SAYFALAR

31 Temmuz 2012 Salı

Şiirlerin peşi sıra gitmek isteyenlere

"Şair burada ne anlatmak istemiş?" cümlesi bir edebiyat dersi sıkıcılığı taşır; zorlamadır, afakidir, sahicilikten uzak gelir. Muhtemelen çoğumuz bu soru yanıtlanırken sıkıldık, cevapları da unuttuk; ama şairlerin nasıl olup da o dizeleri oluşturabildiklerine, neler yaşayıp da böylesi cümleler yazabildiklerine dair meraklarımızı hiç yitirmedik. Çoğunun yanıtını bulamadık, kimini kulaktan dolma ‘edebiyat dedikoduları’ ile geçiştirdik.

Haluk Oral ise bu soruların yanıtlarını bir tarihçi titizliğiyle araştırmış ve mısraların peşi sıra aklımıza düşen soruları bir edebiyatsever gibi yanıtlamış.

Haluk Oral, bir matematik profesörü. Bir İmzanın Peşinden ve Arıburnu 1915 kitaplarını anımsayanlar olabilir. Şiir Hikayeleri’nde, Haluk Oral, bir edebiyat arkeoloğu gibi şiirlerin neden yazıldığını, şairlerin o dizeleri yazarken nelerden etkilendiklerini, neler yaşadıklarını anlatıyor. On bir hikaye yer alıyor kitapta.

"Sana gitme demeyeceğim / ama gitme Lavinia / yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim / incinirsin yine de sen bilirsin." dizelerini Özdemir Asaf’a yazdıran kadını anlatıyor, aralarındaki ilişkiyi, dönemin ünlü isimlerini, yaşayışlarını…

Necip Fazıl’ın, "Kaldırımlar"ı hangi sokaklarda, neler düşünerek yazdığına değiniyor:

"Ona Kaldırımlar’ı yazdıran bir arayıştır, kumarı bu arayışta bir araç olarak kullanır. Ama Paris onun için artık bitmiştir zorunlu olarak yurda döner."

"Saflığın ve sadeliğin huzuru yerine, zoru aramanın çilesini tercih etti Necip Fazıl, varoluşunu ancak acı çekerek hissedebilen bütün insanlar gibi..."

Ve Nazım’ın "Kurtuluş Savaşı Destanı" şiiri üzerindeki çalışmalarını…

Ahmed Arif’in "Hasretinden prangalar çürüttüm" mısrasını “Hasretinden prangalar eskittim” şeklinde değiştirmesi... "Çürüttüm kelimesindeki "ü" ler önce kulağımı sonra gönlümü tırmaladı.” dediğini okuyunca, bir şairin her bir dizeye nasıl da gönül verdiğini hissediyor insan.

Ve Şiir Hikayeleri, daha başka hikayelere, Ahmet Haşim’e, Melih Cevdet’e, Yahya Kemal’e, Oğuz Atay’a, Orhan Kemal’e rastlıyorsunuz.

Şairlerin, yazarların ve dizelerin peşi sıra bir yolculuğa çıkıyorsunuz…

Şiir Hikayeleri, okuduklarının peşinden gitmek isteyenlere iyi gelecek bir kitap. Ve her kütüphanede olması gereken, kıymetli bir eser.

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Can sıkıcı her şeyden uzaklaşmanın tam zamanı

Trabzon’da sırtını denize dönmüş bir deli hastanesi, doktorundan hastasına içerideki tüm insanların şaşırtıcı yaşam öyküleri. Okundukça çoğalan, çoğaldıkça Türkiye panoramasına dönüşen keyifli, eğlence dolu bir roman.

Suzan Defter’de anlattığı aşk hikâyesi ile okuyucuyu derinden sarsan Ayfer Tunç, Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi kitabında herkesi kahkahalara boğuyor. Bir hastane hem Trabzon’da hem de deli hastanesi olunca okuyucuya sadece bu keyfi çıkarmak, nerede olursa olsun kendini tutamayıp kahkaha atmak kalıyor. Doktorların hastalardan daha sorunlu olduğu, herkesin ne ektiyse onu biçtiği, intikamları kişilerin değil hayatın ta kendisinin aldığı bu hastaneye hepiniz davetlisiniz.

Karakterlerin, mekânın ve bir ucu on dokuzuncu yüzyıla dayanan, bir ucu günümüzde olan zamanın ustalıkla kullanıldığı kitap edebiyata yeni başlayanlar için de bir roman tekniği dersi niteliğinde. Kısacası bu kitabın yazarının tanrısallıkla bir ilgisi var ve okuyucular da kitap bittikten sonra bu tanrısallıktan nasibini alıyor. Bu aralar canınızı sıkan bir şeyler varsa daha fazla üzerine gitmeyin, keyfinizin yerine gelmesi için Ayfer Tunç güzel bir reçete hazırlamış, tadını çıkarın.

Ümran Kio

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Türkü gibi içten şiirler

"Ah kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya."


Gülten Akın'ın ilk şiirleri, İkinci Yeni akımının yaygınlık kazandığı döneme rastlar. 1970'lerdeki toplumsal sıkıntılar, aşk, ayrılık ve yalnızlık temaları bu şiirlerde yoğundur. Kadın sorunlarından felsefi sorunlara uzanan geniş bir perspektifte, çok keskin bir yalnızlık duygusuyla kaplı karamsar bir şiir üslubuna sahiptir Gülten Akın.

"Tutulmuş dağ yolları oklar ve tuzaklar
Biri dostluk adına bağışlar çirkinliğimizi
Düz yollara düşeriz yeniden oksuz ve tavşansız
Yılgın savaşçılarız, sevgiler ürküttü bizi."


Okurken bu tip dizelerden çıkarılacak sonuç genelde sevgisizlik, kıymet bilmeme ve hüzün olacaktır hiç şüphesiz. Nadir de olsa yergilerle karşılaşmak mümkündür. Bu yergilerde baskıcı katı yasaklar, çifte standartlı insanlar ve tutkularından uzakta yaşamaya zorlanmış karakter görebiliriz.

"Sana büyük caddelerin birinde rastlasam
Elimi uzatsam tutsam götürsem
Gözlerine baksam gözlerine konuşmasak
Anlasan."


Oyun, anlatı ve deneme türünde de eserleri olan, bazı şarkılara şiirleri karışmış, yaşayan büyük şairlerimizden Gülten Akın'ın şiirlerinden seçme yapılarak hazırlanan bu kitap; özellikle şairi tanımak için güzel bir başlangıç olacaktır. Deli Kızın Türküsü, bir anadolu türküsü kadar içtendir.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

22 Temmuz 2012 Pazar

Kendi dehlizlerinde dolaşmak isteyenlere

Murat Gülsoy, çağdaş Türk edebiyatının en güçlü kalemlerinden biri bence. Özellikle öyküleri, kurmacanın sınırlarını zorlar ve hem derinliği hem de üslubuyla insanı fazlasıyla etkiler. Murat Gülsoy'un son kitabı Baba, Oğul ve Kutsal Roman ise yazarın öyküde olduğu kadar romanda da güçlü bir kalem olduğunun bir ispatı. Roman kahramanı bir yazar ve zaman kavramıyla meselesi var. Bu yüzden pek çok yerde Tanpınar'a ve Borges'e ve başka güzel kalemlere selam çakıyor.

"Geçmiş ne kadar geçmişte kalır? Şimdi dediğimiz zamanın ne kadarı geçmişe aittir? Kim bilir? Tanpınar bilir. Borges de bilebilir."

Yazarımızın her sabah Aşiyan'da yaptıgı yürüyüşler ve Tanpınar'ın mezarının da ayrı bir yeri var hikayede. Ve rüyaların... İnsanın bilinçaltının hayatına yansıttıklarından dem vuruyor Murat Gülsoy. Aşka, evliliğe, yazıya ve hayata dair pekçok şeyi sarsıcı bir bakış acısıyla ele alıyor. Baba, Oğul ve Kutsal Roman'ı okurken insan kendi icinde bir gezintiye çıkıyor adeta...

"Herkesin kıyameti kendine..."

Ve belki de en yalnız, en yalın hallerimizi yüzümüze vuruyor:

"Maalesef kendimizi en masum saydığımız zamanlarda bile sadece kendimizi düşünürüz; kendi zavallı arzularımızın tatminiyle alakadar oluruz. Siz de dostum, başkalarından farklı değilsiniz."

Tanpınar, Borges, Nabokov, Oğuz AtayKafka derken bu topraklara da selam vermeden geçmiyor yazarımız:

“Oysa bu ülkede düşünce suçu diye bir şey var. Düşünen kafanın taşla ezildiği bir coğrafyadan söz ediyoruz. Sabahattin Ali. Ve diğerleri. Yıllar yılı işkencehanelerde, hapishanelerde çürütülen aydınlar. Suçları, doğru bildiklerini söylemek…”

Velhasılı kelam, Baba, Oğul ve Kutsal Roman, kendi dehlizlerinde dolaşmak isteyenlere, zamana ve rüyalara dair meselesi olanlara iyi gelecek bir kitap.

Ve belki de Murat Gülsoy, çok haklı...

"Öleceğimiz fikri bizi yazmaya yaklaştırıyor."

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

Kalpleri açan bir anahtara dair

"1 Ocak... Bu tarihten itibaren, eskiden günlüğüme aktarmakta tereddüt ettiğim bir konuyu çekinmeden yazmaya karar verdim. Kendi cinsel yaşamım, karımla olan ilişkimle ilgili ayrıntılara girmekten kaçınırdım. Elbette, karım bu günlüğü gizlice okuyuverir, öfkelenir, diye korkardım."

Cuniçiro Tanizaki, 1886’da Tokyo’da doğdu. En iyi romanlarından biri kabul edilen Bazıları Isırgan Sever (1929) kendi değerlerindeki değişimi yansıtıyor, geleneklerine bağlı Osakalı bir ailenin öyküsünü anlatıyordu. 1932’de klasik Japon edebiyatının başyapıtlarından sayılan Genci’nin Öyküsü’nü çağdaş Japoncaya çevirmeye başladı ve kendi üslubu üzerinde de etkisi oldu. 1940’larda yayımlanan “Hafif Kar Yağışı” adlı romanında, çağdaş dünyanın geleneksel topluma yönelik saldırılarını klasik Japon edebiyatına özgü bir üslupla anlattı. 1956’da Anahtar, 1961’de Çılgın Bir İhtiyarın Güncesi adlı romanları yayımlandı. 1965’te Yugavara kentinde öldü.

Anahtar” da söyleyemediği, yıllarca hep içine attığı duygularını artık çekinmeden ve de utanmadan günlüğüne yazmaya başlar kahramanımız. Ancak sadece kendisi değildir günlük tutan; karısı da en gizli duygularını kendi günlüğüne yazar. Kahramanımız ve karısı günlüklerini evin muhtelif yerlerine saklamakla beraber, günlüklerini kilitli tutacak olan anahtarları, eşlerinin bulabilecekleri bir yere de koymayı ihmal etmezler. Duyguları hem sır olsun hem de olmasın isterler. Bu anahtarlar, sadece günlüklerinin değil, kalplerinin içindeki ortaya çıkaran anahtardır da aynı zamanda. Orta yaşı geçmiş bu karı koca arasındaki tek köprü bu günlükler olacaktır artık. Günlük hayatta pek anlaşamazlar. Kocanın cinsel isteklerini karısı bir türlü onun istediği gibi karşılamamaktadır. İki farklı dünyanın insanlarıdırlar; ancak geleneksel Japon geleneği onları bir arada tutmaya devam etmektedir. Kocanın yazdıkları ise, o yazılanları gizli gizli okuyan karısını her gün bir miktar uzağa doğru götürecek olan yoldur aynı zamanda; hazin bir hikâyedir bir bakıma...

"19 Mart... Şafak sökene kadar gözümü bile kırpmadım. Dün akşam neler olduğunu düşünmek, korkuyla karışık bir keyif veriyordu. Henüz ne Kimura, ne Toşiko, ne de karım bir şey söylemişti. Elbette, bir şey söylemelerine de fırsat olmamıştı, ama hemen duymak da istemiyordum."

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

19 Temmuz 2012 Perşembe

Bazılarımızın hayatının romanı

"Hayatımın romanı" dediğimiz şey aslında iki türlüdür. Kimimiz, yaşadığımızın hayatın bir benzerini görürüz okuduğumuz romanda ve buna "hayatımın romanı" deriz. Kimimizin ise okuduğu kitap, o yaşına kadar okudukları arasında en sevdiğiyse hayatının romanı olur. Ben burada özellikle ikincisinden yanayım.

"Bir zamanlar uyurdum, hatırlıyorum o günleri."

"Hiçbir yere ait olmayanları iyi tanırım. Her yere aitmiş gibi davranırlar."

"Varlığıma nedensizlikten delirdim ben. Hiçbir nedeni kendime yakıştıramadığımdan. Hepsini giydim. Hiçbiri olmadı."


Hakan Günday'ın ilk romanıdır Kinyas ve Kayra. 2000 yılında yayınlanmıştır. Bu sebeple özellikle 1986 doğumluların lise ve üniversite hayatına büyük etkisi olmuş bir kitaptır. İşin ilginç tarafı, Kinyas ve Kayra'yı bir çok Hakan Günday hayranı çok sonraları okumuştur. Ben lise yıllarımda yarısına kadar okuyabilmiş, sonra temelli bırakmış ve aradan 10 yıl sonra yeniden okumuş olma durumumu birçok yakınımda görünce bu yorumu çıkardım. Daha sonraki okumalarımda ve Hakan Günday incelemelerimde gördüm ki bu kitabın çıkışında Oğuz Atay, Hermann Hesse, Albert CamusElias Canetti ve Louis-Ferdinand Celine gibi efsanelerin rolü oldukça fazla. Bunu Hakan Günday bazen söylüyor, bazen de kitaplarında belli ediyor.

"Ne kadar yalnızsan o kadar uzağa gidersin. Ne kadar terk edersen o kadar ölürsün."

"Ruhumdaki düğümler fazlasıyla sıkı. Kimsenin onları çözecek kadar tırnakları yok."

"Çok şey gördüm. Beni yüzüstü gömün."


Çok uzatmadan romandan bahsedeyim. Öncelikle kitap, ilerledikçe sizi içine çekecektir. Çünkü ortada var olan savaş, psikolojik bir savaştır. Dolayısıyla kitap, okuyanın yaşamına okuduğu süreç ve sonrasında derin etki edebilecektir. Üç bölüme ayrılan kitapta önce "Kinyas, Kayra ve Hayat" üzerinden yoğun bir beyin istilası gerçekleştiriyor Hakan Günday. Burada hayata dair derin ama sonradan fark edilebilecek çelişkide aforizmaları yakalamak mümkün. Yazarın silahını gözlerimize doğrulttuğu bölüm ise 2.bölüm: "Kayra'nın Yolu". Bu bölümde bir karakterin diğer karakterin üzerinden sarsa sarsa yürümelerine tanıklık ediyoruz. Üçüncü bölümde Hakan Günday bu kez silahını beynimize doğrultuyor: "Kinyas'ın Yolu". Tek atışlık bir final bekliyorsanız unutun. Zira bu kitabın "efsane" olarak görülme sebebi bu. Kitabın son sayfasından sonra yazarın silahı patlamaya başlıyor. Burada hayatının hangi anında o kurşunlara yakalandığınız önemli.

"Çünkü bir saat sonra yaşayacaklarını bilemeyecek kadar insansındır."

"Daha anlayamamıştı. Sonunda ölüm olan bir hayatta mutlu son olamazdı. Kimse için."

"Yatağı olmayan insanların birilerini dinleyecek kadar sabrı yoktur."


Kitabı okuduktan sonra vücudunuzda kalan yara izlerini temizlemeye çalışmayın, yeni kitaplar mutlaka işe yarayacaktır. Yazımın başında da söylediğim gibi, ister sizin hayatınızdan kesitler sunsun, ister okuduğunuz en iyi kitap olsun; bu kitap bazılarımızın hayatının romanı. Bu kesin.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

17 Temmuz 2012 Salı

Sorununun kişisel olduğunu düşünenlere

Nobel Ödüllü Japon yazar Kenzaburo Oe’nin ülkemizde en çok bilinen romanıdır “Kişisel Bir Sorun”.

Can Yayınları tarafından artık ülkemizin Japonca çeviri duayeni olan H. Can Erkin çevirisiyle yayımlanan romanda Oe, çarpıcı anlatımıyla okuru sayfalardan içeri çekip “İyi bak, iyi bak bana ve aileme; bunların hepsi senin de başına gelebilirdi” diye tokatlıyor.

Kenzaburo Oe, 1935 yılında Şikoku Adası’nda doğmuştur. Tokyo Üniversitesi’nde Fransız Edebiyatı eğitimi görmüştür. Güçlü toplumsal ve siyasal eleştirileriyle Japon edebiyatında kendine özgü bir yer edinmiştir. 1957’de “Kurbanı Beslemek”, 1964’te “Kişisel Bir Sorun”, 1967’de “Sessiz Çığlık”, 1969’da “Delilikten Kurtar Bizi”, 1983’te “Ayağa Kalk Genç Adam” yayımlanmıştır. 1994 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’yle onurlandırılmıştır.

Kişisel Bir Sorun” Oe’nin gerçek yaşamından hareket edilerek yazılmış bir modern klasiktir. Romanda Bird isimli öğretmenin zihinsel engelli bir oğlu olur ve Bird’le karısının hayatı artık eskisi gibi olamaz. Oe’nin de gerçek yaşamda zihinsel engelli bir oğlu olmuştur. Oğlu Hikari ilk beyin ameliyatını 3 aylıkken geçirmiştir. Doktorlar umutsuztur. Yapılacak hiçbir şey yoktur. Bunun üzerine öz oğlunun ölmesini ister. Bir saniye sonra ise bu düşüncesinden utanır ve kendi insanlığını sorgulamaya başlar.

Bir ses bandına Oe bin türlü kuş sesi kaydeder. Her gün saatlerce oğluna bunları dinletir. Ve ilk mucize dört yıl sonra gerçekleşir, Hikari ilk cümlesini kurar: “Bu.. bu.. bu.. su.. su.. se.. se.. si”. Oe ve karısı sevinçten çılgına dönerler ve bundan sonra oğullarına klasik müzik dinletmeye başlarlar. Bach, Mozart, Beethoven...

Hikari’nin 20. doğum gününden birkaç önce Japonya’da zihinsel engelli Hikari’nin bestelerinin yer aldığı CD satışa çıkar ve tüm ülkede kapış kapış satılır.

Kişisel Bir Sorun” yaşama inadından yola çıkılarak yazılmış; hepimizin bir şekilde bu hayata tutunabileceğimizi, acizliklerimizden kendi çabalarımız sonucu kurtulabileceğimizi nasihat etmeden, doğru bildiğini söyleyerek dünyaya anlatan, kendi üzerine tekrar tekrar düşündürtten bir yapıttır.

"Ben ve karım, bu bitkisel varlık, bebek kılığına girmiş canavarın yapışıp kaldığı bir ömrü mü tamamlamak zorundayız?’ Bu soru bilincinde güçlenirken, düşünmeyi sürdürdü Bird. ‘Ben ne olursa olsun, o bebek kılığındaki canavardan kaçıp kurtulmak zorundayım. Bunu yapamazsam, Afrika seyahatime ne olur?"

Tuna Bahar
twitter.com/tunabahar

15 Temmuz 2012 Pazar

Hep bekleyenlere

Barış Bıçakçı, son dönemin en güçlü kalemlerinden biri. Yalın anlatımı, kısa cümleleri ve keskin gözlem gücü ile içimizde iz bırakan kitaplar yazıyor. Baharda Yine Geliriz, kısa öykülerinin yer aldığı, şehir hayatına ve insan hallerine bolca yer veren, en etkileyici kitaplarından biri.

Bir Ankara kitabı da denebilir aslında Baharda Yine Geliriz için. Ankara'nın sert soğuğunu, memur hayatını ve naif hallerini öyle yalın ve öyle gerçek anlatıyor ki, sanki şehrin sokaklarında yürüyor, insanlara selam veriyorsunuz okurken. Özellikle Şehir Rehberi bölümlerinde durup tanıdık hayatlara uzaktan bakıyorsunuz.

"Şehrin yüksek binalarından birine çıkıp aşağıya bakıyorum, her şehirde rastlanabilecek bir manzarayla karşılaşıyorum: Yüzlerce insan, bazen birbirlerinin yolunu keserek oradan oraya gidip geliyor… Ölümsüz gibi görünüyorlar. “Nedir bu?” diye soruyorum kendi kendime, anlamlandırmak gerekiyor, “Kabus mu, şenlik mi?” Arka arkaya bir sürü karşıt anlamlı sözcük geçiyor aklımdan. Eksilerle artıların birbirini götürmesi gibi kalabalığın da bir matematiği var. Sıradanlık bu olmalı: Bütün karşıtlar birbirini götürüyor. Başka ne söyleyebilirim ki size?"

Çok şey söylüyor aslında Barış Bıçakçı... Kısa, çarpıcı ve sahici cümleler kuruyor.

"Güzel bir kitap okumak ve ömrümün geri kalanını o kitabı okuduğum yerde geçirmek istiyorum," demişti o. Sonra da bana dönüp sormuştu: "İnsan güzel bir kitap okuduğu yerden nasıl ayrılabilir?"

Barış Bıçakçı kitaplarını okumak iyi demlenmiş bir bardak çay içmek gibi... İyi geliyor; hem akla hem kalbe...

"Bir kitap yazmak istediğimi söylemiştim. İçinde öyle bir cümle olsun istiyorum ki, kitabı okuyan biri o cümleye geldiğinde kitabı birdenbire kapatıp sımsıkı göğsüne bastırsın." diyor Barış Bıçakçı. İşte Baharda Yine Geliriz, göğsünüze bastıracak, içinize dokunacak çok fazla cümle içeren bir kitap. Ve güzel kitaplar okuyup, durdukları yerden ayrılamayanlara, hep bekleyenlere, iyi gelecek...

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

Varlık, insan ve görevlerine dair bir başyapıt

20. yüzyılın en derin şairiyle, mükemmelliyetçi tutumuyla Rimbaud, Valery, Rilke ve Nietzsche'den çeviriler yapan Can Alkor'un buluşması var bu ağıtlarda. Sayfaların solunda Almancası, sağında Türkçesi karşılıyor sizleri. Okurken "bu şiir değil, bazen masal bazen de şarkı oluyor" demeniz mümkün. Rainer Maria Rilke'nin başyapıtı: Duino Ağıtları.

Toplan on yılda (1912-1922) yazılan Duino Ağıtları, Rilke'nin varlık, insanın dünya üzerindeki konumu ve görevleri hakkındaki son sözleri belki de vasiyeti niteliğinde. Kitabın açılışında Mallarmé'nin şu sözlerinin yazılı olduğu bir sayfa karşılıyor sizleri: "Tout, au monde, existe pour aboutir a un livre.". Yani; "Her şey sonunda bir kitaba varmak içindir."

"Oysa ancak içimize dönüştürdüğümüz an
Belli eder kendisini en görünür mutluluk."

"Kim savar,
Kim tutardı içinde aslının ırmaklarını?
Ah sakıntı yoktu uyuyan için; uyurken,
Ama düş görürken, ama hummada: Nasıl bırakırdı kendini."


Toplam on ağıt var Rilke'nin bu eserinde. Her birinde ayrı bir yakarış, ayrı bir felsefe var. An geliyor, derin derin düşünmeye başlarken bir sözle karşılaşıyorsunuz, o söz sizi "okurken mola vermeye" götürüyor:

"Bizler görünmezin arılarıyız."

Ruhuna Kitap'ta Rilke'nin üç şaheserini tanıtmanın haklı gururunu yaşıyoruz. Lütfen siz de Rilke'nin bu üç şaheserini okuyup, haklı bir gurur yaşayınız.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

10 Temmuz 2012 Salı

Bir romanı, tam içinde yaşamak isteyenlere

Italo Calvino’nun “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” adlı yeni romanını okumaya başlamak üzeresin. Rahatla. Toparlan. Zihnindeki bütün düşünceleri kov gitsin. Seni çevreleyen dünya bırak belirsizlik içinde yok oluversin. Kapıyı kapasan iyi olur; öte yanda mutlaka çalışmakta olan bir televizyon vardır. Hemen seslen ötekilere: “Hayır, televizyon seyretmek istemiyorum!”. Sesini yükseltmezsen duyamazlar seni. “Kitap okuyorum. Rahatsız edilmek istemiyorum!”. O gürültü arasında seni işitmemiş olabilirler, daha yüksek sesle söyle, bağır hatta: “Ben, Italo Calvino’nun yeni romanını okumaya başlıyorum!”. Bunu söylemek istemiyorsan, seni huzur içinde bırakmalarını umut edelim.

İşte bu paragrafla açılıyor “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu”. Açıkçası daha önce hiçbir romanda görmediğim bir anlatım tekniğiyle yazılmış bu roman beni oldukça heyecanlandırdı.

"Bütün öykülerin vardığı sonuç şudur: İnsan tek bir hayat yaşar, tek bir tane; dokunmuş olduğu ipliklerin seçilemediği keçeleşmiş battaniye misali, hayat tekdüzedir, kendiyle aynıdır."

Italo Calvino, 1923’te Küba’da İtalyan bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Calvino iki yaşındayken İtalya, San Remo’ya yerleştiler. Yirmili yaşlarında Einaudi Yayınevi için çalışan antifaşist entelektüellerle, özellikle de Cesare Pavese ile ilişki kurdu. 1972’de İtalya’nın en prestijli edebiyat ödüllerinden biri olan Feltrinelli Ödülü’nü kazandı. 1985’te beyin kanaması sonucu Siena’da öldü.

Calvino bu eserinde, bir yazarın okurlarına nasıl hitap edeceğinden, öykünün kurgusunu neye göre belirleyeceğine kadar kendi kendine konuşuyor. Bir anlamda bu romanda Calvino, Calvino’yu okuyor. Romanın baş karakteri olan “Erkek Okur” üzerinden hareket ederek tam 10 adet romana giriş yazıyor Calvino. Elbette bu girişleri bizler bölüm bölüm okuyoruz, çünkü erkek ya da kadın okurunu yeni bir romana başlatırken, o romana biz de onlarla birlikte başlıyoruz. Calvino’nun olayları anlattığı bölümler ise “1, 2, ....., 11, 12” diye numaralanmış bölümlerdir.

"...Aslında dikkatle bakıldığında bunun sağlam ve yaygın gerçek bir zenginlik olduğunu anlarsın; öyle ki benim anlatacak tek bir öyküm olsaydı, bütün gürültüyü bu öykünün çevresinden koparırdım, ona tam değerini verebilmek için çabalardım, ama biriktirdiğim sınırsız anlatı malzemem olduğu için bunları telaşsızca ve umursamazca ele alabilirim; hatta bu işten birazdan sıkıldığımı yansıtabilir, ikincil dereceden olaylarla lafı uzatıp anlamsız ayrıntılara girme lüksünü kendime tanıyabilirim.”

Romancılık dünyasının sırlarına değinen, çalışkan yazarla huzursuz yazar karşılaştırması yapan, artık her şeyin sahtesinin çıkabildiği dünyada orijinalitenin nasıl yakalanacağından bahseden, üç beş yıllık yazarların kaleme almayı bırakın, akıllarından dahi geçiremeyecekleri ölümsüz bir romandır bu. Yazıya ve yazı sanatına biraz olsun ilgi gösteren herkesin okuması gereken, her evde olması gereken zaruri ihtiyaçlardan biridir. Romanın adı bile tamamlanmamış bir cümledir. Sırf bu yüzden bile tehlikelidir...

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Mistik bir iç dünya keşfetmek isteyenlere

Rilke'nin daha önce "Dua Saatleri Kitabı"nı tanıtmış ve "Şarkı gibi, roman gibi şiirler" barındırdığını belirtmiştim. "Orpheus'a Soneler", çok kısa bir süre içinde yazılmış ve hepsi bir bütün oluşturan şiirlerden meydana geliyor. Okurken Rilke'nin iç dünyasında misafirlik ederken aynı zamanda onun mistik duygularını da tanımış oluyorsunuz.

Yüksel Özoğuz'un yine kitabı ve şairi eksiksiz anlattığı bir giriş yazısından sonra Rilke'nin mistik dünyası kapılarını sizlere açıyor. Sonrasında yine bir şarkı dinler gibi, coşkulu bir seslenişe sahip şiirler arasında yüzüyorsunuz.

"Biz sözcüklerle ya da işaret ederek parmağımızla
El koyarız dünyaya yavaşça,
Belki de en zayıf ve en tehlikeli yanıyla."


Zaman zaman ta o devirlerden modernleşmeye karşı da bir gizli öfkesi vardır Rilke'nin:

"Bak makineye:
Nasıl da gayretli, intikam alıyor,
Biçimsizleştiriyor bizi, zayıflatıyor.

Gücünü aslında bizden alıyor
O tutku nedir bilmeyen
Çalışsın ve hizmet etsin sadece."


Kitap hakkındaki en güzel ve genel yorumu da, çeviren Yüksel Özoğuz'a bırakayım:

"Rilke "Orpheus'a Soneler"i, kısa süre tanıdığı, çok genç yaşta ölen güzel bir dansçı genç kıza ithaf eder. Onu bir anlamda Orpheus'un genç yaşta ölen karısı Eurydike ile özdeşleştirir. Ölümün en çarpıcı biçimi hiç şüphesiz güzel ve genç bir kızın ölümüdür. Orpheus ise şarkıları ile herkesi büyüleyen, insanları olduğu kadar, canlı ve cansız doğayı da buyruğu altına alan efsanevi kişilikteki şarkıcıdır; burada ise şairdir, sanatçıdır, yaratıcıdır ve hatta Tanrı'dır."

Kimi zaman okuyucunun kendine seslenişler bulabileceği, kimi zaman bir türkü gibi mırıldanmak isteyeceği, kimi zaman da bir kenara yazıp şaşkınca bakabileceği dizeleri özenle sunuyor Rilke. Okuyunuz ve kendinizi dinlendiriniz.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

Varlığı ve yokluğu bir arada okumak isteyenlere

Lanet Olsun Zaman Nehrine” Norveçli yazar Per Petterson’un son kitabıdır. Bir önceki kitabı “At Çalmaya Gidiyoruz” ülkemizde tıpkı bu kitap gibi Metis tarafından yayımlanmıştır. Zaten yazarımız özellikle “At Çalmaya Gidiyoruz” adlı kitabıyla dünyada ün yapmıştır ve hatta o kitapla Norveç Kitapçılar Ödülü’nü ve Norveç Edebiyat Eleştirmenleri Ödülü’nü almıştır. Bu son romanı ise Kuzey Ülkeleri Konseyi’nin edebiyat ödülüne lâyık görülmüştür.

Tecrübeli yazar ve çevirmen Aslı Biçen tarafından dilimize kazandırılan roman tam anlamıyla “varlık içinde yokluk çekmenin” romanıdır. Çünkü romanın ağzından anlatıldığı karakter Arvid Jansen, kendi hikâyesini çekinmeden ve utanmadan size anlatırken, kuzeylilere özgü bir kabalıkla karşılaşıyorsunuz ister istemez. Bu kabalık size karşı değil, aile içinde bir kabalık elbette. Bizim gibi Akdenizli insanlara tuhaf gelen bir aile ilişkisi...

Arvid, bu hayatta umduğunu bulamamış, 37 yaşında, 2 kız çocuğu sahibi ve karısından boşanmanın eşiğinde bir Norveçlidir. Yıllarca ilgisini çekmeye çalıştığı annesi ise mide kanseridir. Arvid çocukluğunu, ilkgençliğini, diğer 3 kardeşiyle olan ilişkilerini anlatırken, geçmiş sürekli bölük börçük bir hayâl gibi ağzından çıkmaktadır. Romanın bazı sahnelerinde geçmişten çok iyi bildiği insanları tanımayışına tanıklık ettiriyor bize. Fena derecede babasına benzeyen; ancak onun kadar güçlü olmak istemeyen Arvid Jansen, idealleri uğruna üniversiteyi bırakacak kadar, tek başına yaşadığı daireyi gencecik sevgilisiyle paylaşacak kadar, başına bir kötülük gelmeye kalksa hemen güçlü ve yıkılmaz annesinin kendisine kol kanat gereceğini bilecek kadar hayâlperesttir.

Petterson’un bu romanı, edebiyat düşkünlerine tavsiye edilmelidir. Bestseller hastaları asla bitiremezler bu kitabı. Petterson, çok satma kaygısında değil, iyi edebiyat yapma kaygısında bir yazardır (Metis’e de bu yakışır zaten). Sade, gösterişten uzak, insanlara mesafeli, az olan parasını değerlendirmeyi bilen kuzeyli insanların belgeselini izlermişsiniz gibi gözlerinizin önüne serilen bu romanı okumak için, “bir insan, anne ve babası dışında, üç erkek kardeşe daha sahipken, nasıl olur da yalnız kalabilir, nasıl olur da bu kadar varlığın içinde yokluk yaşayabilir?” sorusunu kendinize de sormanız gerekebilir.

"Evden ayrılmadan önce bu yolda çok yürümüşlüğüm vardı ama o zamanlar tam aksi yöne, Oslo’nun dışına doğru yürürdüm çünkü yolun tercih ettiğim tarafında, yani sağında, trafiğin karşımdan gelmesini değil benimle birlikte akmasını isterdim yoksa arabalardaki insanların bana bakacaklarını, hatta camlarını indirip elleriyle beni işaret edeceklerini hissederdim; dünyada hayatında yanlış yolu seçen tek insan benmişim gibi."

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

5 Temmuz 2012 Perşembe

Her yerden kaçanlara

Aleksandar Hemon ismi Türk okurlar için alışıldık bir isim değildir. Bu yüzden de “araştırmacı gazeteci” okurlar tarafından bulunup ortaya çıkartılacak gizli kalmış (bırakılmış?) bir yazardır kendisi. “Hiçbir Yerdeki Adam” adlı romanı yazarın ülkemizde basılan ikinci romanıdır. İlki 2001’de Everest tarafından basılan (Çeviren, Mehmet Harmancı) “Bruno’nun Sorusu”dur. 2003’te Agora tarafından da “Pronek Fantezileri” alt-başlığını verdiği “Hiçbir Yerdeki Adam” (Çeviren, Begüm Kovulmaz) yayımlanır.

Yazarın gizli bırakılmış olmasına atıfta bulunurken kastettiğim şey biraz da şudur: Hemon 1964’te Bosna’da doğduğu için, Bosna’nın savaş öncesini ve sonrasını çok iyi bilmektedir. Savaş nedir bilmeyen bizim neslimize göre daha şanssız olması bir yana, tıpkı “Hiçbir Yerdeki Adam” romanında yarattığı Josef Pronek gibi Bosna’daki savaşın arifesinde ABD’ye gider ve ülkesinde savaş patladığı için geri dönemez, orada kalmaya mecbur olur. Savaşın ve onun açtığı tahribatların etkisini yalın ve cafcaflamadan anlatabilmeyi başardığı, bu sırada savaş boyunca diğer ülkelerin dış politikalarına da göndermeler yaptığı için bu yazar bizde ilgi görememiş, gizli bırakılmış? olabilir. Romandaki Pronek’in de başına neler gelir: Tabi bu durumda acı ve şiddetin bir numaralı halkı olarak bildiğimiz Amerikanlar onun aksanıyla dalga geçerler, kültürsüzlüğünü yüzüne vururlar, iş vermek istemezler, zaten neredeyse hiçbiri Bosna’nın yerini bilmeyi bırakın adını dahi duymamışlardır.

Hemon ise 1992’de gittiği ABD’den ülkesinde savaş çıktığı için geri dönemedi. Halen yaşadığı Chicago’ya yerleşti. 1995’te İngilizce yazmaya başladı. Öyküleri ve yazıları New Yorker, Granta ve Esquire gibi dergilerde yayımlandı. Pek çok ödül kazanan ve 18 ülkede yayımlanan “Bruno’nun Sorusu”yla büyük sükse yaptı ve eleştirmenlerin dikkatini çekti. Kırık dökük bir İngilizceyle ABD’ye yerleşmiş birisi için gerçek bir başarı hikâyesidir.

285 sayfalık roman bir çırpıda bitiveriyor. Dilimize de oldukça akıcı bir şekilde kazandırılmıştır. (Birkaç sayfada bir görülen yazım yanlışları ya da harf eksikliklerini saymazsak) Hemon’un roman boyunca koruduğu anlatım tarzından bir cümleyle sizleri yazarın üslûbuyla baş başa bırakacağım: "Pronek, belli belirsiz, hafif bir ereksiyonla ve kendisine ait hayatı başka bir yerde, başka birinin yaşadığı hissiyle uyandı."

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Polisiyede sıradışı sevenlere

“Sefilliğimi ayrıntılarıyla dökmenin, üzüntümü haykırmanın, uçurumun dibine dokunmanın, gerçek rövanşlar olmayan rövanşlarımdan bahsetmenin ve nihayet bu kadar berbat bir hayatta yaşadığım sürekli yenilgi halinin üstesinden gelmenin zevkini çıkarıyordum… ”

Kara Üçleme'nin ilk kitabı olan “Hayat BerbatJean, Albert ve Paul’ün yaşamlarından suça bulanmış bir kesiti anlatıyor.

Maden işçilerinin paralarını ödemeyen fabrikanın üst düzey yöneticilerine silahlı bir saldırı düzenleyerek paraları ele geçiren üçlümüz, paraları o sıralar mensubu oldukları illegal bir örgüte ulaştırırlar. Fakat böyle kanlı bir parayı madenciler kabul etmezler. Bunun üzerine Jean ve çetesi bir soygunlar serisine girişirler. Polisin onları aramasına rağmen bulamaması çetenin ekmeğine yağ sürer. Eylemler devam ederken Jean’in evli olan ama hala sevdiği Gloria takıntısının artması ve işin içine bir kadının girmesi işleri karıştırır. Kadınlar yönünden takıntılı olan jean, cinsel ve duygusal açıdan kadınları mutlu edemediğine öylesine inanmaktadır ki aslında kendi mutsuzluk evreninde boğulmuştur. Yani, hayat berbattır.

Jean’in, annesi o dört yaşındayken ölmüştür. Ergenlik çağına kadar dedesinin yanında kalmış ve sonra başkentte yaşama arzusuyla dedesini terk ederek yanından kaçmıştır. Annesinin ölümü, içinde derin yaralara neden olan Jean, yaşamını kendi de farkında olmadan bir mateme dönüştürmüştür. Yıllardır yaşadığı bu matem kadınlara olan bakışını değiştirmiş, farkında olmadığı matemine sığınarak sürekli bir yokluk içinde olduğuna kendini inandırmıştır. Ona göre kadınları mutlu edemeyen bir adamdır o; mutlu olduklarını söyleyen kadınları ise hep yalancılık ve alaycılıkla suçlamıştır. Bu sahte yoksunluk dünyası ile o, bir suç makinesi dönüşmüştür.

Okuyanların özellikle dikkat etmesi gereken bölüm, yazarın Freudvari bir duruşla suç mekanizmasının bilinçaltı dünyasına ışık tutması ve suç denen şeyin, adeta bir hastalığın son evresinde nasıl ortaya çıktığını ustalıkla anlatmasıdır. Her satırıyla bizleri, insanın karanlık dünyasında gezdiren kitap, bu yönüyle birçok polisiyeden ayrı bir yerdedir.

Ozan Şen

1 Temmuz 2012 Pazar

Şarkı gibi, roman gibi şiirler okumak isteyenlere

Rainer Maria Rilke; hüznün, roman gibi şiirin, derinliklerin şairi. 1898'de Rusya seyahatinden hemen sonra 23 yaşındayken bu kitabı yazmaya başlıyor. Kitap 1905 yılında yayınlanıyor. Türkçe'ye "Dua Saatleri Kitabı" adıyla, 2008 yılında çeviriliyor. "Şiir varlığın kendisidir" diyen Rilke, şiirlerini bazen bir şarkı gibi, bazen de kısa bir roman gibi sunuyor okuyucusuna. Zaten Stefan Zweig, Rilke'nin ölümünden sonra yaptığı veda konuşmasında şöyle demiş: "Bir müzikle geldi Rilke, müziği gidişinden sonra da kalacak.". Hiç şüphesiz ki kaldı, kalmaya da devam edecek.

"Tamamlanmaz hiçbir şey, ben bakmadan,
durur tüm oluşumlar kıpırdamadan."

"Seviyorum benliğimin karanlık saatlerini,
içinde duyularımın derinleşip gittiği;
bulunur orda eski mektuplardaki gibi
günlük yaşamının yaşanıp bitmiş bir hikayesi,
Uzaklaşılmış ve aşılmış bir efsane gibi."


Kitabı Türkçeye kazandıran Yüksel Özoğuz, muazzam da bir giriş yazısı eklemiş. Bu yazıda Rilke'nin hayatını, şiire yaklaşımını, nasıl bir karaktere sahip olduğunu, gezgin ruhunda ona en çok etki eden şeyleri ve aşklarını bulabilirsiniz. Hiç şüphe yok ki bu kitabın ardından Rilke'nin diğer şiir kitapları; "Orpheus'a Soneler" ve "Duino Ağıtları"nı da okumak isteyeceksiniz. Ancak dün yaptığım YKY ziyaretinden sonra duydum ki, "Dua Saatleri Kitabı" dışındaki Rilke kitaplarının baskısı şu anda yok. Yaptığım kısa bir internet araştırması, Cem Yayınevi'nin Rilke'nin bazı şiirlerini bastığını gösterdi. Bilgilerinize.

"İlk defa yalnız kaldım seninle,
sen, duygularım.
Sen bir genç kız gibisin."

"Baba bizim için değil mi geçmişte kalan biri;

geçmiş yıllar, gitgide bize yabancılaşan
eskimiş tavırlar, modası geçmiş giyim,
buruşmuş eller ve rengi uçmuş saçlar?
Aslında kendi zamanı için o bir kahraman,
bir yaprak o, biz büyüyünce kopan."


Çok kısa bir son yapmak istiyorum; ruhunuz için, Rilke okuyunuz.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler