1 Ekim 2018 Pazartesi

"Eğer şuurundaysanız, anlarsınız."(*)

"Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişilerdiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız."
- Âli İmrân Suresi, 103. Ayet.

"Ve Arapların Sesi radyosundan Ahmed Said bana Ramallah'ın artık bana ait olmadığını ve bundan sonra oraya dönemeyeceğimi söylüyor. Sınavlar haftalarca askıya alınıyor. Sınavlar kaldıkları yerden devam ediyor. Mezun oluyorum. İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden lisansımı alıyorum, ama diplomamı asacak bir duvar bulamıyorum."
- Mourid Barghouti, Şairin Filistin'i

Zaruriyet; insanın okumak zorunluluğu. İnsanoğlu doğumundan ölümüne kadar aldığı yolda tecrübe etmek ve öğrenmekle meşgul. Kadın ya da erkek; gerek birey olarak gerekse toplum içindeki varlığı, onu isteyerek veya istemeyerek yüklendiği vasıflarla sürdürülebilir kılıyor. Müzisyenin nota bilmesi, mimarın T cetveli kullanabilmesi, yönetmenin kamerayı hareket ettirmesi, matematikçinin kafasındaki sayıları işleme dökebilmesi, mühendisin problemi çözebilme yetkinliği; öğrendiklerini tecrübe etmesiyle mümkün. Bunları gerçekleştirmek için, okumayı bilmek gerekir. Okumak bir aktivitedir çünkü dikkat verip odaklanmayı gerektirir, bir amacı vardır ve bunu yapmak için insan yazı dilinin kurallarını bilmelidir.

Okumak için gerekli beceriler sadece okuma yazmayı bilmek değil aynı zamanda sözcüklere dönüştürmeyi ve kurgusal karakterlerle empati kurmayı, tarihsel ve kültürel içeriği tanımayı, hikayenin dönüm noktalarını tahmin etmeyi, yazarın stilini eleştirmeyi ve değerlendirmeyi de içerir. Eleştirmeyi ve değerlendirmeyi bilmek, yalnızca yazılan harfleri bilmekle gerçekleşebilecek bir durum değildir. Müzisyenin sanat eserini dinlerken aynı zamanda notaları ve vuruşları kavrayabilmesi, mimarın bir yapıya bakarken taşın dilini anlayabilmesi, yönetmenin film çekerken kurguyu gerçekleştirebilmesi, matematikçinin teorisini ispat edebilmesi, mühendisin makineye baktığında onun geçmişini görebilmesi de bir okumadır aslında. Dolayısıyla okumak, insanın muhayyilesini genişleten ve şuur sahibi olmasını sağlayan yegâne eylemdir. Araç ve amaç iç içedir. Her ilahiyat okuyan alim olacak diye bir kaide yoktur. Anlam, arayana kendini açar.

Tam burada, okuyanın değil de okunanın niteliğine dair bir sorgulama çıkıyor. Nasıl ki, mânâ aleminin kat kat dereceleri varsa, okumanın da dereceleri var. Bilinçli okur dediğimiz, neye ihtiyacı olduğunu bilerek kitabı eline alan insandır. Nasıl ki doktor kalp ağrısına mide ilacı yazmıyorsa, kol kasına beyin ameliyatı yapmıyorsa; okur da kendi reçetesinde ne yazıyorsa onunla dimağını genişletmeye meyillidir, hatta mecburdur. Yani hem ağrısını bilen hem ilacını veren bizzat kendisidir. Okumak insana ayna tutup ne olduğunu ve ne olmadığı gösterir, bizzat kendini bildirir.

Okumak güzellemesi yaptığım bu kadar uzun bir girizgahtan sonra neden bu kitabı okuma ihtiyacı duyduğumu anlatmaya çalışayım. 6 Aralık 2017 tarihinde Amerikan Başkanı D. Trump'ın resmen Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığını bildiren protokole imza attığı bildirildi ve bunu protesto amacıyla 8 Aralık cuma günü camilerde "Kapanmayan Yaramız: Kudüs!" (1) başlıklı bir hutbe okundu. Namazın ardından da ilçe meydanında, kararı protesto amacıyla bir yürüyüş düzenleneceği belirtildi.(2)(3) Hatta haberlere göz atarken, bir gazetenin internet sitesinde, muhtarların D. Trump’ı protesto etmek amacıyla üzerine Trump yazdıkları mor turpları yerken çekildiği fotoğraflara rast geldim.(4) Elbette bunlar işin mübalağa boyutu. Ancak derinde yatan sebep, yakın tarihte Yahudiler ve Müslümanlar arasında neler yaşandığının bilinmemesinden kaynaklanıyor. Kağıt üzerinde herkes İsrail’e düşman ancak bunun deliline dair argümanlar bilinmiyor. Ben de bilmediğim için, bu konuda şuur sahibi olmadığımı hissettim ve konuyla ilgili okuma yapmaya karar verdim.

Tarihi, ansiklopedilerin kronoloji sayfalarındaki başlıklara ve izahatlere bakarak öğrenmek mümkündür.(5)(6) Daha somut verilere dayandığı için, gerçekliğine dair sorgulama yapmaya da daha az ihtiyaç duyulur. Ancak bir trajediyi anlamak için, muhakkak edebiyata ihtiyaç vardır. Çünkü korkunun, açıkça beyan edilmesiyle satır aralarında hissedilmesi arasındaki anlam çok büyüktür. Anlamak çözmeye yetmez; ancak insan bir kez hissettiğini ömrünce unutmaz. Bu yüzden, Kudüs üzerine yazılmış kronolojik verilerden ya da makalelerden ziyade, edebi bir anlatıma ihtiyacım olduğunu düşündüm.

Kudüs hakkında yazılan kitapları araştırdığımda, maalesef eli yüzü düzgün bir Türkçe kaynağa rastlayamadım. Aslında bu yalnızca Kudüs’e özgü bir durum değil. Müslümanlık tarihine dair bir film sorgulaması yapılacak olsa, Çağrı filminden başka elle tutulur bir film akla gelmiyor. Kudüs özelinde bakıldığında ise, Türkçe başvuru kaynakları çok az. Aslında, konuya dair şuurun neden genişlemediğinin bir sebebi olarak da bu gösterilebilir. Yapılan çalışmaların pek çoğu başka dillerde. Kudüs… Ey Kudüs romanı özelinde konuşacak olursam; Amerikalı Larry Collins ve Fransız arkadaşı Dominique Lapierre’in, yaklaşık beş yıl süren araştırmaları ve 250’den fazla referans kaynağıyla derlenen “O Jerusalem” kitabı, Türkçeye 1973 yılında Aydın Emeç tarafından kazandırılmış. 4 bölümden oluşan kitap, esas itibariyle 29 Kasım 1947 yılında BM Genel Kurulu’nda oy birliğine varılan Kutsal Toprakların Paylaştırılması kararından, 17 Temmuz 1948’de anlaşılan ateşkese kadar süren iç savaşı ele alıyor. Bu süreç içerisinde meydana gelen olayların sebeplerine de, tarihsel süreçteki önemlerine atıf yapılarak vurgu yapılıyor.

Bugüne dek pek çok dile çevrilmiş olan kitabın akıcı bir anlatıma sahip olması, okuyucuyu sürükleyen en önemli etken. Yaşananlara bu kadar parlak bir projeksiyon tutabilmesini sağlayan en önemli unsur ise, 1948 yılında savaşı bizzat yaşayanlarla yapılan mülakatlarla beslenmesi, yer yer onların ağzından çıkan sözlerle desteklenmesi ve dönemin sosyal hayatını an be an yansıtarak okuyucuya ulaştırabilmesi. Bir yanda askerî savaşlar sürerken, diğer yanda uzun zamandır Kudüs’te birlikte yaşayan Arap ve Yahudi halklarının yaşamlarına etki eden tesirleri, korkuları, yıkıntıları çok açık şekilde okuyucuya sunuyor. Dönemin aktörlerinin ve mühim olaylarının fotoğraflarının da yer aldığı kitaba dair tek eleştirim, içerisinde coğrafi konum olarak pek çok yer geçmesine rağmen açıklayıcı bir harita görseli içermiyor. Bu yüzden kendi bulduğum ilgili haritaları yazının sonunda paylaşacağım. Objektif bir bakış açısıyla yazılan kitapta, aslında ne bir destan anlatılıyor ne de bir hezeyan. Kitabın altyazısında bir dram, arka planında ise hüsran yatıyor. Çünkü savaşın kaybedilmesinin esas nedeni; Arap uluslarının, çıkarları yüzünden kendi içinde asla bütünlük sağlayamamaları ve Filistin topraklarını Osmanlı’dan alıp kendilerine vereceklerini vaat eden İngiliz mandasının buyruğundan çıkmamaları. İngiliz birlikleri 15 Mayıs 1948’de manda yönetimini sonlandırırken, stratejik noktalarda bulunan karakolları, cephaneleriyle birlikte Yahudi devletine bırakarak, savaşın seyrini değiştiriyor.

Kitabın “Kudüs Topraklarının Paylaştırılması, 29 Kasım 1947” başlıklı birinci bölümüne, BM Genel Kurulu’nda Filistin’in paylaştırılması kararının oylanacağı toplantıdan önce, salonda dönen entrikalar anlatılıyor. Amerika’nın aba altından sopa göstermesi yüzünden, gelişmekte olan ülkelerin oyları değişiyor ve Kutsal Toprakların bölünmesine karar veriliyor. Kararı sevinçle karşılayıp sokaklara dökülen Yahudi halkının üzerine hücum eden Arapların saldırısı sonucu 3 Yahudi katlediliyor. Yahudi Devleti’nin kurulma mücadelesi böyle başlıyor.

Tarihsel süreçte Siyonizm projesinin hangi dönemeçlerden döndüğü ve bir Yahudi Devleti kurmak adına yapılan faaliyetler bu bölümde anlatılıyor. Neden bu bölgede kurulacağına dair sebeplere, yine bu bölümde değinilmiş. İngilizler 1. Dünya Savaşı’nın sonunda, Arapların da desteğini arkalarına alarak bölgeyi işgal ediyor. 1920’de ise BM tarafından İngilizlere manda yönetimi yetkisi veriliyor. Ancak bu tarihe gelene kadar bölge üzerinde değişiklik yapılması için 3 önemli konu dile getiriliyor. 1916’da, İngilizlerin Mısır’daki idarecisi Sir Henry MacMahon, Osmanlı’nın Arap illerindeki halka bağımsızlık sözü veriyor. Ancak savaşın galibi olan Fransız ve İngiliz devletleri arasında Sykes-Picot Anlaşması imzalanıyor ve bu bölge, Filistin’den uluslararası bir idare olması öngörülerek ikiye bölünüyor. 1917’de ise İngiltere dışişleri bakanı Arthur Balfour’un, Siyonizm hareketinin öncülerinden Lord Rothschild’e gönderilen bir mektupta vaat ettiği üzere, Yahudi halkları için bölgede bir devlet kurulması dikte ediliyor.

Altını çizdiğim bir yerde, bir Yahudi aydını olan ve 1922’de Filistin’e göç eden Reuven Shari’nin şöyle dediği aktarılıyor: “Karım Mozart ve Brahms’ın eserlerini çalan parmaklarından inek sağmakta yararlandı, çünkü toprağımızı ancak böyle geliştirebilirdik.” (sf.52) Bugün İsrail Devleti’nin elinde bulundurduğu patentler ve bilime verdiği öneme bakıldığında, aslında o sürgün yıllarından bugüne hâlâ aynı gelişim hedefinin sürdürüldüğü görülebiliyor. Öte yandan Ortadoğu’daki Müslümanların durumuna bakıldığında, yine birlikteliğin kurulmadığı ve çok başlılığın yarattığı kaos nedeniyle refah seviyesinin artmadığı görülebiliyor. İbn Haldun’un dediği gibi; coğrafya kaderdir. Belki de kederdir, değişmiyor.

Paylaştırma kararının ardından Araplar, Kutsal Şehir’deki Yahudilere yönelik ambargo başlatıyor ve bu sayede Yahudi milislerine karşı psikolojik üstünlüğü de ele geçirmeyi hedefliyor. 1948 yılında geçen savaş, aslında Yahudilerin bu ambargoyu kırmak adına verdiği mücadeleyi kapsıyor. Ateşkesten hemen önce yapımına başlanan ve Bâb El Vâd’den Kudüs’e kadar uzanan Birmanya yolu sayesinde hem Yahudiler açlıktan kurtuluyor hem de Arapların Yahudileri Kutsal Şehir’den atma ümitleri suya düşmüş oluyor. Savaşın başında, Arapların stratejik konumlardaki üstünlüklerini kırmak isteyen Yahudi güçleri, otobüs durakları ve otellere yönelik bombalı saldırılar düzenliyor. Yahudiler açlıktan, Araplar ise patlayan bombalardan ötürü bir korku duvarının ardına tecrit ediliyor. BM’deki oylamadan iki ay sonra Filistinli bir anne, Beyrut’ta öğrenci olan oğluna şu satırları yazıyor:

Her uyuyuşumuzda bir daha uyanıp uyanmayacağımızı bilemeyiz. Korktuğumuz kurşun değildir pek, uykumuzda her şeyi havaya uçurmalarıdır daha çok. Birtakım insanlar kendilerini evlerinin yıkıntıları altında buluyorlar. Kapımızın vurulduğunu işittiğimizde, evi dinamitlemeye geldiklerini düşünüp dehşete düşürüyoruz. Her akşam, saat altı oldu mu kendimizi eve kilitliyoruz.” (sf.141)

Para ve Silah, 1948 Kışı” adlı bölümde, Yahudilerin, yaklaşmakta olan bağımsızlık savaşı için ellerindeki cephaneyi genişletmek ve düzenli bir ordu kurmak üzere yaptıkları mücadeleyi anlatıyor. Amerika’da ve Avrupa’da bulunan Yahudilerden para toplayarak silahlar alınıp, İngilizlere ait limanlardan ve karayollarından, gizlice Filistin’e sokuluyor. Bu noktada, İngilizlerin kapalı kapılar ardında üstlendiği siyasi roller, Yahudi devletinin kurulması için gösterdiği çabalara açık bir örnek olarak gösterilebilir. Hâlihazırda dünyanın vicdanını sızlatan Nazi Katliamı da, Yahudilerin bağımsızlık mücadelelerini destekleyen bir olguydu. Ayrıca İsrail’in ilk kadın başbakanı olan Golda Meir’in para bulmak için Amerika’da gösterdiği etkileyici faaliyetler, tahmin edilenden çok daha fazla para toplanmasına katkıda bulunuyor. 5 milyon dolar toplama hedefiyle çıkılan geziden 50 milyon dolardan fazla parayla dönülüyordu. Bu rakam ise, 1947 yılında Suudi Arabistan’ın Filistin’deki Araplar için yaptığı cephane yardımından da fazlaydı.

Kudüs Kuşatması, 1948 İlkbaharı” başlıklı üçüncü bölümde ise toplanan paralarla alınan silahların ve cephanesi genişleyen Yahudilerin askeri kanadı Haganah’ın çarpışmalarından söz ediliyor. Asıl amacı Kudüs’te abluka altında tutulan Yahudilere, insani yardım ihtiyaçlarını karşılamak için koridor sağlamak olan Haganah güçleri, pek çok Arap köyüne saldırı düzenleyip, elde edilen ganimetleri Kudüs’e ulaştırmak için çaba sarf ediyor. Karşı harekete girişen “Arap Lejyonu” altındaki Arap birlikleri ise Yahudilerin saldıracağı köyleri önceden donatıp, pusu kurma yolunu seçiyorlar ve kısmen başarılı da oluyorlar. Ancak, her ne kadar birlik adı altında toplanmış da olsalar, çoğu eğitimsiz olan başıbozuk Arap askerleri cephanelerini hesapsızca tükettiği için köyler ve tepeler sürekli el değiştiriyor.

Bu bölümün, hatta bu kitabın, belki de Filistin tarihinin en mühim olayı ise 9-11 Nisan 1948 tarihinde, Deir Yasin adlı bir Arap köyünde yaşanan katliamla gerçekleşiyor. Haganah ordusundan bağımsız hareket eden İrgun ve Stern örgütlerinin militanları, köyü kan gölüne çeviriyor. Köyü üç cephesinden kuşatan militanlar, tecrübesiz oluşlarından ötürü köy merkezine ancak iki saat sonra ulaşabiliyor. Cephanelerinin de azalmasıyla korkunç bir katliama girişmeye başlıyorlar. Olayın o günkü tanıklarından olan Fehmi Zeydan şöyle anlatıyor: "Yahudiler bütün aileme duvara dönük durmamı emrettiler ve üzerimize ateş etmeye başladılar. Yandan bir kurşun aldım ama, biz çocuklar annemizin ve babamızın ardına sığınabildiğimiz için aşağı yukarı hepimiz kurtulduk. Kurşunlar dört yaşındaki kardeşim Kadriye’nin başını, sekiz yaşındaki öbür kız kardeşim Samih’in ayağını, erkek kardeşim Muhammed’in göğsünü sıyırdı. ama bizimle birlikte yüzleri duvara dönük olanların hepsi öldü; Babamla annem, büyükbabam ve büyükannem, amcalarım, yengelerim ve çocuklarının çoğu.” (sf.280) Diğer militanlar ise çocuklarının gözleri önünde annelerinin ırzlarına geçip daha sonra kurşuna diziyorlar. Hamile olanların karınlarını yarıp boyunlarına ateş ediyorlar. Keşke bu haberler safsata olsa ancak belgeler, İngilizlerin katliamdan hemen sonra köye gelip aldığı ifadelerden oluşan tutanaklara dayanıyor. Bir gün içerisinde köy halkından iki yüz elli dört kişi, kadın, erkek, çocuk ayırt etmeden vahşice katlediliyor. Bu olay, Araplar arasında hızla yayılıp dehşet yaratıyor ve yüz binlerce insan Lübnan, Mısır ve Batı Şeria’ya kaçıyor. Yahudiler ise akın akın göç etmeye devam ediyorlar. Öyle ki, birkaç köye saldırıda bulunan Haganah kuvvetleri, karşılarında savaşacak Arap bulamıyor.

Nazi soykırımının yaraları hâlâ çok tazeyken, Yahudilerin ellerine geçen ilk fırsatta yaptıkları bu zulüm, dünya kamuoyunda kendi bağımsızlıkları lehine esen rüzgarı bir anda tersine çeviriyor. Ancak bu fırsatı kullanmak şöyle dursun, katliamdan bir gün sonra toplanan Arap yöneticileri, aynı aralık ayında olduğu gibi savaş kararı almaktan imtina ediyorlar. Çünkü savaşı seçmek gibi bir zorunluluk hissetmiyorlar. Batı’nın gözünde tersine esen rüzgarı kendi lehlerine kullanabilecekken, diplomasi yoluyla bölünme kararını gözden geçirtebilecekken, bunu yapmıyorlar. Çünkü Arap yöneticiler tutucu, sakin yapılı insanlardı. "Descartes ve Voltaire Lübnanlı Riyad Sulh'un en sevdiği yazarlardı. Iraklı Nuri Sait, Buckingham sarayı salonlarında, Bağdat’ın Gülistan Sarayı salonlarından çok daha rahat hareket edebiliyordu. Montpellier Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin eski öğrencilerinden Suriyeli Cemil Mardanı da, kayısı yetiştirmeye çok meraklıydı. Dürüst ve ağırbaşlı bir centilmen olan Azzam Paşa’nın başarıları arasında bir de tıp diploması ve Mısır Parlamentosu’nun en genç̧ milletvekili olma şerefi bulunuyordu.” (sf.299)

Görünüşte bu kadar eğitimli ve ılımlı olan devletler yöneticileri, kafa kafaya verdiklerinde halklarını felakete sürüklüyorlardı. Yahudilerin Filistin’de verdikleri mücadeleyi küçük görüp, aşırı bir özgüvenle hareket ediyorlardı. Öyle ki, Yahudilere mağlup olma düşüncesi akıllarının ucundan bile geçmiyordu. Bu otorite boşluğunun sebep olduğu dağınıklık yüzünden, Arap Lejyonu, kontrolsüzce insan ve cephane zayiatı vermekten kurtulamıyordu. "Özel hayatlarında laf anlayan, hatta ılımlı olan bu adamlar, halkın karşısına çıktıklarında kendilerini bir tehdit ve farfara dalgasına kaptırıyorlardı. Kendi siyasal amaçları uğruna halkı her an coşturmaya hazır olan bu kişiler, artık uyandırdıkları ihtirasların tutsağı olduklarını biliyorlardı. Hayatın her davranışında sözüne hakim olduğu bir toplumun sorumlularıydılar, geri kalmış̧ ve kolayca heyecanlanan halk yığınları üzerindeki etkilerini hiç düşünmeden ateşli söylevlerle ortaya çıkıyorlardı. Giriştikleri sözlü aşırılıkların düşmanın davranışı üzerindeki sonuçlarını da ölçemiyorlardı. Herhalde hiçbiri ciddi olarak, Yahudilerin «denize dökülebileceği» varsayımını dikkate almıyordu. Ama Nazi kıyımından kurtulanlar bu tehditleri hafife alabilirler miydi hiç̧? Bu hayati 1948 ilkbaharı süresince, Arap devletleri yöneticilerinin neden böyle şaşırtıcı bir politika izlediklerini tarih hiçbir zaman gerektiği gibi açıklayamadı. Kendi aralarındaki düşmanlıklarda, Yahudilere karşı kurdukları birlikten çok daha amansızdılar. İnatla hayallerinin ve kişisel çıkarlarının okyanusunda ilerlemeye devam ettiler.” (sf.300)

Kutsal Şehir Uğruna Yapılan Savaş, 14 Mayıs-16 Temmuz 1948” başlıklı son bölüm, Yahudi Devleti’nin kurulduğu günün anlatımıyla başlıyor. İngilizlerin Filistin topraklarını terk edişinin ertesi günü olan 14 Mayıs 1948’de, İsrail Devleti’nin ilk başbakanı olan David Ben Gurion tarafından, 2000 yıl sonra ilk defa bir Yahudi devletinin bağımsızlığı ilan ediliyordu. Okunan bildiride İsrail Devleti’nin, dünya üzerindeki tüm Yahudilerin göçüne açık olduğu ve ülkenin İsrail peygamberlerince tasarlandığı gibi barış, özgürlük ve adalet ilkeleri üzerine kurulacağı duyuruluyordu. Tüm vatandaşlara toplumsal ve siyasi eşitliklerine göre saygı gösterileceği, din, vicdan, eğitim ve kültür özgürlüğünün teminatının korunacağı bildiriliyordu. Daha sonra İsrail sınırları içerisinde bulunan Araplara da barışın korunması yönünde çağrıda bulunuluyor, ülkenin gelişimi adına yapılması gereken faaliyetlerin yürütülmesine dair beklentilerinin olduğu ifade ediliyordu. Saat 4:37’de oturum kapanmıştı; İsrail Devleti doğmuştu.

15 Mayıs günü Araplar arasında El Nakba, yani Felaket Günü olarak anılır.(7)

Bu sırada Arap siyasetçilerinin kendi aralarındaki ihtilafları devam ediyor, bu durum da Yahudi ordularının cephanelerini genişletmek için gerekli zamanın kazanılmasına neden oluyordu. Özellikle, Kral Abdullah’ın bu meselede etkin bir rol oynamasını istemeyen Arap siyasetçileri, savaşın kazanılması halinde Kral Abdullah’ın bölgedeki kıdeminin yükselmesinden endişe duyuyorlardı. Nitekim, Arap devletleri kendi aralarında anlaşmaya varıp Kral Abdullah’ı saf dışı bırakıyor ve bir Arap Lejyonu kuruyorlardı. Ancak Kral Abdullah, Arap birliğinden ümidi olmadığını, Amman’daki sarayında kabul ettiği bir gazeteciye şu sözlerle dile getiriyordu: “Anlaşmaya varıldı, Arap devletleri savaşa girmeye karar verdiler. Tabii bizim de onların safında yer almamız gerekiyor. Ama bedelini pahalıya ödeyeceğimiz bir hata yapıyoruz. Bir gün isteklerine uygun bir devleti kendiliğimizden Yahudilere vermediğimiz için büyük pişmanlık duyacağız. Kötü bir yola saptık, bunu izlemeye devam ediyoruz.” (sf.410)

Yine de Abdullah Tell önderliğindeki Arap Lejyonu mühim zaferler elde ediyor ve Yahudi güçlerini bozguna uğratıyordu. Sayıca üstün olanlar onlardı, ayrıca donanımlıydılar. Ancak ordu içerisindeki eğitimsiz gerilla askerleri, ordunun ilerleyişine ayak bağı oluyor ve kontrolün elden gitmesine sebep oluyorlardı. Yağmacılık peşine düşmeleri, ordu düzenini bozan bir etkendi. Yine de Arap Lejyonu, İsrail ordusu üzerinde büyük bir hakimiyet kurmuş, düşman ordularını yok etmeye çok yaklaşmıştı. Pek çok Yahudi köyü boşaltılmıştı. Yahudilerin bozguna uğratılmasından ötürü, Birleşmiş Milletler’in de bastırması sonucu İngilizler Arap Lejyonu’nun Filistin’den çekilmesi yönünde baskı uyguladı. Bu yüzden 12 Haziran 1948’de, otuz gün sürecek ateşkes ilan edildi. Bu süre İsraillilerin Avrupa’dan gelecek olan cephane gemilerini karşılamak için gereken süreden fazlasıydı.

9 Temmuz 1948 günü ateşkesin sona ermesiyle Yahudiler karşı saldırıya geçtiler. Bu kez cephaneleri ve eğitimli askerleri vardı ve zafere dair inançları daha gür filizlenmişti. Arapların ise yeni bir ateşkesi kabul ettirmek için daha çok nedeni vardı. Otuz günlük ateşkes esnasında stabil kalması gereken savaş alanındaki denge, İsrail Devleti’nden yana değişmişti. Çarpışmaların yeniden başlamasıyla Arap güçleri ağır kayıplar veriyor, geri çekilmek zorunda kalıyorlardı. Bu sebeple BM genel sekreteriyle iletişime geçip Filistin’i işgalden geçici süreliğine vazgeçtiklerini ve ateşkesi sürdürmeye devam etmek istediklerini bildiriyorlardı. Bu durum Yahudiler için hayal kırıklığıydı çünkü önlerinde Kudüs’ü işgal etmek için 48 saatten az bir süre kalmış olacaktı. Son bir manevra yaptıysalar da bunda başarılı olamadılar. Kutsal Şehir Arapların elinde kaldı. Ve böylece 19 yıl sürecek bir ateşkes yürürlüğe girmiş oldu. Ancak ateşkes imzalamadan hemen önce gerçekleşen bir mucize, Kudüs’teki Yahudilerin kurtuluşuna sebep olmuştu. Yahuda Tepeleri’ni aşmayı başaran bir askeri araç sayesinde, Arapların denetimindeki karayollarından bağımsız bir koridor oluşturulmuş ve Birmanya Yolu adı verilen bu altmış sekiz kilometrelik yol sayesinde de Kutsal Şehir açlıktan kurtulmuş olacaktı.

“Son Söz"e gelince.

Filistin’den sürgün edilen Arapların sayısı bilinemedi. Arap devletleri bu sayısının bir milyondan fazla olduğunu söylediler, BM kayıtlarına göre göçmen sayısı beş yüz ile yedi yüz bin arasındaydı. Yahudiler işgal ettikleri yerlere derhal Yahudi aileler iskan edilmesini emretti. Daha sonra yüz bin Yahudi göçmenin dönüşünün kabul edileceğini duyurdu.

Arap Devletleri ise sürgündeki kardeşlerinin yardımına koşmakta, yine, cefakâr bir tavır sergilemediler. Nüfus yoğunluğu fazla olmamasına rağmen Suriye ve Irak, onlara kapılarını kapatmıştı. Ülke içindeki cemaatlerin arasındaki dengeyi bozmamak için Lübnan da sınırlı sayıda göçmen alacağını bildirdi. Mısır ise göçmenleri Gazze şeridine yerleştirdi. Yalnızca Ürdün, göçmenleri kabul etmek için, gerçekten elini taşın altına koydu.

"Hem Arap propagandasının yemi, hem de İsrail devletinin vicdan azabı olan Filistin göçmenleri sefil kamplara dolduruldular ve oralarda ancak Birleşmiş̧ Milletler'in ianesiyle yaşadılar. Ama bütün dünya kendilerini unutulmaya mahkum ettiği halde onlar unutmamışlardı ve başlarına gelen felaketten bütün dünyayı sorumlu tuttular. Bu kampların sefaletinde koca bir kuşak doğdu ve büyüdü, hiç̧ tanımadığı yitirilmiş̧ topraklara dönme ve intikam düşleriyle beslendi. Altı Gün Savaşları’nın ertesinde, bu Filistinliler Fedai adıyla Orta Doğu sahnesine çıktılar, bu bölgede hüküm süren dram konusunda söyleyecek sözleri bulunduğunu dünya kamuoyuna açıkladılar.” (sf.568)

Kitap böylece bitiyor. Ve onu okuyan bir Müslüman olarak, ince bir sızı bırakıyor yüreğimde. Yahudiler avuç içine alınmışken, üstünlük bu kadar bariz bir şekilde kurulmuşken, zafere ulaşmak bu kadar kolayken; yürütülen yanlış politikalar, lüzumsuz inatlaşmalar ve manda yönetimine bel bağlamalar yüzünden tarih boyunca asla solmayacak bir fitne tohumu ekiliyor Filistin’in yüreğine. Ve yıllardır o tohumun meyvelerinden zehirlenen nesiller büyüyor, Allah’ın İsra suresinde bereketli kıldığı topraklarda. Bugünden bakınca, hepimizin ferah bulmak için dostuna sarılmak zorunda olduğu bir Allah ağrısı var.

"Her türlü noksanlıktan münezzeh olan Allah, kulunu geceleyin Mescid-i Hаrаm’dаn alıp, kendisine birtakım аyetler gösterelim diye etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksа’yа götürdü. Çünkü, işiten ve bilen odur.” (İsra Suresi, 1. Ayet.)

(*) Şuarâ, 113

Haritalar:
• http://www.mapsofantiquity.com/store/Palestine_or_Holy_Land/images/MID160.JPG
• http://www.emersonkent.com/map_archive/ancient_palestine.htm
• http://cdn2.vox-cdn.com/assets/4768864/arab-israeli-war_1948__1_.jpg
• http://www.emersonkent.com/images/arab_israeli_wars.jpg
• http://www.passia.org/media/filer_public/f0/24/f02425f0-a1d1-4b17-a184-cb8bedba30c6/pdfresizercom-pdf-crop_67-page-001.jpg
Dipnotlar:
(1) http://www2.diyanet.gov.tr/DinHizmetleriGenelMudurlugu/HutbelerListesi/Kapanmayan%20Yaram%C4%B1z%20Kud%C3%BCs.pdf
(2) http://www.hurriyet.com.tr/abd-baskani-trumpin-kudus-karari-bagcilarda-p-40672374
(3) https://www.haberler.com/trump-in-kudus-karari-yurdun-dort-bir-yaninda-10320970-haberi/
(4) http://t24.com.tr/haber/muhtarlar-trumpin-kudus-kararini-turp-isirarak-protesto-etti,510295
(5) http://www.aljazeera.com.tr/kronoloji/kronoloji-1915ten-gunumuze-filistin
(6) https://m.bianet.org/bianet/siyaset/53881-israil-filistin-sorununun-tarihcesi
(7) https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-44128837

Beytullah Kurnalı
beytullahkurnali@gmail.com

29 Eylül 2018 Cumartesi

Nuri Pakdil’in gözüyle batı

“Direniş, varoluşun deneyidir.”
- Nuri Pakdil, Batı Notları

Bazı edebiyatçıların düz yazıları şiirlerinden sonra gelir. Gelmelidir de. Örneğin Necip Fazıl Kısakürek, İsmet Özel ya da Attila İlhan… Liste uzayabilir. Diğer yandan bu edebiyatçıların düz yazıları dikkatle okunduğunda önemli veriler sunar. Söz konusu eserlerin içinde yaşadığımız toplumu ‘daha iyi yansıttığını’ düşünüyorum. Çabuk galeyana gelen, haddinden fazla heyecanlı, sabırsız, gergin, kontrolsüz davranma eğilimi yüksek bir toplumuz. Uzun vadeli planları yapamıyor, sakin hareket edemiyoruz. Dolayısıyla kültürel yapımız ve toplumsal karakterimiz nesir gibi üzerinde uzun süre çalışılan, felsefi derinliği bulunan, detaylarla işlenen bir türden çok nazım gibi nispeten daha hızlı, yormayacak uzunlukta, retoriği öne çıkaran, detay yerine hamasetle işlenen kısacası heyecanı yüksek bir türe daha uygun. Bu özelliğimiz geleneğimizin önemli bir parçası olan sözlü kültürün bir yansıması diyebiliriz.

Şahsen, Yedi Güzel Adam’ın ‘aykırı’ ismi Nuri Pakdil’i de yukarıdaki listeye eklerim. Zira şiirini düz yazısından daha güçlü bulurum. Bu, düz yazısı önemsiz demek değil elbette. Aksine, (yukarıda da değindiğim gibi) söz konusu eserleri, kaleme alındıkları döneme ve yazarlarına dair sundukları veriler sebebiyle oldukça önemserim. Öncelikle bu yazının bir Nuri Pakdil değerlendirmesi olmadığını, sadece bir eserinin analizini içerdiğini belirtmem gerekiyor sanırım.

Edebiyat Dergisi Yayınları tarafından neşredilen Batı Notları yüz on beş sayfadan oluşuyor. Eserin tanıtım yazısında her ne kadar “Nuri Pakdil’in Paris, Brüksel ve Roma’ya yaptığı gezinin notlarını içeriyor” denilse de yazıların hemen hemen tamamı Paris özelinde yapılan değerlendirmelerden oluşuyor. Kitabın ilk baskısı 1972 yılında yapılmış. Bu açıdan ‘İslamcı’ olarak tanımlanan kesimin ve Nuri Pakdil’in temsil ettiği ‘entelektüel ekol’ün 1970’lerde dünyaya bakışını yansıtması bağlamında değerlendirilebilir. Söz konusu dönemde çerçevesi tam çizilemese de bir “uygarlık sorunu” üzerinde durulduğu görülüyor.

Eser kısa kısa denemelerden oluşuyor. Denemeler salt gezi izlenimlerinin ötesinde bir anlatıma sahip. Nuri Pakdil bu durumu “yalnızca izlenimlerimi değil, Batı’nın bende yaptığı çağrışımları da yazdım” şeklinde açıklıyor. Yazarın sorgulamacı tavrı daha uçağa binerken başlıyor. “Buralar bizim yurdumuzdu” dediği “Trakya ve Balkanlar’ı nasıl yitirdik” sorusunun cevabı verilmeli diyor. Hemen arkasından kitap boyunca tekrarladığı konulardan birisi olan “Batı öykünmeciliğimiz”e değiniyor. Öykünmemizin temelinde Batı’nın en iyi bilen olduğuna inancımız bulunmaktadır. Dolayısıyla örneklerin en makbulüdür Batı. Bizi bizden uzaklaştıran, kendimize yabancılaştıran bir eğilimdir bu. Avrupa’ya indiğinde sistemin geometri ve mekanik ağırlıklı ‘düzeninden’ rahatsız olmuştur. Nuri Pakdil’in tepkisel eleştirilerini abarttığını düşünüyorum. Örneğin Hıristiyanlık için “bir avuç tutarsızlık” ya da Fransızlar için “başkası için fedakarlık yapmayan ulus” veya Kilise mimarisi için “gözüme batan çöp” diyebiliyor. Osmanlı’yı koşulsuz yüceltirken Batı’nın ürettiği her şeyi değersizlik kefesine koyabiliyor. Ya hepçi ya hiççi; bir orta yolu yok.

Nuri Pakdil’e göre Paris’in özel bir anlamı vardır. Batılılaşma anlamında ilk şok Paris üzerinden Fransız kültürüyle gelmiştir toplumumuza. Eğitim için gönderilenler “utanılacak bir tarih ve kültürümüz olduğu düşüncesiyle” dönmüştür. Utançtan kurtulmak için acilen Batı gibi olmak gerekmektedir. Milli bir görev addedilen Batı’ya övgü eğitim sistemimizin en önemli parçası hâline gelmiştir. İkinci olarak politik düzeydeki negatif etki İngilizler eliyle olmuştur. Cumhuriyet dönemi bu anlayışın zirve yaptığı dönemdir. Yazar, kastını “1923 devriminden beri, boynumuz ağrıdı Batı’ya bakmaktan” diyerek özetliyor.

Paris sokaklarını, kafeleri, toplumu, sosyal yaşantıyı gözlemliyor Nuri Pakdil. Fransız toplumunun çürümüşlüğünden bahsediyor. Sonra bu çürümüşlüğü Batı’nın tümüne genelliyor ve Ortadoğu toplumları için fırsat olarak yorumluyor. Paris sokaklarında gördüğü Afrikalılar ile emperyalizme maruz kalmışlık üzerinden bir yakınlık kuruyor. Bu tutumu ‘ötekileştirilme duygudaşlığı’ olarak tanımlayabiliriz. Nuri Pakdil “ırkçı değiliz; çünkü, uygarlığımızın özündeki inanç, ırkçılığı kesinlikle reddeder” diyor fakat denemelerde gizli bir ulusçuluk söyleminin alt metinde var olduğunu söylemeliyim. Türklerin, Türkiye’nin sömürülen ülkeler için umut olduğu, heyecanla beklendiği gibi cümleler kuruyor. Yer yer tarihin Türkiye’ye yüklediği misyon ve ecdat güzellemesi yapıyor. Ona göre önemli bir belirleyici olan tarih bu söylemin arkasındadır. Zaten Batı’nın bilinçaltında da Ortadoğu korkusu vardır ve Müslümanların harekete geçmemesi için her şeyi yapmaktadırlar.

Nuri Pakdil’e göre makinalaşma gibi teknoloji de insanı konformistleştirmektedir. Bu durum insanın özgürlüğünü yok etmenin yanında zihinsel tembellik, ruhsal açlık ve toplumsal yıkım getirecektir. “Teknoloji putu” insan için bir “tufandır”.

Denemelerinde şiirsel bir dil kullanıyor Nuri Pakdil. Kendine has sert üslubunun (aşırı) romantizm barındırdığını düşünüyorum. Mağduriyeti hamasi söylemle harmanlayarak odağı değiştiren bir romantizm bu. Nuri Pakdil, ‘olan’ ya da ‘olması gereken’ yerine ‘olmasını arzuladığı şeyi’ yazıyor veya öyle yorumluyor. Yaptığı karşılaştırmalardaki tepkisel tavrını tümüyle ‘Batı yericililiği’ üzerine oluşturuyor. Buna karşın dikkate değer bir çözüm önerisi sunmuyor. Hemen her sayfada göze çarpan ‘reaksiyoner tutum’ ve/veya ‘anti olma’ çabasının ortaya çıkardığı sorunlu anlayış kendini gösteriyor. Reaksiyonerlik ve/veya antilik bir meseleye sağduyulu yaklaşmayı engelleyerek bakış açısını daralttığından yetersiz ve tutarsız sonuçlara sebebiyet veriyor. Eserin dilinde gördüğümüz bu tutumun müspet ya da menfi bir çok kavram, olgu ve eşyaya aşırı anlam yüklenmesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Yazdıklarını izlenim ve çağrışım olarak belirtse de (ön) yargılarının şekillendirdiği görülüyor.

Batı Notları Nuri Pakdil’in uygarlık anlayışının çizgilerini ortaya koyan bir eser. Ayrıca ‘mukaddesatçı’ zihniyeti anlamaya yardımcı olacak türden. Yazarın şairane üslubuna aşina olanlar edebi haz alacaktır. Metin içinde aşağıdaki örneklerde olduğu gibi şiir tadı veren cümleleri keşfetmek oldukça keyifli.

Gökyüzü, dörtbaşı bayındır bir ülkedir.
Herşey, bıraksanız yıkılacak gibi; bir tufan sonrası ıslaklığında.
Yabancılaşma bıçaklarıyla doğramışlar yüreklerimizi.
Kocaman bir aydınlık çöküyor alana. Geçen gün tarttılar, dokuzyüz yıllık Buhara aydınlığındaydı.
Hız telaşı tedirgin etti iç sistemimizi. Belki 'en iyisi yürüyerek gidilir yaşamaya'.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

28 Eylül 2018 Cuma

Ahlâk, cahillik ve kadın mahkûmlar

Karılar Koğuşu, Kemal Tahir’in ölümünden sonra yayımlanan romanlarından biridir. Aslında tıpkı, Kelleci Memet, Namuscular gibi bu kitap da romandan ziyade anlatı türüne bir örnek gösterilebilir. 1974’te ilk kez yayımlanmasına rağmen, 1943 yılında yazılmıştır. Kemal Tahir’in Malatya cezaevinde yaşadıklarını, İkinci Dünya Savaşı yıllarını, Malatya’nın ve genel olarak ülkemizin toplumsal olaylarını, özellikle kadın mahkûmlar üzerinden anlattığı bir kitaptır.

Otobiyografik olayların ağır bastığı bir romandır Karılar Koğuşu. Kemal Tahir bu romanda karşımıza siyasi mahkûm İstanbullu Murat olarak çıkar. Hemen bütün mahkûmların sevdiği ve saydığı biridir Murat Bey. Çünkü her mahkûmun yardımına koşar. Aşığıyla beraber kocasını öldüren kadına da yardım eder, Malatya genel evinden gelen kadınlara da. Yazar, anlatımı öyle bir kurar ki, okur kimseyi acımasızca yargılamaz. Hatta herkese acır. Ve hatta idama götürülen kadının son anlarında Murat’la birlikte herkese bir hüzün çöker. Bu kadın kocasını aldatıp onu öldürse bile.

İsminden de anlaşıldığı gibi, kitabın merkezinde İstanbullu Murat olsa da, romanın diğer ana karakterleri kadın mahkûmlardır. Tözey, Hanım, Ayşe Ana, İnci, Gardiyan Şefika, Hubuş Bacı vs. olayların ama az ama çok merkezindedir. Kemal Tahir sorgulamak istediği adalet düzenini, halkın cahilliğini, ahlâk düzenini bu kadınlar üzerinden İstanbullunun bakışıyla okura yansıtır.

Ahlâk bolca irdelenir romanda. Fakat bu irdeleme yargılayıcı biçimde değildir. Yaşadığımız zamanla 1943 yılının Malatya’sında yaşanan olaylar birbirinden tamamen farklı olsa da, hatta o zamanın olayları şimdiki düzende ‘ahlâksızlık’ ve suç olarak karşımıza çıksa da okur bu duruma kötü bakmaz. Tözey ve İstanbullu arasındaki şu konuşmayı buna örnek verebiliriz. Ki bu şekilde onlarca diyalog vardır kitapta:

Murat Bey: 16 yaşında… İstanbul’da o yaştakilere biz çocuk deriz.
Tözey: Vah vah… İstanbullular şu halde körpe kıza hasret ölürler. Bizim buralarda erkekler ağızlarının tadını biliyorlar. Vaktiyle everselerdi şimdi üç tane çocuğu olurdu, sizin çocuk dediğiniz malın.

Romanda cinsellik kavramı ön plandadır. Fakat bu kavram Namuscular kitabındaki gibi erkekler üzerinden değil, daha çok kadınlar üzerinden kurgulanır. Kadınları cahilliklerinden ötürü şehevi duygularının esiri olmuş gibi gösterir Kemal Tahir. Fakat bunu suçlar gibi yapmaz. Yani suçladığı kadınlar değildir. Bazen hukuk sistemi bazen de geleneklerdir. İlk bakışta kadınları suçlar gibi görünse de koruduğu aslında kadın mahkûmlardır ve bunu Murat Bey’in cümleleriyle anlar okur:

Herkes kabahatli de cezayı Tözey, Hanım, Şefika çekiyor. Hanım’ın oğlancılık eden kocası, Şefika’nın eve orospu getiren kocası suçsuz mu? Tözey’i Maho Ağa’nın hizmetkârına verdikleri zaman 13 yaşındaymış. Üç aylık gelinken ağa, üstüne hücum ederek cebren ırzına geçmiş. Şimdi kız kerhanede, Ağa, Akçadağ Belediye Reisi.

Hapishanede hayat normal bir şekilde akar. Ancak 15 yıl hapse mahkûm olan ve bunun sadece 5 yılını tamamlayan İstanbullunun nezdinde bazen psikolojik sıkıntılar, daha doğru deyimle iç sıkıntısı görülebilir. Fakat Kemal Tahir kitabını İstanbullu Murat’ın iç sıkıntısına değil sorgulamak istediği kavramlar üzerine bina etmiştir. Yine de zaman zaman İstanbullunun nezdinde Kemal Tahir’i şu şekilde görebiliriz:

Mahpushanede yazdan kışa girmek de, kıştan bahara çıkmak da insanı manen yıpratan bir şeydi. Dünyada vuku bulan esaslı değişiklikler, mahpuslara, hürriyetsizliği daha gaddarca hatırlatıyorlardı. Aynı his, bayramlarda da gelir, gırtlağa sarılır. Terk edilmiş olmanın ütün biçareliği manasız bir öfke halinde, yüreğe çöker.

Devir, İkinci Dünya Savaşı devridir. Savaşın ortaya çıkardığı ortam da kitapta yerini alır. Kemal Tahir donanma davasından içeri düşmüştür. Kendi deyimiyle ‘komünistliğin ne olduğunu bilmeden, haksız yere’ içeri atılmıştır. Biz komünistliği içerde öğrendik der Tahir. İkinci Dünya Savaşı’yla ilgili düşüncelerini açıklarken de ‘komünistliğinden’ esintiler sunar. Birkaç yerde görünen bu durum çok baskın değildir. bazı diyaloglarda kendini belli eder:

Sıcaklar birdenbire çökmüştü. Uzaklarda, harp oluyor, İstanbullu için, sıcaklar harbin dehşetini, harbin dehşeti de sanki sıcakları arttırıp tahammül edilmez hale getiriyordu. Bu harp karşısında bitaraf değildi. Hayatında bazı şehirlerin ne mühim bir yeri oluverdiğini birkaç seneden beri anlamıştı. Mesela Moskova, mesela Stalingrat, mesela Paris, mesela Vichy… Kiminde dostları, kiminde düşmanları oturuyordu. Nasıl bitaraf olmalı. Hem bitaraflık ne demek? Bu bir çeşit alçaklık…

Karılar Koğuşu ilk okunduğunda, söylemesi gereken birçok şeyi belli etmeyebilir. İkinci, üçüncü defa okunacak eserlerdendir. Kemal Tahir’in en önemli eserlerinden gösterilmez fakat kurgu olarak değil, sadece mahkûmlar ve İstanbullu Murat Bey’in diyalogları açısından bile kült bir eserdir. Bu diyalogların çarpıcılığını ikinci okuyuşta daha çok fark edecektir okurlar.

Karakterler üzerinden şekil alan bir kitaptır Karılar Koğuşu. Her karakterin kendine has özellikleri vardır. Kitabın içinde zaman zaman ana karakterler yer değiştirse de İstanbullunun yanında bir kadın karakter her zaman baskındır. Hapishanenin sözü geçen tek mahkûmu olan Murat Bey, kitabın en etkin karakteridir. (Ara not: Nâzım Hikmet’in duvardaki fotoğrafıyla da dertleşmeleri vardır İstanbullu Murat Bey’in.)

Görülüyor ki, Kemal Tahir bu kitapta, Malatya hapishanesinde 1943 senesinde geçen bir zamanı anlatmaktan ziyade, toplumun inanışlarını, ahlâk ve adalet düzenini sorgulamak istemiştir ve bana göre de oldukça başarılı olmuştur. Her kitabında bunu yapsa da, bu kitabın diğer kitaplarından geride görülmesi sanırım belli bir olaya yer vermiyor olması.

Klişe yerler yoktur kitapta. Diyaloglar çok sahicidir. Zaten Tahir’in diğer hapishane kitaplarını okuyanlar bunu anlayacaktır. (Yol Ayrımı hariç.)

Güce göre şekil alınan devirler, bazı geleneklerin kokuşmuşluğu, cehaletin yanında İstanbullunun, Hanım’ın idamı için söylediği son sözler, aslında sorgulanmak istenen her şeyi kapsayacak niteliktedir. Bu pasajla da yazıyı hitama erdirelim:

… Kanunu bildin mi? Küçük sineklerin takılıp kaldıkları, büyük sineklerin delip geçtikleri örümcek ağı… Yahut da Artaki’nin meşhur saz’ı…

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

26 Eylül 2018 Çarşamba

Bu coğrafyanın en önemli, en büyük eserlerinden biri

Uçsuz bucaksız topraklara hâkim Pers imparatorluğunu dağıtan, binlerce askeri ile Anadolu, Orta Asya ve Hindistan’a kadar ayak basmadık yer bırakmayan Makedonya’nın kralı İskender, kendi döneminden itibaren ideal yönetici modeli olmuş; O ve efsanesi asırlardır pek çok ülkenin edebiyat ve anlatılarında işlenmiş, Osmanlı imparatorluğunda da çok sevilip Kuruluştan Klasik Çağına uzanan zaman dilimini de içine alarak tarihimiz için özel bir anlam kazanmıştır.

Beylikler dönemi dediğimiz zamanlarda, Batı Anadolu’nun Kütahya merkezli en güçlü ve zengin beyliği Germiyanoğulları, uçlarda kültürel açıdan merkez durumundaydı.

Sahip olduğu madenler sayesinde gelişen ve zengin bir yapıda olan Kütahya aynı zamanda Konya, Aksaray, Kırşehir, Kayseri gibi Orta Anadolu kültür merkezlerine de yakın konumdaydı.

Kütahya sarayında yerleşik bu kültür ortamına Osmanlıların nasıl gıpta ettikleri Sultan Murad zamanında Şehzade Bayezid ile Devlet Hatun’un evlilik merasimi oldukça güzel anlatmaktadır. Osmanlılar bu saray kültürünü daha ciddi benimsemeye çalışacaktır.

Rumeli ve Anadolu’da ilk merkezi yapıyı kurma başarısına çok yaklaşan, gücünü kabul ettiren Sultan Murad, Germiyan beyliği madenlerini ele geçirmiş ve çeyiz olarak alınan şehirler ile beyliğin omurgasını dağıtmış, şehzade Bayezid’i buraya sancak beyi yapmıştır.

Bu esnada sarayda olan birçok şair ve edip Osmanlı himayesine girmiştir.

Bu şairlerden biri de Ahmedî idi.

Germiyanlı sarayında bulunan, Ahmed-i Dâ’i, Şeyhi, Şeyhoğlu Mustafa gibi çok önemli büyük şairler arasında eserinin genişliği ve yarattığı etki bakımından en önemlisi olan bu şair; Âşık Çelebi ve Latîfî tezkirelerinde anlatıldığına göre, Ahmedî mahlasını kullanan Mevlânâ Tâceddîn İbrahim b. Hızır’dır.

Gençliğinde Mısır’a gitmiş Klasik İslam ilimlerini okumuş, sonra gelip Kütahya’ya yerleşmişti.

Başlıca eserlerini Germiyan beyleri Süleymanşâh ve II. Yakub’un musahibi olarak yazmıştır.

Her ne kadar Latîfî onun şiiri hakkında olumsuz düşüncelere sahip de olsa farklı bir formda yazılan İskendernâme kuşkusuz Ahmedî’nin ve bu coğrafyanın en önemli, en büyük eserlerinden biridir.

Kur’an’da geçen Zülkarneyn ile özdeşleştirilen Büyük İskender, İslam uygarlığı çevresinde tüm cihanı fethetmek isteyen bir fatih olduğu kadar meraklı, bilgi peşinde koşan bir bilge olarak anlatı, tabakat ve biyografik yapıtlarda yerini almıştır.

Şehrezûrî’nin Nüzhetü’l -Ervâh adlı kitabında yüz otuz yedi bilgeden biri olarak geçen İskender, Anadolu coğrafyasının en özel ailelerinden olan Yazıcıoğlu Ahmed Bican’ın kaleme aldığı Dürr-i Meknûn eserinde dünya harikalarının peşinde koşan bir bilge olarak sunulur.

MÖ 334 yılında sınırları hâlen tartışılan uçsuz bucaksız memleketler sahibi Pers’ler üzerine sayısız asker ile yürüyen İskender, Anadolu’da başlattığı harekât sonrası Pers imparatoru Dareios’u kuşatarak yenmiş, Orta Asya bozkırlarından Hindistan’a kadar ayak basmadık yer bırakmamıştır. Makedonya kralı 22 yaşındaki İskender’in bu harekâtı Helenistik kültür dönemi başlangıcı olmuş ve buna paralel hükümdarlıklar ortaya çıkmış, sonrasında ise Orta ve Yeni Çağlar boyunca efsanesi hükümdar portlerinin aynası olmuştur.

Ahmedî’nin İskendernâme’si 15. Yüzyılın başlarında kaleme aldığı mesnevi formunda yazılmış Helenistik kültür öğeleri barındıran bir eserdir.

İran edebiyat destanlarından izler barındırmakla beraber Dünya Tarihi, Osmanlı Tarihi ve Mevlid bölümlerini yazmasına ekleyen Ahmedî eserini özgün bir hale getirmeyi başarmıştır. Üstelik içerisinde yer alan Osmanlı Tarihinin anlatıldığı bölümler en eski iki kronikten biri olarak Osmanlı tarihlerinin önsüzü durumundadır, sonraki zaman dilimlerinde yazılan Âşıkpaşazâde, Neşri, Şükrullah, Oruç Bey tarihlerinin kaynağıdır, buna Dâsitan-i Tevârih-i Âl-i Osman ismi verilir.

İskender zamanına kadar gelen dünya tarihi Keyümers ile başlar, bu tarihi anlatılar İran’ın yazı inşa üstadları Firdevsi ve Nizami ile ortak gidiyor görünse de bir yerden sonra Mevlid, Miraçnâme, Osmanlı Tarihi, Gülşah gibi ek anlatılar gelir. Hızır’ın ağzından dünya tarihi anlatılmaya devam ederken Hz. Muhammed’in doğumuna ve mucizelerine değinilir.

Bazı nüshalarda Mevlid ve Miraçnâme bölümlerinin yazmanın başında olduğu biliniyorsa da özellikle Mevlid konusunda İsmail Ünver’in bilinen ilk Mevlid nüshasının Ahmedî tarafından yazıldığını ortaya çıkartması ayrıca önemlidir. Süleyman Çelebi tarafından yazıldığı düşünülen ilk Mevlid'in aynı yerde Bursa’da iki şair tarafında da yazıldığı ancak ilk yazarın Ahmedî olduğu kitap giriş bölümünde çevirmen Furkan Öztürk tarafından özenle işlenmiştir.

Osmanlı tarihi, Mevlid gibi özgün anlatılara İskender ve Gülşah aşkının eklendiği bölümü atlamamak gerekmektedir. Bu bölüm şiirsel bir dille Leyla ile Mecnun, Mahmut-Ayaz gibi büyük aşk destanlarından romantik epizotlar taşır.

1380 yılları civarında yükselen bir beylik olan Osmanlı hizmetine Kütahya’da giren, Timur darbesinin yaşandığı dönemde onun iltifatına mazhar olan daha sonra Çelebiler savaşında Emir Süleyman hizmetinde gördüğümüz ancak o hayatını kaybettikten sonra ise Sultan I. Mehmet dönemini yaşayan Ahmedî’nin dev yazması İskendernâme; Hocası Aristo’nun dünya tarihini kendisine nakletmesini rica etmiş gibi göstererek kurguladığı felsefe, ilahiyat, tıp, tarih üzerine yazılmış mesnevi formlu ansiklopedik bir eser hüviyetindedir.

Eserde, kurt başlı fil burunlu tek ayaklı insanlar, kadınlar adası, karanlıklar ülkesi, elmaslar vadisi, vak vak adası, Çin denizindeki esrarengiz adalar, Hint adaları ve harikaları, ak dev, konuşan ağaç gündüz denizde yüzen gece havada uçan balık, bütün dünyada olup bitenleri gösteren ayna, dev maymunlar, tek boynuzlu tavşanlar, çıplak insanlar ülkesi gibi fantastik mekanlar ve düşsel varlıklar ile okuyucusunun karşısına çıkmaktadır.

Zengin kültürümüzün önemli bir parçası olan, Ahmedî’nin İskendernâme‘si, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi yazma eserler 921 numarayla kayıtlı nüshanın İsmail Ünver tarafından hazırlanmış tıpkı basımını, İş Bankası Kültür Yayınları tekrar ele almış, bu tıpkı basım Furkan Öztürk tarafından çevrilerek, Ahmedî’nin hayatından parçalar, İskendernâme üzerine giriş, notlar, işlevsel sözlük, açıklamalar ile okuyucunun ilgisine sunulmuştur.

Olgay Söyler
twitter.com/olgaysyler1

Siyasetin üzerimize çöken kötücül ruhu

"Yetsin demir çağının beyliği 
Yeni bir gün başlıyor demek 
Yeryüzünde korkusuz yaşamak 
İki milyar kişiye bir dünya 
İki milyar kişiye iki milyar ekmek."
- Melih Cevdet Anday (Olsun da Gör)

"Ölesiye yaşarken, 
can çekişirliğimize kulak kabarttınız mı hiç?
- Metin Eloğlu (Yumuşak G, Ç)

Bu yazıyı Neşet Ertaş'ın vefat yıldönümünde yazıyorum. Her ne kadar yazıya epigraf olarak iki şiir alsam da şiirden hiç de uzak olmayan türkü(ler) eşlik edebilir aslında bahsedeceğim kitaba. Türkü demişken; ömrün boyunca alın terinden, emekten, işçiden bahseden türküler, şarkılar okuyup sonra gidip deodorant reklamında oynamak elbette "şöhret afettir" uyarısını hatırlatıyor. Afete kapılmak da günün modası malum. Diğer yandaysa devlet sanatçısı olmayı elinin tersiyle itip mazlumun erdemine avaz olarak yaşamaya devam etmek ve öyle de ölmek var...

Hazır "böyle mi olacaktı?" gibi birtakım muhafazakar yazar-şair serzenişleri başlamışken -ki son derece plastiktir bu serzenişler- söylemek lazım, son 15 yılın bizim için en değerli kısmı şu: lise yıllarından itibaren okuduğumuz yazar-şair kısmının ne olduğunu öğrendik. Neymişler? Kimi şantiye şefi, köşe yastığı. Kimi satranç oyuncusu, palm yağı. Gözümüz gönlümüz af buyursun, gerisi hikâye. Ama Türkiye'nin son yıllarının -buradaki son, güncele dairdir- bir hikâye olmadığı ve basbayağı her şeyin gözlerimizin önünde cereyan ettiği de bir gerçek. Adaletsizlik bu ülkenin artık bornozu olmuş durumda. Geride yatan çıplaklıkta ise Zafer Yılmaz'ın "Yeni Türkiye'nin Ruhu" olarak özetlediği üçlü var: hınç, tahakküm, muhtaçlaştırma.

Üzerimize kapkara bir biçimde çöktü Yeni Türkiye'nin ruhu. Korku ve umutsuzluk, şimdi ile gelecek adına bir gayret inancı bırakmadı. Düşünmek tehlikeli, düşündüğünü söylemek daha tehlikeli. Ya önündekine razı olup susacaksın -ve bu esnada başkalarının başka biçimlerdeki büyü(klen)mesine de karışmayacaksın- ya da sen de diğerlerinden olacaksın. Kimdir bu diğerleri? Onlardan olmayan herkes. Dolayısıyla her an her şekilde terörist de olabilirsin, vatan haini de, gavur ajanı da. Her türlü linç seninle beraber. Asla yalnız yürümeyeceksin. Sadece kaş göz işaretleriyle değil, parmak gösterilerek lanetleneceksin. Gırtlağında eller hissedeceksin her an sıkmaya hazır ve zaman zaman sıkan, hiç rahat bırakmayan. Göreceğin rüyalarda hep aynı kelimeler kendine imge arayacak. Her şeyin kutsallaştığı ama hiçbir şeyin hakikati söylemediği bir yerde yaşadığının farkına varacaksın. Bildiklerini unutacaksın. Yeni bir yerdesin sen artık. Eskiyi unut, yeniye bak, anı yaşa, arkanı kolla.

Reaksiyoner-paranoyak bir ruh halinin özetini sunuyor kitabının ilk bölümünde Yılmaz. Sadece birileri tarafından belirlenene razı olmalısın, yani kanaat endüstrisinde herkesin aynı gemide olduğunu bilmelisin ve öyle istatistik olsun sosyoloji olsun bu 'boş işler'i bırakmalısın. Yoksa hınç toplumunda mağduriyete teslim olup bundan sonraki hayatını daima muhtaç olarak yaşayacaksın. Yazarın deyimiyle 'minnet üretmek' bu. "Gözlerin görmediği halde sana iş vermişiz" derken bunu kastediyordu bir sağlık bakanı. Ülke sağlığını apaçık anlatıyordu aslında. "Paternalizm" diyor Yılmaz, "doğası gereği koruduğunu kendi iktidarına tabi kılmaya çalışırken, onun bağımsız hareketini de kendine bir tehdit olarak kodlar ve bu bağımsız hareketin olası zeminini mümkün olduğunca aşındırarak, benliklerde kendi iktidarına karşı olası bir karşı çıkış ihtimalini de yok etmeyi amaçlar. Bunu hayatını kaybeden bir Soma emekçisinin yakınının, "Vura vura bizi büktüler..." sözlerinden daha iyi ne ifade edebilir ki."

Veren elin hem alan eli hem de o elin sahip olduğu gönlü paramparça ettiği bir hayırseverlik devrindeyiz. Bunları dillendirmek yapılan o 'küçük hata'ları kusurlaştırmak olduğundan aslında siz Cemil Meriç'in "bu vatanı yaşanmaz bulanlar... yaşanmazlaştıranlar" dediği kitleye dahil bile olabilirsiniz. Ne büyük lutuf. Peki bu lutfu kim(ler) sunuyor size? Kendini liderde bulanlar, liderde olanlar. Bu lider statükocu bir köy muhtarı, mezarlığa bile 'burayı ben yaptım' tabelası asabilecek bir belediye başkanı yahut "hadi takla at, oyna da görelim" diyen bir cümbüş meraklısı bakan, hatta "ananı da al git" diyebilen bir başbakan, cumhurbaşkanı, devlet başkanı olabilir, olmuştur, olacaktır. Sonra sen bu sözleri ve tutumları ailene, çevrene daha gelişmiş bir versiyonla sunacaksın. Ne demiştik, liderde bulma, liderde olma hâli. Adorno'nun işaret ettiği gibi: "Kitleler tam da lideri kendi ideali yaparak kendilerini severler ve kendi hayal kırıklıklarından ve benliklerini kirleten 'lekelerden' kurtulurlar."

Bugün psikoloğundan avukatına, marangozundan oto yıkamacısına, öğretmeninden şairine herkes bir öfkeden bahsediyor. "Neden öfkeliyiz bu kadar?" diye soruyor. Çoğu da "korku toplumu olduk ondan" cevabını veriyor kendi kendine. Bu cevap bir sonuç aslında. Adaletsiz yaşamın sonucu. Adaletsizliğin açtığı korku dolu yarık, gelip haysiyet yaralarına kadar götürüyor Yılmaz'a göre: "Hiç kuşku yok ki bu kaygı ve korku, en seçkin zihinleri bile kilitleyerek köreltiyor ve bizleri korkudan özgürleştirecek kolektif imkânların üzerini örter ve bu imkânları onların peşinden koşanlar için görünmezleştirirken, eşitlik, adalet ve özgürlük isteyenleri bir kez daha ruhen, aklen ve bedenen kudretsizleştiriyor. Dersliklerimizden sokağa, işyerlerimizden bedenlerimize hayatın her alanına yayılmaya başlayan bu korku ve kaygı, sadece kolektif siyasal sonuçlar doğurmuyor hiç kuşkusuz. Oğuz Atay'ın Korkuyu Beklerken'de yazdığı gibi, kişiyi korku veren tarafınkinden çok daha önce, ilk olarak kendi gözünde küçülterek, maruz kalanlarda haysiyet yaraları açıyor. Sokaklardan önce bedenlerimizde ve ruhlarımızda kendini örgütlemeye girişen bu korku ve kaygı, bizleri tümüyle birbirinden yalıtarak yalnızlaştırmayı, olan biten karşısında topyekûn çaresizleştirmeyi ve pek tabii ki tüm varlığımızı sarsacak şekilde iktidar karşısında kudretsizleştirerek, bizleri gelmekte olana karşı seyircileştirmeyi amaçlıyor. Kabul edelim ya da etmeyelim, bu strateji şimdiye kadar amacına da ulaştı gibi görünüyor."

Parmak sallamanın ve gırtlağa sarılmanın sevildiği bir toplumda ilk darbeyi çocukluk yer. Neşe ve güven yerine korku ve endişe hâkim olur çocuklarda. Çocuklarımız bu toplumda gülümseyerek değil huzursuz kalarak büyümek zorunda. Kaygı, panik, endişe hayatımızın olmazsa olmazına dönüşüyor böylece. Heidegger'in söylediği gibi, sürekli bir şeyin gelmekte olduğunu düşünmek, o şeyin ne olduğundan bağımsız bir hisle insan zihnini kuşatıyor. Söylevler'inde Machiavelli, her rejimde bozulma olabileceğini bunun sadece kurumları kapsamayacağını, insanların da bu bozulmadan mutlaka etkieleneceğini yazmıştır: "Artık insanlar arasındaki adalet ortaklığı yerini suç ortaklığına bırakır."

Zafer Yılmaz; narsist kişiliklerimizden, mesnetsiz hınçlarımızdan, konformist tutumlarımızdan sıyrılıp Godot'yu beklemeyi bilmemiz gerektiğini söylüyor. Konstantinos Kavafis'in o nefis şiiri Şehir'deki gibi devam ediyor: "Nereye gidersek gidelim yeni bir ülke bulamayız, nereye bakarsak nakalım başka bir deniz göremeyiz. Bu ülke onun içinde yaşayan tüm canlıların ve biz de her şeyimizle bu ülkeyiz. Bu gerçeği hiçbir siyasi hareket, hiçbir askerî darbe, hiçbir siyasal rejim değiştiremez."

"Bir Kanaat Toplumu Olarak Türkiye ve İşlevsel Entelektüelleri" ile "Bir Meslek Olarak İtaat ve Üniversite" bölümleri, sağın da solun da ciddi biçimde yaralandığı konuları anlatıyor. Ülkemizin en hassas damarları kökten kuruyor. Aydınlar, yine Adorno'nun dediği gibi birbirlerini en utanç verici ve alçaltıcı ortamda tanıyabiliyorlar: rekabet içindeki ricacılar ortamı. Ali Birinci hocadan "Tarihin Kara Kitabı" okunsa kafi. O zamandan bu zamana değişen tek şey gerçeğin dijital imkânlarla daha kolay ortaya çıkıp daha kolay duyurulması. Utanç ise çoktan yer değiştirdi. Artık mazlum olan daha çok utanıyor: Ayakkabılarımı çıkarayım sedye kirlenmesin.

Dava seferberliği her geçen gün kuvvet kazanırken dava muarızları ve sahte fanatikler de kendilerine biçilen, emredilen rolü hakkıyla yerine getiriyor. Yılmaz'ın ifadesiyle dört bir yanımızı kürsü peygamberleri kuşatmış durumda. Hoparlörlerden işitilen boğuk ve yürek karartıcı seslerinde hep bir kul hakkı var. En önce onlar söylüyor, en önce onlar yapıyor. Böylece daha fazla dindar, daha fazla muhafazakâr, güçlü, delikanlı, zengin oluyorlar yahut 'gibi' görünüyorlar: "Kendi çıkarına işleyen her tür rantı kovalayan, devleti kısa süreli amaçları açısından bir araç olarak gören ve çıkarı olan her şeyi hakkı olarak addeden pragmatist bir tutumun da, haklar ve devlet eliyle bölüşüm politikaları söz konusu olduğunda son on yılda meşru hale geldiğini ve yurttaşlık alanını önemli ölçüde daralttığını görüyoruz. Temel hakları çıkarlara indirgeyen ve sürekli olarak kendi yaşam tarzının/çıkarının genelleşmesi üzerinden sivil-siyasal hakları kurmaya çalışan bu duruş, aslında bir yurttaşlık alanının oluşmasını kendi varlık koşullarının devamı açısından pek de istemiyor ve ona her yoldan ayak diriyor."

"Yeni Türkiye'nin Ruhu: Hınç, Tahakküm, Muhtaçlaştırma" uzun yıllardır siyaset sahnesinden üzerimize çöken o kötücül ruhun bir analizi. Tespitleri ve çözümleri iç içe. Elbette abartı, bir harekete fazla anlam yükleyen, hayalperest yanları var. Ancak bunların hepsi lazım değil mi bize? Hepsinden çıkmayacak mı kolektif bir tavır? İlki için evet, ikincisi için hiç sanmıyorum diyebiliyorum. Çünkü ne yazık ki sahne sadece kendini düşünenlerin elinde. Ulufenin miktarına göre alkış şekillenir, ıslık asla yok. Tüm bu oyuna katılanlarla birlikte Guy Debord'un Gösteri Toplumu da tamamlanıyor: "Gösteri kendini tartışılmaz ve erişilmez devasa bir olumluluk olarak sunar. Görünen şey iyidir, iyi olan şey görünür, der. Başka bir şey demez..."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

24 Eylül 2018 Pazartesi

Nostaljik ütopyadan gerçekçi distopyaya

Bazı düşünürlerin ortaya koyduğu çalışmalar salt bilim içindir. Bazı düşünürlerse ideolojileri veya bağlı bulundukları organizasyona hizmet için fikir üretir. Düşünürlerin bazıları da vardır ki ürettikleri düşünceler insanlığın vicdanı gibidir. Zygmunt Bauman (1927-2017) bu minvalde tanımlanabilecek bir düşünür. Genel olarak modernleşme ve küreselleşmenin neden olduğu sorunları sosyolojik açıdan ele alan Bauman, Batı düşüncesi için bir ayna işlevi görüyor. Eleştirinin ötesinde daha çok özeleştiri mahiyetindeki çalışmaları ‘ilerleme’ temeli üzerine yükselen uygarlığın kendisiyle yüzleşmesine olanak sağlıyor. Çalışmalarında şahsını korumaya alarak bir kenara çekmiyor Zygmunt Bauman. Aksine, eserlerinde kendisini içine konumlandırdığı Batı uygarlığının insanlık adına yaptıklarının hüznünü ve huzursuzluğunu yaşadığını görüyorsunuz. Zygmunt Bauman son derece realist bir filozof. Aynı zamanda çok az düşünürde görebileceğimiz duygulu bir felsefesi var. O, felsefesini ne romantizme ne de realizme kurban ediyor. Bu iki fenomen arasında dengeyi kurmaya çalışması vicdani yönünü ortaya çıkarıyor sanırım.

Zygmunt Bauman’ın elinden çıkan tüm eserler pek alışık olmadığımız sosyo-felsefi yoğunluğa sahip. ‘Sosyologlar tespit yapar, çözüm sunmaz’ şiarına karşın Bauman hatalara işaret ederek çözüm önerileri sunuyor. Bu niteliği sosyolog titrli çoğu düşünürde görmek pek mümkün değil. Diğer taraftan onun gerçekçiliği idealistliğine mani olmuyor. Eserleri değerini evrensel ölçülerde insana ‘nasihat’ veren bilge üslubundan alıyor diyebiliriz. Sel Yayınları’ndan çıkan Retrotopya da onlardan. Yüz almış dört sayfalık kitabın çevirisi Ali Karatay tarafından yapılmış. ‘Bauman özgünlüğü’nü yansıtan kitap isminin ilginçliği içeriğine de yansımış. Yani içerik de bir o kadar özgün. Retrotopya ‘hibrit’ bir kavramsallaştırma. ‘Geçmiş, geriye, geride’ anlamlarına gelen ‘retro’ ve ‘olmayan yer’ anlamındaki ütopya kelimelerinin birleşiminden oluşuyor. Ütopyadaki mekân geleceğe atıf yapan hayali bir yerdir. İnsanın refah ve huzur içinde yaşayacağı biçimde idealize edilmiştir. Retrotopya, geçmiş ve gelecek karşıtlığını insanın sahip olduğu paradoksal gerçekliğiyle örtüştürüyor.

Kitap; giriş ve sonuç dışında dört bölümden oluşuyor. İlk bölüme “Hobbes’a Dönüş mü” ismini vermiş Bauman. Bilindiği gibi Thomas Hobbes’un (1588-1679) siyasi bir kavramsallaştırması olan Leviathan modern anlamda devlet-toplum ilişkini/oluşumunu anlatır. Çatışmayı bırakıp bir arada yaşamaya karar veren insan bazı haklarını devlet denilen organizasyona devretmiştir. Bu sayede ‘yalnız yaşayamayan insan’ için toplumsal düzenin sağlanması amaçlanmıştır. Kendi haklarından feragat eden bireyin hakkını bireye ve topluma karşı devlet gözetecek ve savunacaktır. Bu durum yeni bir hukuk ve yaşam tasavvurunun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Daha eşitlikçi, daha güvenli, daha adil bir düzen öngörülmektedir. Bauman, insanlığın bu öngörüsünün hiç bir zaman gerçekleşmediğini savunuyor. Ona göre insan uygarlık aşamasına geçmiş olsa bile ilkelliğinden ve vahşiliğinden hiçbir şey kaybetmemiştir. İnsanlığın yok edemediği ilkelliğinin uygarlık etiketli estetik rötuşlarla veya bilim ilüzyonuyla makyajlanarak üzeri kapatılmıştır. Şiddet farklı adlar ve görünümlerde devam etmektedir. Leviathan bu sürecin meşrulaştırılmasıdır. Modern insan ya suni değerler üreterek vahşiliğini kamufle etmiş ya da mağduriyetlerinden faydalanarak “pis işlerini” gördürecek tetikçiler/taşeronlar bulmuştur. Bu anlamda sistem gizli bir kast yapısındadır ve uygun görülüp izin verilenler nispeten daha rahat yaşamaktadır. Günümüzde bu anlayışı “post-Leviathan” olarak tanımlamak mümkündür zira teknoloji vasıtasıyla küreselleşerek etki alanını genişletmiştir. Özellikle internetle birlikte tabana yayılarak görünüm değiştirmiştir. Yeni oluşumda insanlar aynı anda bireysel davranarak sosyalleşmeyi istemektedir. Bu sayede insan kendi gardiyanlığını kendi yapmaktadır. Sanal uygulamalar üzerinden hem ait olma hem de ayrı durma gibi bir anlayış ortaya çıkmıştır. Beğen-paylaş (ya da tam tersi) insanın içinde bulunan vahşiliğin ve şiddetin postmodern tezahürüdür. Bu eğilim “uygar duyarsızlık” olarak tanımlanabilir. Süreç sonunda insanlık ‘çoklu Leviathan’ların saldırısı altında kalmıştır. Bu durum insanın ilkelliğinin ve vahşiliğinin meşrulaştırılmasının sonucudur.

Zygmunt Bauman “Kabileye Dönüş” başlığını verdiği ikinci bölümde iktidar ve siyasetin ayrıştığını belirtiyor. Bu dönemde devlet belirsizleşmiş, silikleşmiş ve otoritesini kaybetmiştir. Bireyin modernizmle kazandığı şey ‘Pirus Zaferi’dir: Bu sahte zaferde güvenlik için feda edilen şey ise özgürlüktür. İnsan bireysel kalmak istemekle kollektif hareket etmek arasında ikilemdedir. Geçmişin bilinirliğine karşın geleceğin müphemliği ümitsizliğe yol açmaktadır. Bugünün insanı bu durumu gelecek korkusu yaşayarak idrak etmektedir. Korkuları insanı geçmişe, geçmişin azametli mirasına yöneltmektedir. Çünkü tarih stabildir ve istenildiği gibi kurgulanmıştır. Ortaya çıkan nostaljik atmosfer kabileci anlayışın kapılarını aralar. Geleceğin müphemliği küreselleşme ile daha da dehşetli bir hâl alacağından insan aşina olduğuna yakın olmak istemektedir. Bauman’ın “kabilecelik” dediği bu eğilim insanı yakın çevresine yönlendirir. Bu aşamada devreye popülizm girer ve insanlar genel fayda yerine kimliklerini öne çıkaran politikaları destekler. Korku ve içe yönelim şiddeti meşrulaştırır. Şiddetin illa fiziki olmasına gerek yoktur. Postmodernizm ekonomik şiddetten dijital şiddete kadar geniş bir alanda yaptırım olanağı sunar. Uygulanan şiddet karşılık gördüğünde bir kısır döngüye girilir ve ırkçılık ya da terör saldırıları açığa çıkar. Günümüzde dünyanın içinde olduğu durum da tam olarak budur. İlkel bir eğilim olan kabilecelik modern anlamda ulusçuluktur ve ulusçuluk modern paradigmanın ürettiği insanın kendini güvende hissetmesi için önemli bir aparattır. İnsan olma üzerinden değil de ulus olma üzerinden hareket etmek haşmetli geçmiş özleminin açığa çıkışıdır.

Eserde “Eşitsizliğe Dönüş” başlığını taşıyan üçüncü bölümde toplumun ikiye ayrıştığı bu ayrışmanın zenginler ve yoksullar şeklinde gerçekleştiğini söylüyor Bauman. Üstelik bu ayrışma ya da kategorizeleştirme yeni değildir. Yoksul-zengin sınıflandırması ilkelliğin devamıdır. Modernizmle birlikte insanlık “yoksulluğu yok etme” gibi ütopik bir hedef koymuş ve daha önemlisi bu hedefe devlet eliyle ulaşacağını hayal etmiştir. Lakin bu romantik öngörü gerçekleşmediği gibi yoksulluğu üreten sorunlu emek-sermaye ilişkisi devlet tarafından sermaye lehine pekiştirilmiştir. ‘Refah devleti’, ‘sosyal haklar’ gibi iyileştirme çabaları neoliberal ekonomiyle birlikte tamamen kaybedilmiş, verilen haklar geri alınmıştır. Teknolojik gelişmeler ve hızla otomasyona geçiş istihdamı aşağı çekerken postfordizm tüketimi yukarı çekmeye dayalı bir sistem olduğundan zengin daha zengin yoksul daha yoksul olmuştur. Ortadan kaldırılmak istenen eşitsizlik (ve yoksulluk) daha da büyüyerek geri dönmüştür.

Kitaptaki dördüncü bölüm “Ana Rahmine Dönüş” başlığını taşıyor. Bauman göre koca bir pazara dönen dünyada işçi kesimi kolektif ruhu yitirmiş, bireyselliğe dönüşen hareket anlayışı başarıyı imkansızlaştırmıştır. Bu yeni durum nesnel etik veya ahlakın öznel faydayla çatışmasını doğurmuştur. Ortaya çıkan görelilik iyi-kötü kavramlarını kişiye ve duruma göre değişkenlik gösterecek biçimde konumlandırmıştır. Çünkü etik ve/veya ahlak ile çatışan ego/benlik öznel faydayı gözeterek subjektifliği meşrulaştırmaktadır. Bugünün insanının öznel seçimi olan bireysellik doğal değil yapay yalnızlığı ortaya çıkarır. Sorunlu olan yapay yalnızlık ‘para’ ile giderilmeye çalışılır. Terapistler, danışmanlar, (sanal) eşlikçiler para odaklı çözüm önerileridir. Bu aşamada kişisel sorunların dış kaynakla çözülmeye çalışıldığı görülür. En önemli şey sorunlara dış güçlerin sebep olduğu söylemi ve inancıdır. Güven duygusunu zedeleyen bu anlayış insanı güvenli olana yönlendirir. İnsanın bildiği en güvenli ortam ana rahmidir. Bauman burada insanın ana rahmine dönüş isteğini insanoğlunun kovulduğu cennete dönme arzusuyla örtüştürüyor. İlginçtir ki insandaki ana rahmi tasavvuru da geçmişe dönüktür. Geçmişle kurulan güven ilişkisi güvensiz görülen gelecekten uzaklaşmaya neden olur fakat insanın paradoksal şekilde geçmişe özlemle içine gömüldüğü (sanal) dünya (ya da ütopya veya distopya) geleceğin parçasıdır. İnsan kurguladığı bu ütopyada gerçekte bireyselleşmeyi, sanalda sosyalleşmeyi arzular. Bauman’a göre tüm bu sorunların temelinde insanın kendini fazla önemseme problemi bulunmaktadır. Diğer bir sorun da insanın kendini tanımlarken öznel değerlendirmelerle ötekileştirdiği üzerinden konumlanmadır. Kimliğin belirleyicisi olan kültürel farklılıklar üzerinden ayrımcılık başlatılmıştır.

Zygmunt Bauman geçmiş ve gelecek arasında sıkışan insanın ütopya ve distopya karışımı bir gerçekliği yaşadığını söylüyor. Bu bağlamda insan belirsizlik içeren gelecek yerine ‘net’ olan geçmişe sığınarak çıkış yolu arıyor. Geçmişle kurulan bağ ‘bir zamanlar’ üstün bir varlık gösterildiği ‘kurgu’su üzerinde şekilleniyor. Kanıtlanabilirliği bulunmayan bu kurgunun gerçekliğinin olması gerekmiyor. Dolayısıyla gerçekte yaşanmamış ama geçmiş bir ütopya oluşturulmuş oluyor. Bu ütopyaya kendini kaptıran insan gelecekteki distopyaya doğru hareket ettiğini görmüyor ya da görmek istemiyor. İnsan mazide olmayan yerde yaşamayı seçerek büyük, nostaljik bir yanılsamanın içine giriyor.

Zygmunt Bauman’ın tespitleri, dünya görüşünü ‘tarih kutsamacılığı’ üzerinden oluşturmuş modern toplumları anlamak adına önemli veriler sunuyor. “Retrotopya” kavramsallaştırması ideolojik görüşü, siyasi duruşu, yaşam biçimi farketmeksizin içinde yaşadığımız toplumu deşifre ediyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

21 Eylül 2018 Cuma

Metafizik yolculukların en özeli: Ardâvirâfnâme

Öldükten sonra insanlara ne olur? Ölümün doğası nedir?” gibi sorular, antik dönem uygarlıklarından beri insanoğlunu meşgul eden sorular arasındadır. Bu sorulara semavi dinlere inananlar dışında çoğunlukla farklı cevaplar verildi. Çünkü dünya üzerinde hali hazırda vahiy dinlerine inanmayan topluluklar olmakla birlikte hepsinin bir şekilde öteki dünya algıları olduğunu biliyoruz, edebiyata ne kadar yansıdığı ise büyük bir muamma şimdilik. Ama yine elimizde örnekler var.

Edebiyata ait bir tür olmasına rağmen inanç tarihi açısından da son derece ilginç öğeler barındıran Ardâvirâfnâme, metafizik yolculukların belki de en özelidir.

İslam öncesi İran Edebiyatı’nda Sasaniler döneminden kalma, tamamen bu dünya hayatının dışında, rüya âleminde ve metafizik bir ortamda gerçekleşmiş iki seyahatten söz edilir. Bu seyahatlerden ikincisi olan ilgilendiğimiz yapıt, öteler dünyasına; araf, cennet ve cehennem seferini konu edinen eser Ardavirafnâme’dir.

Ardâvirâf, din adamları üst kurulu tarafından seçilerek dinsel konulara dair birtakım bilgiler getirip dindaşlarına sunması amacıyla metafizik evrenin cennet, cehennem ve araf denilen bölgelerine gönderilmiş bir azizdir. Büyük İskender’in alt üst ettiği coğrafyada özellikle İran, Zerdüşt dinsel kaynaklarını kaybetmiş, din adamlarında büyük bir azalma yaşanmış inanışta ciddi zayıflama görülmüştü. Bu güç kaybı ve zayıflamayı durdurmak, dinin asıl unsurlarını korumak, kaybolmaya yüz tutmuş taraflarını yeniden gün yüzüne çıkarmak için din adamlarının önderliğinde bir dizi toplantı yapılmıştır. Bu toplantıların sonuncusunda içlerinden birinin metafizik evrene giderek inançlarını güçlendirip dinsel değerlerini yeniden canlandıracak birtakım mesajlar getirmesini istemişlerdir. İşte bu toplantılar sonucu seçilen kişi Ardâvirâf olmuş fizikötesi âlemlere giderek cennet, cehennem ve arafı gezdikten sonra bilgilerle dönmüş, anlattıklarının yazıya aktarılmasıyla da Ardâvirâfnâme doğmuş.

Konusu açısından Zerdüşt inananları tarafından çok önemli olan kitap, eski devirlerde gerçekleşen törenler sırasında okunduğunu cehennem ile ilgili kısımlardan bahsedilirken insanların dehşete kapılarak ağladığını çeşitli araştırmalardan öğreniyoruz. Eserde İslam tarihi açısından çok önemli olan Miraç olayına benzer bölümler olduğunu ekleyelim. Yine "Sırat kıldan ince kılıçtan keskindir" sözünün kaynağı da Ardâvirâfnâmedir.

Benzerliklere, dünya edebiyat tarihinin en önemli Orta Çağ eserlerinden, Dante’nin İlahi Komedya adlı yapıtını da eklemek gerekmektedir. İki eseri karşılaştırma eğilimi bir süredir olmakla birlikte, Batı ısrarla Dante’nin kitabının bu İran eserinin bir benzeri olduğunu kabul etme noktasında direnmektedir. Elbette doğrudan aldığını veya etkilediğini iddia etmek kesin yargılarda bulunmak çok doğru değildir ancak ciddi bir biçimde benzer bölümler her iki eseri okuyanın hemen dikkatini çekecektir.

Olgay Söyler
twitter.com/olgaysyler1

19 Eylül 2018 Çarşamba

"Roman'tik deneme" ya da realist yüzleşme

Daha önce Bellekteki Huriler isimli kitabı Türkiye’de hidayet romancılığının serencamı başlıklı yazıda değerlendirmeye çalışmıştım. İzleri öncesine gitse de bir tarz olarak 1960’ların sonlarında belirgin bir çıkış yakalayan hidayet romancılığında dindar/muhafazakâr kesimin ‘ideal Müslüman bireyi’ üzerinden tebliğ yöntemi işlenir. İdeal bireyin söz ve eylemleri doğal olarak ideal dini anlayış ve yaşayışa işaret eder. Ortaya çıkan görüntü dinin ideolojileştirilmiş biçimlerinin militarist denebilecek ölçüde sunulmasından ibarettir. Söz konusu eserlere baktığımızda edebi açıdan son derece zayıf olduğunu görürüz. Bu zaaf hidayet romanlarının hedef kitle üzerindeki etkisini azaltmadığı gibi o kitlenin dünya algısının ve yaşam kültürünün yüzeyselliğini de yansıtır. Dönemin fikir kitaplarının zamanı algılamasındaki sorunlar ve entelektüel derinliğindeki eksiklikler bugünü etkileyen yanları dikkate alınarak değerlendirilmeli diye düşünüyorum. Zira tercüme eserler dışındaki fikir kitaplarının geneli hidayet romanlarıyla aynı seviyeyideler.

Önceki yıllara nazaran 1990’larda düşünce ağırlıklı eserlerin kat ettiği yolu edebi eserlerde göremiyoruz maalesef. Ta ki ‘üretim hatası’ ya da ‘cins kafa’ diyebileceğimiz bir kaç istisnai yazar/eser dışında. Mehmet Efe ve eseri Mızraksız İlmihal o bir kaç istisnadan. İlk baskısı 1993’te yapılan Mızraksız İlmihal, Kapı Yayınları tarafından tekrar basılarak (2016) okuyucunun istifadesine sunulmuş. 1980’lerin İslami anlayışı ve hareket yöntemini gözler önüne seren eser daha çok bir özeleştiri niteliğinde. Özeleştiri için seçilen kişilerin üniversiteli olması sembolik anlam taşıyor. Değişimin güç kullanarak veya sistemi ele geçirerek gerçekleştirileceğine ‘inanan’ anlayış yerine değişim eğitimli insanlar aracılığıyla gerçekleşecektir anlayışı kendini gösteriyor.

Mızraksız İlmihal’in en önemli özelliği sıradışı çıkışlarıyla ezber bozması diyebiliriz. Hem geleneksel din anlayışının işleyiş biçiminin hem de bu anlayışın topluma dayattığı kadın ve erkek profilinin sorunlu yapısını deşifre ediyor. Eserin isimlendirilmesinde Müslümanların hayatında önemli bir yer tutan ‘ilmihal’ kavramının özellikle seçildiği görülüyor. İlmihal, dinin özümsenerek yaşamsal bir öz formuna getirilmiş hâlidir. Çocukluğumda babamı okurken gördüğüm iki kitaptan biri Kur’an, diğeri ise Arap harfleriyle yazılı, Türkçe okunuşlu Mızraklı İlmihal idi. Mızraklı İlmihal Anadolu’da asırlardır itibar edilen dini bir metin olma özelliğine sahiptir. Anonimliği yazarının bilinmemesinden ziyade halka malolmuşluğuna karşılık gelir. Yazıldığı dönemin (muhtemelen XVI. yüzyıl) katı Sünni yorumunu dayatan ve dönemini aşamayan bir eser Mızraklı İlmihal. Dolayısıyla eksik ve/veya yetersiz ‘yorumları’ barındırıyor. Hâliyle tersinden anakronik bir anlam darlığı çıkıyor ortaya. Mehmet Efe bu özellikleriyle toplumda itibar ve ittiba edilen Mızraklı İlmihal’e atıf yaparak Müslümanların din anlayışındaki donukluğa ve yaşayışındaki şekilciliğe işaret ediyor diyebiliriz. Zaten roman kahramanları not aldıkları defterleri (Nurhan’ın İlmihali/İrfan’ın İlmihali) kendi ilmihalleri olarak değerlendiriyor. Burada (Doğu toplumlarında gerçekleşmeyen) bireyin belirginleşmesinin yanında hayatın değişkenliği karşısında dinin gösterebileceği esnekliğe dikkat çekiliyor. Mehmet Efe zamanı doğru okuması neticesinde ilmihaldeki mızrağı kaldırarak değişimin gerekliliğini vurguluyor. Mızrak kelimesinin anlam dünyası da düşünüldüğünde anlatımda muazzam bir derinlik söz konusu.

Romana gelirsek, eylemden panele, panelden açık oturuma, açık oturumdan gösteriye koşan İrfan ile yalnızca üniversite okumayı düşünen Nurhan aynı üniversitede öğrencidir. Eyleme ve okula diye gittikleri üniversitede karşılaşırlar. Tanışma sürecinden sonra duygusal bir yakınlaşma başlar. Birbirini seven bu iki insan arasındaki ilişki baskın din anlayışının tesiriyle yok olmaya yüz tutar. İrfan kendini dini savunan ve uğrunda her şeyini feda edebilecek bir savaşçı olarak görmektedir. Nurhan’a göre ise İrfan’ın savaş dediği bu şey hem anlamsız hem de sonuç alınamayacak bir uğraştır. “Savaşmak zorundayız” diyen İrfan’a “ben barış istiyorum” diyen Nurhan niyetini açıkça belirtmiştir. Aralarındaki gerilimde toplum içinde kadın ve erkeğin rollerinin etkisi büyüktür. İrfan bu durumun doğal olduğu düşüncesindedir fakat Nurhan’a göre kadınlar erkeklerin iktidar mücadelesinde bir aparattan başka bir şey değildir.

Nurhan’nın bir deftere not tuttuğunu fark eden İrfan kendisi hakkında da bir şeyler olacağı düşüncesiyle defteri gizlice alır (çalar). İrfan’ın hayali Nurhan’nın kendisiyle ilgili hislerini okumaktır fakat defterde hiç de alışılmış olmayan bir Müslüman kadın profiliyle karşılaşır. Nurhan’ın notlarındaki sıradışı ama gerçekçi çıkışlar ve çözümlemeler onu şaşkına çevirir. Bu durum İrfan’ın herşeyi yeniden songulamasına neden olacaktır. Birden Müslümanların sahip olduğu zihniyet ve uygulamalarındaki sorunları görmeye başlamıştır. Hayat artık eskisi gibi değildir, baskısı daha ağır ve yaşaması daha zordur. Diğer taraftan okudukları Nurhan’a daha fazla ilgi duymasına neden olmuştur. Bir süre sonra bu düşünce ve beklentilerindeki farklılığı öne süren Nurhan görüşmemeyi önerir. Sonraki yıl ise başka bir üniversiteye kayıt yaptırır. İrfan bu süreçte uzun uzun düşünmüş Nurhan’a tekrar açılmayı aklına koymuştur. Büyük bir hevesle yanına gider fakat beklemediği bir tepkiyle karşılaşır. Nurhan yeni üniversitesinde yeni bir hayata adım atmıştır ve kendisini geriye götürecek davranışlar içine girmeyecektir. İrfan okulun kantininde herkesi karşısına alan bir manifesto yazar ve yüksek sesle okur. İçini dökmekten başka bir faydası olmamıştır. Bunalımlı günler geçirir ve bir sabah namazından sonra camiden çıkarken hayatının sürpriziyle karşılaşır.

Eseri okurken o dönem Müslümanların topluma, devlete, siyasete ve kadına bakışını görüyorsunuz. Görülen başka bir şey de, devletin dindarlara nasıl baktığı elbette. Ayrıca medyanın malum tavrı hiç değişmemiş. Kitaba dair üzerinde durulması gereken en önemli şey Müslüman kesim açısından erkek egemen anlayışın belirleyiciliği ve derinliği olmayan katı şekilcilik diyebiliriz. Söz konusu şekilcilik gerek hareket yöntemi gerekse yaşam pratiği anlamında tek tip din anlayışını dikte etmektedir. Bu anlayış insanın varoluşsal zenginliğini ortadan kaldırarak toplumu tepkisiz durgunluğa ve atıl bir donukluğa mecbur kılmaktadır. Erkeği üstün tutan bu anlayışa göre araçsallaştırılarak pasifleştirilen kadın kendine biçilen rolün dışına çıkmaya cüret edemez.

Mızraksız İlmihal dindar/muhafazakâr toplumumuza dair o kadar çok şeyin iç yüzünü ortaya koyuyor ki yazarın o dönemi analizine şaşırıyorsunuz. Vakıf ve cemaatlerin iç yüzü, Müslümanlar arasındaki kronik iletişimsizlik, farklı olduğunu iddia eden ama birbirini tekfir ederek aynı tutumu takınan oluşumlar, dini ve ahlaki yozlaşmanın sebep olduğu toplumsal çürümüşlük, sağduyuyu yok eden reaksiyonel tavır, insani değerleri araçsallaştıran hamaset, siyasetin kokuşmuşluğu, söylem ve eylemin uyumsuzluğu, ilkesizlikliğin içselleştirilişi, sanata karşı kayıtsızlık gibi can alıcı meseleler etraflıca konu ediliyor romana.

Üslup açısından şiirsel bir dil kullanan yazar alıntı ve sembolizmden olabildiğince faydalanarak metne edebi bir vasıf kazandırmış. Sözünü sakınmayan muziplik okumayı keyifli hâle getiriyor. Yazarın, sanatının yanında düşüncelerinde döneminin ötesinde bir vizyona sahip olduğunu görüyorsunuz. Mehmet Efe, bir aşk romanı içine dindarların son sürat kaçtıkları toplumsal gerçekliklerini yerleştiriyor. Mızraksız İlmihal 1980’lerin Türkiyesi’nden bugüne anlamlı bir projeksiyon tutuyor. Okura, değer yargılarınının, tasavvurların, düşüncelerin, yaşamların dönüşümünü gösteriyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

18 Eylül 2018 Salı

İnsanın bitmek bilmeyen ağrısı: var olmak

İçerisinde düşüncenin kalbe tabi olduğu bu parçalar, gönülle söyleşmek ihtiyaç olduğu zamanlarda yazıldı ve birkaç dergide zaman zaman çıkartıldı. Gönül, yerini düşünceye terk ettiği devirlerde onlar unutuldu. Hareketler, gönüldeki izleri ezip de örselediği zaman gelince, yeniden onlara hasret duyuldu. Şimdi gözyaşı ayak izlerine damlıyor. Hareketlerin harabettiği gönülde sade bir yetim iniltisi var. Tellerine bazı yenilerini de ilâve ettiğimiz bu eski sazın terennümlerini dinleyecek kulak varsa, onda kırık bir kalbin akislerinden başka bir şey duymayacaktır.” diye yazmış Nurettin Topçu, kitabın giriş kısmındaki “Birkaç Söz” başlığı altına.

Var Olmak, “Düşünceler” ve “Duyuşlar” olmak üzere 2 bölüm ve 33 yazıdan oluşuyor. Kitaba adını veren “Var Olmak” adlı denemede Nurettin Topçu; var olmanın istemek, sevmek ve düşünmekle ilgili olduğundan söz ediyor. Bu süreçlerin hepsi ağır ve dahi ‘ağrılı’ süreçler olduğu için, var olmayı insanın bitmek bilmeyen ağrısı diye tanımladım. Yazar ise “İnandığımız varlık, Bir, âlemşümul ve sonsuz Varlık, aşkın var kıldığı eşsiz eserdir. Biz ise O’nun en mükemmel parçasıyız.” diyerek insanın sonsuz varlık içindeki yerini tanımlamış.

Hayatımız bir inanç üzerine kurulu, bu inanç ile ilerliyor ve bu inanç ile dünyaya katlanıyoruz. Yola devam ederken en kuvvetli itici gücümüz, inancımız. Hayatımıza sirayet etmemiş bir inancımız yoksa eğer yaşamayı da sevmeyi de içselleştiremeyiz. ‘Kuru gürültüden ibaret’ olur aldığımız her nefes. Nurettin Topçu ise bu konuyla ilgili “İnanmak ve Sevmek” başlıklı yazıda şunları söylemiş: “Millet kültürünün ağacını dikecek ve millet ruhuna hayat getirecek nesiller, inanışla sevgi mâbedinin mihrabında önce tövbe etmeli, sonra da inanmayı ve sevmeyi öğrenmelidirler.

Hepimiz biriz, ‘Bir’ sonsuz varlığın eseriyiz. Hâl böyleyken hâlâ insanları ve toplumları düşüncelerine göre, renklerine göre, ırklarına göre kategorize etmek; dünyaya nifâk tohumları saçmaktan başka bir şey değildir. “Düşünüşlerimizde birer isim hesabına döğüşen çocuklardan farklı değiliz. İnsanlar arasında yeni yeni ihtiras kıvılcımları serperek ayrılıkları artıranlar, insanlığın gerçek düşmanlarıdır.” diyor yazar ve bu dünyada kardeşçe yaşamak varken neden hâlâ ayrılıkları artırma gereği duyulduğu konusu üzerinde bizi uzun uzun düşünmeye davet ediyor. Cevap niteliğindeki şu cümleleri okumak ise düşünürken bize yardımcı olacaktır diye ümit ediyorum: “Hâkikati bizden saklayan ve birbirimize yabancı hattâ düşman yapan bu perdelerin bir kısmı nefsimize ait iştihalardır, bir kısmı alışkanlıklarla telkinlerin eseridir, bir kısmı da ancak ibadetin dağıtabileceği gafletlerdir.

Bilmek deyince aklıma Ayşegül Büşra Çalık’ın “Bilmek bazen acıdır, bilmek inandıklarının yıkılmasıdır.” cümleleri gelir. Bilmek bazen bir düğümü çözerken bazen de inandığımız değerlerin aslında tamamen uzak durmamız gerekenler olduğunu bize gösterir. Bu bağlamda kitaba dönecek olursak Nurettin Topçu, “Bilmek” başlıklı yazısında “Bilmek seyretmek değildir, bir sırrı çözmektir.” diyor ve ekliyor: “Cüz’i ölçülerden sıyrılıp bütünle boy ölçüşen, içsel merak ve sıkıntıdan doğarak ebedî ve sonsuz saadete ulaştıran, dünyayı cennet yapan, çokluğu Bir’e ulaştıran bu cevher, bu hizmet, bu kudret, bilmek ihtirasında olanların asla bilmediği bir şeydir: Bilmek.

Kitapta diğerlerine göre biraz daha ilgimi çeken “Düşüncenin Derinlikleri” başlıklı yazı oldu. Yazar burada akıl, duygu, sezgi, aşk, ihtiras ve merhamet kavramları üzerinde duruyor. Akıl için “İnsanoğlunu dünyaya sultan yapan cevher.” diyor. Duygular için kurduğu şu cümleler, aklı tamamlar nitelikte: “Duygu, aklı kımıldatan kuvvettir. Hem de kendi varlığının farkına vardırandır. Duygular, insan denen bu ağacın güzel, çirkin çiçekleri ve kokularıdır. Onlarla avunur, onlarla hayata tahammül ederiz.” diyor ve “Merhamet, bu ruh hallerinin hiçbirine karışmadıkça onlar sakat ve sefil kalırlar.” diye ekleyerek merhamete bütünleyici bir özellik yüklüyor. “Duygu, bizi katı cisimlerden ve kalpsizlerden ayıran acıyış.” tanımı ise beni İbrahim Tenekeci’nin “Hiçbir şey olmamış gibi davranmak, yalnızca taşlara mahsustur.” cümlesine götürüyor. Dünyada sürekli ‘bir şeyler’ oluyor ve biz elimizi taşın altına koymadığımız müddetçe vicdanlarımızın sesini susturamıyoruz.

Affın asıl sahibi Allah’tır. İnsan da Allah sevgisiyle affediyor ve ancak Allah sevgisine sahip olanlar affetmesini biliyorlar. İntikam duygusu af ile asla bağdaşmıyor.” cümlelerinin özündeki düşünceye dayanarak da aslında insanların bize yaptıklarını unutmasak bile unutmuş gibi yapabiliyoruz. Çünkü unutmayan ‘Bir’i var, buna tüm kalbimizle iman ediyoruz.

Kitap, kısa kısa yazılardan oluştuğu için okuyucusunu sıkmıyor. Bununla birlikte okuyucuyu bol bol düşünmeye teşvik ediyor. Düşünmeye belki de en çok ihtiyacımızın olduğu günümüzde, yolumuzun bir yerde kesişmesi gereken ‘ilaç gibi’ bir kitap; Var Olmak.

Son olarak, “Üç hâkimin hükmünde hata aranmaz.” diyor, Nurettin Topçu. “Kalbin, kaderin, ölümün.” Ve ekliyorum: Bir haksızlık karşısında hâlâ sızlayabilen bir vicdanımız varsa kıymetini bilmeliyiz; önce gönlümüzün, sonra ise ömrümüzden geçip giden her günümüzün.

Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk

Dinin hayatımızdaki değişen-dağılan yerine dair antropolojik denemeler

Hakikatle güncelin, inançla aktüelin, sabırla paniğin birbirini yediği, didik didik ettiği, har vurup harman savurduğu hepimizin malumu. Bu 'malum' zamanları açıklarken teknoloji, iktisat, siyaset gibi konularla ayrı ayrı ilgilenmek gerekebiliyor. Bu durumda antropoloji de daha sıhhatli bir yol sunuyor bizlere. Bir okumayla birçok başka okuma, bir frekansla birçok frekansı yakalama gibi imkânlar, antropoloji metinlerinin içinden göz kırpıyor. Tayfun Atay, "Batı'da Bir Nakşi Cemaati: Şeyh Nâzım Kıbrısî Örneği" kitabıyla ciddi bir antropolojik inceleme yaparken 'genişledikçe bölünen ve ayrışan' günümüz İslam dünyasını gözler önüne sermişti. "Din Hayattan Çıkar" hem bir yakın toplum tarihi hem de dinin hayatımızda değişen-dağılan yeri anlamında özel bir antropolojik denemeler kitabı.

Herkesin kolayca okuyabilmesi için kitabını kavramsal temeller üzerinden başlayarak inşa etmiş Atay. İnsanda dini ve dinde insanı görebilmek, keşfedebilmek açısından bu bölüm dikkatle okunmalı. Paganizmden cadılığa, şamanizmden rahipliğe kadar giden bu güzergâhta ritüeller ve mitler de önemli bir yer tutuyor. Burada insanın dinle olan ilişkisinin nasıl geliştiği ve neden değiştiğine dair önemli analizler var. Din ve antropoloji konusunda bir geçiş yaparken, bir anısından yararlanıyor Atay: "Teolojik perspektiften bakıldığında hayat, dinden çıkar. Yani varlıkların ve eşyanın insan-üstü bir etken tarafından yaratılmış olduğu inancı temelinde, hayat açıklanır. Bunu en çarpıcı biçimde Ramazan ayında camilerin minareleri arasına asılan mahyalarda göze çarpan "Din, hayattır!" deyişi yansıtır."

Türkiye çözümlemeleri, kitabın ikinci böümü. 1923'ten 2000'lere din, kültür, siyaset tahlilleri yapıyor Atay. Burada seçimlerden ekonomik krizlere, medyadan (ayet ve reklam) medyatikleşmeye (tesettür modası) kadar günümüzde bile üzerine ciddiyetle gidilmesi gerektiği hâlde cesaret edilmeyen konular var. Ayete reklam gözüyle bakılan devirlerden günümüze geldiğimizde değişen çok bir şey de yok aslında. Kutsal kitap, ayetler, hadisler ve özlü sözler çoğu zaman siyasetin bazen de türlü fırıldaklıkların kılıfı hâline getiriliyor hiç çekinilmeden. Tesettürün Türkiye'deki macerası da bu anlamda önemli. Tayfun Atay bölümün sonunda 2015 yılının yaz aylarında televizyon ekranlarında izlediğimiz bir reklama atıfla açıyor meseleyi. Evet, Moda Nisa'nın reklamı. "Bulunmazdı yaz ayı gelince / uzun kollu tunikler / düğün nişan abiye ararken / hep o meşhur panikler / Moda Nisa nokta komda / bulurum ben her bir şeyi / Moda Nisa Moda Nisa / giymem artık hep aynı şeyi" sözleriyle, biraz derin bakabilen ve derini görebilen her insanı gerim gerim germişti. Evvela bu şarkı Füsun Önal imzalı o meşhur "Senden Başka" şarkısının melodisiyle söyleniyordu. Peki orijinal şarkının sözleri nasıldı? "Daha mutlu olamam ömrümde / beni öpüşün var ya / aklımdan çıkmaz bütün ömrümce / o çapkın gülüşün var ya / yaktı bir ateş gibi inan ki / o kor dudakların var ya"... Her izleyenin ve dinleyenin beynindeki çağrışım mekanizması harekete geçmiş olsa gerek o yıllarda. Reklam elbette artık bir köşeye çekilmiş hassasların dikkatini çekti ve yayın hayatı çok uzun sürmedi. Eh, zaten işlevini yerine getirmişti. O zamanlar "en popüler muhafazakâr moda sitesi" sloganını benimsemiş adreste artık daha 'ciddi' hakkımızda metni mevcut. Lakin her yıl muhakkak bir şekilde gündeme geliyorlar. Çünkü moda, hortlayan bir şeydir. Unutmadan, reklamdaki şarkının "giymem artık hep aynı şeyi" sözlerinin de ne kadar İslamî hassasiyetlerle ve Muhammedî ahlakla yazıldığı da barizdir, yoruma bile gerek yoktur.

Tayfun Atay, "Türkiye'de Galile Olmak" bahsinde merhum Şerif Mardin hocayı, 'bildiği gibi' anlatıyor. Burada akademik yalnızlık, sosyalist yakınlık ve ideolojik muhafazakârlık gibi farklı pencerelerden Mardin'e bir bakış var. Merhumun Din ve İdeoloji kitabını yaklaşım biçimindeki özgünlük açısından, 'Türkiye'de dine ve onunla ilişkili kültürel, toplumsal, siyasal olgu ve sorunlara tarihsel süreklilik içinde bakan ve sonuçlar çıkararak görüşler ileri süren bir ilk çalışma' olarak değerlendiriyor Atay. Dinin hem ideolojik hem de sosyolojik anlamda epey yol kat etmesine rağmen dini anlama noktasında yaygın 'pozitivst-laisist' anlayışın hiç değişmediğinden bahsediyor. "Din ve dinsellik fersah fersah yol alırken 'bürokrasi' ve onun sivil uzantılarının dine bakışı, ne yazık ki bir arpa boyu bile ilerlemedi" diyor. Şerif Mardin'in önemi de burada ortaya çıkıyor. Atay, İsmail Beşikçi'yle birlikte Şerif Mardin'i şöyle özetliyor: "Türkiye'ye 'siyaseten' hâkim, etkili ve yetkili çevreler, bu memleketin gidişatı açısından en yararlı olacak, doğru bildiğini söyleyen bilim insanlarını Galile'nin engizisyon karşısındaki durumuna düşürmekten çekinmediler hiç."

Alan çalışmalarından oluşan üçüncü bölümde şeriat-tarikat ve gelenek-modernlik ikiliğine güncel bakışlar var. Ulemâ, saray, imam, mürit gibi birbirinden ayrı 'ses'lerden farklı 'İslâm'lar çıkabildiğini, bunun da halk nazarında neyin nereye konacağı hususunda ciddi bir polemik oluşturduğunu söylüyor Tayfun Atay. Tasavvuf ve tarikat iklimindeki gönül sesinin, kitab'a dayalı ciddi-sert sesten daha makbul olduğunu ve bunun Müslümanlar nezdinde de hâlâ kabul gördüğünü, Şeyh Nazım ve müridleri örneğinden şöyle özetliyor: "İmamlar sahip oldukları şer'i bilgiyi otoritelerinin kaynağı olarak öne sürseler de bu, müridlerin nezdinde bir anlam ifade etmez. Örneğin müridler ile aralarında çıkan tartışmalarda, onlardan birinin kendi haklılığını yirmi yıldan beri imamlık yaptığına dayandırması, diğerinin ise El Ezher'de ilim tahsil ettiğini vurgulaması pek etkileyici olamaz. Çünkü karşılarında muhatap olarak, ilkokul mezunu olmasına karşın yaklaşık yirmibeş yıldır Şeyh'le beraber olan, onu 'dinleyen' bilgiyi bu yolla edinen 'Başmürid' vardır. Kalpten kalbe aktarılan bu bilginin, imamların 'Kitap'a dayalı bilgilerinden daha muteber olduğuna inanılır. Bu, "Müftüler fetva verse de sen yine kalbine danış!" (Erol Güngür, İslam Tasavvufunun Meseleleri, 1991, sf.113) diyen geleneğin İslâm bünyesinde halen canlılığını ve dinamizmini koruduğunun bir göstergesidir."

Tayfun Atay kitabın ilerleyen sayfalarında evrimden, Darwin'den yaratılıştan, teolojiyle biyolojinin ötesine dek uzanan metinlerle okuyucuyu tabiri caizse hırpalıyor. Tarihten önemli sayfalar sunuyor, halifeliğin kaldırılmasını kazanç-kayıp perspektifinden değerlendiriyor. Akabinde İran İslâm Devrimi'nin arka planına uzanıyor ve Müslüman Kardeşler'in kökenine eğiliyor.

Din Hayattan Çıkar, geçmişten günümüze uzanarak sunduğu antropolojik denemeleriyle üzerinden yıllar geçse de okunan, okunması gereken bir İslâm düşünceleri-toplumları haritası. Kitap bu sebeple ilk baskısını 2004'te yapmasına rağmen genişletilmiş yeni ve 6. baskısına 2017'de ulaştı.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf