SAYFALAR

25 Kasım 2015 Çarşamba

İstanbul'un kaybolan meslekleri, görünmeyen mekânları

"Yitik saat köstekleri, titrek ve sabırsız yorgun bacakları
Her şeylerine yön veren durmuşluğa olur dediler
Beğenip gülümsediler.
...
Bir ülkeyi yeniden yaratırdı şaşkınlığımız
Senin karşında,
Alışverişin, alfabenin, iplik döküntülerinin ve
Her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği..."

- Turgut Uyar, Terziler Geldiler

Küçükken "Bak okumazsan seni kaportacının yanına veririm", "Uslu ol yoksa doğru fırıncıya", "Bizim ayakkabıcı da çırak arıyormuş he ona göre" gibi tatlı(!) tehditlerle korkutulurduk. Özellikle karnelerde zayıf bol olunca, okuldan disipline aykırı şikayetler gelince, yaz tatilinde çıldırasıya günler geçirince... Oysa bu mesleklerin tarihi arka planını, gelişim sürecini, neden kaybolmaya yüz tuttuğunu büyüsek de pek umursamadık. Ne zaman ki İstanbul'un kapitalizm, modernizm ya da nice izmlerle yok olageldiğini gördükçe biz de mesleklerin ve mekânların farkına varmaya başladık. Aslında ne zaman başımızı akıllı cihazlardan göğe kaldırma yahut toprağa çevirme hüneri göstersek, İstanbul'la birlikte geçmişimizle beraber geleceğimizin de karardığını, silikleştiğini ve anlamın kaybolduğunu görebiliriz. Sadece "bakıp" geçtiğimiz için artık "görmemeye" sebep olan her şey etrafımızı çevirdi.

Siz bakmayın yaşı 70'e gelenlerin "İstanbul bitti, çoktan bitti" demesine. Onların zamanında İstanbul'un her yanı güzeldi, asıl maharet şimdi İstanbul'un kaybolmaya yüz tutmuş güzelliklerini bulmak, keşfetmek. Petrus Gyllius 500 yıl önce şöyle demiş: "Tüm kentler zamanın erozyonuna uğrayacaktır. Yalnızca İstanbul ölümsüzdür. İnsanoğlu İstanbul'da yaşadıkça ve kenti imar ettikçe, İstanbul var olacaktır."

Rita Ender, 85 kişiyle 80 farklı mekânda görüşmüş. Esasen hem kaybolması an meselesi olan meslekleri hem de Türk toplumunun ve bilhassa İstanbul'un bir zamanlar nasıl yaşadığını da belgelemiş. 480 sayfalık "Kolay Gelsin: Meslekler ve Mekânlar" kitabı, Reysi Kamhi'nin resimleri ve Berge Arabian'ın fotoğraflarıyla zenginleşmiş. "Bazı meslek ve zanaatların yok oluşu, doğrudan doğruya Türkiye’deki Rum, Ermeni, Yahudi nüfusun azalmasıyla ilgili bir kayıp, bir eksilme." diye düşünse de Rita Ender, bana göre tam da öyle değil ve hatta böyle bir şey pek mümkün değil. Zira bu topraklarda bilhassa Anadolu'da asırlarca âhilik teşkilatı; ustalık ve çıraklık kurumlarını ayakta tutmuş, yine asırlarca mesleklerin ayakta kalmasına ve gelenekten geleceğe sürmesini sağlamıştır. Bunu sadece bir mesleki kuruluş olarak değil hem ahlak hem de eğitim olarak görev bilmiş. Kitapta bunun ispatı kendiliğinden vardır, bazı meslekler hatta birçok meslek ustadan çırağa, kalfaya geçer, okuldan öğrenilmez. Sahafın, turşucunun, gramofon tamircisinin, bozacının, baklavacının, baharatçının, pulcunun, manavın, muhtarın, kırtasiyecinin, dolmakalem tamircisinin, fırıncının, simitçinin, kaymakçının okulu olmaz, ustası olur. Ne öğrendiyse aynen sürdürür ve eğer merakla birlikte kabiliyet varsa, bu meslekler evlatlar vasıtasıyla uzun zaman sürer. Rita Ender'in bazen bu ve buna benzer söylemler üzerinde fazla durması, kitabı sanki "azınlıkların İstanbul'daki hâli" gibi kılmış. Zira onlarca meslek erbabıyla görüşülmüş ancak bunların çok azı Türk. Oldukça fazlası Rum, Ermeni ve Yahudi. Burada bir sevgisizlik yakalamak istemiyorum zira aklıma vaftiz, düğün ve cenaze gibi törenlerin organizasyonunu yapan Berç Kaç'ın söyledikleri geliyor: "Müslümanların cenazeye yaklaşımı bambaşkadır. Tanısın tanımasın koşar, tabuta omzunu atar. Dinî vecibesini yerine getirir; helallik alır, helallik verir. Bizim Ermenilerde, Rumlarda, Katoliklerde de sevgi saygı elbet vardır ama kişi kendini ne kadar sevdirdiyse cenazesi o kadar kalabalık olur. Dolapdere'de at arabası ile kavun karpuz satan Artin vardı. Artin öldü, kilise bir kalabalık bir kalabalık! 200 kişi filan var. 200 kişinin, 10 kişisi Ermeni, 190 kişisi Müslüman; manav, kasap, bakkal... Dolapdere halkı; hepsi birden Artin'in cenazesine geldi."

Rita Ender'in bir hatası da -ya da aşırı duygusal yaklaşımı diyelim- tüm bu azınlıkları "İstanbul'un eski sahibi" olarak nitelemesi. Varlık Vergisi (1942), 6-7 Eylül (1955) Olayları ve zamanla gerçekleşen göçler elbette İstanbul'daki nüfusta önemli değişimlere sebep oldu. Yeri geldi meslekler farklı mekanlara taşındı, mekanların yöneticisi değişti ama gelenekler hep sürdü. Röportaj yapılan her meslek erbabına son soru olarak "Sizden sonra biri devam edecek mi? Yetiştirdiğiniz biri var mı?" sorusunun cevabının sürekli olumsuz olması, elbette dönemin şartlarıyla doğrudan alakalı. Mesela Büyükada'da yüzyıldır devam eden faytonculuk neredeyse sonra ermek üzere. Adada arabayla ulaşımın serbest bırakılması gündemde. Bu durumu babadan faytoncu Kevork Beyleryan şöyle özetliyor: "Kaldırmaya uğraşıyorlar, kaldıramıyorlar. Buraya elektrikli araç getirmek ve rant sağlamak istiyorlar. Ada halkı istemiyor. Sonunda "faytonlar kalacak" dendi. Ada'nın sembolüdür onlar. Kalkması Ada için büyük kayıp olur. Turist geliyor, fotoğraf çektiriyor, atları seviyor. Otomobilde ne yapacak?"

Fakir gibi daima yolda olmayı isteyenler için güzel arayışlara, güzel buluşlara da sebep olabilir röportajlar. Mesela ben dolunayda ve lodosta çok etkilenirim; başım ağrır, uykum kaçar, agresif ve geçimsiz olurum. Bu yüzden ağrı kesici dışında lavanta kolonyası, Seylan çayı ve filtre kahve stoklarımı kontrol eder, gerekli önlemlerimi alırım. Kolonyalarını çok beğendiğim Rebul Eczanesi'nden eczacısı Mehmet Müderrisoğlu hem kolonyalarının hikâyesini anlatmış hem de meşhur lavanta kolonyaları hakkında şöyle demiş: "Akdeniz sahillerinde, dağlarda yetişen bir yaban bitkisidir, Bulgar'dır. Lavantanın özelliği, antiseptik olmasıdır. Bir yaranın üstüne lavanta esansını dökerseniz, onun iyileştirici etkisini görürsünüz. Lavanta esansının bir tek damlasını çayınıza dökerseniz, akşam güzel uyursunuz. Lavanta, sinirinize hâkim olmanıza yardımcı olur. Yastığa lavanta kolonyası döktünüz mü daha derin uyursunuz, uykunuzu alarak uyanırsınız. Lavanta çok değişiktir! Ben duş yaptıktan sonra sabahları böyle dökünürüm, ondan sonra çıkarım evden. Ben müşterilerime hep şunu derim: Ihlamur, yasemin vs. pop müzik gibidir; bugün var, belki yarın yok. Lavanta ise bir klasik müziktir, modası yoktur. Bir de şunu söyleyeyim; herkes sevmez lavantayı. Üniversite mezunları, klasik müzik sevenler, jazz dinleyenler, firmaların executive (yönetici) sınıflarındaki kişiler lavantayı kullanır.". Bağdat Caddesi'nde 35 senedir çiçek satan Filiz Kiraz ise "Lavanta iyidir; uykuya iyi gelir. Suda kaynatıyorlar evde koku yapıyor, çamaşırlara koyuyorlar; her derde deva yani." diyor.

Tüm dönüşüme, gelişmeye(?) ve kaybolmaya rağmen mesleğinden vazgeçmeyenler de var. Sahaf Simurg'un sahibi İbrahim Yılmaz "Bu efsunlu ruhlar şehrinin hafızası, sahaflıkta gizli" diyor. Taksim'de 1950'den beri var olan bir lostra dükkanının başında bulunan Seher Örenler -ki kadın lostracı bulmak çok zordur- yurtdışından "Acaba hâlâ duruyor musunuz?" diye gelenler olduğunu söylüyor, zira eskiden insanlar bir ayakkabı alır ve sorun oldukça onu tamir ettirirlermiş. Şimdi çöpe atımlık, bir senelik ayakkabılar üretiliyor. Malum, Çin malı her yeri işgal etmiş durumda. Estetikten ve kaliteden anlama seviyemiz yerle bir olmuş durumda. Dolayısıyla dinlediğimiz müzik de bir gürültü, metal bir yığından ibaret. Terk ettiğimiz tüm değerlerimizi mumla arayacağımız günler yakın değil, biz o günlerdeyiz. Kapalıçarşı'daki gramofon tamircisi Mehmet Usta ne güzel anlatıyor: "Beni en çok rahatsız eden şey bu terk edilme olayı. Düşünün; bir gramofon sizin acı günlerinize, sizin mutlu günlerinize müziği ile eşlik etmiş, aşklarınıza eşlik etmiş, hatıralarınız var ve siz onu modası geçiyor diye çatıya koyuyorsunuz... Gramofon çatıya konarken, aslında başka bir şey daha oluyor: Klasik Türk sanat müziği yavaş yavaş yerini hafif müziğe, arabeske terk etmeye başlıyor. O güzelim besteler, o Allah vergisi sese sahip sanatçıların yerini daha kimyasal bir musiki alıyor... Bunu en doğal şekilde gramofondan alırsın çünkü gramofonun temel ayağı doğallıktır. Bir Mario Lanza veya bir Frank Sinatra, bir Louis Armstrong bunlar doğal sanatçılardır. Münir Nurettin, Zeki Müren, Müzeyyen Senar, Hamiyet Yüceses, Hafız Kemal, bunları hepsi Allah tarafından özel seçilip kendilerine ses bahşedilmiş kişilerdir. Gramofondaki özellik de bu işte. Doğal. Katkısı yok, amfisi yok, beslemesi yok, 100 sene de geçse bu yüzden ayakta kalır."

Bir makinistin heyecanı, bir çanta tamircisinin işini yaparken aldığı keyif, bir oyuncakçının eski tahta oyuncak dönemlerinden bahsedişi, çini ustasının "Tarih olduk be.." deyişi, bir koşerin en çok Müslümanların ondan yemek yemeyi tercih etmesi karşısındaki sakinliği... Kitabın satırları arasında uzun soluklu bir İstanbul tarihi okuması yapmak mümkün. Yıllarca kahvaltı sofrasına oturup bol fırça yediğimiz Pando Pandeli Şestakof, nam-ı diğer Kaymakçı Pando'nun Beşiktaş'ı tercih etme ve başka şube açmama sebebi olarak "Buradan bir adım atarsan her şey kaybolur, âdet bozulmaz, görüntü biter" demesi bile yetiyor, her şeyi anlatıyor. Son dönemde en üzüldüğüm mekan kayıplarından biridir, 119 yıllık Kaymakçı Pando'nun kapanması. Sebep? Dükkan sahibinin tahliye kararı aldırması. Çünkü orası "değerli" bir yer, "anlamlı" bir yer. Dolayısıyla "para getiren" şeyler lâzım değil mi İstanbullu...

Kitabı bitirdiğimde uzun bir belgesel izlemiş gibi hissettim kendimi. Değişen İstanbul, yok olan geleneklerimiz, yok edilen müziğimiz, mesleklerimiz ve kaybolan mekanlar, mekanlarımız. Tüm bunların hepsi aklıma bir dönemin panoramasını mükemmel derecede anlatan o İsmet Özel şiirini getirdi. Hani "serbest düşünme zamanı geçti artık / şimdi mesai saati" diyor ya Ils Sont Eux adlı şiirinde. Son mısralarını mırıldandım: "Anneleri / mutfakta kalan son bakır sahanı / alüminyum olanıyla değiştirdi / mesainin bitimine on kala / istifa etti vali / çamurlu bir yoldan / yayan yürüdü sınıf arkadaşı / olan nalbantın dükkanına / alay komutanı oğlu için / otomobil satın aldı / mercury marka / kış geçti, öksürük haplarıyla / geçti cumartesi / hiçbirşey söylemeyen sözlere varmak için / herşeyin sonuna kadar söylenmesi gerekti / incir… yarpuz… karamela… / la havle ve la kuvvete illa billah."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

16 Kasım 2015 Pazartesi

Okurunu uzun bir iç yolculuğuna çıkaran öyküler

Parçası Benden”… Sek sek oyununda kullanılan bir ifade, oyunun en temel kurallarından. Oyunu oynarken taşınız kırıldığında herkesten önce “Parçası Benden!” diye bağırmazsanız oyundan atılırsınız. Basit bir oyunun basit bir kuralı gibi gözükse de, “Parçası Benden”, hayatın kurallarından biri.

Sek sek oyununu en çok kız çocukları oynar. Bundan mı bilinmez, Parçası Benden’in öykülerinde hep kadın kahramanlar ön planda. Bu kadınlar parça parça olmuş, hayatları kırılmış, sadakatli ve kırılgan kadınlardır.

Sibel Eraslan’ın ilk öykü kitabı Balık ve Tango. İkinci öykü kitabı olan Parçası Benden’de toplam on iki öykü yer alıyor. Yazar, öykülerinde erkek kahramanlara yer vermiş, fakat kadın karakterleri daha çok anlatmış. Bazen bir kadın karakter, anlatıcı tarafından anlatılırken, bazen de bir kadın karakter tarafından anlatılmış her şey. Eraslan öykülerinde gerçeği yansıtıyor. Gündelik hayatı ve sıradan insanları farklı bir cepheden anlatıyor. Yapay duygulara yer vermiyor yazar. İçinde kaynayanları, kanayanları öykü kazanına atıyor ve cümle cümle pişiriyor. Öykünün kurgusu bir ahenk içerisinde ilerliyor, okuru kendine çekiyor. Öykülerin hemen hepsinde kadının nerede-nasıl durması gerektiği, bir kadına yakışanın ne olduğu vurgusu dikkat çekiyor. Kadının aile ve toplum içindeki tutumu, tavrı irdeleniyor. Eraslan’ın işçiliği harika bir dili var. Yazarın dile olan hâkimiyeti anlatımının güzelliği ile birleşmiş.

Her bir öykü okuru uzun bir iç yolculuğuna çıkarıyor
Şarkılar Seni Söyler” öyküsünde, aile içerisinde anne ile baba arasına oturmuş sessiz ve dilsiz hâli gözlemleyen bir kız çocuğu anlatılır. “Sevgili Sesilya Abla” öyküsünde, ailenin dayısıyla mektup arkadaşı olan Batılı bir kız vardır. Kız Türkiye’ye gelir, mahallelinin gönlünü fetheder. Görüntüsüyle, davranışlarıyla ilgi çekici bir kızdır. Sevimli ve sempatik tavırlarıyla mahallelinin içinde İngilizce öğrenme aşkı başlatır. Bu öykü, Batı ile olan ilişkilerimizi, Batı’ya bakışımızı anlatan bir öyküdür. “Parçası Benden” öyküsünde, yoğun hüzün vardır. Aynı dergide çalışan bir kadın ve adamın öyküsüdür bu. Kadının sevdiği ve sevildiği adam savaş esnasında Bosna’ya gider. Burada Boşnak bir kıza âşık olur. Kadın, başka bir kadına âşık olan sevdiğinin sadakatsizliğine sadakatiyle karşı durur. Acımasızlık, ihanet, üzüntü… Kadının yüreğine saplanmıştır. Ama o iyi bir kadın olmayı, onurluca susmayı tercih etmiştir. “Parçası Benden”, aynı zamanda, Srebrenica’nın acısını ve utancını duyurur okura. “Ay Dersleri” öyküsünde bir başka hüzünlü kadının öyküsünü okuruz. Kocası tarafından aldatılan kadına, kocasının hastaneye kaldırıldığını genç sevgilisi haber verir. Bu durum karşısında kadın içine sığınır, içinin derinliklerinden aya doğru gider ve oradan evine bakar, evinin hüzünlü tablosunu görür. “Ankebut” öyküsü, kitabın en iyi öykülerinden birisidir. Çağıl Bey’in bencil yaşantısı anlatılır. Çağıl Bey, incitici, umursamaz bir adamdır. Yaptırdığı gökdeleni oğlu gibi sever. Bir gece oğlunu sevmeye gittiğinde inşaatta yanan ışıklar onu rahatsız etmiştir. Bir bir hesap soracaktır oğlunun koynunda geceleyenlere. Kendisi için yaptırdığı kırk numaralı daireye geldiğinde karşısında ilk aşkı İpek’i görür. İpek’i terk etmiş, kırmış, üzmüştür. İpek, Çağıl Bey’in tüm kırıcılığına rağmen onu sevmiş, ona sadık kalmıştır. Öyküde asıl dikkat çeken İpek’in Çağıl’a olan aşkı değil, âşık bir kadının ruh hâlidir. Deli gibi sevdiği, neredeyse tapındığı gökdeleninde canını teslim eden Çağıl Bey’in öyküsü trajiktir. “Su ve Sır” öyküsünde, yine bir kadının içinden geçenleri kendi içine haykırdığı satırları okuruz. Kimselerle dertleşemeyen bu kadın sırlarını, şikâyetlerini suya anlatır. Çocuğu olmayan kadın ne kocasına ne kaynanasına ses edemez, ama içinden geçenler suyu yakan cinstendir. “Sırdaşım olan şu sular anladı âhımı da, bir gelini olduğum anlayamadı diyorum.

Eraslan, bu yıl ikincisi verilen Necip Fazıl ödüllerinin hikâye dalındaki ödül sahibi kalemidir. Yazar, bir telkari ustası gibi en güzel ve zarif cümlelerden öyküler örmüş. Parçası Benden kitabındaki her bir öykü okuru uzun bir iç yolculuğuna çıkarıyor.

Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/HaticeA45604005

Ortaçağ güneşi, has bir kul, ermiş Râbia

Çağdaşı erkek ermişlerle aynı mertebede olan, tezkire yazarlarınca, eşit muamele gören bir velî… Yokluğu nasıl yeneceğini, Allah’a nasıl ereceğini arayan insanoğluna bir ışık…“Râbia, Sevgili ile; Allah ile baş başa bir insan kalbinin umut edebileceği en büyük güzellik olduğunu düşündüğü için, Allah’tan ne gelirse sabır ve şükür ile kabul etmeyi öğretir.”der A.Schimmel kitabı takdim ederken.

Sûfînin “çeliğin ateşle imtihanı gibi,” iki ayrı varlıktan bire dönüşmesi, tevekküle sığınması halleri anlatılır kitapta. İslam öncesi ve sonrasında ilk dönemlere dair, Margaret Smith tarafından yapılmış en hacimli çalışmalardan biridir. Allah’ı ön plana çıkaracak, “Allah’a kuşların güvendiği gibi güvenerek” nefsinden kurtulacaktır insan. Rabbine hürmetli bir kadın Râbia. Öyle ki, hürmetinden kırk yıl göğe bakamıyor. “Ne zaman ezan sesi duyarsam, kıyamet günü Sûr’ a üflenişini hatırlarım. Ne zaman kar görürsem (hesap) defterlerinin, sayfalarının uçuşunu görürüm.” diyen Râbiatü’l Adeviyye için, tabiat olaylarının çağrıştırdığı anlamlar derindir.

Kitabın, “Kadından ermiş olur mu? Olursa bu aykırı bir şey midir?” sorularına yüzyıllardır cevap arayanlara bir rehber niteliğinde olduğu çok açık. Ferîdüddîn Attâr’ın M.S. 801’de sırlanan Basralı Râbia, hakkında yazdığı Farsça eserde, “halk tarafından ikinci Hz. Meryem gibi kabul gördüğünü”söyler. Hem Kuşeyrî hem de Gazzalî; aradan üç yüzyıl geçmesine rağmen, umut ve korku teorisini desteklercesine eserlerine Râbia’nın örnek bir şahsiyet olduğuna şehadet etmişlerdir. “Gazzalî erkek okurlarını şöyle teşvik eder: ‘Dindar kadınların mertebelerini düşünün ve kendinize: Ey gönlüm, bir kadından aşağı olmaya razı olma. Çünkü bir erkek dinî ve dünyevî açıdan bir kadından noksan ise bu rezilliktir’ deyin.”. Daha sonra Allah’a kendini adamış kadınları anlatır. Pek çok yazarın ondan bahsettiği biliniyor. Yakın zamanda, biri Mısır, diğeri Arap dünyasından olan yazarlar onu anlatılır. Bir de film çalışması yapılır. Râbia hakkında 1946 ve 1982’de yazılmış bu iki eser, Smith’ın bu eseri kadar otobiyografik sayılmamaktadır yine de. Eski mutasavvıfları doğrulayan Ruvaym b. Ahmed b. Yezîd el Bağdâdî: “Tevhid insan tabiatının silinmesi ve ilâhî özelliklerin korunmasıdır.” sözü bu kadın sûfî de yeniden hayat bulur.

Allah’a cehennem korkusundan kulluk etmedim. Eğer korku ile kulluk etseydim, sefil bir uşağa benzerdim. Allah’a cennet sevgisi ile de kulluk etmedim. Çünkü verilen uğruna kulluk etseydim, kötü bir kul olurdum. O’na yalnız O’nun aşkından ve O’nun arzusundan ötürü kulluk ettim.”. Kûtü’l Kulûb’den rivayetle Rabia’nın kulluk bilincine şahitlik ediyoruz bu kitapta.

Ne yaptığını bilmez bir şaşkın, bir deli değildir Rabia. Aksine “ben”e dair her şeyden soyutlanmış, sadece O’nun arzusu ve aşkı peşinde koşmuştur hayatı boyunca.

Değişik, ezber bozan bir kitaptan sözediyorum size. Çünkü, kadının Avrupalıların zannettiği gibi Kur’an’ da ikinci planda olmadığını, müslümanlar arasında anlatılan bir takım yaygın klasik, dini kitaplardaki gibi akılsız, eksik olarak nitelendirilmediğini anlamaları açısından bu eser bir dönüm noktasıdır neredeyse. Şüphesiz ki; ilahi emirler, “inanan erkek ve kadınlara” dolayısıyla “insanlığa” seslenir. Er ya da geç bu gerçeklik kavranabilmiştir. Bugün bile ziyaret edilen, derviş, mütevekkil, oldukça zeki, dediğim dedik kadınlardan… “Ben bu şekilde yüzümü örtmeden dolaşırım” diyebilen kıyafetini ve duruşunu kendi belirleyen savaşçı ve saygı gören müslüman hanımlardan söz ediyor. “Öyleyse İslam devrinin başında kadınların kocalarını seçmekte daha özgür olduklarını, evliliğin çoğunlukla eşit paylaşıldığını ve kadınların bağımsız yaşam haklarını ileri sürebildiklerini gösteren açık deliller vardır.”. İbn-i Battuta’nın Maldiv, Sudan, Hindus, Malabar gibi diyarlardaki kadın hükümdarlara ve ada kadınlarına dair, gözlemlerine ilişkin çarpıcı notlarına yer vermiş yazar. Diğer yandan 9. yy.da Nişaburlu Fatıma adlı bir âlimden sözeder. Rahatça zamanının âlimleriyle görüşen, fikir alışverişinde bulunan sufî kadınlar mevcut bu dönemde.

İslamlaşmanın ilk yıllarındaki savaşçı, hükümdar, hafızalarda yer etmiş, tarihe geçmiş sûfî kadınlar… Kahire’de Seyyide Zeynep mevlidi okunduğu ve zikir meclisleri kurulduğunu, anlatıyor yazar. Bölgeyi iyi bilen yazar, gerek Kahire’de gerekse, Beyrut ve Şam’da hocalık yaptığı dönemlerdeki gözlemlerini aktarmış. Yazar daha sonra İngiltere’de 1970’de vefat ediyor.

Râbia: Bir kadın SûfîÖzlem Eraydın çevirisiyle, İnsan Yayınlarıdüşünürler’ serisinden yayımlandı. Dört baskı yapmış olması tesadüf değil. Arapça, Türkçe, Farsça, Urduca ve pek çok batı diliyle yayımlanmış kaynağa işaret ediliyor. Dileyen kapsamlı araştırabilsin diye, eserin sonunda kaynakça yer almakta.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz