25 Kasım 2019 Pazartesi

İstanbul'un gözler önünde kaybolan tarihi

"Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz."
- Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir

İtalya'ya gittiğimde aklımın -hâlâ- almadığı tek şey çağların, geleneklerin ve dolayısıyla huyların bunca değişmesine rağmen tarihi eserlerin ilk günkü gibi korunması olmuştu. Sonra uzun uzun düşünmüştüm. Nasıl olur da böyle bir hassasiyet için "aklım almıyor" diyebiliyordum? Şüphesiz bundaki en büyük sebep, doğup büyüdüğüm ve yaşadığım ülkenin vaziyetiydi. İnsanımız, maalesef ki değerlerine sadık değil. Değerleriyle yaşıyor değil. Lafa söze gelince, bilhassa film endüstrisinin de katkısıyla dünyanın en memleketçi milletiyiz. Vatan, devlet dendi mi kendimizden geçeriz. Ama bu mefhumları yaşatan eserlerle aramız hiç iyi değil. Kendi konforumuz için onların her birinden vazgeçebiliyoruz. Yaşadığımız zamanlar bunu apaçık ortaya koyuyor.

Mehmet Dilbaz çok uzun zamandır Twitter'daki paylaşımları dolayısıyla takip ettiğim bir isim. İstanbul özelinde memleketin kaybolan değerlerini gün yüzüne çıkarıyor. Araştırmacı-yazar profilini hakkıyla yerine getiriyor. Tüm paylaşımlarından İstanbul'a ve memleket değerlerine ne kadar tutkulu olduğunu görebiliyoruz. İşte bu tutkusunu şimdi bir kitapla okuyucuya sundu. Kitaptan bahsetmeden evvel, okuyucular eğer en az Dilbaz kadar tutkulu, sevdalı değilse, bu kitaptan gereken lezzeti alamayacaklarını düşünüyorum. Çünkü emek karşılıklıdır. Bir yazar, hangi derdin peşine düşüp eserini ortaya koyduysa, okuyucunun da aynı derde sahip olması gerekir. O derdi yüklenmesi, derdi paylaşması şarttır. Yoksa kitap, sıradan bir kitap olarak raflarda duracaktır.

Timaş etiketiyle çıkan Kaybolan Tarihin Peşinde, esasında hazin bir kitap. Çünkü her sayfasında tarihimizi çağırırken elimizden göz göre göre kaybolup giden İstanbul'un da yasını tutturuyor. Haziresi şimdilerde bir otelin eğlence yeri olarak kullanılan Beşiktaş Mevlevîhanesi, artık yerinde bir benzin istasyonu olan Beşiktaş Sinan Paşa Hamamı, semte adını verse de ortadan kaybolmuş Çağlayan Sarayı, Lale Devri'nin şimdilerde otopark olmuş zarif Fatma Sultan Camii, hırdavatçılar çarşısı sebebiyle tarihe gömülen koskoca bir cami, artık bir halı saha olan Mir-i Ahur Kasrı, kendisinden geriye kırık mezar taşları ve harabe bir kapı kalan Kasımpaşa Mevlevîhanesi, Millet Caddesi'nin altında kalan Oğlanlar Tekkesi, otobüs garajına dönüşmüş Poligon Sarayı, üç yüz yıllık tarihi karşısında göz göre göre kaybolan Rumelihisarı Kaleiçi Mahallesi...

İstanbul'un nasıl bu hâle geldiğini konuşurken, onu hangi ellerin bu hâle getirdiğini ve daha da yok olmasına fırsat tanıdığını da konuşmak gerekir. Mehmet Dilbaz bu görevi de açık yüreklilikle yerine getiriyor. Günümüzün haşin ve memleketini en çok seven muhafazakârları, Adnan Menderes döneminde yapılan yıkımlardan hâlâ bihaber. Menderes, Prost Planı'nı esas alan şehri imar(?) etme projesine göre birçok yeri tarihe gömdü. Bilhassa Beşiktaş-Kabataş-Tophane yolunun genişletilmesi meselesinde ve Millet Caddesi'nin oluşumunda pek çok tarihi eser tarihe(!) gömüldü. 1957 yılı bu anlamda İstanbul için en kara yıllardan biridir. İşte Beşiktaş'taki, Mimar Sinan nadide bir eseri olan Sinanpaşa Hamamı'da Menderes ve ekibi tarafından gadre uğrayan tarihi yapılarımızdan biri oldu, yıktırıldı. Bu hamamın yıktırılmaması için büyük İstanbul sevdalısı Reşat Ekrem Koçu çok büyük mücadeleler verdiğini öğreniyoruz kitaptan. Yıkımdan sonra isyanını şöyle dile getirmiş:

"Menderes imarı adı verilen ve Türk İstanbul'unun üzerinden korkunç bir tayfun, barbar vandal akını gibi geçen kör kazmanın kurbanı sanat şaheseri bir yapı; yıkılması için zannederiz ki salahiyetli bir kuruldan yahut ilmî otorite bilinen bir şahıstan, fâni ceberûta hasisi pis kaygularla, zelil inkiyadın eseri bir höccet alınmış olacaktır. Bir dâhinin eseri olan bu hamam, yıktıranı ve yıkılmasına cevaz vereni, verenleri, o tüyler ürpetici vandalizmin yok ettiği ecdad yadigârı yüzlerce yapı ile beraber kıyamata kadar lanetle andıracaktır."

Dönemin uygulamaları ve onların neticeleri için gayet net bir açıklama olsa gerek. Merhum bilge mimar Turgut Cansever de yine Adnan Menderes'e projeleri için elinden geldiğinde itiraz etmiş bir isim. Yine Millet Caddesi uygulamalarından önce Menderes'i santim santim uyarmış bir isim. Buna rağmen Menderes, tıpkı şimdinin idarecileri gibi "bana 3 metrenin 5 metrenin lafını etmeyin" diyerek kıymış İstanbul'a. Devamında Turgut Özal'ı da anmalı. Amerika'ya gittiği ilk günlerde, kendisine özellikle yüksek binaların gösterilmesini ister. Sonra aynı binaları çevresindeki arkadaşlarına göstererek "Bir gün İstanbul'u da bunlarla süsleyeceğiz" der. Nitekim olaylar gelişir. Muhafazakârlar ne hikmetse İstanbul'u kendi görgüleri doğrultusunda süslemeyi çok seviyorlar. Ne yazık ki bu görgü, tamamen gösterişe dayanıyor.

Mesela Sarayburnu Tıbbiye (Yedekçiler) Mescidi de yol uğruna feda edilen bir medeniyet mirası idi. Şöyle anlatıyor Dilbaz: "Mescit, 1930'lu yıllara kadar aktif olarak kullanılıyordu. 1930'larda çevresi iyice boşalan mescit ne yazık ki bakımsız kalmış ve minaresinin bir kısmı da çökmüştü. Onarılması gereken mescit için maalesef ki bu yola başvurulmamış, 1945 yılında minarenin kalan kısmı da yıktırılmıştı. Menderes döneminde, sahil yolunda açılan Kennedy Caddesi için pek çok yapının istimlâk edilmesi planlanmıştı. Yolun geçeceği güzergâh ile alakasız bir yerde bulunan Yedekçiler Mescidi de ne yazık ki yıkılması planlanan yapılar arasındaydı. Böylece 1957 yılında 'yol medeniyeti' adına 400 yıllık bu yapıda kurban edilmiş oldu."

Brezilyalı mimar ve şehir plancısı Jaime Lerner, son ziyaretinden sonra İstanbul için "Bu şehri Mimar Sinan’ın torunları inşa etmiş olamaz" demişti. Zaten inşa, bir medeniyet telakkisidir. Geçmişten gelen tecrübenin; ahenk, estetik, görgü gibi argümanlarla ortaya konmasıdır. Şimdinin inşa faaliyetlerinde bir medeniyet telakkisi yok, müteahhit zihniyeti var. Maksimum kâra dayalı, en hızlı biçimde üretilen, ailelerin huzurunu, güvenliğini ve konforunu önemsemeyen, paraya dayalı bir zihniyet. Bu zihniyetten de ev çıkmıyor, konut çıkıyor. Geçmişi anımsatan eserler çıkmıyor, taklit çıkıyor. Tüm bunların altındaki duygular ise hırs, kibir, mükemmelliyetçilik hastalığı...

Mehmet Dilbaz; toplumsal ve kentsel değişimin azizliğine uğrayarak kaybolan mekânların izini sürerken bizi kadim zamanların hikâyeleriyle buluşturuyor. Mekânlar kaybolsa da hikâyeler yaşamaya devam ediyor. Kimi zaman yürüdüğümüz sokakların mazisini bilmiyoruz, kimi zaman da muhafaza etmeyi sadece kârı muhafaza etmek zannediyoruz. Kitap bu anlamda hatırlatıcılık görevi üstleniyor. "Çünkü" diyor Dilbaz, "şehir yalnızca atalarımızın bize mirası değildir; aynı zamanda şehir çocuklarımızın bize emanetidir..."

Kaybolan Tarihin Peşinde, bir 'hareket' olarak sosyal medyanın da desteğiyle ciddi bir kamuoyu oluşturmuştu. Kitap, bir medeniyetin gözlerimizin önünden nasıl kaybolup gittiğini fotoğraflar eşliğinde ve 'zamanda yolculuk' tadında gösteriyor...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

21 Kasım 2019 Perşembe

Kelimeler arasından köklere yolculuk

"Biliyoruz ki, bazı sesler, bazı sahneler, bazı renkler ya da bazı cümleler insanın aklına mıh gibi çakılıp kalıyor."
- Hasan Ali Toptaş, Harfler ve Notalar

Türkçe, kainattır. İster dilimizde yazılmış olsun, ister dilimize tercüme edilmiş olsun, her güzel kitap bize bunu bir kez daha hatırlatır: Türkçe, uçsuz bucaksız, sınırsız sonsuz bir kainattır. İşte bu kainatta kimi okur kitabın bütününe, kimi bazı sayfalarına, kimi bir paragrafına, kimi de belki sadece bir cümlesine vurgun olur. Harfler bir bütün hâlinde okuyucunun duygularını, düşüncelerini ifade eder, yani tercüman durumuna geçer. Bazı okuyucular da kelimelerin kalbi olduğu inancıyla kimi kelimelerin üzerinde özellikle durur. Altını çizmekle yetinmez. Onları hayatında önemli bir yere koyar ve asla orada bırakmaz. Zamanla hem o kelime okurun hayatına hem de okur o kelimenin manasına aşina olur. Bir nevi yoldaşlık vuku bulur. Kainat neticede bir kitaptır ve en önce onu okumak lazımdır.

Alp Paksoy, Ötüken Neşriyat etiketiyle çıkan Kök adlı kitabında dilimizin bazı güzide kelimelerinin serüvenini yazmış. Böyle bir kitabı yazmak ancak dilini çok seven, onu bir şeref meselesi hâline getiren, meraklı, tutkulu insanların işidir. Kendisini hiç tanımıyorum ama bu gayretinin aklıma getirdiği öz nitelikler bunlar oldu. Hani Nef‘î, "Gönül ne gök ne elâ ne lâciverd arıyor / âh bu gönül, bu gönül kendine derd arıyor" diyor ya, işte bunlar da insanı yaşatan öz dertler olsa gerek.

Yazar, kelimelerin hiç kimsenin öz malı olmadığı kabulüyle başlıyor eserini takdime. Milletin ortak malı olan kelimeler şüphe yok ki kullanıldıkça yaşıyor. Diğer yandan, biz bazen "ya hu ne güzel kelimelerimiz varmış" gibi cümleler kurabiliyoruz. Oysa daha cümleyi kurar kurmaz -mış, geçersizliğini kaybetmiş oluyor. O kelimeyi hatırlıyoruz, onu seviyoruz ve daha çok kullanmak istiyoruz. Demek ki o kelime yaşıyor ve hatta ölümsüz.

Kitaba başlar başlamaz, "ulan" kelimesine dair bilgiler dikkatimi çekti. Günlük hayatta, özellikle sevgi sözcüğü olarak kullandığım için özel bir ilgiyle okudum. Şimdilerde öfke ve nefret anlatan bir seslenme sözcüğü olan ulan, lan gibi kelimelerin "oğul, oğlan" sözlerinden türediğini görmek sevindirdi. Anadolu'da "oğlan burusu" diye bir deyim varmış bir de. Gebe kalmak, oğlana kalmak, doğum sancısı anlamlarında kullanılıyormuş.

Çok sevdiğim kahvenin kelime kökenine dair bilgileri okurken, adımla ilgili bilgilerle karşılaşmak da beni çarptı. Tüm dillere Arapçadan yayılan kahveyle beraber kahverengi de dilimize yerleşmiş zamanla. Kahverengiden önce bu renge boz deniyormuş; toprak rengi, kül rengi, sürülmemiş toprak anlamında. Şimdi adımla ilgili bölüme geliyoruz: "Yağız kelimesi 'yak-' fiilinden türemiş ve 'esmer, doru, kızıl ile kara arasındaki renk, kahverengi' gibi anlamlara gelmekte ve yer yer 'kahverengi'nin yerine de kullanılmaktaydı. İlginçtir ki İngilizcede var olan ve kahverengi anlamına gelen 'brown' sözcüğünün de kökü 'burn' (yanmak, yanık) kelimesinden gelmektedir."

Türk dilinin devasa bir bulmaca olduğunu hatırlatıyor yazarın çabası. Bir kökten yola çıkarak kendimizi bambaşka köklerin, kelimelerin ve hatta duyguların, yaşayışların içinde bulabiliyoruz. Tarih kelimesinin kökeni bu anlamda çok etkileyici. Arapçadaki 'varh' kökünden geldiği söyleniyor, gök cismi ve zaman birimi olan ay anlamına geliyormuş. Yine müverrih kelimesi de bu kökten geliyor elbette. Yazar 'doğru bilinen yanlışlar'a da işaret ediyor burada. Mesela bazı metinlerde İngilizcede history'nin 'his' ve 'story', yani 'onun hikâyesi' anlamına geldiği yazar. Böyle bir şeyin olmadığını söylüyor yazar zira 'history' kelimesinin kökü Hint-Avrupa dilinde 'görmek' anlamına gelen 'weid-' sözcüğüne kadar gidiyormuş. Bu kök ayrıca 'wid-tor' hâline bürününerek Yunancaya 'histor' şeklinde geçmiş ve 'bilge adam, hâkim' anlamlarına geliyormuş. Devamını kitaptan okuyalım: "Yunancada bir zaman sonra 'sormak' anlamıyla 'historien' şekline girmiş ve daha sonraları da 'soruşturma' yoluyla 'bilip öğrenme, tarih, kaydetmek' manalarıyla 'historia' biçiminde görülmüştür. Latincede de 'historia' biçiminde görülen kelime, 'geçmiş olayların anlatımı, masal' gibi anlamlara gelmektedir. Eski Fransızcada 'estoire, estorie' tarzında olup 'kronik, tarih' anlamıyla nihayet İngilizceye 'history' biçimiyle geçip varlığını sürdürmektedir. Etimoloji âleminde sürekli bir serüven içinde olan 'history' sözcüğü için seçilmiş basit bir 'his story' açıklaması bize, ecnebinin de halk etimolojisinin çekilecek dert olmadığını net bir şekilde göstermektedir."

Alp Paksoy'un peşine düştüğü diğer dikkat çekici kelimelerden bazıları şöyle: boş zaman, tüy, miğfer, yalan, unutmabeni, hayvanat bahçesi, kötürüm, beniâdem, duayen, sancı, çok güzel sanatlar (müzik, opera, bale, tiyatro, sinema, fotoğraf, dans), arkadaş, eğitim, ev ve onun nezdinde soba, kalorifer, halı, perde, gardırop, masa, sandalye, yatak, süpürge, dal, uçmak, gamzedeyim... Kitapta bazı deyimlerin de hangi kelimelerden ve dolayısıyla köklerden geldiğine dair bilgiler de var. Mesela: sıfırı tüketmek, hile hurda bilmemek, eski çamlar bardak oldu, ateş olsa cirmi kadar yer yakar, sittinsene, küplere binmek, gözden sürmeyi çekmek, darısı başına...

Kök'te ayrıca "daha önce biliyor muydunuz?" minvalinde bilgiler de mevcut. Mesela X harfi, 1765 yılında yazılmış bir mektupta 'öpücük' simgesi olarak kayda alınmış. Yazar haklı olarak soruyor; acaba dünya tarihindeki ilk 'emoji' bu olabilir mi? Kim bilir... Basmakalıp bilgiler yok Kök'te, tam aksine zihinlere yerleşmiş arızalı bilgileri onaran bir yanı var. Diğer yandan, kaynakçasıyla sözlük ve sözcük okumalarında derinleşmek isteyenlere de yardımcı oluyor.

"Harf dediğimiz işaretler belli sesleri ifade ettikleri için, sayfanın yüzüne döküldüklerinde, ister istemez orada bir müzik oluştururlar zaten" diyor Hasan Ali Toptaş, epigrafı seçtiğim güzel kitabı Harfler ve Notalar'da. İşte Alp Paksoy da Kök'te Türkçe âşıklarını müziğe davet ediyor. Müziklerin en güzelini yeniden keşfetmeye...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

19 Kasım 2019 Salı

Anadolu erenleri ve menkıbeleri arasında keşifler

"Gece-gündüz gurbet çekip aşk yolunda,
Vasıtasız Hak didarını gören var mı?"

- Ahmed Yesevî, Divan-ı Hikmet

Türklerin Müslüman toplumlar içerisinde öncü ve tartışmasız en büyük hizmetçi noktasına ulaşması birçok sebebe dayanır. İslâmla müşerref olduktan sonraki süreçte gazalar kadar gazeller de önemlidir. Kılıç tutanlarla kalem tutanların cepheleri farklı değildir o vakitlerde. Paşalardan şeyhlere, seyyahlardan sufilere, beylerden dervişlere, "el ele, el Hakk'a" düsturuna uygun bir yaşam sürmüştür Anadolu'da asırlarca. Neticede kimileri yurt açar, kimileri yurt tutar.

Olgay Söyler'i daha çok Atlas Tarih'teki yazılarıyla ve inanç tarihi alanındaki çalışmalarıyla tanıyoruz. İslâmiyet’in yerleşip kök salmasında sufi tarikatların, dervişlerin, âlimlerin, tüccarların, seyyahlar ve hacıların büyük etkisi olduğuna inanmış ve bu inancı doğrultusunda metinler üretmiş, el'an üreten bir isim. Bu 'kıldan ince kılıçtan keskin' sahada, güncel bir dille yazdığı yazılar Karakum Kitap tarafından bir araya getirildi ve böylece yazarın da ilk kitabı konuya meraklı olanlara sunuldu. Anadolu'nun Kronikleri isimli kitabın bir de alt başlığı var: Epik ve Menkıbevi Destan Dünyasına Giriş. Kitap hem bu alana daha evvelinden ilgi duymuş hem de yine bu alanda daha da derinleşmek isteyen okurları kucaklıyor. Titiz bir gayretle, önemli bölümlere ayrılması sahaya nereden gireceğini bilmeyenler için de rahatlatıcı.

Birinci bölümde, veli kültü ve menakıbnameler penceresinde Türklerin dinî-tasavvufî hayatında çok büyük tesirleri olan ve "Pîr-i Türkistan" olarak anılan Yeseviyye tarikatının kurucusu Ahmed Yesevî, alplik ve velilik, keramet konuları irdeleniyor. Bu bölümde özellikle ulemanın kemikleşmiş bir yapı hâline geldiği dönemde bile halkın dervişlerin peşinden gitmeye devam etmesi, 'gönüller yapma'nın önemine işaret ediyor. Söyler, "Anadolu’daki veli kültüne bağlı inançların ve uygulamaların şaman inancı çevresinde oluşmuş inanç ve pratiklerle benzer yönlerinin ele alınması Anadolu inanç sisteminin algılanmasına oldukça büyük katkı sağlayacaktır." önerisinde de bulunuyor.

İkinci bölümde şaman/evliya anlatıları ve kerametleri penceresinden Ak Sakal ve bilge, Korkut Ata, destan, bahşi/baksı, şaman ve âşık gibi sahanın tabiri caizse en gizemli meseleleri masaya yatırılıyor. "Şamandan evliyaya, ozandan destana uzanan yolculukta; şaman ve evliyayı saygın hâle getiren; etrafında oluşan mitoloji ve epik anlatılar; İslam dininin yaygınlaşması ile menkıbe olarak anılacak bu anlatıların oluşmasında anlatı kahramanının bey olması (dini önder yahut aşiret beyi) ve anlatının keramet motiflerini de içermesidir" diyen Söyler'in bu bölümün genelinde yararlandığı kaynaklar da okuyucuya yeni bakış açıları ve keşif yolları sunuyor.

Okuyucuyu üçüncü bölümde kahramanlık destanlarından halk hikâyelerine doğru götürüyor yazar. Burada Battal Gazi ve onun Yunan folklorundaki formu olan Digenes Akritas, XI. yüzyılda İç Anadolu’da Bizans’a karşı yaptığı fetihlerle şöhret bulan ve burada kendi adıyla anılan bir devlet kuran Dânişmend Gazi ile onun adı etrafında yazılmış fetih menkıbelerinden oluşan destanî roman Dânişmendnâme, olağanüstü hikâyelere konu olmuş ve hakkında hâlâ köklü bilgilere erişelemeyen, Anadolu ve Balkanlar’ın Türkleşip Müslümanlaşmasındaki olağanüstü etkisi sebebiyle adı etrafında menkıbeler oluşmuş bir alperen olan Sarı Saltuk Gazi gibi isimlere ve eserlere eğiliyor yazar. Olgay Söyler'in üzerinde önemle durulması gereken görüşlerinden biri de şu paragrafta yatar: "Sarı Saltık’ın sadece din misyoneri olduğu yolundaki algının da temelleri oldukça zayıftır. Denilebilir ki böylesine kuvvetli ve neredeyse tüm sufi çevreleriyle içli dışlı biri gidip Bizans sınırlarında faaliyet gösterse veya Babai İsyanı’nda sağ kalan dervişler çevresiyle ilgili olsa hemen Bizans ve Selçuklular tarafından fark edilir, engellenir ve kaynaklarda da bu kadar faaliyetten bahsedilirdi. Elbette bazı Müslümanlaştırma faaliyetleri olmuştur, İbn Kemal tarihinde bu faaliyetlerden bahsetmiştir. Günümüzde Moldova, Romanya olarak anılan bölgelerde ve Bosna, Edirne, Bulgaristan Coğrafyası’nda da faaliyetleri olmuştur. Ancak bu faaliyetler Ahmet Yaşar Ocak’ın da belirttiği üzere sistemli bir İslamlaştırma değildir. Genelde yerleşim ve yağma hareketlerine yönelik faaliyetlerdir bunlar. Oysa Saltukname’ye bakılırsa Litvanya’dan Bizans’a, Deşt-i Kıpçak’tan Avrupa kıtasında birçok ülkeye dek Sarı Saltık bütün Balkan Coğrafyası’nda, tahta kılıçlı veli-derviş olarak kâfirle mücadele eden bir tip olarak karşımıza çıkar. Bazı araştırmacılar veya tezlerine Sarı Saltık’ı konu edenler, bu dervişi, Saltukname nüshalarını ciddi bir tenkit süzgecinden geçirmeden ve mitoloji, eski Türk inanç sistemi ve Şamanizm unsurlarını titizlikle ayırmadan bir hamaset malzemesi olarak kullanmaktadır."

Kitabın son bölümü Danişmend Gazi destanındaki iki kahraman, Efrumiye'nin ve Artuhî'nin hikâyeleri üzerinden bir destanda yer alan motiflere, efsanevî unsurlara ve şahsiyetlere hangi gözle bakılması gerektiğine dair bir pratik sunuyor. "İslam öncesi destanlarda daha çok simge anlamları olan dağ, yeşim taşı, kurt, ay, güneş, yıldız, ok gibi unsurlar üzerinden işlenen rüya motifi İslam sonrası sadece dini hüviyete bürünmüş simgesel anlamlar çok fazla içermeyip gaza, cihat, fetih üzerine görülen rüyalar olarak destan edebiyatında işlenmiştir" diyen yazar rüyaların önemine de dikkat çekiyor. Zira Dânişmend Gazi destanında rüya motifine de sıkça rastlanıyor. Bu bölümle birlikte görüyoruz ki Dânişmend Gazi'yi 'her daim yaşayan' bir kişi hâline getiren şey, onun veli hüviyetine evrilen kişiliğinin ilk kahramanlık destanının yazılmasına sebep olması imiş.

Anadolu'nun Kronikleri, okuyucusunu bu toprakların tükenmez hazinelerine yönlendiren lezzette bir kitap. Her zaman okunacak ve her okunduğunda farklı keşifler için yardımcı olacak nitelikte...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Özgün tekniğiyle bir Ayfer Tunç romanı: Suzan Defter

Suzan Defter, Ayfer Tunç’un daha önce yayımladığı Taş Kağıt Makas adlı hikaye kitabının içerisinde de yer alan ve Can Yayınları tarafından 2011 yılında mini roman olarak basılıp okura sunulan bir kitap. Hemen hemen her okur daha kitabın ilk sayfalarını çevirirken kitapta bir basım hatası olduğu yanılgısına kapılıyor. Zira Ayfer Tunç, son derece özgün ve deneysel bir teknikle kurgulayıp sürdürüyor romanını. Şöyle ki:

Eser aynı günlerde tutulmuş iki farklı kişinin günlükleri üzerinden ilerliyor. Bu nedenle de cümle yapılarına kahraman bakış açılı anlatım tarzının egemen olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Sol tarafta Ekmel Bey’in, sağ tarafta ise Derya’nın günlüklerini bulabiliyorsunuz. Daha önce böyle bir teknikle karşılaşmamış okurlar ilk sayfalarda oldukça güçlük çekseler de zamanla kurgunun kuvvetine kendilerini teslim edebiliyorlar. Küreselleşmenin boğduğu modern insanın, kent içindeki derin yalnızlığı ve bunalımı eserin genel atmosferine epey hâkim görünüyor.

Ekmel Bey avukatlık yapmak suretiyle geçimini sağlarken eşinden ayrılmış ve geniş bir evde tek başınalığa mahkûm olmuş. Satmayı ise hiç mi hiç düşünmediği bu evi için satılık ilanı verip, eve talip olan müşterilerle bir dizi ilişkiler geliştirmeyi amaçlıyor. Öte yandan Derya’nın günlüğünde de son derece trajik ve bohem bir başka kurgu hızla akmaktadır. Derya annesini çok küçük yaşta kaybetmiş, babası ise bir başka kadınla evlenmiş, ilgisiz bir karakter olarak okurun karşısına çıkıyor. Derya’nın abisi de komünist olması nedeniyle babası tarafından reddediliyor. 12 Eylül Askeri Darbesi’nin ağır zulüm ve işkencelerine bizzat yaşayarak şahitlik ediyor.

Günlüklerde kullanılan dilin sahiciliği ve şiirselliği romanın en ustalıklı tarafı gibi. Şiirsellik derken aynı zamanda kusursuz ritmi ve akışı da kast ediyorum elbette:

Yıllar boyu yanmaktansa için için, boş odalarla dolu bir evde boşluk büyütmektense, ipin üstünde yürümekten başka nedir bir hayat?

O anlayabilecek, ben anlatabilecek olsaydım, benim gibi adamların cenneti olurdu dünya.

Güzel olacağından emin olduğumuz günler gelip bizi bulmadı. Ama korkma, sırrını vermem evinin odalarına.

Sahte bir lirizm kurguya hiç yaklaşamamış desek pek de yanılmış olmayız. Eserin arka planında klişe anlatı ve temalar da yok değil. Sözgelimi Suzan, Derya’nın siyasi suçlu abisine âşıktır ve yıllarca onun hapisten çıkmasını bekler, yolunu gözler. Gerek roman sanatında gerekse sinemada aşığın bekleyişi dönem dönem işlenerek sıradanlaşmışsa da Ayfer Tunç yepyeni bir söyleyişi yakalamayı bilmiştir.

Yer yer acıya çalan ironik ifadeler, okuru ansızın hüzünlü bir gülümsemeye götürebiliyor. Derya, evlilik hayalleri kurduğu Cihan’ın başkasıyla evlendiğini telefonla öğrendiğinde şunları yazar günlüğüne:

Bu kaçıncı be Cihan? Ne zaman arasam evleniyorsun.

İki ayrı günlük, iki ayrı karakter ve dolayısıyla da iki hayat bir noktada kesişip sıkı bir düğüm atılınca kurgunun zekâsına bir anda hayran kalıyorsunuz. Ayfer Tunç, Derya’yı Ekmel’e müşteri olarak gönderince okurun merak duygusu epey yoğunlaşıyor. İki karakter de bu rastlaşmadan itibaren birbirlerine tutulmuş birer ayna işlevi görüyor. Derya da Ekmel Bey de kendileriyle hesaplaşmanın ve içsel bazı sorgulamaların izini sürme fırsatı elde ediyor böylelikle.

Suzan Defter romanı, tematik esnetilebilirliği ve çeşitliliği itibarıyla da dikkat çekici görünüyor. Her ne kadar ruhun yalnızlığı ve melankoli hissi gibi bireysel konular yoğun gibi görünse de, dönemin siyasi havası da esere yediriliyor, toplumun aşkı ele alış biçimi üzerinden sosyolojik bazı eleştiri ve yaklaşımlar da sunuluyor: “Sokakların kanlı olduğu zamanlarda, eski usul bir aşk yaşıyorduk,” dedi, “insanlar aşka hala ayıplayan gözlerle baktığı için, aşkımızı belli etmemeye çalışmaktan yorgun düşerdik. O kadar az bir araya gelebiliyorduk ki, önceliği daima aşka veriyorduk. Tam aşkı tatmıştık, ihtilal oldu. Sokaklarda artık ne inanca ne de aşka yer vardı.

Remzi Köpüklü
twitter.com/remzikopuklu

13 Kasım 2019 Çarşamba

Nefis muhasebesinin el kitabı

"İlmin ilk kapısı susmak, ikincisi dinlemek, üçüncüsü edindiği bilgiyi eksiksiz uygulamak, dördüncüsü de yaymaktır."

Tasavvuf dendiği zaman, meseleyle bir miktar ilgili olanların aklına gelecek ilk noktalardan biri “nefis terbiyesi”dir muhakkak. Dillere pelesenk olmuş bu konunun manası ise işin ehli üstadlar tarafından hem yazılı hem sözlü olarak açıklanmaya çalışılmıştır. Bu ise kâh ehl-i muhabbet olma yoluna baş koyanlara zikir ve fiil dâhilinde uygulama ile kâh satırlardan gönüllere aktarılarak yapılmıştır.

İşte erken dönem tasavvufunun en önemli temsilcilerinden biri olan Hâris el-Muhâsibî’nin Allah'a Dönüş adlı eseri, kendisinin ilimde önem verdiği noktaları kalem kalem anlattığı ve Hasan-ı Basrî’den etkilenen Muhâsibî metodunun temel taşlarını bir arada verdiği temel bir eser olması hasebiyle çok önemlidir. Bu metot, en çok nefis muhasebesi üzerine eğilir ki kendisi de, yaptığı işi Allah için mi yoksa başka saiklerle mi yaptığına oldukça önem verip kendini sürekli tarttığı için “Muhâsibî” mahlasını almıştır.

Nefis muhasebesi; aklın, nefsin yapıp ettiklerinin fazlalıklarını ve noksanlarını denetleyerek kulu onun şerrinden korumasıdır.

Özgün bir metot kullanılarak soru-cevap tarzında manadan kaleme dökülmüş bu eserin esas noktası; Allah’a, tövbe ile dönüş ve bu arınmadan sonra gelişen Allah’a doğru seyir yolunda, nefis muhasebesi üzere gelişen hallerin açıklanması üzerinedir. Tasavvuf anlayışında “hal”lere oldukça önem veren Muhâsibî, nefis muhasebesinde ilk adım olan tövbeden sonra gelen vera’, zühd, doğruluk, ihlas, sabır, rıza, marifet, ibret, kalp temizliği, bilgelik, hayâ ve zarafet gibi basamakları ve zararlarından en çok bahsettiği kavram olan riyayı kendine has derin üslubuyla açıklayarak erken dönemde bıraktığı manevî mirasını bugüne taşıyor.

Cüneyd-i Bağdâdî’nin hocası olan, İmam Gazzâlî’nin, İhyâ'sında metodunu kullandığı Muhâsibî’nin bu özlü, derin, etkili eseri manevî arınma yolunda ilk adımını atmak ve ilerleyişini bu halleri doğru idrak ederek devam etmek isteyenler için bir rehber görevi görüyor. Allah'a Dönüş, Hâris el-Muhâsibî’nin, her kesimden okurun anlayabileceği sade ve özgün bir tavır ile nefsin mertebelerinde zühd, takva ve ihlas ile adım adım ilerlerken bu hallerin her birine muhabbetli bir şekilde, en açıklayıcı bir üslupla değindiği öz bir el kitabı niteliği taşıyor.

"Kalplere inişi sırasında bilgi, çalkantılı ve coşkundur. Suyun yatağına erişince sakinleşmesi gibi, o da ancak yatağını bulunca sükûna erer. İşte kul da bu şekilde dinginlik, ilim, yumuşaklık, müsâmaha, Allah Teâlâ'nın vaadi karşısında hüsn-i zanla dolar ve kalbi ilahî müjde ve tehditler konusundaki her şeyi bilir ve kabullenir."

Hâris el-Muhâsibî, 781 ya da 786 yılında Basra'da dünyayı teşrif etti. Genç yaşta, ilim tahsil etmek üzere Bağdat'a gitti. İmam Şâfiî'nin öğrencisi olduğu nakledilir. İlerleyen gençlik dönemlerinde Bağdat'ta hadis meclislerine devam eden Muhâsibî’nin bir zâhid grubuyla tanışmasıyla irfanî-tasavvufî kimliği ön plana çıkmaya başlamıştır. Ebu Süleyman ed-Dârânî, Zünnûn-ı Mısrî, Bişr-i Hafî gibi mübarek isimlerden etkilenmiştir. Sehl bin Abdullah et-Tüsterî, Ebu Abdurrahmân es-Sülemî, Hakîm et-Tirmizî, Kuşeyrî gibi mana büyükleri de kendisinden etkilenmiştir. Feridüddîn Attâr, Tezkiretü’l-Evliyasında kendisinden bahseder. Tasavvufta “hal” kavramı üzerinde özellikle durmuş, hallerin Kur’ân ve Sünnet’e dayanması gerektiğini söylemiştir. Riyadan kaçınılması üzerinde özellikle durması melâmetî damarına işaret eder. Muhâsibî, 857'de Hakk'a yürümüş; Hakk âşıklarına, insanlığa büyük bir manevî miras bırakmıştır.

Hande Yıldırım Önsöz
twitter.com/miskiamber

Çağın farkında olan adam

İsmet Emre’nin Çağına Küsen Adam isimli romanında yazar çağının yani içinde bulunduğumuz modern zamanların neredeyse her şeyinin farkında olan bir karakterin açısından farklı konuları ele almaktadır. Yazarın romana ismini verdiği şekilden daha çok karakterimize “çağının farkında olan adam” demek daha doğru olur. Özellikle çoğu durum için her ucunu da modern dünyanın omzundan farkında olarak bakması ve ele alması bunun bir delilidir. Örneğin, belki farklı açılardan diyor olsa dahi, bir yerde tüketimin insanı bile tüketebildiğini söylerken bir başka yerde modern zamanda hiçbir materyalin tükenmediğini dönüştürülerek sayısız sefer kullanıldığı söylüyor. Bu örnekler romanın geneli itibariyle çoğaltılabilir.

Öte yandan romandan daha çok sanki bir deneme kitabı havası var Çağına Küsen Adam’da. Otuz farklı bölümden oluşan romanı bölümlerini ayrı ele alırsak bu söz konusu olur. Kaldı ki bu otuz bölümü birbirine bağlayan yegâne şey karakterin bakış açıları.

Burada karakterin bakış açıları diyerek çoğul bir ifadeye yer vermemin sebebi daha öncede değindiğim farklı uçların aslında modern dönem ile ilgili olmasa bile ana karakterimizin neredeyse reddettiği kendi zamanından her olay ve kavrama bakışıdır. Çağının Farkında Olan Adam’a bu hissi yaşattırmayan tek olgu ölüm diyebiliriz. Romanın farklı yerlerinde farklı şekillerde karşımıza çıkan “ölüm” kavramına doğrudan bir modern etiketi yapıştıramayıp ölümle temas halinde olan birden farklı şeyi eleştirmektedir. Yani daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse ölümü sadece bir bağlam olarak kullanmaktadır.

Fakat hemen belirtmem gerekir ki ölüm biricik bağlam değildir. Çağının Farkında Olan Adam, evlilik gibi bütün hayatı kapsayan ömürlük bir şeyi bu kadar uzun sürmesi dolayısıyla sıkıcı olarak niteler. Ancak burada karakterimizin kendi düşüncesi değilmiş de sanki o modern zamanlara yine modern zamanların omzundan bakarak eleştirisini getiriyor gibidir.

Evlilik yeterince büyük ve geniş bir konu değilmiş veya güya evlilik modern bir şeymiş gibi ve kritiğini yapması yetmiyormuşçasına hikâyemizin sonu ve başlangıcı üzerinden de bir yorum yapar. Tabii burada hikâyeden kastını romanın sonunda tam anlamıyla anlayabiliyoruz.

Üstelik böyle konular dışında alelade bir sokak lambası üzerinden de eleştirisini yapabiliyor. Burada da ana karakterimizin zamanının etkisiyle yadırgamışlığının ve rahatsızlığının okura gösterilişini görmekteyiz. Çünkü Çağının Farkında Olan Adam dinlenmek için yattığı yatağında dahi dinlenemez, huzursuz olur.

Karakterimiz sadece tek düze veya bir başlık üzerinden değil karşıt konumdaki şeyleri de bir tutarak veya bir noktaya getirerek modernite gözlüğünü burnuna indirip öyle bakar. Örneğin insanlığın karanlıkta kaldığını da söyler fakat daha sonra sanki bunu söylememiş gibi modern insanın aydınlığı çok abarttığının da eleştirisini yapar.

Sorduğu sorularla kendini rahatsız ettiği kadar modern dünyanın da yerinde doğrularak oturmasını sağlıyor. Ancak tip olamayacak kadar keskin karakterimiz belki de sorularıyla romanın hatta yazarın bile üstüne çıkıyor.

Emre, Çağına Küsen Adam’da doğrudan ve tek düze bir olay örgüsü üzerinden gitmemiş ve bu hareketiyle romanının karakteri olan Çağının Farkında Olan Adam’ın yanında saf almaktadır.

Kitabın “Karanlığın lanetlediği bir çağda nereye sığınabilir ki insan kendinden başka?..” şeklinde başlaması aslında nerdeyse bütün romanın genel durumunu özetlemektedir. Karakterimizin kendisine sorduğu soruların çoğunun cevabının verilmemesi ve kendi kendini yadırgaması buna en büyük kanıttır.

Karakter sadece kavramlar ve anlayışlar üzerinden değil kendi anıları üzerinden de huysuzluk yapar, bu da ayrıca kendine sığınmış insanın yine kendisini huzursuzlaştırmasının ve yadırgamasının bir tezahürüdür.

Hamza Eren Sarıçam

8 Kasım 2019 Cuma

Usul usul akan öyküler: Geyikler, Annem ve Almanya

Nursel Duruel’in Geyikler, Annem ve Almanya kitabının ilk basımı, Türkiye’nin siyasi açıdan karmaşık geçen ve devam eden yıllarında, 1982 yılında Adam Yayıncılık’tan gerçekleştirildi. Daha sonra Alkım ve Can Yayınları’ndan, en sonunda ise Yapı Kredi Yayınları’ndan neşredildi.

Öykümüzün ‘ne’ olduğunu ve ‘nereye’ geldiğini göstermesi açısından, 70’lerin ve 80’lerin öykü kitaplarına ayrı bir önem veriyorum. Nursel Duruel’in bu kitabı da öykümüzün nerede durduğuyla ilgili önemli ipuçları veriyor. Duruel’in öyküleri, tıpkı Füruzan’ın öyküleri gibi bir an’ı temsil ediyor. Zaten bu iki ismi tarz olarak birbirine çok yakın buldum. Belirli bir zamanın fotoğraf ını kişiler üzerinden lirik bir şekilde çeken Nursel Duruel, durum öyküsü diyebileceğimiz türün en seçkin örneklerinden birini Geyikler, Annem ve Almanya adıyla kitaplaştırmış.

Kitapta toplam sekiz öykü bulunuyor: İlk öykü kitaba adını da veren Geyikler, Annem ve Almanya. Diğer öyküler ise 03 Nöbeti, Ölüm Aralarında Kaldı, Fırıncı Şükriye, Zaman Aralığında, Nereye, “Minareden At Beni İn Aşağı Tut Beni” ve Yineleme’dir.

İlk öykü olan Geyikler, Annem ve Almanya, kitabın en kuvvetli öykülerinden biri. Altı sayfalık kısacık bu öyküde yazar isminden de anlaşılabileceği gibi bir göç ve ayrılık durumunu ele alıyor. Annesi işçi olarak Almanya’ya babasının yanına gidecek olan bir kızın gözünden anlatıyor bize bu durumu. Tam yetmişlerin sonuna ve seksenlerin başına uygun bir durum olarak karşımıza çıkıyor bu öykü. Anne-kız sevgisini en saf haliyle, ayrıca ayrılığı en keskin haliyle anlatan yazar, okurun gözüne gözüne sokmadan ve feminist bir havaya bürünmeden bir karı-koca anlaşmazlığını da işliyor. Fakat ana ekseni oluşturan şey, o zamanın bir gerçeği göç ve ayrılık: “Boğazıma dek tıkandım. Boynumdaki damar hiç böyle atmamıştı. Ağlamak istemiyorum. Ağlarsam burnum akacak, burnumu çekersem annem ağladığımı bilecek. Uyuyamayacak, uyuyamazsa yarın güçsüz kalacak. Anneannem haklı, çok zayıfladı annem. Ağlamamalıyım. Her şey bir yana, ağladığımı görürse annem utançtan öleceğim. Hayır görmemeli… Bilmemeli…

Duruel’in öyküleri tek bir bakış açısına sahip değil. Bazı öyküleri küçük bir çocuğun gözünden anlatılıyor, bazılarında hâkim bakış açısı var. Bazı kahramanları küçük bir çocuk bazıları ise yetişkin kadın(lar). Onlardan biri kitabın ikinci öyküsü 03 Nöbeti. İsmine baktığımızda bir asker veya sağlık çalışanının hikâyesi olduğunu düşünebiliriz ancak bu bir telefon santralinde çalışan Saliha’nın hikâyesi. Yaşadığı hayatla iç dünyası arasındaki tutarsızlığı çözmeye çalışan bir fakülte öğrencisidir Saliha. Sözlü tacizin arka planda aktığı, bir kadının gece işinde ne tür zorluklar yaşayabileceği, hayatın zorluklarının bir kadının gözünden tutarlı, sert ama abartıya kaçmadan, yer yer diyaloglarla anlatıldığı bir öykü 03 Nöbeti. Aynı zamanda bir yol ayrımı hikâyesi. Yalnızlık ana tema diyebiliriz bu öykü için. Duruel’in üslûbunu en iyi konuşturduğu öykülerden olduğunu söylemek de mümkün.

Duruel’in anlatımının en önemli özelliklerinden biridir abartıya kaçmamak. Usul usul konuşur ama söyledikleri okura oldukça tesir eder. Mutsuz bir aşk hikâyesini birkaç sayfada sessizce anlatır ama insanın içine işler o durum. Bu sessizce anlatım bazen üstü örtük bir anımsatmaya sebep olabilir. Bazen anlatılmak istenen şeyi normalden fazla gizler Duruel. Okura bırakır öykünün içindeki cevheri yakalamayı. Bunun örneğini Fırıncı Şükriye öyküsünde görürüz. Bir an’ın hikâyesidir ancak arka planda bir sürecin anatomisini gösterir bize yazar. Bir ölüm üzerinden, tahminen 80 öncesinin olaylarına ve ülkenin siyasi atmosferine üstü oldukça kapalı, kısa diyaloglar veya cümlelerle değinir. Sonrasında ölümün o sessiz birlikteliğinde, bir cenaze evinin suskunluğunda güncel siyasi atmosferden çıkıp geçmişte kalmış Afyon’daki Yunan muhaberesine değinir. Olayları birkaç cümleyle bağlar. Bu seferki kahramanı yaşlı bir kadındır:

Koca ülke baştan başa ölüler evi ablam. Nutuklar, camiler, tabutlar… Ya yürekler? Ya beyinler?"

Kitabın bence en iyi öyküsü, altıncı öykü olan Nereye adlı öyküdür. Burada yazar modern hayatla birlikte değişmeye başlayan aile ilişkileri ve ölüm kavramını, öykülerinin belirleyici yanlarından olan ‘kadın’ı merkeze alarak irdeler. Üstüne basarak ama bağırmadan, bir kadının gözyaşları eşliğinde bu durumu satırlarına yansıtır. Çoğu öyküsü gibi yine kısa bir zaman diliminde geçse de, bu öyküde de tıpkı çoğu öyküsünde olduğu gibi geri dönüş tekniğini çok başarılı kullanmış yazar. Ayrıca önem verdiğim bu öyküde kahramanın psikolojik durumu da başarılı bir şekilde yansıtılmış:

Gündelik yaşamın tekdüze ve ‘Ne yapıyorum?’ demeye fırsat tanımayan akışı içinde unutup gittiği ya da hiç düşünmediği yığınla konu, gece uyanışlarında her yönden saldırıya geçiyordu.

O yazın ardından gelen ilk bayramda bütün çocuklar analarının dul olarak geçireceği ilk bayramdır diye toplanıp geldiler. Büyük oğul kurbanı orada kesti, gelinler ananın konuklarını ağırladılar. Daha sonraki bayramlarda birer ikişer eksilmeye başladılar ya da sıraya koydular.

Son iki öykünün diğer öykülere göre biraz daha zayıf kaldığını düşünüyorum. Özellikle son öykü sadece diyalogdan oluşuyor ve post-modernizmin niteliklerini taşıyor. Diyalogu bol olan öykülerden ziyade anlatım yoluna gidilen öyküleri daha başarılı Nursel Duruel’in. Son öykü anlatımın hiç olmadığı bir tarzda olduğu için zayıf kalmış biraz.

Çok iyi bir öykücü Nursel Duruel. Şiirsel bir dile sahip. Ve bu şiirsel dil ile anlatımını yalın üslûbunu sade tutabilme başarısını gösteriyor. Öyküleri de konusunu hayatın ta içinden aldığı için yere sağlam basıyor. Ama en sevdiğim özelliği, usul usul anlatması oldu bazı şeyleri. Aşırı uçlara kaçmadan kurduğu atmosfer öykülerin başarısını oluşturmuş. Durum öyküsü türünde Türk Edebiyatı’nın zirvelerinden biri olduğunu düşünüyorum yazarın.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10