SAYFALAR

31 Mayıs 2012 Perşembe

Hem tarihe hem de sırlara vakıf olmak isteyenlere

Türkçeye şu ana kadar sadece "Gölün Sırrı" romanıyla çevrilen 1967 Doğu Berlin doğumlu yazar ve yönetmen Jenny Erpenbeck, işini hakkıyla yapan insanlardan. 

Kendisi hakkında hiçbir Türkçe kaynağa ulaşamadım. Ayfer Tunç'un "Jenny Erpenbeck - Gölün Sırrı son on yılların romanı" tweeti dışında...

Gölün Sırrı, yayım yönetmeni Levent Yılmaz'ın da dediği gibi 20. yüzyılın sürekli gelişen ve yeni şeyler denenen roman dünyasındaki deneysel çabaların bir ürünü. Kitabın adı her ne kadar "Gölün Sırrı" olsa da, aslında Berlin yakınlarındaki bir ormanın içindeki evin hikâyesidir okuduğumuz. Bu ev elbette bahsi geçen gölün kıyısındadır. Bu özel ve öyküsü bol evde yaşanmışlıklar ardı ardına gelmektedir, gelecektir, kitabın sonuna kadar değişmeyen tek kişi evin "Bahçıvan"ıdır. 

Erpenbeck, sadece bir ev hikâyesi anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda 3. Reich, Nazizm, Doğu Almanya tecrübesini de sayfalara satır satır yediriyor. Uzun araştırmaların sonucu olan kitap bazı olayların anlatımı sonlanırken sarsıcı bilgileri de içeriyor: 

"Hava savaşının ilk kuralı saldırırken güneşi her zaman arkana almaktır." 

"Macera dediğimiz şey, her zaman insanın cesaretle bir bilinmezin içine atılmasıdır." 

"Mizah, insanın her şeye rağmen gülebilmesidir." 

"Kelimeler sahipsiz kalıp, yalnız bir tesadüf eseri mi buraya, onun kafasının içine düştüler yoksa hakikaten ona mı aitler?"

"Anıları artık kimin anıları? Kapkara zaman hep böyle akıp gider mi, insan hiçbir şey yapmadan, öylesine otururken, zaman akıp gider ve taşlaşmış bir çocuğu bile çekip götürür mü elinden tutup?" 

"Doris  şimdi bu pürüzsüz sessizliğin ve boşluğun ortasında, her şeyin var olduğu bir zamandan kalan anılara çarpıyor başını." 

Erpenbeck'in bu romanı modern dünya yazınıyla geleneksel değerleri bir araya getirdiği için ayrıca dikkat çekmiştir. Böyle iyi edebiyat bizde satmadığı(!) için korkumuz bu kitabın da baskılarının depolarda çürümesidir.

Tuna Bahar

29 Mayıs 2012 Salı

Arayışın kitabı

Baudolino, zekası, yaratıcılığı ve uslanmaz yalancılığı olan bir çocuk. İtalyan’ın güneyindeki bir köyde yaşarken, atıyla o sırada savaş halinde olduğu italya’nın, bir kasabasının çevresinde gezen Alman imparatoru Friedrich Barbarossa’nın gözüne girer ve onun manevi oğlu olur. Yaşı biraz büyüdüğünde Baudolino’nun, imparatorun eşi, manevi annesi, Betarix’e aşık olması saraydaki yaşamını değiştirir ve asla ulaşamayacağı aşkından uzaklaşmak için babasını, Paris’te eğitim alması yönünde ikna eder. Zaten olaylar da Paris’te eğitim aldığı yıllarda başlar. İmparatorluğun başrahibinin, ölürken Baudolinoya, vasiyet ettiği Rahip Johannes’in kayıp krallığını bulması isteği, Baudolino büyüdükçe onunla büyür ve yaşamının anlamı olur. Paris’te kendisi gibi maceraperest birkaç arkadaşı ile İmparator Friedrich Barbarossayı 3.Haçlı seferi için ikna ederler. İmparator, kutsal şehir Kudüs’ü alacak; Baudolino ve dostları ise doğuya, kimsenin yerini tam olarak bilmediği, rahibin “Cennet Ülkesine” doğru yola çıkacaklardır.

Avrupa’nın içlerinden başlayıp Bizans surlarında devam eden ve Asya bozkırlarına kadar süren bu yolculuk, bir yolculuk olmaktan öte içinde barındırdıklarıyla başlı başına yaşamın kendisi aslında. Eco, bizlere anlattıklarıyla da bir anlamda tarihin resmi ve gayri resmi yönünü vurgular, “tarih nasıl oluştu?” sorusunu sordurur her birimize. Ortaçağ öncesi Avrupasında, papalık ile imparatorluklar arasındaki iktidar mücadelesiyle, aynı dönem Bizans İmparatorluğundaki taht mücadelelerini ve yağmalanan Kosntantinapolis’i anlatır.

Kitaptaki karakterlerin her biri yolculuğun başında bir hayal ile yola çıkar. Bir arayıştır onların bu yolculuğu. Abdül’ün, adına şiirler yazdığı ve bilinmeyen çok uzak diyarlarda yaşayan sevdiğinin orada olduğunu düşünmesi; Solomon’un on iki kayıp kabileyi orda bulacağına inanması; Baudolino’nun yeryüzü cenneti…

Kitap, bir arayış içindeki bu dostların serüvenlerini anlatırken, aynı zamanda değişimi de çaktırmadan kulağımıza fısıldar. Yıllarca süren yolculuk, her birini başlangıçtaki hallerinden daha farklı yapmıştır ve hepsi bu yolculuğun sonunda değişmiştir. Arayış, aranan şey bulunduğunda veya bulunamadığında oluşan bir boşluğu ima ederken, Umberto Eco, aslında insanın içindeki arayışın hep yenileneceğini, insanın kendisine her zaman ulaşacak bir hedef koyacağını da söylemekten geri durmaz.

Ozan Şen

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Kaderini kim merak etmez ki?

Soluk soluğa okunan ve aynı şekildeki kurgusuyla okuru oturduğu yere mıhlayan bir kitaptır “Kader”.

Kanat Kitap tarafından Türkçe’ye değerli çevirmen Roza Hakmen sayesinde kazandırılan bu kitabı geçtiğimiz yıl Ayfer Tunç, “Edebiyatın Ölmediğini Kanıtlayan 5 Roman” arasında göstermişti. (Diğer 4 roman: Uwe Timm – Morenga / Milan Kundera – Ölümsüzlük / Vladimir Makanin – Underground / Arnon Grunberg – Tirza)

10 bölüm ve 232 sayfadan oluşan kitabın ilk cümlesi yazarın Thomas Bernhard hayranı olduğu ve nasıl bir kitapla karşı karşıya kaldığımız hakkında önemli bir ipucu içeriyor:

"İngiltere’ye döndükten üç ay kadar sonra, kitap halinde bir araya getirildiğinde saygın bir meslek hayatını bir şahasere dönüştürecek olan –itiraza katiyen yer bırakmayacak kadar kapsamlı ve nihai bir kitap yazmayı planlıyordum- malzemeyi toplamayı nihayet toparlamışken –tek can sıkıcı eksik, Andreotti’yle yapılacak röportajdı- tesadüf bu ya, Knightsbridge’de, Rembrandt Oteli’nin resepsiyonunda, bir bakıma hem bir alandaki başarılarımı hem de bir diğerindeki başarısızlıklarımı simgeleyen bir yerde durduğum sırada, oğlumun intihar ettiğini telefonla haber aldım."

Kader” deki kaos ortamı da bu ilk cümleden sonra başlıyor. Ancak yazarın bir anda yüklenmeyip de, beklete beklete, sindire sindire ilerlemesi heyecanımızın daha da uzamasını ve kitabın sonraki sayfalarını daha da merak etmemizi sağlıyor. Bu tarz hem zor ve uzun cümleler kurabilmek hem de bilinç akışı tekniğiyle yazılan (İngiliz gazeteci Chris Burton’ın kendi ağzından anlatılan hikâye) cümleler metnin akıcılığını güçlendirmekle beraber, kaliteli bir roman ve kaliteli bir çeviriyle karşı karşıya geldiğimizi ispatlıyor.

İyi bir okuyucunun istediği her özelliği sağlayabilen kitapların yazarı olmayı başarmış Tim Parks'ın “Kader”i bitince, "Europa”, “Sevgili Mimi”, “Mimi’nin Hayaleti” sırada sizleri bekleyen diğer Parks kitapları olacaktır.

Tuna Bahar

27 Mayıs 2012 Pazar

İki harf arasında mekik dokuyanlara

“..Sonra da hayatı boyunca kurmuş olduğu bütün hayalleri düşündü. İçlerinden sadece biri gerçek olmuştu. o da gerçekleşmemesi gerektiği için hayal olarak kurulmuştu. sadece hayalde kalacağı için kurmaya cesaret ettiği tek hayali gerçek olmuştu. Sonra başka bir şey düşündü: kim seçiyor acaba, dedi içinden. Hangi hayalin gerçek olacağını? O hayali kuran mı, yoksa o hayali kurduran mı?..”

AZ, Hakan Günday'ın son romanın adı. Aynı zamanda da müthiş bir kelime. Alfabenin başlangıç ve son harfi birleşiyor, ortaya “az” bir şeyler çıkıyor. Belki de içimizdeki tüm “çok”ları vurgulamak için...

Hayatımızdaki birçok şey küçük bir kelimeyle başlıyor. Bir işe başlarken, bir ilişkiye başlarken ya da veda ederken, yeni biriyle tanışırken yahut onay verirken ve reddederken. Tek kelimeyle çok anlamı ortaya koyabiliyoruz, iki harfle sonsuz ifade sunabiliyoruz. Adı küçük, kendi büyük bir roman AZ.

“Belki de az, çoktan fazladır. Belki de az, hayat ve ölüm kadardır! Belki de seni az tanıyorum demek, seni kendimden iyi biliyorum demektir. Belki de az, her şey demektir.”

Bu romanda A'dan Z'ye şiddetin her türlüsü mevcut. Aşkın, nefretin, çocukların, inancın, hırsın, hayatın ve daha nice şeyin öfkesi saklı sayfalarda.

Bir harften öteki harfe geçene kadar veya yan yana getirene kadar mekik dokuyan, kendini “az” ifade etmeyi seven ve çok anlaşılmak istenen ruhlara...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

24 Mayıs 2012 Perşembe

Çizik içinde kalmış hayatlara

“Annemi öldürdüm. Daha biraz önce.”

Bu iki cümleyle açılan romanda Şebnem İşigüzel 160 sayfaya küçük bir kızın, küçük bilgeliğini sığdırmış. İnsanın içini kanatan, kalbini sıkıştıran, okurken dahi yaşanan o haksızlıklara karşı elinizden kolunuzdan bir şey gelmediği ve gelemeyeceği için kendinize kızdığınız; hayatta ne çok kötülük var dediğiniz, iyi niyetli bir roman bu...

Kitap ilk çıktığında medyada epey yankı uyandırmıştı. Özellikle pedofiliyi işlemesi nedeniyle birçok kişi de Şebnem İşigüzel’i böyle hassas ve travmatik bir konuda kalem oynattığı için kutlamıştı. Nihayetinde Şebnem İşigüzel de dünkü çocuk değildir. Diskografisine baktığımızda bugün yeni baskıları yapılmaya devam eden 8 farklı kitabı olduğunu daha göreceksiniz. Küçük bir kız çocuğunun başına gelen ve kızı nevrotik bozukluklara kadar götürebilecek olan, insanın kanını donduran olayları arka arkaya sıralayan 1973 doğumlu, Antropoloji mezunu yazar aynı zamanda bir kız çocuğu annesidir de...

Küçük kız roman boyunca sizin inanamayacağınız kadar olgun, yazının başında dediğim gibi bilge ve erdemli konuşuyor. Dikkatli yazar kızın ağzından hemen ekliyor: “Bunları bana kalbim söyletiyor!”. Ne kadar trajik bir dünyada olursa olsun ağzından şu cümleler dökülüyor ve siz karamsar bir insan olduğunuz ve böyle bir cümleyi günlük hayatınızda kuramadığınız için kendinize kızıyorsunuz: “Ben bütün kalbimle mucizelere inanırım.

Birçok metafor, olay örgüsü, karakter analizi, sapkın kişilikler ustaca resmedilmiş romanda. İddialı, aforizma olabilecek bir cümleye raslamak bile neredeyse imkânsız. İşigüzel, kodu mu oturtan cümleler yazmak yerine, kodu mu oturtan bir kitap yazmış. Bu kitabın ya tamamının altını çizeceksiniz ya da hiçbir yerini çizmeyeceksiniz. Özellikle çizik içinde kalmış hayatlara iyi gelecektir bu roman. Yine de biz bir paragraf alıntılayalım ki, küçük kızın ve yazarın hayatı dolu dolu yaşamaya dair öngörülerini fark edelim.

“Ağlıyordum ama ağlamanın sırası değildi. Geceleri beni ısıtan ayı postunun onların eline geçmesini engellemeliydim. Gece uykumda donarak ölmemeli, hayatta kalmalı, yaşamalıydım. Yaşamalıydım çünkü ileride kirpiklerim kadar çok mutlu günlerim, yıllarım olacağını umut ediyordum.”

Tuna Bahar

Tarihçiyle tarihi yaşamak

"Onun çalışmalarını çıkarın, Osmanlı tarihinde hiçbir şey kalmaz."
Prof. Mark L. Stein

Halil İnalcık, sadece ülkemizin değil dünyanın yaşayan en büyük tarihçisi hiç şüphesiz. Böyle bir kıymetin değerini bilmek için hem eserlerini hem de kendisini iyi bilmemiz gerekiyor. Emine Çaykara'nın bu Nehir Söyleşi kitabından Halil İnalcık'ın hayatı süzülüyor. 

96 yaşında olan ve hala enerjisinden bir şeyler kaybetmeyip yazmaya, tarihi yaşatmaya ve hizmet etmeye devam eden Halil İnalcık hoca, "Şeyh-ül Müverrihin" yani "Tarihçilerin Şeyhi" kabul edilmektedir. Böyle bir şeyhle söyleşiyi ustalıkla yapan, kültürel donanımıyla tam yerinde sorular soran ve söyleşinin akıcılığını sağlayan Emine Çaykara'nın da hakkının teslim edilmesi gerekmektedir.

Bir İnalcık talebesi olan İlber Ortaylı, hoca hakkında şöyle diyor:

"Hoca, fransızca yazar. İngilizce malum, Almanca en çetrefilli metinleri hiç tercümansız ve hatasız okur. Chicago'dayken 50 yaşındaki Halil İnalcık eski Fiorentine metinleri okuyordu. Dil öğrenmeyi de ayrıca çok teşvik eder. Beni, "Fransızca, İtalyanca bilmeyen tarihçi olamaz" diye adeta haşlamıştır."

Bir tarihçiyle beraber tarihin tam içinde yüzmek istiyorsanız, bu kitap kütüphanenizin en özel yerinde yer almalıdır. Sonrasında hafta sonu keyfinizi taçlandırmalıdır. Okurken hissedeceğiniz en önemli şey ise, hedefine asılan bir insanın tarihe hiç çıkarılmayacak bir iz bırakabileceği olacaktır.

"Türk tarihçilerine bir öneride bulunmak gerekirse diyebilirim ki daima belgelere sadık kalın. Eğer hakikati ortaya çıkarırsanız bu daima bizim lehimizedir, çünkü bugüne değin tarihimiz hakkında yazılanların çoğu ya yalandır, ya çarpıtmadır. Eğer mübalağa yaparsanız kendinizi kabul ettiremezsiniz, sizi ciddiye almazlar."

Tarihe tarihçinin hayatıyla bakmak ve tarihçiyle tarihi yaşamak isteyen ruhlara doyumsuz bir kültür yolculuğu önerisi...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Rahatsız edilmek isteyenlere

Hollandalı yazar Arnon Grunberg’in ülkemizde kemik bir okuyucu kitlesi kazanmasını sağlayan romanının adıdır Tirza. İlk önce yazarımıza bakalım: 1971 Amsterdam doğumlu olan yazarımız liseden atılınca babasından şunu duymuş: “O zaman gider tren istasyonlarında ayakkabı boyarsın!”. Bunun üzerine şansını aktör olmaktan yana kullanmış, hiçbir konservatuvara kabul edilmeyince kendi yayınevini kurup “iyi edebiyat” basarak hiç satmayan kitaplar sayesinde(!) borca batmış. Bu süreçte garsonluk, kat temizleyiciliği, aşk mektubu yazıcılığı gibi işlerde çalışmış. Bunların dışında savaş muhabirliği yapıyor, “Acı Çekme Teknikleri” gibi ilginç konularda ders de veriyor. Kitapları bugün 20 dile çevrilmiş durumda. Türkçede ise yine Alef Yayınevi’nden çıkan “Yahudi Mesih” ve İş - Kültür Yayınları’ndan çıkan ve artık bulunamayan “Hayalet Acı” kitapları bulunuyor.

Kira”, “Kurban” ve “Çöl” adlı üç bölümden oluşan 483 sayfalık “Tirza”, romanın üstünden anlatıldığı karakter olan editör Jörgen Hofmeester’ın, kızı Tirza’nın Afrika yolculuğu öncesi vereceği partiye ton balığı kesmesiyle başlıyor. Beyaz orta sınıf Avrupalı bir ailenin günlük ve içsel yaşantılarının anlatıldığı satırlar bir süre sonra esasında yazarın orta sınıf Avrupalılara ilişkin çok ciddi açıklamalarıyla uygulamalı bir şekilde sürüp gidiyor.

Jörgen Hofmeester, kendisinin yapamadığı her şeyi ve kendisinin iyi olamadığı her konuyu kızı Tirza’dan bekleyerek, onun ipi göğüslemesini istiyor. Evlerine giren çıkan onca erkekten hiç rahatsız değilmiş gibi görünen, için için kızını herkesten ve her şeyden kıskanan bir baba figürü olarak karşımıza çıkıyor. Sayfaları çevirdikçe Jörgen Hofmeester’ın Avrupalı evine çoktan girmiş olduğunuzu fark ediyorsunuz. Herkesin özgürce ve bağımsız bir şekilde kendi kararlarını verebildiği bir evdir burası. Ancak aile bireylerinin yaptıkları seçimlerinin sonucunu da satır satır okuyacağınız için “Avrupalılar göz göre göre birbirini mi kandırmaya çalışıyor acaba?” diye düşünmeden edemiyorsunuz. Yazarın bir başarısı da şudur ki, yazdığı her satırın “gerçeklik” kapsamında hakkını veriyor ve ister istemez “Böyle olaylar, bu tarz davranışlar bizde olsa ne olurdu acaba?” sorusu beyninizi meşgul ediyor. Çünkü romandaki olaylar öyle yenilip yutulacak cinsten değil, Tirza’nın erkeklerle ilişkisini ve babasının bunların neredeyse hepsine şahit olmasını okuduktan sonra “Bizim babalar kesin katil olur!” diyorsunuz. Romanın birkaç yerinde Jörgen’in bir zamanlar henüz 12 yaşında olan kızına Tolstoy ve Dostoyevski okuduğunu öğrenince de yazarın “Okuru anında inandırmasını” normal buluyorsunuz.

TirzaAyfer Tunç’a göre de, 21. Yüz yılın ilk klasiğidir. Yurt dışında ilk basımı 2006’da yapılmıştır. 11 Eylül İkiz Kule olaylarının üzerinden henüz 5 yıl geçmiştir, Tirza’nın Afrika’ya birlikte gideceği erkek arkadaşı fevkalade derece 11 Eylül saldırılarını düzenleyenler arasında bulunan Muhammet Atta’ya benzemektedir ya da Jörgen’e böyle görünmektedir. Peki bunu Tirza niye görememektedir?

Kitaptaki her bir cümle, her bir anlatı ve açıklama uyumlu bir bütünlüğü sağladığı için alıntı yapmıyorum. Sonuç olarak “Tirza” içerisi ve dışarısıyla rahatsız edici bir romandır. Ve belki de bu yüzden “rahatsız olmak isteyenlere” önerilmelidir.

Tuna Bahar

Kalp sadece yaşamak için atmaz

"Acılar olmadan yazılabilir mi. Edebiyat, yaşam ve ölümün sınırlarının artık acıları tutamadığı, tutmaya yeterli olmadığı yerde başlamıyor mu."

İşte Tezer Özlü'yü ve eserlerini ortaya koyan cümle. Kitabın içinden. Yani Tezer Özlü'nün kaleminden. "Yaşamın Ucuna Yolculuk" bir anlatı kitabı. Hayata yazarının kaleminden değil, direkt kalbinden bakmamızı sağlayan bir kitap.

Sadece yollar değil. Her tanıdığımız insan, her düşündüğümüz olay, her edindiğimiz tecrübe, her kazancımız ve her kaybımız aslında birer yolculuk. Bu yolculuklara Tezer Özlü ağır bir biçimde "acı" gözle bakıyor. Bu bakışlarında hem Cesare Pavese'nin koluna giriyor hem de bize Oğuz Atay'dan selam getiriyor.

"- Çok kötümser bir yazardı, diyor.
- Yazın kötümserlikten doğar, diyorum."

Peki bu yolculuk kimler için? Aslında tüm insanlar için. Çünkü "Çevreyi tanımlamak değil, duygularla yaşamak gerekir.". Duygu, insana aittir. Dolayısıyla kitabı belli ruhlara değil, tüm kalbi olan ve duygu nedir bilen herkese öneriyorum. Kalbiyle yaşayan, kalbinin yaşamaktan başka işe yaradığına da inanan, kalbinin ve onda saklı olan her şeyin kabulünde olan her ruh bu kitabı okumalı. İyimser olan da kötümser olan da okumalı. Kurtulmak isteyen de kendini kaybetmek isteyen de okumalı.

"Dünya nasıl olması gerekiyorsa, öyle. Kendi kendini kurtaramayanı hiç kimse kurtaramaz."

Acı gerçek dolu bir yolculuk. Tek biletiniz var, üzerinde de acı yazıyor. Acı duymuyor musunuz? Kalbinizin varlığından şüphe etseniz iyi edersiniz. Hem de bir an önce. Ya da siz en iyisi şüphe etmeyi de bırakın, bu kitabı okuyun.

Yağız Gönüler

22 Mayıs 2012 Salı

Absürd hayaller kurmak isteyenlere

Etgar Keret, Türkçedeki son kitabı “Buzdolabının Üstündeki Kız”la harikalar yaratıyor. Çünkü bildiğimiz anlamda dolapların en soğuğunun üzerine magnet yapıştırmayı severiz biz. Gittiğimiz tatil beldelerinden alınmış, sempatik heykelcikler koyarız oraya. Ya da ince çerçevecikler içine koyduğumuz sıcacık aile fotoğrafları süsler dolabın kapağını. Ancak hınzırlığı dinmek bilmeyen, iflah olmaz bir “hayâl kuran”sanız işler değişecektir elbette. İşlerin bu değişmeye başladığı noktada, farklı okumalar yapacaksınız. Bu okumalar da sizi ister istemez çeviri odaklı yayınevi Siren’in gözdesi Etgar Keret’e götürecektir.

Aslında Etgar Keret, “Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü”yle beni hayâl kırıklığına uğratmıştı. Ya da ben ilk defa okuyacağım bu yazara karşı nasıl bir beklenti içerisine girmeliydim, tam anlayamamıştım. Lâkin “Buzdolabının Üstündeki Kız” çıktıktan sonra kendisine (kendimce) bir şans daha vermeyi düşündüm. Pişman olmadım. Etgar Keret bu sefer bana istediğimi verdi....

Peki ben ne istiyordum ondan? Her şeyden önce bir cümlenin sonunda kimsenin itiraz edemeyeceği bir yerde küfretmesini istiyordum ki, lafını sakınmıyor sağolsun. Sonrasında ise, Yahudi bir aileden geldiği için ve daha önce “Gazze Blues” (yine Siren’den çıkan) kitabının iki yazarından biri olduğu için, İsrail’in günümüz siyasi, ekonomik ve savaş ortamında yaşadığı ve dünyaya yaşattığı durumların bir panoramasını istiyordum, ki bunu da bolca okuyabiliyoruz bu sefer. Son dönem en güzel günlerini yaşayan Büyülü Gerçekçilik akımı da dikiliveriyor karşımıza bu metinler sayesinde.

Etgar Keret’in kısa hikâyeleri ufuk açıcı, yeni okumalar yapmak isteyen ve yeni bir şeyler yazmak isteyenlere cesaret verici, basit bir otobüse bile bakarken absürd hayâller kurdurucudur. (Bknz: Otobüslerin Öldüğü Gece)

Bu kitabı alınız, bir yere saklanınız, bitirmeden oradan çıkmayınız. Çıktıktan sonra da “Düşlerin Besin Değeri Üzerine” bir daha düşününüz. Çünkü Etgar Keret’in bu kitabını okumak, “Sihirbazsın Bir Yaş Günü”nde olmaya benziyor. 

Tuna Bahar

15 Mayıs 2012 Salı

Zamanına yeniden önem vermek isteyenlere

"Modern hayat, ölüm düşüncesinden uzaklaşmayı emreder!"

Zamanın ne kadar hızlı geçtiğini, geçmişte bıraktığımız izlere veya fotoğraflarımıza baktığımızda fark ediyoruz. Kaybettiklerimiz ve kazandıklarımızın bizde bıraktığı tecrübelerle, aynı zamanda geçmişle gelecek arasındaki terazinin de ne kadar çok hareket ettiğini görebiliyoruz.

Günümüzde hemen hemen her şey gittikçe dijitalleşiyor. Dijitalleşen her şey de samimiyetini kaybediyor ve ruhumuzdaki aydınlığı olur olmaz zamanlarda karartabiliyor. Saatlerimize sadece yatağımızdan kalkarken ya da işten çıkarken bakıyoruz. Buluşma ve kavuşma telaşı, bizdeki zaman değerini unutturuyor. Oysa zaman, "bizim için" geçiyor.

Ahmet Hamdi Tanpınar harikulade bir eseri olan "Saatleri Ayarlama Enstitüsü", gerek içinde barındırdığı birbirinden farklı karakterle, gerekse hikayelerin arasına yumak yumak serpilmiş hayata dair derin kazı çalışmalarıyla unutulmaya yüz tutmuş zaman ve saat kavramını yeniden hatırlatıyor.

Halit Ayarcı'nın girişimciliği, günümüz ticaret anlayışıyla kıyaslanabilecek hoşlukta. Hayri İrdal'ın içine kapanıklı ve kendi vicdanındaki hesaplaşmaları ise belki de hepimizin sık sık başvurması gereken bir durum.

"Biz kabahati üzerine yüklenen insanlarız."

İnsanoğlu için en acı şey, zamanının bir çoğunu geçirip daha sonrasında "harcadığını" düşündüğü olaylar, insanlar ve anılardır.

"Bazı insanların ömrü vakit kazanmakla geçer... Ben zamana, kendi zamanıma çelme takmakla yaşıyordum."

Geri dönüşü imkansız, temizlemesi zor, unutulması güç bu "zamanı harcama" durumu, kişinin şimdiki ve gelecek zamanındaki iç hesaplaşmalarını yapmasını gerektirir. Sevaplar ve günahlar tartılır, olgunlaşma sağlanır ve hayat yolu yürünmeye devam edilir.

"Lüzumsuz hiçbir şeyin peşinden koşmadım. Hiçbir ihtirasın peşinde beyhude yere emek sarf etmedim. Hiçbir zaman sınıfımızın birincisi veya ikincisi, hatta yirmincisi olmak istemedim."

İç hesaplaşma yaptıktan sonra zamanına yeniden önem vermek isteyenler için bu tüm devirlerin romanı, bir nimet niteliğinde olacaktır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

11 Mayıs 2012 Cuma

Umutsuz bir yolculuktan umutla dönmek isteyenlere


Her gün kendini öldürme fikriyle geçen bir çocukluk, sürekli “gitme” arzusuyla yaşayan bir kız çocuğu, evden uzaklaşmak için yapılan bir evlilik ve soğuk hastane odaları...

Neden bunalımları çözümleyemiyoruz? Neden dost olmadan, erkek-kadın, karı-koca olmaya çabalıyoruz?” diyor Tezer Özlü Çocukluğun Soğuk Geceleri kitabında. Bunu sorgularken de bir yandan her cümlesiyle bir kadının bunalımını çözümleyip okurun üstüne atıyor. Sanki “ben başa çıkamadım, sen olsan ne yapardın?” dermişçesine...

Çocukluktan biriktirdiğimiz anılar dizimizdeki, çenemizin altındaki yara izleri gibi, kendi geçse de izleriyle yaşamak zorunda bırakıyor bizi. Tezer Özlü de o anıları farklı hastanelerde, aynı ilaçlarla, aynı elektroşoklarla biriktirmiş usta bir yazar.

Hastanelerin insanları iyileştirmediğini, aksine daha da kötü bir hale getirdiğini savunuyor. Çünkü ona göre “sinir hastalığı da bulaşıcı bir şey. Hem öyle mikrop almakla değil, bir insanın umutsuzluğunu derinden algılamakla bile geçebilir.

Özlü’nün umutsuzluğu onunla birlikte çıktığınız bu ufak yolculukta size geçiyor. Ama kitabı bitirince bu yol arkadaşından size kalan tek şey her şeye rağmen sonunda “güzel” olanı bulma umudu oluyor.

Bizi saran sıcaklığın. Soğuyan gecelerin. Ve geceleri bürüyen yıldızların. İki insanın sarılarak geçirdiği bu sarsıntı özü olmalı evrenin. Sonsuza dek varan, var eden, yaşatan, yaşamı ileri doğru devreden bu birleşme.

Ümran Kio

En değerli ahbabı sükut olanlara

Nurullah Genç, özellikle 1980-1990 yılları arasında doğanlar için hiç yabancı gelmeyecek bir isim. Özellikle lise yıllarımızda hepimiz onun şiirlerini incelemiş, ezberlemeye gayret göstermişizdir.

1960 Erzurum doğumlu şairin şiirlerinde sıklıkla yalnızlık ve aşk temalarını görmek mümkün. Hepimizin, güneşin karşısında dayanamayıp eriyen dondurma misali evlerimizden çıkmadığımız, içimize döndüğümüz ve biraz sakin, sessiz, kendimizle yaşamak istediğimiz zamanlar olmuştur. İşte bu zamanları doyuracak bir külliyat Mahrem ve Münzevi.

Külliyat diyorum zira Timaş Yayınları bu ciltli kitapta Nurullah Genç'in tüm şiirlerini toplamış. 700 sayfayı aşan şiirlerin altını çizmeden, tekrar tekrar okumadan geçmek zor. Özellikle okuyucu, kendi duygularına karşılık gelen dizeleri yakaladığında kitabı kapatıp dakikalarca düşünce deryasına düşmesi aşikar.

Bu dizelerden bazıları:

"Köy pınarında hicran damıtan güvercinler"

"Korkular ki, kırmızı bakışlıdır her akşam"

"Gözlerim kıvılcımlar dergahı, yaşsızdır ey"

"Sükut en değerli ahbabım"

"Her vagon efkarlı bir uzun hava"

"Yürüyorum; mezarım oluyorsun ansızın"

"Gel, rüya toplayalım bu esrarlı geceden"


1987'den bu yana birçok ödül alan Nurullah Genç'in şiirleri, kendi mahremiyetine dönüp münzevi bir hayata kapı aralayan şiir severlerin ruhlarına hitap ediyor.

Yağız Gönüler

3 Mayıs 2012 Perşembe

Küçüklüğünde haylazlık yapıp hala canı sıkılanlara

“Tanrı insan kılığına girse ve can verse, dünyada neler olurdu?”

Bu sorunun peşine düşen haylaz bir çocuk geldi gözümün önüne. Kitabın sayfalarını birbiri ardına takip edişim bu haylaz çocuğun en sonunda ne cevap vereceğiydi. Aslında cevabı okurlara bırakan yazar bu romanında, birbirininden farklıymış gibi görünen, ironi yüklü, çaresiz insan hikâyelerinin anlatıldığı, kontrolden çıkmış bir dünyanın üyelerini resmediyor.

Dünyanın bir köpeğe tapınışını, tanrı öldüğü için bir rahibin kendini köprüden atışını, Çocuklara Tapmayı Önleme Derneği’nin kuruluşundan önce on kişinin bir araya gelerek birbirlerine iyilik yapmasını; başlarına silahı dayayarak tetiğe basmalarını, tanrının cesedini yiyen yabani köpeklerin son üyesiyle yapılan bir söyleşiyi kitap bir arada tutuyor ve okurlarına şu manzaralı bir macera yaşatıyor: Herkes piknikteyken, yeşilliklerin içinde, mangallar hazırlanmış, hamaklar kurulmuş, karpuzlar soğuk suya bırakılmış, park halindeki arabaların kapıları açılarak müziğin yayılması sağlanmış. Derken bir anda güneş sönmüş ve kara bulutlar tüm dünyayı kan yağmuruna tutmuş. Uzaklardan alev topları evlerin çatılarını yıkmaya başlamış, fay hatlarının oynamasıyla depremler oluşmuş, dev dalgalar kıyı bölgelerini yutmuş. Kitap böyle vahli bir karnavalın belki de bir anlamda kıyametin haberciliğini yapmış.

Küçüklüğünde bol bol haylazlık yapıp bununla yetinmeyen, belki de işi bir dönem benim gibi piromanlığa kadar vardıran herkese çok iyi gelecek bir kitap Tanrı Öldü.

Tuna Bahar