bel fıtığına kadar genişleyen hastalık portföyünü de hatırlamak gerekiyor.

Haşmet Altınölçek, müziğin bilimsel etkisinin reddedilemez olduğunu fakat müziğin kalıcı bir etkiye sahip olmadığını özellikle vurgularken, bilhassa stresin vücuttan uzaklaştırılması konusunda müziğin büyük bir öneme sahip olduğunu da belirtiyor.

Naçizane bir ekleme yaparak yazımı bitirmek istiyorum. Şehirlerimizin bunca tahrip olmasıyla, üslubumuzun ve dilimizin bu kadar argo kalıplarla dolmasıyla, kitap okuma tercihlerimizdeki bu korkunç seviyesizleşmeyle müziğimizin doğrudan bir ilişkisi vardır. Güzel olanı kaybedince önümüze konan her şeyi güzel zanneder olduk. Çünkü kalb-i selim, zevk-i selim, akl-ı selim terazilerimizi kaybettik. Yeniden Türk müziğine başvurarak tüm zevklerimizi yeniden kavuşmak mümkün mü? Bu sorunun cevabı imkânsız olsa da, yine de bir umut taşıyoruz, taşımalıyız.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Kökten dala bir inşanın serüveni

Bugün düğünde dernekte, adaklarda, hayırlı işlerin evvelinde ahirinde ziyaret edilen evliyaların, erenlerin kabirlerinin olduğu Anadolu, bir zamanlar bu topraklara yerleşmek isteyen cengâver dervişlerin gözü pekliği ile hem madden hem manen fethedilmişti. Üzerinde yaşadığımız bu kültürel ve dini mirası Dede Garkın, Kızıl Deli, Yahşı Fakih, Evrenesoğlu, Otman Baba gibi ismini bildiğimiz veya bilmediğimiz nice alpler, erenler, gaziler, dervişler inşa etmişlerdi. Gül alıp, gül satan, gülü gülle tartan Anadolu’nun maddi ve manevi mimarlarının belli başlılarının ele alındığı Dervişler ve Sufi Çevreler isimli kitap, Kitap Yayınevi tarafından okurun beğenisine sunuldu.

Dervişler ve Sufi Çevreler, Sakarya Üniversitesi tarih bölümünde akademisyen olarak görev yapan Doç Dr. Haşim Şahin’in çeşitli tarihlerde yayımladığı makalelerinin bir araya getirilmesinden oluşuyor. Kitapta özellikle Anadolu’nun Türkleşme ve İslamlaşma sürecinde tarikatların, abdalların, dervişlerin bu sürece doğrudan ve dolaylı katkıları anlatılıyor.

İki bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde tarihî bir kaynak olarak Menâkıbnâmeler ve Vilâyetnâmenlerin neden ve niçin kullanılması gerektiğinin altı çiziliyor. İkinci bölümde Vefailik, Nakişibendilik, Bayramilik ve Melamilik tarikatları ile bu tarikatların önemli aktörlerinin “Anadolu İslamı’nın” oluşum seyrindeki rolleri akademik bir üslupla ele alınıyor.

Dervişler ve Sufi Çevreler kitabında, gaza ve cihat anlayışıyla iç içe geçen derviş anlayışının temel dinamikleri, dervişlerin hayata bakışları, gündelik yaşamları, inançları ve dini ritüelleri inceleniyor. Kitapta, kurtlara koyun emanet etme, kış ayında ağaçtan meyve toplama, geyik veya şahin kılığına girme, havada uçma gibi olağanüstü durumların tarikatların niteliğinin anlaşılmasında önemli olduğu vurgulanıyor. Kaşı kirpiği yoluk kalender meşrep dervişlerden, ellerinde bir asa olduğu halde çobanlık yapan ve kendisini kurtarıcı olarak gören vefai şeyhine, ziraat ve esnaflığı överek halk içinde hakla olmayı şiar edinen Bayramiliğe kadar tarikat yapılanmalarının Anadolu’da dini zeminin inşasındaki etkisi açıklanıyor. Vahdet-i vücut, kutbiyyet, pir, ulûhiyet, cezbe gibi temel kavramların tarikat yapılanmalarındaki anlamları ile bu kavramlara verilen ehemmiyetin tarikatların birbirinden ayrışmasındaki belirleyici rolü konuya aşina olmayan okura rehberlik ediyor. Böylece okur tarikatlara göre farklılaşan uygulamaların dini, sosyal ve siyasal bağlamdaki simgesel karşılıklarını öğrenme şansını buluyor.

Şahin, Horasan, Dımaşk, Tebriz, Bağdat gibi şehirlerarasında dolaşarak seyr ü süluğunu tamamlayan dervişlerin Anadolu’da ve Balkanlar’daki fetih hareketlerine katılarak yeni İslam beldeleri açma teşebbüsleriyle gerçekleşen İslam’ın kültürlerarası yolculuğuna dikkat çekiyor. Bu yolculukta sınırların bugünkü gibi toplumları birbirinden ayırmadığı bir dünyada ilim öğrenmek adına diyar diyar gezen sonra da öğrendiği ilmi kurduğu bir dergâhla yayan dervişlerin birbirleriyle kurdukları temasın izlerini de takip etmek mümkün. Hacı Bayram Veli’nin, Şeyh Şücâeddin Veli’yi, Şeyh Bedrettin’in halk arasında Somuncu Baba olarak bilinen Şeyh Hamîdüddîn Aksarâyî’yi, Hacı Bektaş Veli’nin Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’yi ziyaretleri bu duruma örnek olarak gösterilebilir.

Kitap aynı zamanda tarikatların ve sufi çevrelerin siyasal iktidarla olan münasebetlerini de ortaya koyuyor. Örneğin Timur’un, Şeyh Şücâeddin Veli’ye gönderdiği hediyelerin Şeyh tarafından kabul edilmemesini veya Geyikli Baba’ya Orhan Gazi’nin iki yük şarap ve iki yük rakı göndermesi ve Geyikli Baba’nın “Bizim dergâhımızdan giren rakı bal, şarap yağ olur” diyerek bir kazana koydurup sultana geri göndermesinin dini ve siyasi iktidar mücadelesi bağlamında nasıl okunması gerektiğinin ipuçlarını içeriyor. Gerek Selçuklu gerekse Osmanlı’da siyasal iktidarla dönem dönem karşı karşıya gelen sufi çevrelerin, iktidara en yakın oldukları noktada bile her dem gözetim altında tutulmalarına karşın geliştirdikleri gizlenme-korunma refleksleri okura sosyolojik okuma imkânı tanıyor.

Köklerini Suriye, İran, Irak gibi topraklardan alan dallarıyla Anadolu ve Balkanlar’a uzanan tarikatların ve sufi çevrelerin serüvenini okuyacağınız bu kitap, bugünkü dini ve toplumsal dokumuzu anlamada referans olmayı vaat ediyor.

Nur Efşan Gür
nurnurefsan@gmail.com

17 Haziran 2017 Cumartesi

“Beat”tim be abi!

“Hapiste olduğunu bilmeyen bir adam asla kaçamaz. Gezegenin ve bedeninizin neredeyse hiç kaçılmaz bir hapishane oluşturduğunun farkına vardığınız, hapishanede olduğunuzu fark ettiğiniz anda kaçış şansınız vardır.”

Böyle buyurmuş Beat akımının kült ismi. “The Invisible Man” müstearıyla da bilinen William S(eward) Burrroughs’nun (1914-1997) “Çıplak Şölen”ini (“The Naked Lunch”) sinemalaştıran David Cronenberg’in aynı adlı filmini seyretmediniz mi? Seyretmiş olsaydınız böcek ilaçlarıyla kafayı bulan adamımızın (Bill Lee, Peter Weller) hayal âlemindeki serüvenlerine, bilincinin altını üstüne getirişine, ağzı laf yapan dev böceklerle muhabbetine tanıklık edip akla ziyan grotesk vajinalardan dev penislere ve ne idüğü belirsiz nesnelere varana dek kafadan kopartan bir serüvene ortak olabilirdiniz.

Beat kuşağının ilk anda akla gelen isimlerini yazalım hemen: W. S. Burroughs, Jack Kerouac, Allen Ginsberg. Stüdyo İmge’li yıllarda tanışmıştım hazretle… “Mescalin”, uyuşturucu, The Doors (“Algının Kapıları” nasıl açılır?), Beat, bilinçdışı, “cut up” tekniği, cinsellik, tabular, sanrılar… Ve adamımız, maşallah epey sınırdadırlar! Pek çok genç için cazip mevzular.

Meraklıları için yazayım: W. Burroughs, ölümünden sekiz yıl önce Gus Van Sant’ın “Drugstore Cowboy” filminde Matt Dillon’ın canlandırdığı Bob karakterinin akıl hocası (Tom the Priest) olarak da boy göstermiştir beyazperdede. Meraklı turşucular için bir not daha: “Ve Hipopotamlar Tanklarında Haşlandılar” ile “Benim Eğitimim”e mim koyun. Beat denilen olguya vâkıf olabilmek için… “Bip” koyabilirler! Sel’den… Sütten çıkmış ak kaşık değildi W. Burroughs. Hepimiz gibi… Devam ediyor “Çıplak Şölen”, otuz iki kısım tekmili birden!

Adnan Algın
adnanalgin@gmail.com

Ramazanın tesirini yükselten kitap

“Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.”
- Bakara, (2) 183

“Ramazan ayı girdiği zaman cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar da zincire vurulur.”
- Hadis-i Şerif

"Bir yudumda içilir akşam ezanı
Sezer yolunu bir dua iç denizlerde:
‘Kabul et lütfen ilk oruçlar hatrına’
Bir yudumda içilir akşam ezanı."
- Ahmet Murat, İlk Oruç

Bazı kitaplar vardır, her an her zaman okunabilir. Her zamana hükmeder ve her zaman okunduğunda aynı tat, aynı şifa alınabilir. Bazı kitaplar ise muayyen vakitlerde okunduğunda ondan daha fazla feyz almak mümkün olur. Sezai Karakoç’un "Samanyolunda Ziyafet" adlı kitabı aslında bahsettiğim her iki durum için de geçerli. Fakat bir tercih yapacak olsam, yazıldığı konuyu baz alarak özel bir zamanda -yani Ramazan ayında- okunmasını tercih ederim. Samanyolunda Ziyafet kitabı, Ramazan ayında okunduğunda insana daha tesirli olacaktır kanaatindeyim.

Bir Ramazan ayı geldi ve bitiyor. İnananlar için ya da daha doğrusu inanıp oruç tutanlar için kalplerde yeri her zaman zirvede olan bu aydan bize katılan ruh doygunluğunu hissetmek için, belli bir fikir seviyesini geçmemiz lâzım diye düşünüyorum. Bunun ise ancak okumakla, soruşturmakla mümkün olacağı kanaatindeyim. Sezai Karakoç’un yazılarının, bu özel ayın manevi açıdan önemini hissettirip insanları tefekküre daldıracak cinsten olması, biz okurlar için büyük şans. Yaşadığımız çağda oruç ibadetini hakkıyla yerine getiren veya getirmeye uğraşan çok insan kaldı mı bilmiyorum. Fakat bir kişi dahi kalsa hatta hiç kimse kalmasa bile bu, bu ayın kutsallığından hiçbir şey götüremeyecek. Özellikle bu zamanlarda büyük şehirlerde Ramazanın gelip gelmediği neredeyse belli olmazken belli bir ruh ikliminden bahsetmek çok zor olsa da, Karakoç’un yazılarını okuyup o manevi iklime girmeye çalışmak faydalı olacaktır.

Samanyolunda Ziyafet, Sezai Karakoç’un Diriliş Yayınları’ndan neşredilen, nesir türünde (kitapta bir tane şiir bulunuyor) bir eseridir. Kitapta, şairin ilk yazısının tarihi 1964, son yazısının tarihi ise 2004’tür. Kitap, bu zaman aralığında yazılmış otuz beş adet oruç yazısından ve 139 sayfadan oluşuyor.

Karakoç, kitabına "Betonları Kıran Oruç" başlıklı yazısıyla başlıyor ve bu çarpıcı başlıkla bizlere orucun kapsayıcılığından söz ediyor: “Oruç, tek başına bellibaşlı ibadetlerden olduğu gibi, bir de öbür ibadetlerin yatağı olmak gibi bir özellik taşıyor. Kur’an en çok bu ay okunuyor, namaz en çok bu ay kılınıyor. Öbür ibadetleri çağıran, toplıyan ve sunan bir yanı var” derken aklıma İsmet Özel’in babasının dediği bir söz takılıyor: “Rahmetli babacığım Ramazan ayı geldiğinde ancak oruç tutan ve lâkin vakit namazı kılmayan nâdânları küçümser, ‘hayvanı da bağlasan aç durur’ derdi.

Bu sözle birlikte düşünüldüğünde Sezai Karakoç’un bahsettiği şeyi anlamak daha mümkün hâle geliyor. Başta bahsettiğim gibi, Karakoç’un yazılarında da yer alan manevi iklimle alâkalı bir durum bu. Oruç, bütün güne yayılan bir ibadet olduğu için, diğer ibadetleri de içine alabiliyor. Hakkıyla oruç tutan bir insan, bütün gün sadece oruç tutmaktansa, en azından birkaç vakit namaz kılabiliyor, bir sayfa Kur’an okuyabiliyor. Tabiî ki bu durum herkes için geçerli değil; ancak Ramazan ayından önce günlük ibadetlerini gerçekleştirmediği hâlde, bu ayda daha hassas olan birçok kişi tanıyorum, herkes tanıyordur.

Namaz ibadetinden ayrılmadan önce, Sezai Karakoç’un oruç ve namaz üzerinden gerçekleştirdiği şu sosyolojik tespiti paylaşmak isterim. Karakoç, oruç ve namaz üzerinden doğu ve batı toplumlarını bir yönden harika bir şekilde tespit ediyor: “Oruç ve namaz; bülûğ çağından çıkarken, çocukluktaki babadan, normal babaya geçişinde, ‘metafizik’ bir planda tutarak, çocuğun büyük bir sarsıntı geçirmesini de önler. Batıda çocuk için baba her şeydir. Bir nev’i küçük tanrıdır; zaten hristiyanlıkta tanrının ‘baba’ oluşu, ister istemez çocuğun babayı tanrılaştırması için zihnî bir vasat hazırlıyacaktır. Çünkü çocuk en mücerretleri bile konkreleştirir.. Sonra, bülûğ çağını aşınca realist bir gözle babayı görür. Bu tanrı ‘baba’dan alelâde babaya geçiş birdenbire olur. Batı toplumunda, bir inkılâpla. Bu sebepledir ki çocuk, babasına âdeta taparken, genç, inkâr eder, reddeder. Batıda gençlik, babadan, aileden tam bir kopuştur. Âdeta genç, çocuklukta verdiği avansları geri almaya başlar. İslâm toplumunda ise, Namaz ve Oruçla, çocuk, kendisinden de, babasından da ölçülemiyecek kadar yüksekte, her şeyin üstünde, sonsuz bir gücün bulunduğunu, babanın da, kendisinin de onun önünde eğildiğini anlar. İki baba, yani çocukluktaki babayla gençlikteki baba arasındaki, bu en kritik köprü çağında çocuk, gerçeğin farkına varır.

Günümüz Ramazanları
Oruca gelince, en zayıf çağlarımızda bile, ramazan ayı geldi mi, islâm dünyasında esen uhrevî bir bâd-ı sabâ, onu, inkâr karanlığına gömülmüş ülkelerden bıçak kesimi ayırır. Bir Kâbe çevresi, bir Sultanahmet havası, bir Eyyüpsultan semti nasıl öbür yerlerden bir çırpıda ayrılıyor, insanı tâ yüreğinden kavrıyor, insanın özüne tesir ederek onu öbür insanlardan ayırıyorsa, ramazan ayında Müslüman ülkeler de böyle bir yücelikle dolup taşarak, Avrupa’dan, Çin’den, Rus ülkesinden, Amerika görünüşünden bir bakışta seçilir, farkedilir, ayrılır. Ramazan ayı bir mucize ayı olarak ruhun olağanüstülüğüyle dolup taşar. Gördüğümüz en mütevazi evde bile düşünülemeyecek ne harikalar oluşur. Çünkü: oruç, başlı başına bir melek ülkesinin dünyaya çağrıldığı ay olmanın dışında, hergünkü zamanda daha çok ve katmer katmer donanmıştır namazla da, Kur’an’la da. Oruç, topluma inen bir takva gibi gelmiştir. Her yıl gelen bir takva mucizesidir oruç. Sürekli bir mucizedir.

Sezai Karakoç’un 1967 tarihinde yazdığı "Sürekli Mucizeler" adlı yazısını okurken, o zamanki Ramazanları sık sık günümüzle mukayese ettim. Demek istediğim "nerede o eski Ramazanlar?" klişesi değil, zaten bunu diyecek bir yaşa ya da düşünceye sahip değilim. Fakat Sezai Bey’in anlattığındaki bir Ramazan iklimiyle, o zamandan yaklaşık yarım asır sonra gelinen nokta müthiş bir tezat içeriyor. Artık Ramazana gelip gelmediğimizi veya Ramazan ayında olup olmadığımızı takvimlere bakarak anlıyoruz. Sokaklara çıktığımızda, lokantalara gittiğimizde, marketlere girdiğimizde ve insanlarla konuştuğumuzda karşımızda olan manzara, bir Ramazan ayında olduğumuzu bize göstermiyor. Hele hele son yıllarda başlayan ve insanlarda Ramazanı kültürel bir olaymış gibi sunma sevdasıyla birlikte, şairin bahsettiği manevi iklimin ölüyor olduğunu düşünüyorum. Bunlara bir de orucu diyete indirgeyen bakış açısındaki insanlar eklenince kültürel yozlaşmanın boyutu daha da artıyor. Televizyonlarda bas bas orucun vücuda faydalarından bahseden sözde bilim insanları, bir taraftan da, faydası olmasa tutmayız, mesajı vermiyor mu? Allah’ın verdiği bir emir için, illa ki aç gözlülükle bilimsel faydalar mı gözetmek zorundayız? Manevi yararlar kimseye yetmiyor mu?

Bir tarafta Ramazanla alay eden, oruç tutanları hor gören nâdânlar, diğer tarafta oruç tutan ancak niye oruç tuttuğundan habersiz, orucu ‘açların halinden anlamak’ gibi basit, yersiz, sığ bir düşünceye hapseden, sonra da beş yıldızlı otellerin zengin menülerinde iftar yapan insanlar ve bu iki topluluk arasına sıkışmış sayıca az ama bilinçli Müslümanlar… Dücane Cündioğlu, “Orucun açların ve yoksulların halini anlamakla ilgisi yoktur. Öyle olsaydı, oruç yoksullara da farz kılınmazdı” diyor ve yıllar önce katıldığı bir programdaki sunucunun, orucun bilimsel olarak zararlı olduğunu söylemesi üzerine, ona orucun şifa olduğunu belirtiyor. Sevgilinin penceresi altında yağmurda sırılsıklam ıslanan aşığa ‘zatürre olacaksın’ demek ne kadar boş ve faydasızsa, oruç tutana da ‘sağlıksız’ demek o derece faydasızdır, gereksizdir diyor.

İsmet Özel ise niçin oruç tuttuğumuzla ilgili olarak “Bizim Müslüman olarak oruç tutmamızın sebebi bizi yaratanın, bize hayat verenin Allah olduğunu bütün insanlığa göstermektir. Biz bir şeyler yiyip içtiğimiz için ayakta kalıyor değiliz. Yani açlığa tahammül imtihanı değildir oruç. Oruç şuurlu olarak bir Müslümanın kendisini Allah’ın yarattığını ve hayatta tuttuğunu göstermek üzere Allah’tan başka bir şeye hayatta bulunmak için ve hayatını idame ettirmek için muhtaç olmadığını göstermek üzere tuttuğudur” diyor. Çok karamsar bir tablo çiziyor olsam da, bundan elli yıl önce Sezi Bey’in bahsettiği Ramazanların maalesef kırıntısı bile kalmamış durumda. Üzüldüğüm konu ise, bu durumun sadece görünürde değil, bu manevi ayın ruh dünyamızda da dejenerasyona uğraması.

Sezai Karakoç, insanın ulvi ve süfli arasında gidip gelebilen bir yaratılmış olduğundan hareketle, ‘orucun insanı’ olmayı bize salık verir ve bu sayede melekler katında olabileceğimizi belirtir. Şeytan ve melek arasında, hatta şeytandan daha aşağıda bile olabilen insanoğlunun oruç sayesinde ayakta kalması, bize bu ibadetin ve bu ayın değerinin ölçülemeyecek derecede olduğunu gösterir.

Kadir Gecesi ve bayram
Sezai Karakoç, yazılarında sık sık Kadir Gecesi ve bayram hakkında da fikirlerini yazıyor ve Kadir Gecesi’ni “Bütün yılda gizli, belki daha çok oruç ayında saklanmış, belki en çok ramazanın son on gününün bir gece yaprağı, belki tek sayılı bir oruç gününün ikinci yarısı ve belki de 27. ramazan gecesi olan Kadir Gecesi” şeklinde tanımlıyor. Zaten Ramazan dediğimiz zaman akla ilk gelen iki şeydir bu ikisi: bin aydan hayırlı O gece ve kutlu bayram. Karakoç, bayram hakkında yazarken, daha yetmişli seksenli yıllarda Müslüman coğrafyanın çektiği acılara da değiniyor. Maalesef günümüze baktığımızda hâlâ birçok Müslüman ülkesi, bombalar altında Ramazanı geçirip bayrama ulaşmaya çalışıyor. Fakat Sezai Karakoç umutlu, dirilişin bir Ramazan gününde olacağını söylüyor bizlere: “Ölüme doğru koştuğu bu son çağlarda islâm toplumu tam ölmemişse ve hâlâ yaşıyorsa, bunu, gelip gelip dirilten ramazanlara borçludur geniş ölçüde. Ve bir gün tam dirilecekse, bu da, yine bir ramazanda başlayacaktır, ramazanlarla başlayacaktır.

Şiir gibi bir kitap Samanyolunda Ziyafet. İnsanın tamamen maneviyatına yönelik şiirsel denemeler ve son yazıda şairin hayatından kısa kısa Ramazan anılarıyla bu ayda okunabilecek en değerli kitaplardan. Eğer ömrüm varsa bu yıldan sonra her Ramazan, bu kutlu aydan beş gün önce kitaba başlayıp, her gün bir yazı okuyarak arefe günü bitireceğim inşallah. Bu da benim kendime ödevim olsun.

Sezai Bey’in kitapta hem Müslüman dünyasına, hem de Ramazanlar için ettiği bütün dualara "Amin!" diyerek yazıyı bitiriyorum.

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

16 Haziran 2017 Cuma

İnternet ölümcül bir hastalık değildir

"Sosyal medya bize diyalog kurmayı öğretmiyor çünkü anlaşmazlıktan kaçınmak çok kolay. İnsanların çoğu sosyal medyayı bir araya gelmek veya ufuklarını genişletmek için değil, kendi seslerinin yankıları olan sesleri duyacakları, kendi yüzlerinin yansıması olan yüzleri görecekleri bir konfor alanı yaratmak için kullanıyorlar. Sosyal medya çok kullanışlı ve keyifli bir tuzak."
- Zygmunt Bauman (El Pais, 25.01.2016)

Bilgiyle düzenli bir akış içinde karşılaştığımız zamanlar geride kaldı. Artık deprem olduğunda bile ilk yaptığımız iş, elimizi mouse'a uzatmak ve sosyal mecraları tıklamak. Geçtiğimiz günlerde yaşadığımız ve başta İzmir olmak üzere birçok şehrimizi etkileyen depremde bu durum net biçimde görüldü. Çalıştığım ofisteki hemen hemen herkes önce twitter'a bağlanıp depremin gerçekten olup olmadığını, etkileri-tepkileri ve hatta mümkünse şiddet derecesini öğrenip ondan sonra ailesini, eşini, dostunu aradı. Sosyal medyanın ve internetin, bedenimize yaptığı müdahale, ruhumuz söz konusu olduğunda bir taarruza dönüşüyor. Deprem mi oldu? Twitter'a bak!

Bu durum bekleme, dolayısıyla sabretme duygusunu yok etmiş durumda. Hemen, derhâl, acil bir beklenti içindeyiz. Meseleyi bir an evvel öğrenelim, olana bitene dair bir şeyler okuyalım da anksiyete, panikatak, taşikardi mühim değil. Nasıl olsa onların da belirtileri ve tedavi yöntemleri internette yazıyor! Kendimden misal: Yaklaşık 25 yıldır gözlük kullanıyorum ve 15 yıldır mide hastasıyım. Bu hastalıklar beni diplomasız bir göz ve gastroenteroloji mütehassısına çevirmiş durumda. Zaman zaman gittiğim doktorlarla şakalaşıyor, "yok hoca öyle değil o" diyorum, gülüşüyoruz. Hatta ne yalan söyleyeyim, bazı durumlarda içimden "Doktor daha yeni mezunmuş ya hu" diyor ve İbn-i Sînâ'nın "Tecrübe ilimden üstündür" sözünü hatırlıyorum.

Zygmunt Bauman için "Akışkan Modernite’de Zaman, Mekân, İnsan" değişti. Yeniden tanımlanıyor. Bu durumda duyguların da yeniden tanımlanıyor olmasından daha doğal bir şey yok. Tıpkı 'tecrübe' gibi. Tecrübenin de içi/dışı tamamen değişti. Onun yerine 'bildirimler' var artık, 'bildirim toplamak' var. Sürekli bildirimler geliyor. Yeni mail, yeni beğeni, yeni arkadaş, yeni paylaşım, yeni istek ve hatta oynadığımız oyunda bir üst kademeye (level) çıkabilmek için yeni bir sanal-para!

İnternet hiç şüphe yok ki bambaşka bir özgüven kavramı dayatıyor. Adeta özgüven tanımını değiştiriyor. Hani Goethe, “İnsanın başına gelebilecek en büyük kötülük kendi hakkındaki düşüncesinin kötü olmasıdır herhalde" diyor ya, zamanın internet insanı kendi hakkında düşünmek istemiyor, özeleştiriden çok uzak yaşıyor. Onun en çok sevdiği şey kıyaslama yapmak, kendini bir ürün hâline getirip daha fazla 'alıcı'ya ulaşmak. Dolayısıyla onu en çok mutlu eden şey de akıllı telefona gelen şu tip bildirimler: son paylaştığınız videoyu 5 dakikada 300'den fazla kişi izledi!

Erol Göka, ayağı 'evvela' kendi topraklarına bastığı için ülkesinin insanını gerçekçi biçimde tenkit edebiliyor. Zaten eleştiriyi ve sorgulamayı da muhakkak öneriyor. Özellikle günümüzde çığ gibi büyüyen 'felsefesizleşme' üzerine şu yorumu yapıyor: "Medya, bizatihi hakikat tasavvurlarımıza da karışıyor, etkiliyor, hatta onları karıştırıyor. Sunilik ve sanallık, otantik insan varoluşu üzerinde en büyük değişimi (isteyen bunu 'zararı' diye de okuyabilir) kavramların aracılık ettiği düşünce ve gerçeklik bağını haddinden fazla zayıflatarak yapıyor. Kavramlar, etkilerini giderek yitiriyor, imaj ve fantezi öne çıkıyor. Bir nevi 'felsefesizleşme' bu." [sf. 22]

'Teknomedyatik dünya' olarak tanımladığı yeni insan/yeni dünya hakkında özellikle biz Türklerin, yani duygu yoğunluğu yüksek karakterlerin belirli bir bilinç ve tartışma seviyesini mutlak surette sağlamamız gerek. Bundan sonra ise o seviyeyi hiç düşürmeden ve 'havf ile reca' arasında yaşamamız gerektiğinin farkında olarak sormamız, öğrenmemiz gerekiyor. Neyi? Teknomedyatik dünyanın önümüze sunduğu, gözümüze soktuğu her şeyi. Böylece Bauman'ın son derece haklı biçimde bir tuzak olarak gördüğü sosyal medyayı en az tehlike ile 'atlatma' imkânı doğabilir: "Tanımadığımız bir dünya çığ misali üzerimize gelirken algılarımızı açık tutma ve düşünme, şüphe ve eleştiriden daha güvenilir limanımız yok. Kaygıyı umuda dönüştürmek için en emin yol bu." [sf. 30]

Kapı Yayınları etiketiyle nisan 2017'de neşredilen İnternet ve Psikolojimiz, teknomedyatik dünyada insanı tartışmaya açıyor. Kitap altı bölüme ayrılıyor: Hunhar Yeni Dünya, İnternette Hayat Klonlanıyor, Gençlerimiz ve İnternet, Sosyal Medya ve Ahlâk, İnternet Bağımlılığı ve İki Söyleşi. Özellikle son sayfaları kapsayan iki söyleşi, ebeveynler için çok kritik çözümler öneriyor. Bu söyleşilerde Göka, internet bağımlılığı kavramı ve dijital medyada bireyin psikolojisi üzerine yöneltilen soruları cevaplandırıyor. Şu eleştiri hepimize geliyor: "Önceleri kuş uçuşundan bahsediyorduk; sonra ses, ardından da ışık hızından bahsetmeye başladık teknolojideki ilerlemeleri anlatabilmek için. Gittikçe hızımızı artırdık ya da hıza göre algılamalarımızı, düşünce ve değerlendirmelerimizi biçimlendirdik, biçimlendiriyoruz. Hakikat tasavvurlarımız da bu bağlamda değişiyor. Hızı o kadar önemsiyoruz ki teenninin ne demek olduğunu dahi unuttuk." [sf. 186]

Üzerimize bin bir türlü soruyu salıyor internet. Özellikle ailemiz ve çocuklarımız için korkuyoruz, endişeleniyoruz. Türlü yasaklarla onları koruma altına alabileceğimizi, daima iyiliklerini düşündüğümüz için katı davranışlarımızda haklı olduğumuzu düşünüyoruz. Erol Göka tam da burada şöyle bir tüyo veriyor kulağımıza, oldukça kritik ve belki de aile huzurunu, güvenliğini kurtarabilecek bir tüyo: "Teknomedyatik dünya, birebir dış dünyayı taklide doğru gidiyor. Buna karşı yapabileceğin tek şey, eleştirel bilinci yükseltmek. Tanılar koyarak bunu engellemeye çalışırsanız, komik duruma düşersiniz. Böylesine bir teknolojinin egemenliği altında yaşamayı uygun bulmuyorsan yapacağın şey, çocuğundan önce bu dünyayı öğrenmen ve ona rehberlik etmendir." [sf. 190]

Bizi endişelere gark edecek sorunlarla karşılaşmaktan yoruluyoruz, bıkıyoruz. Bu da ruhumuzu tahribata uğratıyor. Anormal ataklar gerçekleştiren internet, psikolojimizi bozuyor. Tüm bunların farkına ancak bir psikiyatrdan "evet ağır depresyondasınız siz aslında, 35 mg efexor ile başlayalım" sözlerini işitince varabiliyoruz. Göka hocanın gerçekçi bakış açısından ve önerilerinden bir baba olarak epey istifade ettiğimi ve hatta bir çoğu için derhâl uygulamaya geçtiğimi belirtmek isterim. Kitabı evvela ebeveynlere, sonra da 'internet delisi' olduğunu düşünen herkese, içtenlikle öneririm.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Büyük bir Siyer-i Nebi gayreti

Yaşamakta olduğumuz zamanın en güzel çözümlemesi geçmişi layıkıyla tanımak ve bilmekten geçer. Geçmiş, geçmiş değildir aslında. İnsanlığın, medeniyetin, kültürün bugünkü durumunu kavrayabilmek onun geçirdiği evreleri yani tarihi bilmekle mümkün olur. Tarihin içinde aynı zamanda millet olabilmenin, bir arada yaşayabilmenin kodları da gizlidir. O sebepten kim olursa olsun herkesin kendini bilmesi geçmişini, mazisini, tarihini bilmesiyle eş değerdir. Hangi kavimden, ırktan, soydan soptan olursa olsun Müslümanların, İslam’ın etrafında oluşmuş ortak bir tarihleri var. Bu tarihi kavramak çok gerekli. Müslümanların bu tarihi de İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in öğretileriyle şekillenmiştir. Bütün Müslümanların İslam Peygamberini iyi tanımaları ve anlamaları gerekir. İşte Peygamberimizi ve Onun yaşam biçimini tanımak ve tanıtmak gayesiyle Siyer-i Nebi adıyla bir ilim dalı teşekkül edilmiş ve bu isimle kitaplar yazılmış. Siyer davranış, hal, gidişat, hayat hikâyesi gibi anlamları olan siret kelimesinin çoğuludur. Yukarıda da söylediğimiz gibi Siyer-i Nebi Peygamberimizin 63 yıllık hayatını, peygamberliğini ve mücadelesini her yönüyle ele alan ilim dalıdır. Siyer-i Nebi hepimiz için örneklik olan Peygamberimizin hayatının anlatılmasıdır.

Peygamberimiz: İslâm Dini ve Aşere-i Mübeşşere” kitabının yazarı, önemli siyerci, siyer alanındaki çalışmalarıyla derin izler bırakan M. Zekai Konrapa kitabında şunları söylüyor: “İslam dünyasında tarih, Müslüman âlimleri tarafından önce Siyer ve Meğazî şeklinde başladı ve Fütuhat Tarihi, Tabakat, Umumi Tarih, Halîfeler Tarihi, Şehirler Tarihi gibi çeşitli isimler altında on türlü olarak yazıldı. Rasûl-i Ekremin hayatını öğreten tarih şekline “Siyreti Nebeviyye” veya “Siyeri Nebi” denildi. Hz. Muhammed (s.a.v) İlhî Peygamberlerin sonuncusudur. Bu sebepten Kur’an-ı Kerim Hatemül Enbiya (Nebilerin sonu) olarak vasıflandırılmıştır.

Bolu Gündem Gazetesinde M. Zekai Konrapa hakkında şu bilgiler yer alıyor: “Mehmet Zekâi, 13.01.1888'de Bolu'da doğdu. Şeceresi, baba tarafından Azerbaycan'a uzanır. Büyük dedesi Hacı Ali Ağa, Büyük Bozgun da denilen 93 Harbi, (1877-78) Osmanlı-Rus Harbi esnasında, Azerbaycan'dan Van iline göç eder.(II. Abdülhamit döneminde yaşanan bu büyük facia sırasında, Balkanlar'da ve Kafkaslar'da milyonlara varan sayıdaki Osmanlı tebası, katliama ve soykırıma maruz kalır. Ve yine milyonlarca sivil ahali de, bin bir müşkülatla Anadolu topraklarına sığınır.) Büyük dede Hacı Ali Ağa'nın ailesi, 1914'de I. Cihan Harbi'nin başlaması üzerine, Çarlık ordularının ve Ermeni birliklerinin Trabzon'dan Van'a uzanan hattın doğusundaki Osmanlı vilayetlerini işgal etmesi ile yüz yüze kalır. Özellikle Ermeni birliklerinin, Çarlık Rusyası'nın kendilerine vaat ettiği “Büyük Ermenistan Hayali” ile, toplu Müslüman katliamına girişmeleri sebebiyle, bölgenin Müslüman ahalisi Orta ve Batı Anadolu'ya göçe başlar. M. Zekâi'nin dedesi Vanlı Mehmet Ağa, askerlik vazifesi sebebiyle Bolu'dadır. Ailesinin, Van'da kalan üyelerinin âkıbeti meçhuldür. Vanlı Mehmet Ağa, Bolu'da kalır ve Türkmenoğulları ailesinin kızı ile evlenir. Bu izdivaçtan doğan Vanlızâde Cemal Efendi, esnaflığa yönelir. Büyük Camii'n Güneyinde, büyükçe bir bakkaliye mağazası işletir. Vanlızâde Cemal Efendi'nin, Cebecioğulları ailesinden bir hanımla evliliğinden doğan ilk erkek çocuğa Mehmet Zekâi adı verilir. (1888) Ailenin ortanca oğlu Mustafa Sabri 1893'te, küçük oğul Ahmet Şerafettin ise 1898'de doğar.

M. Zekai Konrapa'nın ortanca kardeşi Mustafa Sabri, Balkan Harbi’ne yedek subay olarak katılır. Irak Cephesine sevkedilir. Kutül Ammare savaşında yaralanır ve hastaneye kaldırılır. Hastanede şehit düşer. Küçük kardeş Ahmet Şerafeddin ise Suriye-Filistin cephesinde savaşırken İngilizlere esir düşer.

M. Zekai Konrapa yazımızın başında izah etmeye gayret ettiğimiz gibi Müslümanlar açısından çok önemli olan bir tarihi misyonu üstlenmiş güzel insanlardan. Müslümanların rehberi Hz. Muhammed’i hakkıyla tanıtmak için gayret etmiş, ter dökmüş. Bugün çok fazla bilinmese bile bir nesli yazdığı Siyer-i Nebi ile derinden etkilemiş. İlk eğitimini memleketi Bolu’da aldıktan sonra İstanbul Dârülfünunu Dârülmuallimîn-i Âliye Edebiyat Bölümü’nden mezun oluyor. Buradaki Salih Zeki, Ali Kemal, Mehmet Akif Ersoy, Rıza Tevfik ve Emrullah Efendi gibi hocalardan çok etkilenir. Mezun olduktan sonra ülkemizin birçok yerinde öğretmenlik yapıyor. Çankırı, Yozgat, Bolu, Düzce, Yalvaç, Denizli, Uşak, Konya, İstanbul… Emekli olunca İstanbul İmam-Hatip Okulu ve Yüksek İslâm Enstitüsü’nde ahlâk ve Siyer-i Nebî dersleri vermeye devam ediyor.

Konrapa, Şam’da da öğretmenlik yapmış. O zamanlar bugünkü gibi suni sınırlar, kalemle çizilmiş coğrafyalar söz konusu değil. Daha sonra Konrapa öğretmenlik yaptığı bir başka yerde: “Şam’da öğretmenlik yaptım” der. Öğrencinin biri bunu yadırgar. “Şam yabancı bir memleket” der. Konrapa: “Yanlış düşünüyorsunuz. 20-30 yıl evvel, bugün Konya, Adana nasılsa, Şam’da öyleydi. Memleketimizin şehirlerinden biriydi” diye cevap verir.

Konrapa çok titiz, işini layıkıyla yapmaya çalışan biri olarak karşımıza çıkar. Hazırlamış olduğu “Peygamberimiz: İslam Dini ve Aşere-i Mübeşşere” kitabına baktığımızda bunu gözlemleyebiliriz. Konuların üzerinden üstünkörü geçmiyor. İhtilaflı konularla çeşitli bakış açılarına yer veriyor. Ayrıca kitabı okuduğumuzda İslam Felsefesi, İslam Tarihi ve takvimler hakkında bilgi sahibi oluyoruz. Kitabın sonundaki kronoloji cetveli ise tarihteki önemli olayların derli toplu bir şekilde okuyucuya sunuyor. Yani yalnızca bir Siyer-i Nebi okumuş olmuyoruz. Peygamberimizi en güzel biçimiyle anlatan ve bunun yanında birçok konu hakkında bilgi veren bir kaynak eser okumuş oluyoruz. Konrapa yalan yanlış hikâyelere, efsanelere, gereksiz malumatlara prim vermiyor. Tevhidî düşünüşten ödün vermiyor. Malum olduğu üzere Peygamberimizin doğum tarihi hakkında birkaç rivayet var. 569 deniyor 577 deniyor ama 571 üzerinde genel bir kabul var. M. Zekai Hoca bu konuda şu değerlendirmede bulunuyor: “Hazreti Peygamberi anmak ve Onu tebcil etmek isteyen bir Müslümanın herhangi bir güne saplanmasına lüzum yoktur. Kıymet günde ve saatte değil, şahsiyettedir ve o şahsın örnek tanınmasındadır. O şahsiyete karşı gösterilecek hürmet, şu veya bu günde merasim yapılmakla ifa edilmiş olmaz. Belki, Ona, en samimi bağlarla bağlanmak ve Onun ruhunu yaşatmakla mümkün olabilir. Bu yüzden Asr-ı Saadet Müslümanları, mübarek tanıdığımız günlerden hiçbirinin tarihini tespit etmediler. Çünkü o mübarek günlerin hatıralarını belli bir zamana bağlamak istemediler. Belki, Müslümanların o hatıraları daima yaşamasını ve yaşatmasını öğrettiler.

Konrapa ayrıca Peygamberimizin doğduğu gece olduğu iddia edilen mucizelerle ilgili İmam Buhari ve İmam Müslüm’de herhangi bir rivayetin olmadığını belirterek Mevlânâ Şîblî’nin şu sözlerine dikkat çeker: “Hakîkat şudur ki: Yıkılan Kisrâ’nın Sarayı değil, bütün İran’ın saltanatı, Bizans’ın satveti, Çin’in azametiydi. Sönen ateş, Mecusilerin ateşgedelerinde parlayan alev değil, bütün dünyada küfrün ateşiydi. Kuruyan Sava gölü değil, putperestliğin hâkimiyeti, zerdüştlüğün kuvveti, Hıristiyanların üstünlüğüydü.

Özellikle Siyer-i Nebi alanındaki gayretleriyle büyük bir boşluğu doldurmuş olan, birçok öğrenci yetiştiren, birçok öğrencinin yetişmesine vesile olan Konrapa'ya selam olsun. Çok önemli bir gayretin sahibi olmasına rağmen gereği gibi gündemimizde yer almayan hocamızın bundan sonra daha çok hatırlanması en büyük duamız.

Muaz Ergü
muaz-01@hotmail.com

13 Haziran 2017 Salı

Rüyalarla yeniden tanımlanan hayat

Yorumlanmamış bir rüyayı henüz okunmamış zarfı kapalı bir mektuba benzetir ya bilge kişiler, ne kadar doğrudur bilinmez. Gerçeğe çalımını atan ama dünya ile bağlantısını koparmamış kişilerin yoruma sığınmalarıdır bu, bir tebessümle. Bir tatil beldesinde, yorgun geçen günlerin ardından, yepyeni bir güne uyanırsınız. Sonra rüyanızı hatırlar ve gülümsersiniz. Güzel rüyadır ve gerçek olmasını her şeyden çok istersiniz. “Oysa Rüyaydı” diye bir hatırlatmada bulunur yazar. Rüyanın sarhoşluğunu atmak istemezsiniz. Yazar sizi rüyadan kitaba çağırır.

Öyküden öyküye geçerken rüyanızı çoğaltmak, renklendirmek, hatırasını canlı kılmak adına önemli bir okuma tecrübesi sunan yeni bir öykü kitabından, Oysa Rüyaydı’dan bahsediyorum. Ay, ada, kekik kokuları, şarkılar… Zihni tatlı bir mavi renk istilasıyla öykülere açıyor Merve Koçak Kurt: “Gördüğüm en uzun rüyaydın sen, diyerek başladı yazmaya. Denizin solgun loşluğu, orkidenin alacalı pembesi, meyden kalma mayhoşluğu ve küllükte biriken izmaritler de sabaha ulayamıyordu onu bir türlü. Günlerden neydi, mavi mi?

Kitapta yer alan 22 öyküde Antakya, İstanbul’un, Ankara’nın, Çanakkale’nin izlerini sürebilirsiniz. Adadaki zaman, yokuş kenarındaki böğürtlenler, çiçek kokulu sabunlar, içilen kahveler, rüzgâr bu kitabın adeta ana karakterleri. İğde ağacının iç bayıltan kokularına teslim olmuş rüyalar ve eşlik eden şarkılarla, yazarın hayatı yeniden tanımlayışına şahit olursunuz.

“Eksik parçalarını tamamlamaya çalıştığımız yapbozun adıydı hayat”…

Feyruz’un Sesinde” isimli öyküyü tanımlayan cümle, yine kendi içinde. Rima’nın annesi, komşu teyzeleri ve Ali’nin turunç kokuları arasında geçen hikayesi. Bayram günlerine, kavuşmalara dair bu öyküde bir değil birden fazla kadın silueti resmediliyor. Öykü yokluklara dair satırlar barındırıyor: “Saçlarımın lülesi, dişlerimin minesi ve yanaklarımın gamzesi bile yetmiyor geçmişi sana getirmeye…

Annesini özleyen ve rüyalarda bile mahrum kalan kadının “Medusa bakışlı kadın” olup olmadığını araştırıyor bir başka kadın, “Kapında Kül Bulutu” adlı öyküde: “Tozu tozuna karışan, zerresi zerreme; kelimelerini kendine saklayan o bitimsiz yalnızlığın elleri yok şimdi. Varlığı yokluğuyla, yokluğu varlığıyla kaim kılan evrende bir noktayım sadece. Dönüyor dönüyor dönüyor ve büyüyorum.

Gördüğü neydi? Rüya mı?” diye soranlara, “Oysa Rüyaydı” ama hep inanmak gerekir diyor Merve Koçak Kurt. Hayatı geçmiş ve gelecek sarkacında sorgulatan öykülere tanıklık ediyoruz. Gençlik rüzgârlarına kapılmış, sonsuz ihtimallerin peşinde adres arayanları anlatan öyküleri keyifle okuyacaksınız.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

Kitaplarla sohbetin eşsiz dünyası

"Gönül ne kahve ister ne kahvehane,
Gönül sohbet ister kahve bahane."

Alberto Manguel, Geceleyin Kütüphane adlı yapıtının giriş bölümünde “Latifi adıyla bilinen Osmanlı şairi Abdüllatif Çelebi kütüphanesindeki her bir kitap için: bütün dertleri defeden hakiki ve müşfik dost." dediğini söyler. Akşit Göktürk, Okuma Uğraşı kitabında D.H. Lawrence’nin Kitaplar adlı denemesinden “Bir kitap, iki kapaklı bir yeraltı kovuğudur.” alıntısını yapar. Cemil Meriç ise, Bu Ülke kitabında “Kitap limandı benim için. Kitaplarda yaşadım. Ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim.” yazmıştır.

Her kitap okurun ayrı bir dünyası vardır. Bu farklılık içerisinde yaşayan okurun aykırı bir dünyası olması kaçınılmazdır. Dursun Gürlek'in, Çınaraltı Kitap Sohbetleri yapıtının her sayfasında başka bir dünyanın yolculuğuna çıkıyorsunuz. Gürlek “Medeniyet sahnesinde bize rol verilmiyorsa, kitaba yeniden dönmenin vakti gelmiştir” diyerek kültür hazinemizin zenginliğinden bahsetmiştir. 10. baskıya ulaşmış ve Timaş Yayınları tarafından neşredilen kitapla birlikte Nurullah Ataç’ın “Hepimizde geçmişin izi vardır; yüzyılların bıraktıkları, öğrendiklerimiz içimizde yer etmiş benliğimize işlemiştir” sözü gelecektir kulağınıza.

Üç bölümden oluşan kitabın ilk bölümünü “Kitap sohbetlerine” ikinci bölümünü “Düşünürken gülümsememiz için” ve son olarak üçüncü bölümü “Kitap adamlar kitap hakkında dediler ki” şeklindedir. Yapıtın içerisinde belli başlı bazı bölümlerinde doğuda kitap sevgisi başlığı altında “Yazma kitaplarımızın başlarına, ortalarına ve sonlarına kitap sevgisi hakkında kaydedilen Türkçe, Arapça ve Farsça hem mensur hem manzun olarak güzel sözlerin yazıldığı” (sf:18) belirtilirken, Hasan Sabbah’ın kütüphanesinden Ahmet Mithat Efendi'nin kitap sevgisine kadar hasbihal edebileceğiniz nice başlık mevcuttur. Dursun Gürlek, "Ayakkabısı Yamalı Edebiyatçı" başlığında "Toplumun seviyesi o toplumda yetişen bilginlere, sanat ve maharet erbabına gösterilen saygıyla doğru orantılıdır. Üzülerek belirtelim ki, bu ölçüyü kendi ülkemizin değerlerine uyguladığımız zaman, son derece vahim bir manzara ile karşılıyoruz” diyerek toplumsal bir eleştiride de bulunmuştur. (sf:23)

İkinci bölümde yer alan "Hafıza Şampiyonları" başlığında İkinci Mahmud’un bir yaşantısından, Yavuz Sultan Selim'den caize koparmak için kasideyi kendisinin yazdığını söyleyen şaire, “Bak bir kerede ben okuyayım” diyerek utandırdığını yakın tarihimizde ise Halil Yınanç, Ali Emiri Efendi, Muallim Cevdet ve İbnülemin Mahmut Kemal gibi zatlara dair bilgiler öğreniyoruz. Aynı bölümdeki “Bunlara Kitap Okuyucusu Denir mi?” başlığı altında medya pompasıyla, reklam kampanyalarıyla gündeme taşınan üçüncü sınıf kitaplara insanların mal bulmuş mağribi gibi saldırıları eleştirilirken devamında “çok satan, fakat az kitapların alıcıları da iyi okuyucu sınıfına giremezler ”der Gürlek.

Üçüncü bölümde yazar, kitaplar hakkında Ahmet Hamdi Tanpınar’dan, Cemil Meriç’e, Dr. Sigrid Hunke’den, Prof. Süheyl Ünver’e, Ahmet Rasim’den Muzaffer Gökman’ın yazılarına ve görüşlerine yer verirken, "Yayıncılar ne diyor?" başlığında da kitap neşreden emekçilerin görüşlerine başvurmuştur.

Kapanışı Cemil Meriç'in Bu Ülke kitabından bir paragrafla yapalım:

Felaketimizin kaynağı kültür yokluğu. Hayatı anlamadan geçip gidiyoruz. Olgunlaşmak kalbin daha hassas, kanın daha sıcak, zekânın daha işlek, ruhun daha huzurlu olması demek. Harami mağaralarının kapılarını değil, hükümdar hazinelerinin kapılarını açan büyü, kitap."

Baturhan Ergin
twitter.com/erginbaturhan

12 Haziran 2017 Pazartesi

Tutkun varsa varsın, insan olmak'tasın

1983 yılında yazılmış ve otuz seneyi aşkın bir zamandır basılan, okunan bir kitaptan bahsedeceğim. 1983'ten 1988'e kadar Adam Yayınevi'nden, 1988'den 2003'e kadar Remzi Kitabevi'nden, 2003'ten günümüze kadar da Metis Yayınları'ndan neşredilen bir kitap: İnsan Olmak.

Kapak resmi olarak René Magritte'in The Glass Key (1959) isimli tablosu kullanılmış. Söz buraya gelmişken, ressamın en sevdiğim eserinin Sixteenth of September (1956) olduğunu da söylemek isterim. Bu seçim -yazarın seçimi mi bilmiyorum- içerikten biraz bahsetmiş oluyor aslında. Kitabın hemen başında "Yirmi Yılın Ardından" 26. basım için önsözünde Engin Geçtan, anlatıyor hikâyeyi. Bu kitabın nasıl ortaya çıktığını. Kısa ve hassas: "Kalıpları kırmanın ürkütücü de olsa insana hayatiyet katan bir yanı vardır, bilirsiniz."

Kesinlikle tumturaklı bir duygusallık, alengirli çözümlemeler ve içine romantizm işlemiş metinler yok İnsan Olmak'ta. Çünkü insan olmak hayatın tam içinden bir şeyse, ondan bahseden de bir psikiyatrsa meseleleri alevlendirmeden tüm gerçekçiliğiyle sunmalı okura. Üstelik bu tip eserlerin okur çevresi bir hayli geniş olabilir; bir psikoloji öğrencisi de okuyabilir, taze bir anne de, uzun yılların yetimi de, kendini kendince ifade etmeye çalışan öylesine bir sokak müzisyeni de. Sanırım Geçtan'ın büyük maharetlerinden biri de bu; uzmanlık alanı içinden de olsa dışından da olsa metinlerini kapsayıcı, birleştirici ve elbette sarsıcı bir şekilde kaleme alması. 180 sayfalık bu kitap, içindeki birçok konuyla yeniden okunmayı, daha fazla okunmayı hak ediyor. Aslında İnsan Olmak'ın farklı bir özelliği bu. İlle de baştan sona bir okuma yapmak gerekmiyor. Konu başlığına göre de okunabilir, herhangi bir sayfasında göz de gezdirilebilir. Peki nedir konular? Şöyledir: Birey ve toplum, ana-baba ve çocuk, insanlardan korkmak, öfke ve düşmanlık, değersizlik duygusu, kaygı, sorumluluktan kaçış, yalnızlık, ortakyaşam ilişkisi, nevrotik kısırdöngü, yaşam ve ölüm, kendini yaşamak ve kitabın tüm nağmelerini yumuşatıp yerinde bir sonla susturan epilog.

Önce insanı 'ortaya koyan' anneler ve babalar üzerine çok kritik bir alıntıyla başlayalım: "İyi anne ya da baba, kendisini yaşayabilen kişidir. Yaşamın içinde olan ve kendisini yaşayabilen kişi, diğer insanların da yaşamına saygılıdır. Anne ya da baba, çocuğunu kendine özgü dünyası olan bir varlık olarak algılar ve haklarına saygı gösterir. Üstelik çocuğa gerekli olan modeli de sağlamış olur. Çünkü yaşamak iniş ve çıkışları içerir. Ana-babasının bu dalgalanmaları yüreklice göğüsleyebildiğini gözlemleyen çocuk da ilerki yaşamındaki inişleri dünyanın sonu gelmişcesine algılamaz. Noksan yönleriyle yüzleşebilen bir ana-baba modeli gördüğünden, kendisi de kendine karşı dürüst olmayı öğrenebilir." [sf. 44-45]

Engin Geçtan, aile kurumuna çok haklı bir önem veriyor. İnsanın biricik oluşundan mülhem; kendi haklarını, sorumluluklarını tüm günahlarıyla ve sevaplarıyla yaşayabilir olması gerektiğini vurguluyor. Bir insanın yetişmesinde, insan olmak'lığında bu kendiliğin kritik bir yeri var. Çünkü birçok psikolojik hastalığın kökeni çocuklukta yatıyor. Hiç tahmin edilmeyen yetişkinlik ya da ihtiyarlık hastalıklarının derininde, en derininde çocukken yaşanılan hadiselerin büyük bir rolü var. O zamanlarda tedavi görmemiş bir yara, kabul bağlayıp ortadan kaybolmuyor. Yeniden ve yeniden nüksedebiliyor... İnsan yorulur. Bu yorgunluğu da genellikle geç yaşlarına rastlar. Geç yaştayken yaralar kolay tedavi olamıyor. Anne-baba için çocuk mevzusu bir hayatı tek başına yüklenmek kadar güç ve bir o kadar da erdemli. Kıymetini bilmeli, o kıymeti vermeli ve nihayet kıymet görmeli.

Yine Geçtan'ın fikir dünyasında 'mutlu insan' gibi bir klişe yok. 'Kendiyle uyumlu olabilen insan' var. Bu uyumluluk aile hayatından kişinin tek başınalığına kadar çok hassas bir yerde duruyor. Keza kendi vaktine ve alanına son derece düşkün biri olarak bu konudaki paragrafları okurken aklıma Epiktetos'un "Sana ait olanı iyice koru ve başkasına ait olana tamah etme; böyle hareket edersen, hiçbir aksilik saadetine engel olamaz." sözü gelmişti. Buradaki ait olanı en çok da "zaman" olarak görüyorum. Mesela İlber Ortaylı hocanın evlilik kurumuna dair söylediği çok kıymetli sözler var. "Bizde insanlar neyi paylaşacaklarını ve neyi ayırmayı bileceklerini bilmezler. 24 saat kimse oturamaz insanla. Bunun bilinmesi lâzım. Bizim kadınlar ve erkekler mekânı paylaşmayı, hayatı paylaşmayı bilmiyorlar. İngilizcedeki privacy, "özel hayat" demek değildir. Ne özel hayatı? Zaten onu birlikte götürüyorlar. Privacy "kendi zamanı" demektir. İnsanın en kıymetli şeyi zamandır, para değildir. Telafi edilemez, yerine konamaz." der hoca. Geçtan ise insanın bir 'zaman tüketicisi' olduğunu vurgularken zamanın aynı zamanda insanı kısıtlayan bir şey olduğunu da söyler. Şimdi yapacağını ileride de yapabileceğini zanneden insan, elindeki zamanı sınırsızca harcar ve gelecekte de büyük bir hayal kırıklığına uğrar. Bu zaman yolculuğuna (sürece) dair farklı konulardan aynı kapıya çıkan ve birbirini tamamlayan üç paragraf:

"İnsan hem yapan, hem bozan, hem seven, hem kıran bir varlıktır. Bu çelişki onun, kendisini ve diğer insanları anlayabilmesini güçleştiren en önemli etmenlerden biri olmuştur." [sf. 19]

"Kendisiyle uyum hâlinde olan bir insan, başkalarına dostça yaklaşır, ama gereğinde onlara karşı çıkar ve haklarını savunmak için savaşır, bazen ise yalnız kalmayı yeğler." [sf. 57]

"Bazı insanlar, kendimizi dürüstçe yaşadığımız zaman, diğerlerinin bu "açık"tan yararlanarak bizi devirmeye çalışacakları görüşünü savunurlar. Oysa bir insan ancak kendi içinde devrikse başkaları tarafından devrilebilir." [sf. 83]

Kapitalizmin vahşiliği, insanın yeryüzündeki hakikatten uzaklaşmasını da beraberinde getirdi. Anlam kaybıyla birlikte depresyon, panikatak, melankoli, aşırı hüzün, bezginlik, kronik yorgunluk ve daha birçok hastalık normalleşti. Yine de insanız ve insanlığımız bu hastalıkları 'mahrem' kılıyor. Acılarımızı, sıkıntılarımızı, ruhumuzun derininde saklı kalan ve gittikçe yaralanan ve kanayan dertlerimizi hastalıkla bağdaştıramıyoruz. Korkuyoruz, ümidimizi dinç tutamıyoruz. Ayakta kalabilmek için samimi ve gerçekçi çözümlere kulak vermek istiyoruz. Engin Geçtan, bu nevrotik kısırdöngü içinde kusurlu ana-baba, çalışma hastası birey, güvensizlik, çaresizlik, kaygı gibi meselelere odaklanarak okuyucuya birçok şifa sunuyor. "Eğer insan yalnızca "sahip olduğu" şeylerden ibaretse, onları yitirdiğinde, kendini de yitirecek, kim olduğunu bilemeyecektir. Mal ve mülke sahip olmak, daha çok kazanmak gibi ihtiraslarla dolu oldukları sürece, insanların barış içinde yaşayabilme düşüncesi bir hayaldir." der Eric Fromm, Sahip Olmak Ya Da Olmak adlı nefis kitabında. Geçtan ise şöyle yorumluyor:

"Eşya, para ya da iktidar sahibi olma isteği tutku düzeyine ulaştığında, para, eşya ve iktidar insana sahip olmaya ve onu yönetmeye başlar. Bu, uyuşturucu madde ya da kumar tutkuları gibi engellenmesi güç bir dürtüdür. İnsanın varoluşuna bir anlam katamamış olmasının, boşluğunun, kendini değersiz bulmasının ve yalnızlığının anlatımıdır. Bir insanın kendisini yalnız hissettiği zamanlarda kendisine bir şey almak istemesi olağan bir davranış sayılabilir... Kendilerini kabul edememiş olmanın acısıyla yüzleşmeyi göze alamadıkları için boşluklarını içki ya da eşya ile doldurmaya çalışır, ama daha büyük bir boşluğa düşerler. Tarih, iktidar tutkusuna kapıldığı ve nerede duracağını bilemediği için kendisini ve çevresini yok etmiş insan örnekleriyle doludur." [sf. 158]

Etrafımızda ne çok 'bu tip' insan var öyle değil mi? Hayatındaki en büyük gayesi lüks bir evde oturmak, en iyi arabaya binmek, pahalı aksesuarlar kullanmak ve daima cüzdanı/bakiyesi/limiti kabarık gezmek olan acayip acayip insanlar, modernleşme krizinin bireyleri, hep daha fazlasını isteyen son model bağımlısı beyinler... Okuyalım ve 'bunların' nasıl bir tehlike olduğunu görelim: "Kendi gerçekleriyle yüzleşmeyi göze alamayan insanlar abartılmış üstünlük çabalarına uygun bir mantık geliştirirler. Bu insanların mantığı, korkularına ve yetersizliklerine karşı geliştirilmiş bir savunma sistemi olmaktan öte bir anlam taşımaz. Çünkü bu tür bir mantık, bizim için neyin en iyi olduğuna göre değil, nasıl olmamız gerektiğine göre düzenlenmiş, biçimsel ve içsel dünyamızdan kopuk bir mantıktır. İnsanın söyledikleriyle yaptıklarının farklılaşmasına neden olur." [sf. 167]

Başta söylediğimi sonda yinelemek isterim. İnsan Olmak, otuz küsur yıldır okunuyor. Şüphesiz bunun altında da insan olmak'lığının kadrini kıymetini bilmek isteyenlerin yaşama tutkusu, anlam tutkusu ve nihayet bir tutkuya sahip olması yatıyor. Tutkun varsa varsın, insan olmak yolundasın...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

10 Haziran 2017 Cumartesi

Hakiki sanat eserinin ve sanatçının değişmeyen veçhesi

Türkçeye Gizli Başyapıt, Bilinmeyen Şaheser gibi adlarla da tercüme edilen Meçhul Şaheser, kurmaca bir eser olmasının yanında sanatın ontolojisine dair içerdiği derinlikli sorgulamalar ve değerlendirmelerle poetik bir metin özelliği de gösterir. Bu özelliğinden olsa gerek kitap, Paul Cézanne, Picasso, Henry James gibi birçok sanatçı üzerinde, sanat telakkilerine kaynaklık edecek kadar etkili olmuştur. Öyle ki Picasso, romanda adı geçen adresteki evi bularak burada kendisine bir atölye kuracak, yirmi yıllık bir süre zarfında burada yaşayacak ve en ünlü tablolarından biri olan Guernica'yı bu atölyede tamamlayacaktır.

Meçhul Şaheser başından sonuna sanatın kendisinin konu edildiği bir yapıttır. Özellikle resim sanatının 20. yüzyılda vardığı bir merhale olarak "soyut sanat" (nonfigüratif) etrafında meydana gelen tartışmaların da temel metinlerinden biri olarak algılanmıştır. İçeriğinin yanı sıra romandaki merkez karakter olan Frenhofer dışında adı geçen diğer ressam kahramanların gerçekte var olmuş ve kendi devirlerinde önde gelen ressamlardan seçilmiş olması eseri kurmaca kimliğinden daha önce poetik tarafını görmekte ister istemez etkili olduğu söylenebilir. 1612 yılının soğuk bir aralık sabahında resme yeni başlamış bir genç olan Poussin ressam François Porbus’u ziyaret etmeye gelir. Evin kapısına geldiği sırada Porbus’u ziyarete gelen başka biri daha vardır. Bu usta ressam Frenhofer’dir. Üç ressam Porbus’un evinde bir araya geldiklerinden itibaren aralarında hikâyenin büyük bir bölümünü oluşturacak olan özelde resim üzerine geniş bir açıdan ise sanatın tamamı için geçerli sayılabilecek bir teati başlar. Bir yapıtı bilinen bütün inşa aşamalarına riayet edip meydana getirdikten sonra onu nihai olarak sanat eseri katına yükselten şeyin ne olduğu konusu bu teatiye şekil verici mesele olur. Frenhofer, bir çalışmaya sanat eseri hüviyetini bahşedecek en son merhalenin onun ne ölçüde hayattar oluşuyla irtibatlandırır. Ona göre sanatçı bir sanat eserine vücut verirken şaşmaz ve başlıca bir usul olan "soyutlama"yla ele aldığı meseleyi ne kadar gerçekliğinden çekip çıkarsa da nihayette bünyesinde taşıdığı dinmeyen bir yenilikle hayatı daha gür işaret eden bir kıvamı bulabilmelidir.

Porbus çizdiği bir Azize’nin portresi hakkında Frenhofer’e; "Peki yeterince iyi olduğunu düşünüyor musunuz?" deyince o da: "İyi mi? Hem evet, hem hayır. Kadın resmin kötü yapılmış değil fakat yaşamıyor. Sizler, yani diğerleri, dümdüz bir yüz çizdiğinizde ve tümüyle anatomik kurallara göre şekil verdiğinizde her şey oldubitti sanıyorsunuz. Hâlbuki tüm dil kurmacalarını bilmek ve imla kurallarına riayet etmek büyük şair olmaya yetmez! Azize’ne bak Porbus, ilk bakışta hayranlık uyandırıcı duruyor, ancak ikinci kez bakıldığında sıradan bir beze kazınmış olduğu ve asla kıpırdatılmayacağı anlaşılıyor." der ve "eserin yarım" olarak değerlendirme yapar. (sf. 27-28)

Romanın olay örgüsünü oluşturan, bir sanat eserinin varoluşu hakkındaki teatiden hareketle, yaşları birbirinden farklı üç ressam kahramanın, bir sanatkârın uğrayacağı yaratma/meydana getirme kabiliyetinin aşamalarını işaretlediğini düşünebiliriz. Poussin şehre kısa zaman önce gelmiş, içgüdüsüne güvenerek resim yapan ve büyük bir ressam olma arzusunu taşıyan biridir. Porbus, ondan biraz daha ileri bir merhaleyi temsil eder. Frenhofer ise bir sanat eserine asıl sırrını bahşedecek olan mükemmeliyeti kollar. Frenhofer bir yerde, iki ressama hitaben, "Sizler en azından sanatın üç temel niteliği olan renk, duygu ve çizgi yeteneğine sahipsiniz" der ve böylelikle kahramanların hünerde seviyeleri belirginleşir. Böylece bir sanatçıda, hayatı süresince ortaya çıkabilecek hüner evrelerini farklı karakterler aracılığıyla belirginleştirilmesiyle, sanatta mükemmele giden yolda hakiki sanatçının, eseri karşısında tutumu da en uç noktasındaki haliyle tezahür eder. Öyle ki Frenhofer, üzerinde on yıldır çalıştığı ve hâlâ tamamlanmadığı kanısında olduğu için hiç kimseye göstermediği esrarengiz çalışmasını, Poussin ve Porbus’a göstermeyi kabul edecek, eseri göstermesi esnasında genç ressamlar eseri yadırgayacak ve en sonunda Frenhofer, bütün çalışmalarını yakıp intihar edecek düzeyde bir cinneti yüklenecektir.

Stefan Zweig, Üç Büyük Usta'da Balzac'ı ele aldığı ilk bölümde Meçhul Şaheser'in başkahramanı Frenhofer için de birebir geçerli olabilecek şu değerlendirmeyi yapar: "Balzac yazmaya başladı. Ama diğerleri gibi para kazanmak, eğlenmek, kitaplık raflarını doldurmak, bulvarlarda konuşulmak için değil, onun edebiyatta gözünü diktiği şey mareşallik asasından çok imparatorluk tacıydı. (...) Olayların kötü karışımından saf ögeyi sayıların karmaşasından toplamı, gürültü patırtıdan harmoniyi, hayatın çeşitliliğinden özsel olanı elde etmek, bütün dünyayı kendi imbiğinden geçirmek, onu yeniden yaratmak, en eksiksiz bir özet halinde sunmak ve boyunduruk altına aldığı şeye kendi nefesiyle ruh üflemek kendi elleriyle yönlendirmek: İşte onun hedefi buydu."

Kurmacanın imkanları içinde sanatın nasıllığını ve ne'liğini fethe çalışan Meçhul Şaheser, piyasa ve popülerliğin hengamesinde sanat anlayışı, neyin sanat olup neyin olmadığı meselesinde şirazenin iyice dağıldığı postmodern dönemde hakiki sanat eserinin ve sanatçının değişmeyen vechesine ışık tutan bir başyapıt.

Ahmet Çarpar
twitter.com/musahibc