18 Haziran 2018 Pazartesi

Zamanın içinde olmak ne kadar mümkün?

Sapanca'da, ciğerlerimin oksijenden gözlerimin yeşilden bayram ettiği güzel bir yerdeyim. Çekirdek ailemle ilk tatilim. Anne, baba ve çocuk. Annenin varlığı etrafa güven tohumları ekerken, çocuk bir çiçek gibi her şeye hayretle eğiliyor. Baba olarak ben, varlığımın şükrünü yaşıyorum. Zamanın içindeyim, kent hayatının ve bilhassa iş günlerinin tüm o biteviye hâlini üzerimden attığımın farkında bile değilim. Sadece zamanın farkındayım. Saniyeler geçerken aldığım nefesi hissediyorum. Saniye, nefes. Kalp, ruh. Kimi meditasyon der, kimi inziva, kimi de tefekkür. Bense teşekkür ediyorum yaratıldığım için: çok şükür.

Zamanı nasıl hissederiz? Zamanı hangi organ(lar)ımızla ve ne biçimde hissederiz? Fribourg, İsviçre ve Münih üniversitelerinde psikoloji ile felsefe eğitimi görmüş, doktorasını dünyaca ünlü Alman psikolog ve nörolog Ernst Pöppel'in danışmanlığında almış olan Marc Wittmann, eğitim geçmişine yakışır bir çalışma ile bu soruların peşine düşmüş. Hissedilen Zaman ilk kitabı. Metis Yayınları, bilim kitapları içine bu özel eseri dâhil etmekle aslında bize bir şey hatırlatıyor: çağımızın en büyük sorunlarından biri zamanın çok hızlı geçmesinden yakınmamız. Ancak biz de fazlasıyla hızlı yaşamıyor muyuz? Dolayısıyla bu "duble" hız içinde yaşarken, zamanı nasıl deneyimle(yebili)riz? İşte bu 160 sayfalık kitap, içeriğinden notlarına dek geniş bir düşünme eylemine ve yeni okumalar yapmaya kapı açıyor. Wittmann yol boyunca çeşitli pratikler önermekten kaçınmıyor, okuyucuyu böylece kavramlar ve fikirler içinde boğulmuyor. Üslup oldukça zengin.

Wittmann, "biz zamanız" diyerek başlıyor kitabına ve zaman miyobu kavramını ortaya atarak bekleyebilmek üzerine düşüncelerini paylaşıyor evvela. Çocuklara yapılan şekerleme testi neticesinde ulaşıyor bu kavrama. İleride daha büyük bir ödüle kavuşmaktansa hemen sunulan küçük ödülü almayı tercih eden insanlara zaman miyobu diyor: "Zaman miyobu olan kişinin hareketlerini sadece mevcut ânın ufkunun sınırları içindeki seçenekler etkiler. Belli bir zaman ufkunun ötesinde olan şeyler dikkate alınmaz."

İkinci bölüm, beynin ritminin peşine düşüyor. Sten Nadolny'nin Yavaşlığın Keşfi romanını hatırlatıyor evvela Wittmann. Sonrasında saniyelerin ve duyguların birlikteliğinde, beynin gösterdiği tepkilere örnekler veriyor. Bu bölümü, üçüncü bölümle taçlandırıyor ve detaylandırıyor. Ânı yaşarken, üç saniyelik şimdiki zamanın nasıl bir öneme sahip olduğunu okuyucunca şaşırıyor insan. Üç saniyenin şiirden müziğe dek beyinle nasıl bir ilişki kurduğuna, nasıl faydalı ya da zararlı olabileceğine değiniyor. Şiir ve müzik deyince elbette duygu da başrol oyuncusu oluyor. Beethoven'ın Beşinci Senfoni'sinin mesela, mevcut ânı hissetmek yani her an kendinin farkında olabilmek için özel bir deneyim olacağını söylüyor Wittmann. Zamanı yaşarken o zamanın içindeki duyguyu da tam olarak yaşamak bize neler kazandırır sorusunun cevabı ise şöyle: "İnsanın kendi duygularını kabul etmeye daha açık olması kaygıyı ve stresi azaltıp daha güçlü bir içsel huzur hissi yaratır. Kişinin odağında, olan biteni tam bir farkındalıkla algılamak vardır. Tam şu anda önemli olan tek şey şimdi olmakta olandır: bilinçli deneyim."

İçsel saatler, dördüncü bölüm. Zamana neden ihtiyaç duyduğumuzu sorguluyor. Burada Robert Levine imzalı Zamanın Coğrafyası adlı kitabı not etmeliyiz. Çünkü bu kitapta çok net biçimde anlatılıyor ki sanayileşmiş toplumlar az gelişmiş toplumlara kıyasla zamanı hem farklı görüyorlar hem de farklı yönetiyorlar. Büyük şehirlerde zamana, dakikliğe, hıza daha çok önem verilirken kırsal kesimlerde hız oldukça itici görülüyor. Dolayısıyla bir tarafın aceleciliği karşısında diğer tarafında yavaşlığı doğal bir 'kültür farkı' oluşturur. İtalya'da ve Avustralya'da kuzey ve güney şehirleri arasındaki bu 'kriz', Amerika'da doğu ve batı arasında görülebiliyor. Daha büyük bir pencereden bakarsak, Hollywood filmlerinde hep ayakta ve hızlı hızlı çimleri kesen insanlar görürüz. Bir oraya, bir buraya, hiç durmadan. Üstelik bu işi yaparken araya kimsenin de girmesi istenmez; buna komşu ve çocuklar da dâhil. Wittmann burada bir fotoğrafı devreye sokuyor. Hindistan'ın Tamil Nadu eyaletindeki Brihadeeswarar Tapınağı'nda bir bahçıvan. Çimleri yerde oturarak kesiyor. Hemen peşinden Alman şair Christian Morgenstern'in bir şiiri geliyor. Zamanın 'amma da uzun sürdü' veya 'tüh, bitti bile' dedirten iki yönü de var bu şiirde: "Ama dalıp giderseniz düşüncelere / o da koşmaya başlar son süratle / hızlı devekuşunun sırtına binmiş adeta / hiç tereddüt etmeyen sinsi bir puma."

Beşinci bölüm nihai zaman sınırında hayat ve mutluluğu ele alıyor. Genç ve yaşlı insanlarda zaman algısının nasıl oluştuğu, zamanın nasıl yorumlandığı değerlendiriliyor Wittmann tarafından. Duyguların, hatırlamanın ve tecrübelerin ön planda olduğu bir zaman algısıyla karşılaşıyoruz bu bölümde. Kuru kuru geçen zamanın insana tecrübe adına sadece yaşanmışlık katabileceğini, bunun yerine acı ve neşe anlarının zenginliğinin insana gerçek bir tecrübe -geçen zamanı hissetme- yaşatabileceğini öğreniyoruz: "Hayatımızda hatırladığımız olaylar onlarla bağlantılandırdığımız duygusalara bağlıdır. Yaşanan deneyim miktarı -yani hayatımızdaki duygusal renklilik ve çeşitlilik- ne kadar çok olursa hayat öznel olarak o kadar uzun görünür."

Zihinle beden arasındaki irtibatın zamanı algılama ve yaşama anlamında nasıl bir öneme sahip olduğunu altıncı bölümde görüyoruz. Kitabın belki de en çok konsantrasyon gerektiren sayfaları bu bölümde yer alıyor. Gün geçtikçe bilinç konusunun daha fazla konuşuluyor olması hem bilincin ne olduğuna hem de zamanı yaşama konusunda nasıl bir görev üstlendiğine dair önemli bilgiler ediniyoruz bu sayfalarda. Alışkanlıkların ve tekdüze yaşam şekilllerinin insanın zamanı doğru ve gerçekçi bir biçimde yaşamasına nasıl engel olduğunu şöyle bir örnekle anlatıyor yazar: "Sert bir sabah kahvesine alışmış olan kişiler her gün aldıkları dozda kafein almadıklarında sıkıntı çekerler. Hatta bazıları kahve olmadan çalışamayacaklarını söyler. Arzu edilen durumu mevcut durumdan ayıran bir uçurum vardır."

Wittmann, bir kişinin zamanı yoksa, bilhassa kendine ait ayırdığı zaman(lar) yoksa, kendisini de kaybettiğini söylüyor. Zaten gündelik zorunlulukların kapımıza sürekli dayanmış vaziyette olması ve dikkatimizin gün boyunca süren dağınıklığı, kendimizin farkında bir türlü varamamamıza sebeptir. Çılgın bir koşuşturmaca ve panik içinde oradan oraya sürüklenen, devamlı planlar yapan biz büyük kent insanları için tefekkür, düşünce ve inziva oldukça uzak kavramlar olmuştur artık. Burada çok açık ve net biçimde "zaman yoksa benlik de yoktur" diyor Wittmann. Aynı zamanda ikaz olan bu cümlesinin devamında şu basit öneride bulunuyor: "Her gün bir saatliğine tüm dikkatinizi vererek bir şey yapın. Ya da on beş dakika boyunca koltukta oturup hiçbir şey yapmayın: Duruşum nasıl? Herhangi bir yerim ağrıyor mu? Nasıl hissediyorum? Fantazilere dalabilir ve dünyanın tecrübe ettiğimiz hızlanışıyla nasıl uzlaşabileceğimizi gözlemleyebiliriz."

Kitabın son bölümünde zaman duygusunun nasıl ortaya çıktığından bahsediyor yazar. Eğer işleri akışına bırakmaktansa onların kontrolünü üzerimize alabiliyorsak, yani zamanı israf yerine tasarruf söz konusuysa, duygular zamana odaklanıyor ve benlik kendi farkındalığında nefes alıp vermeye başlıyor. Burada Wittmann bazı testlerden de bahsediyor. Bir testte, kendi kalp atışlarını daha isabetli bir şekilde sayan, sayabilen katılımcıların geçen zamana dair süre tahminlerinin daha doğru olduğu görülüyor. Bu testin ve sonuçlarının akabinde nefes, meditasyon, yalnız kalabilme, anı yaşama (popüler anlamında değil, gerçekten anın içinde olma: şimdi ve burada anlamında) gibi konular hakkında da yorumlarda bulunuyor: "Birçok meditasyon türü açıkça bedensel benliğe göndermede bulunur ("Kolunuzun yerde nasıl durduğunu hissedin"). Bu tür talimatlar kişiyi bedeninin münferit kısımlarına odaklanmaya, sıcaklıklarını ve ağırlıklarını hissetmeye sevk eder. Ya da nefesinize odaklanır ve kalp atışlarınızın farkına varırsınız. Bedeni ve süreçlerini bu şekilde algıladığımızda zaman çok yavaş geçer. Bedensel mevcudiyet böylece zaman farkındalığını yaratır."

Tanpınar, "ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında" derken bize ne söylüyordu? Belki de o bize 'şimdi ve burada' olmayı işaret ediyordu, kim bilir? Furuğ ise "eğer aşk varsa zaman ahmakça bir sözdür" demiş, acaba aşkla yaşandığında, aşkla hissedildiğinde mi zamanın zaman olduğuna işaret ediyordu o da? Bilemeyiz ancak şunu görüyoruz ki 'zamanın farkında olanlar' aslında sadece ve sadece ondan bahsediyor: kalpten.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

14 Haziran 2018 Perşembe

Hakikat peşinde koşan bir dervişin bıraktığı izler

"Ben her fırça darbesinde hayatımı tehlikeye atıyorum."
- Paul Cézanne

Simon Weil ve Simon De Beauvoir. Aynı lisenin iki dâhi çocuğu. İkincisi pek ala biliyoruz. Weil ile ise daha henüz yeni tanışabildik. Haliyle Selahattin Yusuf da soruyor. “Birini kullanıma sokan edebiyat konanı diğerini neden ötekileştirdi. Neden Türkçede göremedik Weil’i?". Cevap Weil’in hayat hikâyesinde saklı. Çünkü Simon Weil bir derviş, bir mistik. Tanrı’yı arayıp duran bir deha. İspanya iç savaşına katılıp öldürmek istemediği için muharip olmayan bir vicdan. 41 yaşında gözlerini hayata yummuş bir erken veda. Uğradığı sükût suikastı bizle sınırlı değil. Hem yaşadığı dönemde hem de halen aynı kaderi yaşıyor. Çünkü kıta Avrupası Allah’tan bahseden bir kadını görmezden gelmeye ayarlı. Metafizik halen geçer akçe değil kapitalizmin hegemonyasında.

Simon Weil türlü izm duraklarından geçtikten sonra tam da 2. Dünya savaşının ortasında maneviyatı keşfetmiş bir akıl. Dünyanın üstünde kara bulutlar dolanırken onun payına düşen de Tanrı fikriyle hemhal olmak. Ve bu fikir yüzünden kenara atılmak, açlık ve hastalıkla sınanmak da payına düşenlerden. Ama ne gam. Tanrıyı arayanların iç huzurunu bilene yeter de artar bu dünya. Bazı insanlar böyle işte. Bir hakikat peşinden koşarken damıttıkları kanlarıyla yazıyorlar fikirlerini.

Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler kitabı Ketebe Yayınları'ndan çıktı. Bu vesileyle yayın hayatına merhaba diyen Ketebe'ye bereketli bir yayın serüveni diliyorum. Bu eseri Türkçeye kazandırdıkları için de takdiri hak ediyorlar.

Dervişliğinin yanında çok iyi bir yazar olduğunu da bu kitabıyla anlıyorum ve kaybettiğimiz vakte hayıflanıyorum. Parlak bir ifade, teşbih gücü ve derin tefekkürü ilk olarak dikkatimi çekenler. Bahsini ettiği şey Hristiyanlık ve Hz. İsa gibi görünebilir ama esasında daha geniş ve kapsayıcı bir maneviyat onun asıl teması. Derdi bu fikrin tohumunun içimizde saklı olduğu ve bu mucizeyi anlayacak fıtratımıza dönmemiz. Sizi kitaptan bazı pasajlarla baş başa bırakıyorum.

Dünya üstünde, çeşitli kılıklar içerisinde gördüğümüz kötülük, Allah’tan uzak oluşumuzun bir işaretidir. Lakin mesafenin kendisi aşktır ve aşka âşık olunmalıdır. Kötülüğe âşık olamayız ama Allah işte bu kötülükler arasından geçilerek sevilir.

Tanrı’ya inanmak sadece bize değil, aşkımızı sahte tanrılardan korumamıza bağlıdır. İlk olarak, geleceğin bütün isteklerimizi içine tıktığımız bir yer olduğuna inanmayı bırakmalı.

Bizler emeğimizde ve gündelik hayatımız içinde yaşanan şeylerin bize sunduğu sembolik anlatıyı bir mektubu okur gibi okumalıyız. Bu semboller keyfi şekilde karşımıza çıkmaz, onlar şeylerin doğasına çok evvelden ve Tanrı tarafından yazılmışlardır.

"Zaman ve mekânın sonsuzluğundan münezzeh olarak, Allah aşkı bizi sonsuzdan daha sonsuz bir biçimde tatmin etmeye gelir. Bizim de bu daveti kabul edip, reddetme irademiz vardır. Biz ona sağır kalmışsak bile, bu hal bize bir dilenci gibi defalarca gelip durur. Ve bir gün yine bir dilenci gibi gelmeyi bırakır. Eğer hissedebilsek, Tanrı bizim için küçük bir tohum bırakıp gitmiştir."

Kitap Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler, Joe Basquet’ye Mektup ve Allah Aşkı ve Mutsuzluk olmak üzere üç bölümden oluşuyor. Orkun Elmacıgil tarafında çevrilmiş ve başarılı diyebileceğimiz bir çalışma olmuş. Son bölümde Allah aşkından bahsedildiği yerde belki de karşılığı mutsuzluk olan sözcük bizde sanki “hüzün” olarak işleniyor gibime geldi. Allah aşkı vasıtasıyla duyduğumuz fıtratımızda programlı o duygu “mutsuzluk” değil de hüzün diye çevrilmeliydi diye düşünüyorum. Okurken beni duraklatan bir şeydi bu.

Tam da ramazan ayı içerisinde okunup tefekküre yelken açılacak bir kitap fikri olarak aklınızın bir köşesinde dursun derim.

Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf

8 Haziran 2018 Cuma

Yazarın gölgesinde kalan: okur

“Cenneti her zaman bir çeşit kütüphane gibi hayal etmişimdir.”
- Jorge Luis Borges (1899-1986)

“Okumak geliştirilen bir zanaattır.”
- Friedrich Nietzsche (1844-1900)

Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti” diye başlar Orhan Pamuk, Yeni Hayat adlı romanına. Tek bir kitap insanın hayatını ne kadar etkiler ya da değiştirebilir bilemiyorum ama bazı insanların hayatı ömürleri boyunca birden fazla kitap aracılığıyla değişime ve gelişime uğramıştır. Daha önce üzerine yazmış oluğum Giovanni Papini’nin (1881-1956) Bitik Adam’ı bunun hoş bir örneğidir. Benzer bir sürece Ümit Aktaş’a ait Okuma Serüveni’nde de tanık oluruz. Bu iki yazar hayatlarının belirli bir sürecindeki yaptıkları okumaların düşünsel ilerleyişlerine yaptığı etkiyi ele alır. Eserlerde konu edilen dönemin edebi, sosyo-kültürel, siyasi ve ekonomik verilerine ulaşmak mümkündür. Ümit Aktaş’ın eseri hem bu coğrafya ait olması hem de tarihsel olarak yakın bir dönemi ele alması nedeniyle daha bizdendir, çok daha kolay hazmedilir. Bu canlı örnekler gösteriyor ki, okuma uğraşı insanın hayatını gerçek anlamda değiştiren bir eylemdir. Okuma ve hayatı eşsüremli ele alan birçok örnek verilebilir belki ama en tipik olanları sanırım Marcel Proust (1871-1922) ve Alberto Manguel’dir. Zira bu duruma dair hatırı sayılır eserler ortaya koymuşlardır.

Okuma ve okurluk üzerine yazılan metinleri farklı açılardan değerlendirmek mümkün. Kimi, yukarıdaki örneklerde olduğu gibi yazarın hayatı üzerinden değerlendirilirken kimi meseleyi bilimsel bir alana taşıyarak kuramsal eleştiri içerir. İlgilisi ve alan için önemli olan spesifik ve akademik olanları bir yana Fethi Naci’nin (1927-2008) eserlerini bu açıdan oldukça önemli bulduğumu söyleyebilirim. Konuya dair bazı metinler ise edebi açıdan biraz sönüktür ve salt tanıtım/reklam yazısı olmaktan öteye geçemez. Ulusal bir gazetenin kitap ekinde yayınlanan yazıların toplandığı Taha Akyol’un 101 Kitap’ı onlardandır. Yavan, yüzeysel ve oldubitti havasındadır. Bu bağlamda çok daha zengin içeriğe sahip çalışmaların hak ettiği yerde olmaması üzücü bir gerçek. Onlardan biri diyebileceğim sevgili Yağız Gönüler’in “kırk kitaba anlattırdığıYolda Olmak’ını başka bir açıdan farklı bir yere koyuyorum. Kırk rakamı tasavvufi ıstılahta nefsi terbiye ve tezkiye için çekilen sürece (çile) işaret eder. İyi ya da kötü bir şeyi üst üste kırk gün aynı ‘ciddiyetle’ yapmak o şeyi fıtrattan kılar. Buna istinaden (tasavvufa dair rezervlerimi bir kenara bırakarak) kitaba ilk başladığımda kırk gün her bir değerlendirmeyi okumayı düşünmüştüm. Ardışık kırk günde okuma kararıma uyamasam da kitabı her ele alışımda bir değerlendirmeyi devirerek kırk günde (ya da seferde) okumayı başardım diyebilirim. Umutla bağını koparan fakir için avuntu da ekmektir.

Okurluk, okuma ve kitap üzerine örnekleri çoğaltmak mümkün elbette lakin bu konu üzerine yazılan metinlerde benim en çok dikkatimi çekenler popüler kültürle yoğurularak amacının dışına çıkarılanlarla entelektüelliğin sınırlarını zorlayarak okura seviye atlatan analiz ve/veya tenkit eserledir. Mikita Brottman’a ait Okuma İlleti adlı eser ilk gruptan. Popüler kültür değinileri içeren kitabı sosyo-kültürel açıdan okumak ve okuyucu profiliyle örtüştürerek değerlendirmek için ideal bir eser. Hilmi Yavuz’un Okuma Notları ise ikinci gruba girerek entelektüel çabanın önemli bir örnekliğini teşkil ediyor. Okuma Notları neredeyse ele alınan eserleri okuyormuş gibi özenli olmayı gerektirir. Bir de bu iki alan arasında gidip geldiğini düşündüğüm eserler var. Örneğin Tim Parks’ın Ben Buradan Okuyorum’u onlardan. Yine onlardan olduğunu düşündüğüm bir başka eser Okuma Sanatı. Damon Young imzalı iki yüz yirmi sayfalık eser kısa süre önce Maya Kitap tarafından yayınlandı. Sekiz bölümden oluşan kitap özgürlük, merak, sabır, cesaret, ölçülülük, adalet, ahlak, hakikat, dürüstlük, onur gibi temel kavramlar etrafında yer yer felsefi yorumlamalarla ele alınıyor. Esra Doğu’nun Türkçeleştirdiği Okuma Sanatı’nda “yazarlığın gölgesinde kaldığı” iddia edilen okurluğun ön plana çıkarılmaya çalışıldığı vurgulanıyor. Yazarın bu konuda başarılı olduğunu söylemek mümkün zira farklı türlere ait kitaplar arayış içindeki ‘aç’ bir okur edasıyla değerlendiriliyor. Süreci çocukluğu ve çocuk kitapları üzerinden değerlendirmeye başlıyor Young. Fantezi, masal, fabl, roman, anı, felsefe, teoloji, çizgi roman türü kitapları kurgu-gerçeklik üzerinden değerlendiren yazar, “yazının okurla buluştuğu anda asıl değerini kazandığını” belirtiyor. Ona göre sözcüklerin hak ettiği anlamı bulması kitabın ulaşması gereken yere gelmesini sağlayacaktır. Bu gerçekleşme okur aracılığıyla mümkün olacaktır. Bu açıdan okurun önemli bir güce sahip olduğunu fakat bu gücün her okuduğuna inanmak yerine şüpheyle bakmaya yönlendirilmesinin okuyucunun faydasına olduğunu belirtiyor yazar. Bir yandan farklı düşünür ve yazarların özellikle okuma ve kitap üzerine düşüncelerinden örneklerin verildiği metin diğer yandan ele alınan düşünür ve yazarların dönemlerinden kesitler sunuyor. Kendi çocukluğu açısından nostaljik bir anlatımda bulunan Young, tarihi şahsiyetler üzerinden de geçmişin sosyo-kültürel bir görüntüsünü ortaya koyuyor.

Damon Young hatalarını ve eksik gördüğü yönlerini açık yüreklilikle söylemekten çekinmeyerek okuma eyleminin nasıl daha nitelikli yapılabileceğini kendi deneyimleri üzerinden anlatmaya çalışıyor. Ona göre kişi, özerk bir alan gerektiren okuma eylemiyle ne kadar erken tanışırsa o kadar faydasını görecektir. Yeniden okumak, (yeni) okumaya tercih edilebilir çünkü yeniden okunan bir şeyin detaylarına hâkim olmak mümkündür. Duyuları hisse dönüştüren okuma yazarın ve okurun özgürlüğünün birleşimidir. Bir teslimiyet gerektiren okuma aktif bir keşif sürecidir. Okurun yaptığı sadece metnin değil yazarın da keşfidir. Bu bağlamda gösterilen emek hakikatin peşinden giden insanın çabasına denk gelmektedir. Mesajı almak veya almamanın yazardan ziyade okurun sorunu olması okumanın niteliği gibi kastını da önemli kılmaktadır. Okumanın kastı okuma erdemini ortaya çıkarır ve fakat okuma erdemi şizofren bir teslimiyet hâline de getirilmemelidir. Okuma genel anlamda bir denge işidir.

Okur olmanın okuryazar olmakla başladığını belirten yazar yaptığı bir alıntıda “ilahi bir müdahale ile okuryazar olmayız, olayı fevkalade hâle getiren kültürel bir müdahale ve bir seçilim sayesinde okuryazar oluruz” diyor. Ona göre okumayı psikolojik açıdan zengin kılan şey çoğu zaman kişiye hastır. Fakat bunun dışında özellikle meselenin yazar kısmında gelişen boyutu bulunmaktadır. Örneğin önemli oranda ısmarlama metin piyasayı vardır. Okurluk ise kurslar, çalıştaylar, merkezler, festivaller aracılığıyla popüler edebiyat endüstrisine dönüştürülmektedir. Bu çalışmalar eşliğinde teknik uzmanlık adı altında ‘satın alma’ dersleri verilmektedir. Young bu durumu “basma kalıp metin ve sabun köpüğü edebiyatı” olarak nitelendiriyor.

Okumak öğrenmeye çevrilebilen bir aşktır” diyen yazar, entelektüelliği merak ve keyfin iç içe geçmesi olarak tanımlıyor. Entelektüel bir okurun yaptığı, metnin ihtimalleri içinde bir ihtimali seçerek yazarın seçimlerinin keyfini çıkarmaktır. Burada okurun farkında olması gereken şey, ihtimallerin birçoğunun gerçekte var olmayacağının muhtemel oluşudur. Geçen her gün daha fazla okunacak şeyin var olduğunu düşünen okur ümit ettiği okuma listesini hiçbir zaman yetiştiremeyeceğini korkusunu yaşayarak sabrı öğrenir. Okur okunacaklar bitmeden ölmeyi istemese de zaman aşılması mümkün olmayan bir engeldir. Bunun yanında herhangi bir kitabın son sayfalarına ulaşmış olmak sadece sabırla ilgili de değildir. Edebiyatın insanı yumuşatan, incelten, keskinleştiren, acı veren yönleri de vardır. Yazar bu durumu “bazen acı çekeriz çünkü yazar başarısızdır, bazen de acı çekmemizin sebebi yazarın başarmış olmasıdır; sözleriyle bam telimize basıp ıstırap ve öfkeye neden olmuştur” şeklinde açıklıyor. Aslında bu sonuç acıdan ziyade okur adına hem edebi kazanım hem de harcadığı zamanın tazminidir.

Eser boyunca Batı felsefesinin kökenlerine ve gelişimine dair alıntı ve atıflar yapılıyor. Özelikle Yunan felsefesi ve erdem kavramıyla ilişkilendirmelerin hacmi hayli büyük. Benzer atıflar Hıristiyan teolojisi ve teologları üzerinden de gerçekleşiyor. Yapılan alıntı ve atıfların filozof ve yazarlara dair eleştiri içermesi metne ayrı bir zenginlik katıyor. Okur için keşfe açık olsa da eserin en eksik bulduğum yönü buradaki Batı merkezli anlatım diyebilirim. Metni dair aşkın bir okuma gerçekleştirmek gerekirse; sadece bu kitapla sınırlı olmayan bu durumu hayatımızın her alanında derinlemesine yaşıyor olduğumuzu görmemiz gerekiyor. Tarihten bilime, edebiyattan teknolojiye, eğitimden ekonomiye kadar yaşantımızın her alanı Batı merkezli bir düzlemde gerçekleşiyor. Elbette bu çıkış -bir türlü gerçekleştiremediğimiz- esaslı bir özeleştiri yapmayı mecbur kılıyor.

Metni okurken Damon Young’un doğallığı, yer yer esprili tavrı ve bir yazar olmaktan çok şahsına münhasır okur psikolojisi de eşlik ediyor. Sık sık özeleştiri yapabilmesi, insanın her ne kadar mükemmeliyeti arayan bir varlık olsa da hatalardan münezzeh olmadığını kabulü, eleştirmekten gözünü sakınmaması okuma açısından önemli detaylar diye düşünüyorum. Eserin birçok yerinde polemiklere yer veren Young bu polemiklerin bir kısmını kendi yaparken bir kısmını da yazarlar arasında yaşananlardan seçiyor. Özellikle James Joyce (1882-1941) ve Virginia Woolf (1882-1941) arasında geçenler ilgi çekici. Young, Okuma Sanatı’nda başta edebiyat olmak üzere siyasetten sosyolojiye, dinden tarihe, felsefeden popüler kültüre kadar oldukça geniş bir alanda kalem oynatıyor. Genel olarak anlamak adına metinlere nasıl yaklaşılması gerektiğine dair ipuçlarını vermeye çalışıyor. Kitap her ne kadar yazarın öznel yaklaşımını ortaya koysa da belirli bir düşünsel zeminin izleri gösteriyor. Oldukça fazla detayın olması okur için satır aralarının keşfe açık hâle getiriyor. Bibliyografya kısmı bilindikten biraz farklı ele alınarak metnin bir parçası hâline getirilmiş. Bu açıdan okuması keyifli bir referans olarak değerlendirilebilir. Okuma Sanatı okumayı boş zaman uğraşısı olarak görmeyen ‘okur’a faydalı bir okuma vaat ediyor diyebiliriz.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Sözün ve dolayısıyla insanlığın bittiği yer: linç

"İnsana gene insan lazım."
- Vur Ulan Vur: Linç Öyküleri (İletişim Yayınları, Nisan 2016)

Linç, TDK'ya göre: Birden çok kimsenin kendilerine göre suç olan bir davranışından ötürü birini, yasa dışı ve yargılamasız olarak öldürmesi. İngilizceden dilimize, linç hukuku kavramıyla birlikte geçmiş. Peki hikâyesi nedir bu kelimenin? Dört kişiye dayandığı söyleniyor, bu dört kişinin üçü yargıç. Şöyle: "1493'te İrlanda'nın Galway kasabasında cinayet zanlısı oğlunun mahkûm ettikten sonra evinin penceresinden sarkıtarak bizzat asan, gaddarlığıyla ünlü yargıç James Lynch... Amerikan bağımsızlık savaşında gerek İngiltere'ye sadık kalan "düşmanları" gerekse her adi suç zanlısını mahkemeye çıkarmadan, çoğunlukla kırbaçlatarak, cezalandırtan yargıç Charles Lynch... 16. yüzyıl sonlarında Kuzey Carolina'da olağanüstü sertliğiyle nam salmış bir yargıç, John Lynch... Lincin isim babası adaylarından yargıç olmayan, yalnızca William Lynch: 18. yüzyıl sonu/19.yüzyıl başlarında Pittysylvania kentinde bir haydut çetesini bizzat cezalandırmak üzere milis örgütleyen bir adam..."

Gün geçtikçe ülkemizde lincin farklı mecralarda yoğun biçimde kullanıldığına tanık olduk. Hem 'eylem' bakımından hem de 'kavram' bakımından. Bir 'ünlü' kilo aldığı için takipçilerinin lincine maruz kalabiliyor, bir kız 'çocuğu' evlenmek istemediği için ailesi ve akrabaları tarafından gerek sözlü gerek fizikî linçle çok zor durumlara düşebiliyor. Bir tweet atarken bile "başıma bir şey gelmeyecekse" demenin aslında mizahi bir tarafı yok, bu en çok hışma uğrama korkusunun dile gelmiş hâli. Çocukluğunda utanç ve yas duygularıyla doğru biçimde bağlantı kuramamış her insan, hele ki korku ve kitle toplumunda yaşıyorsa, elbette 'başına bir şey gelme' psikolojisiyle yaşayacaktır. Keza Tanıl Bora da Türkiye'nin Linç Rejimi adlı bu 'küçük ama etkili' kitabında yas sürecine değinerek çok önemli bir şey yapıyor: "Sağlıklı bir yas tutma deneyimi: insanın sevdiğiyle beraber hayatındaki/hayatıyla bir 'ilişkiyi' kaybettiğini, böylece hayatında esaslı bir değişiklik olduğunu kabul etmesi; bu değişiklikle baş etmeye hazır olması, hazırlanması, yeni bir başlangıç yapmasıdır. Bu acılı deneyim esnasındaki 'kendinden geçiş/kendinden çıkış', kendiyle ve hayatla/dünyayla, başkalarıyla yüzleşmek için ve başkalarının varlığına bağımlılığı fark etmek için bir mesafedir. Dolayısıyla, dünyadaki başka acıları, başkalarının acılarını fark edebilmek, başkalarının kayıplarının, başka acıların da 'değerini bilebilmek' için bir mesafe..."

Edebiyatımızın iki usta kalemi de romanlarında linci bir 'final' kurgusu olarak işlediler kitaplarında. Biri Ayfer Tunç, Dünya Ağrısı. Diğeri Hasan Ali Toptaş, Heba. İlkinde bir 'linç tecrübesi'nin insanın yakasını hiç bırakmayışı var. İkincisinde lincin insanlık dışı tabiatının insanda oluşturduğu 'yok yahu, birileri muhakkak durdurur bu sürüyü' umudu. "İki edebiyatçının gözlerini lince çevirmesi de bize bir şey anlatıyor olmalıdır" diyor Tanıl Bora. Çünkü bu vahşi ve vicdansız, çünkü bu en doğal ifadeyle şerefsizce eylem, konu edilmeli, yani konuşulmalı. Romanla, filmle ve hatta müzikle.

İlk baskısını Aralık 2008'de yapan bu 112 sayfalık kitap, Mart 2018'e dek 6. baskıya ulaştı. Son baskıda Tanıl Bora'nın bazı eklemeleri ve çıkarmaları var. Kapağı oldukça ağır: 2013 Haziranı’nda Eskişehir’de Ali İsmail Korkmaz’ın uğradığı lincin video kaydından bir görüntü. Elindeki-belindeki coplara ve sopalara 'inanmış' bir güruhun, tek başına 'yakalayıp' köşeye sıkıştırması ve 'hayatî' bölgelere o copları, sopaları indirmesi. İnsan, tek başına yeterince hayatîyken bile. Ancak insandan bahsediyoruz, lincin sınırları içindeki tek insandan. Linç; güruhun, sürünün, hayatını işaretlere, söylevlere, emirlere bahşetmiş ve dolayısıyla putunu inşa etmiş kimselerin eylemi özellikle.

Bir millî refleks oluşturma gayretiyle millî öfke seferber ediliyor Tanıl Bora'ya göre. Bu da bir "gayrınizamî asayiş tedbiri" olarak özellikle seçim öncesi ve 'olağanüstü gelişmeler' dönemlerinde epey iş görüyor. Tedbirle tehditin, tahrikle tacizin iç içe geçtiği bu 'iş görme' durumunda halkın sorunu kendi yöntemleriyle(?) çözebileceği gibi nostaljik bir algı da oluşturuluyor elbette. "Sözün bittiği yerdeyiz", "evlerinde zor tuttuğumuz bir yüzde elli var", "olacaklardan sorumlu değiliz" gibi cümlelerin her biri sözün bittiği yeri işaret ediyor aslında: "Yönetenler, sosyal devletin son kalıntılarının da eridiği, milyonlarca insanın perişanlık içinde yaşadığı, bir "güç" sahibi olmayan kimsenin kendisini reşit insan yerine konuyor hissedemediği bir toplumun kendisini "bir ve beraber" hissetmesini sağlamanın başka bir aracına sahip değildir. Çok övünülen "bayrak selleri", toplumsal ilişkilerdeki çözülmenin ve bundan doğan umutsuzluğun, kaygıların üstünü örtüyor. Tabii, soruların da üstünü örtüyor. "Söz bitti" emri, daha başlamamış konuşmayı boğuyor."

Türkiye'nin Linç Rejimi; Razgrad, Vagonli, Hatay, Tan Matbaası ve 6/7 Eylül olayları üzerinden erken cumhuriyet dönemindeki linç disiplinini incelerken linç ortamının nasıl kurulduğunu ve lincin nasıl bir 'faşizm sarkacı' olduğunu anlatıyor kısaca. Mukayeseli linç etüdü için Nazil Almanyası ile bugünün Türkiyesini karşılaştırıyor. Linç açılımını ve linç kültürünü sorguluyor. "Gezi" linçlerini aktardıktan sonra Türkiye İnsan Hakları Vakfı Dokümantasyon Merkezi'nin sunduğu verilerle 2002-2013 yılları arasında gerçekleşen linç girişimlerini döküyor masaya.

Tüm bu döküş birçok soruyu da beraberinde getiriyor. Kavgayı ve inşaatı izlemekten büyük keyif alan halkımız, herhangi bir kavganın yanına bile konamayacak linç denen insanlıktan uzak eylemi izlemekten de keyif alıyor artık. Seyir zevki yüksek, tıklanma oranı yüksek, okunma oranı yüksek. Şöyle diyor Bora: "Lincin skandal olarak karşılanmadığı, linç vakasının insanlık adına bir utanç duygusuyla değil de 'acaba niye yapmışlar?' (zımnen: kim kaşınmış) merakıyla karşılandığı bir toplumsal vasatta, lincin seyirlik olması şaşırtıcı değildir."

Kin, intikam, öfke, nefret ve şiddet duygularının 'hep birlikte' eyleme dönüşmüş hâlidir linç. İnsanlığın bittiği yerdir. Belki de bu yüzden "büyükler" her linç vakasından önce "sözün bittiği yerdeyiz" der. Oysa insanlar konuşa konuşa...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

7 Haziran 2018 Perşembe

Kuvvetli bir susuşun ardından gelen mucizevî uyanış

"Ey muhteşem doğa, eğer ben sana hayran olmasaydım bana bunu bir kadın öğretirdi, çünkü o varoluşun sultanıdır."
- Soren Kierkegaard, Kahkaha Benden Yana

Hayatına ve işine felsefeyi, edebiyatı katmış bir doktoru diğer doktorlardan ayırmak çok kolaydır. Hani Ercan Kesal, "Diyelim bir cerrah seçeceksiniz, Turgut Uyar okumuş bir cerrah seçin ya da Çehov okumuş bir doktora muayene olmaya çalışın, varsa öyle bir seçeneğiniz." diyor ya, işte o hesap. İşin ilginci Çehov da "Tıp, nikâhlı karım benim, edebiyat ise metresim" demiş zamanında. Ortalıkta bu kadar 'hapçı' doktorun olduğu bir zamanda, söze gramlarla, aç karnına tok karnına öğütleriyle başlamayacak hekimlere ihtiyacımız var. İlla televizyona çıkmalarına, radyo programı yapmalarına da gerek yok. Ama bizden uzak olmasınlar, mesela kitap yazsınlar. Okuyalım, ihtiyaç duydukça bir kez daha okuyalım. İşte öyle bir kitap: Varoluşa Tutunmak.

Kadın hastalıkları ve doğum uzmanı olarak ihtisasını tamamlamış, bilinçli hipnoz eğitimi aldıktan sonra klinik psikoloji yüksek lisansını tamamlamış bir hekimin, Vedat Aydın'ın kitabı. İlk ama son olmamasını dilediğimiz bir kitap, bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Önsözde kadın hastalıkları ve doğum uzmanlığından psikolojiye, psikoterapiye nasıl yöneldiğini o kadar güzel anlatmış ki, en doğru konudan hem de: doğumdan. Varoluşun aslında başladığı değil, 'tamam' olduğu o zamandan. Bebeğin anneyle kurduğu bağ ve dolayısıyla varoluşa tutunması kitabın hem adına hem kapağına yansımış. Şöyle diyor Aydın: "Benim insanın psikolojisini öğrenmem ve ruhsal yapıyı anlamam için önce bu varoluş sahnesini tekrar tekrar yaşamam gerekiyordu. Daha önceleri bir hocamdan duyduğum gibi, gerçekten de 'Doğum bir mucize doğumhane bir ibadethane' idi."

Varoluşu felsefe, teoloji ve psikoloji yönleriyle araştıran Aydın'ı en çok sufi anlayışındaki varoluş etkilemiş. Kendisini en çok bu anlayışa yakın hissettiğinden bundan sonraki tüm gözlem ve çalışmalarını da bu anlayış üzerinden yapmış. Nihayetinde 'varlık bağı kuramı'na gelmiş. İçsel gelişimin çok sessiz ve sakin olduğunu, her insanın varoluşundaki biricikliğini ve tekliğini, yönünü kendi belirleyebilen kişilerin varoluşa daha doğal tutunabileceğini, insanın yönünün her zaman iyiye ve güzele doğru 'ayarlandığını' söyleyen bir kuram bu. Dileriz ki gelecek dönemde bu kurama dair teferruatlı bir kitap daha yayınlasın Aydın. Ne güzel yazmış: "Kötü şartlardan geçilse bile iyiye gidiş mutlaktır. Koşullar ne olursa olsun insanın hep yüzeye çıkmayı bekleyen sağlıklı bağlar kurma potansiyeli vardır. İnsan doğru rehberlik ve koşullarda daima iyiye yol alma eğilimindedir. Varoluşun temelinde hep gelişme vardır. Yeter ki insandaki öz tetiklensin."

Varoluşa Tutunmak adlı bu kitabın en şaşırtıcı yönü, Vedat Aydın'ın vakalar karşısındaki çözümlemelerini ve yöntemlerini samimi biçimde aktarması. Özellikle bir-iki vakadaki çözüm yöntemi beni o kadar çarptı ki hemen çalışma odamızın tahtasına yazıverdim muhakkak uygulamak üzere. İnsan her karşılaştığı önerinin faydalı olacağına inanmaz, gerçek bir inanç mutlaka harekete geçirir. Keza kitabın girişindeki avcı ve varoluş hikâyesi bile insanı derin derin düşündürüyor. Aydın; varoluşa tutunuş ve varlık bağları, varlık bağlarının tanımı, anksiyete ve onun yarattığı hastalıklar, cinsel kimlik ve bozuklukları, kişilik bozuklukları, klinik görüşme ve terapi teknikleri konularında açıklamalar yapıyor kitabın vakalar öncesindeki kısımlarında. Hastalıkların tanımları, belirtileri, tedavi edilmediği takdirde olası kötü gelişmeler de yer alıyor bu metinlerde. Sonrasında vakalar başlıyor. On iki vakaya nasıl yaklaştığını, hangi yöntemlerle danışanının üzerine gittiğini gözler önüne seriyor. Bu vakalar arasında şu tip sorunlar var: İçini bir yengecin kemirdiğini düşünmek, ölümcül derecede sigara içmek, uzaylarla ilgilenen bağımlı bir kişiliğe sahip olmak, aşkına ihanet etmek, sedef hastası olmak, cinsel isteksizlik yaşamak, yıllardır omuzdaki yoğun ağrının fizikî olduğunu zannetmek, babanın bıraktığı izin içinde kaybolmak, bağımlılıklarıyla ahlakî çizgiler arasında gidip gelmek, daha önceki deneyimlerinin olumsuz etkisinden çıkamamak, bir çatışmada kaybolan cinsel istek, küçük yaşta tanık olunan kusma eylemiyle kurulan olumsuz bağ.

Danışanların bazen ilk bazen de ikinci görüşmelerinde (seans) çok dikkatimi çeken bir şey oldu. Doktor çeşitli sorularla kişinin kopmuş veya sağlıksız gelişmiş bağlarını yakalamaya çalışıyor, yani kişinin bir doktora ihtiyaç duyma sebebini. Kişilerin, "neden buraya gelme ihtiyacı duydunuz?" sorusuna verdiği cevapların hiçbiri bu sebebi açıklamıyor. Sonra, daha sonra ortaya çıkıyor bu. Çeşitli tetikleyici (kaşıyıcı) sorular ve akabinde kısa ve kuvvetli bir soru. Ardından "uzun bir sessizlik ve gözyaşları..." ya da "derin bir sessizliğe gömülüp konuşmayı bıraktı..." geliyor. İşte ne çıkıyorsa ortaya bu sessizlik ve gözyaşlarından sonra çıkıyor. 

Mesela şöyle bir cevap çıkıyor kopuk bağı bulmaya çok yaklaştıracak nitelikte: "Benim göğsümde bir yengeç var ve her akşam beni içimden kemiriyor. Durması için yalvarıyorum ama durmuyor. Doymuyor, bıkmıyor, kemiriyor kemiriyor, beni yiyip bitiriyor. Biliyorum, sonunda beni öldürecek."

Bazen de şöyle: "Sıkılmış sivilce gibiyim. İçerisindeki irin çıkmış ama acıyan, şiş ve kan sızdıran yara gibi."

Doğum, varoluş için atılan ilk tohum. Çocukluk ise çiçeğin ilgiyi ve alakayı doğru biçimde, doğru oranda alması gereken bir zaman. Öyle bir zaman ki mezara kadar insanı etkiliyor. Yalnız insanı değil, çevresini, işini, hayallerini, rüyalarını. Varoluşa Tutunmak, çocukluktan itibaren insanın yakasına sinsince yapışan ve o yakayı bir ömür kolay kolay bırakmayan sorunları çözme doğrultusunda bazı yollar sunuyor. Güzel ve umutlu yollar...

Yağız Gönüler

6 Haziran 2018 Çarşamba

Baskıdan kurtulmak için yaşasın delilik

"Tek bir noktadan bakarsanız tek bir şey görürsünüz. O gördüğünüz şey sizi sonuca götürecek şey midir yoksa gerçekle aranıza giren bir engel midir? Bakış açımızı değiştireceğiz. Kendimize bir aralık bulacağız ve gerçeği görebilmek için oradan bakacağız."
- Komiser Ferman, Av Mevsimi (2010)

Bir konuda, bu ister siyaset olsun ister spor, herhangi bir tarafı seçtiğimizde artık totalitarizme hizmet ettiğimizi açıkça söyleyebiliriz. Ağır bir başlangıç olabilir lakin biraz daha ağırlaştırmakta fayda var. Bir çocuğumuz olduktan sonra, buna gerçekten isteyerek ulaşıp ulaşmadığımızı sorabilir miyiz kendimize? Bir maymun iştahı ya da mahalle baskısı, neden olmasın? Bir derneğe, partiye, spor kulübüne hatta spor salonuna üye olduğumuzda, sahiden istediğimiz için mi gerçekleştiririz bu üyeliği yoksa aidiyet duygusuyla yanıp kavrulan ruhumuza şifa bulabilmek için mi? İkisi de değil, çünkü insan önce bir yere ait olur ondan sonra o yerin sözcüsü olmaya, bir karakteri olmaya çalışır. Olur da. Kırk yıllık üye rolüne bürünür hemen, yaptığının gerçekten bir seçim olmadığını bile bile.

Bir uzlaşma, aynı zamanda özgürlükten uzaklaşma değil midir? Uzlaşma, iki tarafın da karşılıklı ödünler vermesi anlamına gelir. Peki aşk, ödün vermeyi mi gerektirir de muhakkak bir sözleşme, ilan, sembol aranır tam ortasında? Yoksa yine yukarıda bahse konu ettiğimiz "aitlikle bürünülen yeni karakter" mi gerektirir bunları? Evlenilir, biz evliyiz diyebilmek için. Çocuk yapılır, çocuğum var diyebilmek için. Evlilik ne zaman, çocuk yok mu planda gibi sorular bu eylemlerin her birinde sanıldığından çok daha fazla etkilidir mesela. Tıpkı ne zaman ev-araba alıyorsun, ne zaman tatile çıkıyorsun gibi. İhtiyaçlarla şovlar birbirine karışmış vaziyette. Modernleşmenin hayatımıza attığı en büyük kazık, hepimizi "mış gibi" insanlar hâline getirmesi belki de. Gerçekten istemiyoruz hiçbir şeyi, gerçekten yaşamıyoruz hiçbir şeyi. Tutkunun, emeğin, beklemenin kıymetini bilmiyoruz. Bu yüzden belki de en hayırlısı, doğru zamanda susmak, suskunluk. Çünkü: "Suskunluk, duyuların yoğunlaşmasına yol açar - insanlar arasındaki sessizlik, iletişimin çoğalmasını sağlar. Çünkü sessizliğin içinde, ikimizden ya da üçümüzden daha büyük olan bir şeyi paylaşırız."

Gündüz Vassaf yeni zamanların tüm numaralarını, hilelerini ortaya seriyor Cehenneme Övgü'de. Tarihin insanlar eliyle silindiğini, bilgiye ve habere boğulan totaliter toplumlarda hafızanın ancak hastalanıldığında akla gelen bir 'şey' olduğunu anlatıyor uzun uzun. Her bölümünde, nasıl olur da yirmi yıl önceden bu acımasız gerçekleri görebildiği ve daha da ötesi bu farklı bakış açısıyla yazdığı konusunda şaşkına uğratıyor okuyucuyu. Bu gerçekçiliği kitaba yeni baskılar, yeni haklı yumruklar attırmaya da devam ediyor. Ocak 2018'de 34. baskısını yaptı Cehenneme Övgü. İletişim Yayınları'nın medarıiftiharlarından.

Her kitap iz bırakır, muhakkak bırakır. Ancak önemli olan bıraktığı izin ne kadar sahici bir iz olduğu. Çünkü bazı izler kolay silinir, bazıları da ömür boyunca bakış açınıza, yaşama biçiminize tat katar. Bu tat her mevsimde, her zorlukta ve aşamada kendini gösterir. İşte o zaman okumanın gücü ruhu ayağa kaldırır. Dil, yeni bir şey söylemekle değil onunla buluşan ruha kattığı anlam boyutunda kuvvetlidir. İnsandaki gerilimi ölçen dil, kalıcı dildir. Kalan, başedendir. Sürüyle gitmeyi değil, tek başına yaşam denen o büyülü kavganın bekçiliğini yapandır, Vassaf'ın hatırlattığı bir Nâzım Hikmet dizesinin ruh bulduğu insandır kalan: "Bir çocuk gibi şaşarcasına bakarak yaşamak" onun işidir. O, yazmaktan yani kaydetmekten, paylaşmaktan yani hatırlatmaktan asla vazgeçmez: "Yazmak, kaydetmek ve yazdıklarımız üzerine düşünmek önemli. Bilgi ve haber selinin tutsaklığından ancak kendi haber ve düşüncelerimizi yazmakla, paylaşmakla kurtulabiliriz. Biz gerçeğin kendisiyiz. Bırakın oyunlarını oynasınlar. İktidarların en büyük korkusu muhalefet değil, ciddiye alınmamaktır."

Adıyla, epigrafıyla, içindeki çizimlerle ve konularla ayrı ayrı şaşırtan bir kitap Cehenneme Övgü. "Papanın cennetine inanmayan Giordano Bruno'nun anısına" diyerek başlamış Vassaf. Bruno bize neyi hatırlatır? Ölüme giderken bile hakikati haykırmayı, çoğunluğun inandığı her şeyin doğru olmadığını, dik durmanın siyasi bir söylem değil aklın ve kalbin aynı anda atabilmesini hatırlatır. Bu yüzden de "Yaşamın amacı, kaderi anlayabilmektir; çünkü bu bilgi gerçek kurtuluş olan Tanrı ve sonsuzla birleşme bilincine bizi yöneltebilen tek şeydir." der. Vassaf da şöyle açıyor bu gerçeği: "Ölümün bilincinde olmayan insan, yaşadığının bilincinde de değildir. Her anımız, ölüm unutkanlığı içinde geçiyor. Ölümü dışarıda bırakan tüm düşünce ve eylemler, yaşamı mülk edinme çabasına götürür insanı. Pek çok ilişki, bu olanaksızlık, bu yalan, yani yaşamın mülk edinilebildiği düşüncesi üzerine kurulmuştur. "Yaşamın amacı" denilen şeye ilişkin tüm misyonlar, insanın kendinden kaynaklanır. Yaşama ilişkin tüm açıklamalar, bizzat kişinin tanımladığı bir hedef, anlam ve amaç bulma çabasından ibarettir. Yaşamın amacı, ölünceye kadar yaşamaktır."

Kitap yirmi yıl önceden bugünlerdeki ruh hâlimizi anlatabilmesi açısından da psikolojik bir okuma sunuyor. Hem de psikolojiyi hırpalayarak. Hapı ve parayı araç edinmiş tüm bilimlerle gerektiğinde alay ederek. Çünkü bizim ruh krizimizin içindeki en büyük şey, sevdiğimiz birçok konuyu ve karakteri yüceleştirip onlara topyekûn teslim olmak. Hiçbir süzgeçten geçirmeden, hiçbir filtreyle bir kez daha, farklı bir bakış açısıyla bakmadan teslim olduğumuz her şeyin bizi ele geçirdiğini görmüyoruz. Anne-baba nasihatlerinden siyasilerin gözümüze gözümüze soktukları şovlarına kadar bu böyle. Cehenneme Övgü; saltanatı, gücü, makamı övmenin ve sahiplenmenin hiçbir inançla ilgisi olmadığını, bu 'sorun'un patolojik olduğunu da ortaya koyuyor. Bir insanı bu kadar kutsallaştırmaya, yüceleştirmeye ve bunları yaparken diğer her şeyi ezmeye götüren şey zaten, olsa olsa ruh krizidir.

Kişilik yani varlık sorunlarımızdan biri de arayışı nerede ve nasıl yapacağımızı pek bilemememiz. Sürekli bir şeylere muhtaç vaziyette, tam teslimiyet içinde yaşıyoruz. Herkes bir rehber arıyor kendini aramaktan önce. Kendi sorunlarını, çıkmazlarını bulmadan arıyor hem de. Midesi yanıyor ama kulak burun boğaza gidiyor, gibi. "Yeryüzünde yaşayabileceğimiz bir sürü yer olduğu halde o kadar sıkışıp kaldık ki, ne zaman yürüyüp ne zaman duracağımızı gösteren ışıklara muhtacız" diyor Gündüz Vassaf. Ayrıca: "Kendimize inanmadıkça, bireyselliğimizi vurgulamaya gücümüz yetmedikçe, grubun ardı sıra sürükleniriz."

Sevgiyi 'akılcı' bir hâle getirdik. Vassaf tam da burada "insan çılgınca aşık olur, akıllıca değil" diyor. Sanatın tüketim malzemesine dönüştüğü bir toplumda elbette 'kahraman'lar ve 'tanrı'lar yaratmak da insanın elinde ona göre. "Özgür toplumda kahramanlara yer yoktur. Özgür insanın kahramanları olmaz." oysa. Laf anlatmak diye saçma bir tabir var, bunun sebebini de şöyle özetliyor: "Birbirimizi anlayamayacağımız korkusuyla, sözcükleri gereğinden çok fazla kullanıyoruz. Konuşmamanın, iletişim kurmayı reddetme anlamına çekilmesinden, kabalık olarak görülmesinden korkuyoruz. Ayrıca çok fazla konuşuyoruz. Sessizlik bizi ürkütüyor. Sessizliği denetleyemiyoruz. Oysa sessizlikte, sezinlediğimiz ama tanımadığımız dürtülerin, özgürlüğün ve gelişigüzelliğin son noktası saklıdır."

Cehenneme Övgü, Gündüz Vassaf'ın alametifarikası. Hem bakış açımıza zenginlik katan hem de bilincimizi kuvvetlendiren nadir eserlerden biri. Vassaf "kendi kendini yazan kitabım" diyor, bu da şunu işaret ediyor: baskıya yazarak karşı çıkmak, varlığı anlamlandıran en samimi ve doğal güçlerden biri, belki de en güzeli.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

5 Haziran 2018 Salı

Bin Hüseyin nâm-ı diğer Battalname'ye dair bir deneme

"Gel imdi masalın sûretini dinle
Lakin dâneyi samandan ayır."

Mevlânâ Celâleddin-i Rumî’nin dizeleriyle başlayan romanın zengin içeriğine dair işaretler verilmiş olur. Türkçenin güzellikleriyle dolu henüz kullanılan zengin bir dil hâkimdir. “Leşker, âdem zade, nikap, nâme, yalıncak, buncağız, hâzirun” gibi henüz tedavülden kalkmamış kelimelerin yanısıra, “kani olmak, zınga zıng dolmak, tiryâk getirmek, kadem basmak, dizini kırmak, yüreğinin yağı erimek, meşveret etmek, münasip bulmak” gibi Türkçemizin nadide deyimlerine başvurulmuştur.

Masal türünde görüldüğü gibi abartılı ve gerçeküstü bir anlatıma başvurulmamıştır. Buradaki kahramanlar geçmişten bugüne süzülüp gelmiş gibidir. Yüzyılımızın arafta kalmış, günbegün yalnızlığa mahkûm edilmiş, hak ve hukuku gözetmede ihmalkârlığa düşmüş insanına bir hatırlatma babındadır.

Üçyüzelli yıllık, hayli yıpranmış, imzasız, elyazması bir eserden esinlenerek yazılan romanının giriş kısmında:

Bir yüzü gelecekti/ bir yüzü geçmiş/ kaşlarının arasında/ kıldan ince/ kılıçtan keskince/ sıratın izdüşümü bir çizgiydi/ şimdiki zaman” diyor Aycın Sâhipkıran'da: “biri geçmişten gören/ biri gelecekten bakan/ değirmi gözleri/ karaydı/ elâydı/ yeşildi/ maviydi” diye devam ediyor.

Bu dede ve amca yadigârı yorgun sarı sayfalar, gönüllü anlatıcıların elden ele, dilden dile, gönülden gönüle aktardığı metinlerdir. Biz bu metinleri çizer Hasan Aycın’ın “okumak bir yana dinlediğim” dediği, kendi “diline ve inancına” uygun anlattığı bir masal olarak görüyoruz. Bin Hüseyin adlı eserle, “yitirdiklerimiz, değerlerimiz, kimliğimiz” yani geleneğimiz yeniden yorumlanıyor ve günümüze izlerini düşürüyor. Görsel sahnelere açık, yani yeni anlatımlara ve okumalara imkân sağlayan bir eserin bize sunulduğunu gözlemliyoruz. Roman kısım kısımdır. Birbiriyle bağlantısı kendi içinde bir bütünlüğü vardır.

Romanda okurun muhayyilesini kısıtlamayan, aksine zengin çağrışımlara açık cümlelerle, akıcı bir üslubuyla, bildiğimiz, alışageldiğimiz tarihi romanlardan farklı bir yaklaşımla ele alınmış olduğunu fark ediyoruz. Geçmişle gelecek arasında kurulmuş sağlam, sık dokunmuş bir aktarımla karşı karşıyayız. Bin Hüseyin, Cafer Gazi’nin kâfirler arasındaki namıdır. Müslüman olduktan sonra: “O saatten sonra Ahmer’in adı Ahmed oldu, Cafer’in lâkabı da Battal kaldı; ama düşmanları ona hep Bin Hüseyin” dediler.” Cafer Gazi’nin oğlu Ali’ye nasihat ve vasiyeti okur için neredeyse bir reçete mahiyetindedir: “Zulüm, nerede olursa olsun ve kim yaparsa yapsın, zulümdür! Zulmü yapan da, rıza gösteren de zalimdir! Zinhar zalimlerden olmayın!” diye devam eden metinde öğretici, eğitici, yol gösteren bir kahramanla karşılaşırız. Çizer Hasan Aycın’ın, 1978’den bu yana Yenidevir, Milli Gazete, Zaman ve Yeni Şafak gazetelerinde, Mavera, Yönelişler, Aylık Dergi, Yedi İklim, İslâm, Kadın ve Aile, Gül Çocuk, Mavi Kuş, Inquiry, Kardelen, Kayıtlar, Kitap Postası ve Kudüs gibi birçok dergide çizgilerine rastlayabilirsiniz. Hece, Hece Öykü, Mostar, Genç Doku, Elif, Yedi İklim dergilerinde çizgileriyle var olmaya devam ediyor.

Bu özel çizgilerin özellikle kültür, edebiyat, sanat alanında yayımını sürdüren dergilere geniş bir perspektif sağladığını ve ayrı bir zenginlik kattığını önemle söyleyebiliriz.

Bocurgat, Gece Yürüyüşü, Asâ, Kulbar, Gözgü, Kırk Hadis, Kırk Çizgi, Ahzan, Nun, Zılal, Kudüs Ey Ey, Sayha, Üns; Hasan Aycın’ın çizgilerinin toplandığı başlıca albümleridir.

Alpembecik Gülpembecik” adlı masal kitabıysa, Timaş Yayınları'ndan; anı yazıları ve söyleşileri, Müşahedat, Hece Yayınları'ndan çıkmıştır. Esrarnâme ve Sâhipkırân adlı romanlarıysa İz Yayınları'ndan okuyucunun istifadesine sunulmuştur.

Çizerliğinin yanı sıra bir insanın çocuklarına, torunlarına bırakabileceği en zengin masallardan esinlenerek, yazılmamış, şifaî kültür örneklerini bizlerin dimağlarına sunan usta kalemin, bu son eserinin ısrarla okunması gerekliliğinin altını çiziyorum bir kez daha.

Okuyucuya yeni ve keşfedilmemiş bir vadinin kapılarını aralayan ve güzellikler sunan bu kitabın: “Allah büyüktür.” cümlesiyle bitmesi ise pek manidardır.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz