16 Mart 2018 Cuma

Laf kalabalığı çağında sözü yeniden inşa etme niyeti

İlginç bir çağda yaşıyoruz ve gelen her gün bir öncekini “ilginçlik” konusunda geride bırakmayı başarıyor. Bu hızlı değişim ve dönüşüm, ayaklarımızı yerden kesiyor ve sürüklenmeye başlıyoruz. Kimilerimiz ise bu sürüklenmenin dışında kalmak için kendilerine tutunacak dallar arıyor. Mürsel Sönmez için yazmak bu arayışın bir aracı. İki şiir arasındaki zaman dilimini susarak beklemekle geçirmeyen, derdini nesirle ifade etme ihtiyacı duyan her şair gibi o da nesre yönelmiş. Dar Vakit Günleri ve Su Terazisi, işte bu nesir mesaisinin iki meyvesi.

Vaktin darlığı biraz faniliğimizle biraz da yaşanan olayların kritikliğiyle ilgili. Zamanı bir zarf yaşananları da mazruf olarak tanımlayabiliriz. Dar Vakit Günleri, şimdilerde bin yıl önce yaşanmış gibi anlatılsa da bin yıl süreceği dayatılmaya çalışılan 28 Şubat döneminin “darlığını” imleyen yazılardan oluşuyor. Ancak Mürsel Sönmez yine de bu yazılarında şimdi bulunduğumuz zaman ve mekân darlığında da kulak vermemiz gereken sözlere imza atıyor.

Nasıl mı? Öncelik elbette niyette. Yaşadığımız laf kalabalığı çağında sözü yeniden inşa etmeye niyet eden Mürsel Sönmez, sahih bir cümle kapısından geçiriyor okurunu. Üç bölümden oluşuyor kitap. Her bölüm bir türkü mısraından almış adını. “Kalededen iniş m’olur”, “Yazımı kışa çevirdin” ve “Zülüf dökülmüş yüze”… “Haberimizin olmadığı zulümlerden bile üzerimize düşen bir pay vardır!” ihtarında bulunan “sorumluluğa” çağıran, hatta sorumluluğa icabet etmenin bir kaçınılmaz ve görmezden gelinmez bir yük/yükümlülük olduğunu hatırlatan bir kitap Dar Vakit Günleri. Buna rağmen ferah da bir kitap aynı zamanda.

Niçin mi? Mürsel Sönmez, en sert sözünü bile kovalarcasına, okurunu küçümseyerek kurmuyor da ondan. Bir çağrının latifliği var sözlerinde. Okuruna emeğinin heba olmayacağını muştulayan ve muştu ile yüzüne yüzüne vurmayan yazılar bunlar. Bu kitabı ferah kılan okurunu sahte teselliler serabında terk etmemesi ve yaşadığımız modern çölü aşmaya davet etmesi elbette.

Su terazisi, yüksek semtlere su ulaştırabilmek için inşa edilmiş yapılara verilen isim. Pek çoğu kaybolsa da eski semtlerde hâlâ bu küçük kulelere rastlıyoruz. Anlamın buharlaştırıldığı, bir nevi global Kerbela’ya çevrilmek istenen bugünün dünyasında insanlara “anlamı” hatırlatacak bir “su terazisi” inşa etmek her babayiğidin harcı değil elbette. Bu su terazisinden dağıtılması murat edilen anlam ne peki? Elbette muhabbet. Nitekim Mürsel Sönmez de kendisiyle yapılan bir söyleşide niçin yazdığını şöyle özetliyor: “Bütün gevezeliklerinizin ve bütün entelektüel birikiminizin o muhabbete yakıt olduğu zaman bir kıymeti var¸ yoksa hiçbir kıymeti yok. Muhabbet insanın kendi sınırlarını aşıp mutlak ile buluşma noktasıdır. O noktaya vardığınızda dünyada da mutlu oluruz¸ ahirette de. Yoksa aklın sürekli kavga ve çelişkileriyle¸ benlikteki abuk sabuk fırtınalarla ne yaşamaktan zevk alırız¸ ne de doğal olarak ilâhî buyrukları dinleriz. Ben artık muhabbetin tek şey olduğuna hiçbir delil aramaksızın inanıyorum. Benim kişisel maceramda geldiğim yer burası¸ muhabbeti doyasıya yaşamak susmak¸ kâh¸ ağlayarak kâh gülerek o sevinci yaşamak istiyorum.” Bizde yaşamak bencilce bir nefs doyurma talebi değil başkalarını yaşatmak için fedakarlıkta bulunmaya bağlı bir tavır ve seçimdir. Bu yüzden de kulelerimiz firavunun benlik tasladığı dikilitaşlar değil su terazileridir.

Neredeyse her gün yeni ve kritik bir gündem ile uyanıyoruz. Her gün yeni bir boş sayfa açılıyor önümüzde ve anlık reflekslerle günü kurtarmaya çalışıyoruz. Oysa yazmak anlık reflekslerin ötesinde bir mesaiye talip olmayı gerektirir. Evet, yine Dar Vakit Günleri’ndeyiz. Ancak, hayır! Anlık reflekslerle bir yere varamayız. Mürsel Sönmez’in denemeleri hem nasıl bir mesaiye talip olunacağına dair ipuçları sunuyor hem de nasıl bir meseleye sahip olunacağına dair. Yani hem “su terazisi”nin nasıl inşa edileceğine hem de nasıl kullanılacağına dair metinler bunlar.

Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
* Bu yazı daha evvel Star Kitap'ta yayınlanmıştır.

9 Mart 2018 Cuma

Hangi İsa? - II

Hangi İsa? - I başlıklı bir önceki yazımda Mustafa Akyol’un Yahudilerin Mesihi, İslam'ın Peygamberi Meryemoğlu İsa isimli eserini değerlendirmiştim. Bu yazı aynı konuya ilişkin bir başka kitaba dair değerlendirmeyi içeriyor. Kudüs Komplosu alt başlığıyla İsa Kimdi? adlı Mahya Yayınları’ndan çıkan kitabın çevirisi Fuat Aydın’a ait. Yazarı Kemal Süleyman Salibi tarih ve arkeoloji profesörü olduğundan meseleyi -kendi deyimiyle- akademik bir yöntemle ele alıyor. İki yüz beş sayfalık eser önsöz, giriş ve sonsöz hariç on iki başlıktan oluşuyor. Bölüm başlıkları Problem, Elçilerin İşleri Pavlus Hakkında Neyi Söylemedi?, İncil Kanıtı, Kur’ani Tanıklık, Varaka b. Nevfel’in Kayıp İncili, Yuhanna Ne Kadarını Biliyordu?, Arabistan’dan Filistin’e, Mesih, Haç Hanedanlığı, Mesih’e Dönüşen Tanrı, Beytanya’nın Sırları, Yahuda’nın İhaneti şeklinde sıralanmış.

Salibi, “kutsal kitaplar” ve tarihsel verilerden yola çıkarak olay ve olgular arasındaki boşlukları belirli bir tutarlılık çerçevesinde yorumlamaya çalışıyor. Bu yorumlamalar esnasında ortaya çıkan birbirinden farklı İsa anlatılarının oluşum süreçlerinin izini süren yazar, buradaki çoklu İsa anlatılarının en azından Hıristiyanlık teolojisi bağlamında nasıl tek figüre indirgendiğini belirlemeye çalışarak farklı İsa anlatılarındaki karakterlerin niteliklerinin kökenlerine inmeyi deniyor.

Yazar “İsa’nın yaşadığı kesindir ve bunu sadece Hıristiyanlık literatüründe değil Hıristiyanlık dışı metinlerden de anlıyoruz” diyerek çalışmasını temellendiriyor. Fakat buna rağmen “üzerinde uzlaşılmış bir İsa anlatısı bulunmadığını” belirterek kitabın çıkış noktasını ortaya koyuyor. Hıristiyan teolojisinin kanonik ve apokrif metinlerinin (Eski Ahit/Yeni Ahit) yanında Kur’an’ın İsa Aleyhissam tasviriyle birlikte arkeolojik bulguları, mitleri ve pagan anlatılarını karşılaştırmalı olarak yorumlayan Salibi, Kur’an’daki tasvir haricindeki anlatıların Pavlus eliyle nasıl dinleştirildiğini gösteriyor.

Yazarın özellikle arkeolojik bulgular ışığında ileri sürdüğü iddiasına göre Yahudilerin ve Yahudiliğin kökeni bilindiği üzere Kudüs’e değil, Batı Arabistan’a dayanıyor. Salibi ileri sürdüğü iddialarına bölgedeki pagan ve mit anlatılarının Tevrat ve İncil metinlerindeki paralel seyrini kanıt olarak gösteriyor. Eski ve Yeni Ahit’teki bilgilerle Batı Arabistan’a dair elde edilen bulguların benzeşmesinin dışında örtüştüğünü de belirten yazar Pavlus’un bir şekilde buradaki din, pagan ve mit anlatılarını öğrendikten sonra karma haline getirerek bugünkü Hıristiyan teolojisinin akidesini oluşturduğunu ileri sürüyor. Ayrıca çalışmanın önemli bir özelliği de yazarın arkeolojik verilerin yanı sıra bölgedeki yerleşim yerleri başta olmak üzere coğrafyanın topoğrafyasının adlandırılmasından faydalanmasıdır. Söz konusu adlandırmalardaki farklı gibi görülen telaffuzların tarihi ve benzerlikleri üzerinde duruyor.

Yazara göre elde bulunan bilgi ve bulgulardan hareketle üç farklı İsa anlatısı bulunmaktadır. Bunlar, Ezra’dan kısa bir süre sonra peygamberlik yapmış olan ‘Peygamber İsa’, Tevrat’ta belirtildiği üzere Davut’un soyundan gelen ve çarmıha gerilerek öldürülen ‘Mesih İsa’, Batı Arabistan’da öldükten sonra dirilen ‘Bereket Tanrısı İsa’. Çevirmene göre burada yazar üç dese de aslında dört İsa tasvirinden bahsediyor zira yukarıdaki üç İsa tasvirinin birleştirilmesiyle oluşturulan ve İncillerde anlatılan İsa ile dördüncü bir tasvir ortaya çıkıyor: ‘İncillerdeki İsa’. Pavlus’un diğer üç İsa tasvirden faydalanarak oluşturduğu dördüncü İsa karakteri İncillere de bu haliyle girmiştir. Salibi, Pavlus’un oluşturduğu Hıristiyanlık anlayışının kaynağının sadece bunlarla sınırlı olmadığı belirtiyor. Ayrıca Yahudi mistisizmi ve geleneği ile birlikte Grek düşüncesi ve Roma kültüründen de katkılar bulunmaktadır. Yazara göre Kur’an’da anlatılan İsa Aleyhisselam, bu tasvirler içindeki Peygamber İsa ile aynı kişidir.

Konuyu Eski Ahit ve Yeni Ahit üzerine karşılaştırmalı olarak değerlendiren yazar kanonik olarak nitelendirilen ve farklı yıllarda yazılan dört İncil içerisindeki İsa tasvirlerinin çelişkilerini ortaya koymaya çalışıyor. Kutsal metinlerde İsa’nın hayatı hakkında çok fazla bilgi bulunmadığından –ki kutsal metinlerde daha çok onun nasihatleri konu edilmiştir- çoklu İsa anlatılarının boşluk kısımlarını eldeki veriler doğrultusunda akıl yürüterek dolduruyor. Burada yazarın ortaya koymaya çalıştığı şey İsa anlatılarının hem birbiriyle hem de kendi içinde düştüğü çelişkilerdir. Ona göre “İsa’nın ölümünden yıllarca sonra yazılan İnciller onun hakkında çelişkili, uyumsuz ve tutarsız anlatımların kaynağıdır”. Bu bağlamda İncillerin yazılış süreçlerini değerlendiren Salibi, İncillerin yazarları olan Markos, Matta, Luka ve Yuhanna’nın etkilendiği ve/veya direkt bilgilendiği kaynakları ortaya koymaya çalışıyor. Yazara göre İncillerin farklılıklar kronolojik olarak incelendiğinde başka kaynakların varlığının kanıtı olarak değerlendirilebilecek veriler elde etmek mümkün ve bu kaynakların büyük bir kısmı şu an ortada olmayan apokrif metinlerdir. İncillerdeki İsa gibi Pavlus’un hayatı hakkında da çok fazla bilgi bulunmadığını belirten Salibi, buna rağmen Pavlus’un İnciller’in yazılmasındaki etkisinin, Batı düşüncesindeki öneminin, yaptığı yolculuklar ve dinsel mücadelesinin İncillerden açıkça anlaşıldığını ileri sürüyor.

İsa’nın yakınları ile havarilerinin de yaşadığı ve katı kuralların uygulandığı Kudüs’teki Yahudilerin arasına girmek isteyen Pavlus amacını gerçekleştirmek için yeni bir din icat etmiştir. Yazara göre Pavlus bu dini oluşturmadan önce Batı Arabistan’a bir seyahat yapmış ve kullanacağı (pagan-mit) bilgileri toplamıştır. Daha sonra bir seyahati sırasında “İsa’ya ait olduğunu öne sürdüğü bazı görüntüler gördüğünü ve İsa’nın ona öğretisini tebliğ etmesi için görevlendirdiğini” iddia etmiştir. Kendisi bir Yahudi olmayan hatta ilk başlarda Yahudi düşmanı olan Pavlus ihtida ettikten sonra yaydığı öğretinin Yahudi olmayanları (sünnetsizleri) kapsaması ve havariliğini iddia etmesi yüzünden Kudüs ileri gelenlerince kabul görmemiştir. Bu durumu Kudüs dışında kiliseler kurarak aşmaya çalışan Pavlus öğretisini yaymaya devam etmiştir. Pavlus bağlılarına ve kiliselere para yardımında bulunmaktadır. Uzun uğraşları sonunda belirli bir nüfuz elde eden Pavlus Kudüs’e kendisini havari olarak kabul ettirmeyi de başarmıştır. Kitapta anlatılanlar dönüp dolaşıp Pavlus’ta düğümleniyor ve sadece dönemi açısından değil günümüz Hıristiyanlığı açısından da onun önemini ortaya koyuyor.

Yazara göre Pavlus’un öğretisinin dinsel merkezi esasında Kudüs değil Batı Arabistan’dır. Bu bölgede yaşayanlar Arabistan’ın farklı yerlerine dağılmıştır. Kur’an’da İsa Aleyhisselam’a dair anlatılanların bugünkünden farklı bir Hıristiyanlık anlayışı olan kişilere dayandıran yazar Varaka b. Nevfel’i onlardan birisi olarak görüyor. Dolayısıyla kendi okuduğu farklı bir İncil’i bulunan Varaka b. Nevfel’in Hz. Muhammed ile bu konuları konuşması ve bazı şeyleri bilmesi olağandır. Bu bağlamda Salibi’ye göre Kur’an’da anlatılan İsa, Kudüs orijinli İsa (İncillerdeki İsa) değildir ve İncil’de anlatılandan da önce yaşamıştır.

Açıkçası yazar her ne kadar akademik bir yöntem uyguladığını söylese de iddialarını tarihsel gerçeklikten çok spekülatif bir tarih yazımı olarak ele almak mümkün. Yazarın giriş bölümünde çalışmasına dair yaptığı açıklamada “bazı kesimlerin iddialarına karşı sert tepkiler verdiğini” belirtmesi bu minvalde değerlendirilebilir. “Sansasyon oluşturmak, İncillere dair bir skandalı ortaya çıkarmak ya da Hıristiyanlığın bir yanlışını kanıtlamak” gibi niyetinin olmadığını belirten Salibi, bir Hıristiyan olarak amacının “sadece İncillerin tarihsel gizemini ve Hıristiyanlığın doğuşunu araştırmak” olduğunu belirtiyor. Tarihin bilim olup olmadığı tartışma konusu olmaya devam ededursun, kitapta anlatılanlar -yazarının da belirttiği gibi- alternatif bir tarih okuma girişimidir ve ortaya konulan görüş bilimsel verilerle desteklenebilir ve/veya yanlışlanabilir iddialardır. Dolayısıyla burada iddia edilenler farklı bir pencere açması açısından önem arz ediyor. Yazarın bir Hıristiyan olarak, Hıristiyanlığın bir konusu olan Mesih İsa ile ilgili çalışmasında Kur’an’ı kaynakları arasına alması ilginç bir detay olarak değerlendirilebilir. Sonuç olarak ise kitapta anlatılanlar Hıristiyanlar ve/veya Yahudiler açısından olduğu kadar belirli bir vizyonu yakalamak zorunda olan Müslümanlar açısından da önemlilik taşıyor diyebiliriz.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

8 Mart 2018 Perşembe

Yalnızlık ömür boyu (mu?)

"Bir insan, kendine ait olmayan bir biçimde ne kadar uzun süre kalırsa, tehlike de o kadar büyük olurdu."
- Ursula K. Le Guin, Yerdeniz Büyücüsü

"İçi insanlarla dolu büyük evler var karşıda, gene de tek odada bir başına olmak, bir evde yalnız yaşamak, yaşamın en önemli yanı, daha doğrusu: Kimi zaman yalnız kalabilmek mutluluğun ilk koşulu."
- Franz Kafka, Milena'ya Mektuplar

Yalnız kelimesi, tek başına kullanıldığında birçok anlam çağrıştırıyor. Yanına gelen bir başka kelime çağrıştırdığı anlamı daha çok belli ediyor. Yalnız olmak, yalnız kalmak, yalnız gitmek gibi. Yalnızlık ise bir hâl gibi sanki. Oysa bu durumu anlatan başka bir iki kelime var: tek başına(lık). O da yanına gelen kelimelerle güçlenebiliyor. Tek başına olmak, tek başına kalmak... Bu durum yalnızlıkla tek başınalığı birbirinin eş anlamlısı gibi gösterse de aslında durum hiç de öyle değil.

Yalnızlık daha çok hislerin, eksikliklerin sembolü olmuş bir kelime. Yaşam içinde bir şeyler olmuş ve sonra yalnızlık doğmuş gibi. Tek başınalık benliğin karar verdiği bir şey. İnsanlar bazen çok kalabalık bir caddede yürürken ya da ağzına kadar dolu bir otobüste bir yerden bir yere giderken de kendilerini yalnız hissedebilirler; bir ayrılık ya da ölüm sonrası olduğu gibi. Tek başınalık ise tercih edilmiş bir şey. Yani olumlu tarafı daha belirgin. Bir insan "yalnızım!" dediğinde içinde düştüğü durumun olumsuzluğundan dem vurur. Oysa "tek başınayım!" dediğinde her şeye rağmen ayakta kaldığını ve bunun aslında kendi tercihi olduğunu vurgular. Hâlâ çözülmemiş bir muamma bu ama hayatla birlikte karşılaşılan, yaşanılan bir şey.

Lars Svendsen'in kitapları dilimize kazandırılmaya devam ediyor. Redingot Kitap daha önce Murat Erşen çevirisiyle Korkunun Felsefesi'ni neşretmişti. Bu kez yine Erşen çevirisiyle Yalnızlığın Felsefesi neşredildi. Popüler kültüre temas eden yalnızlık temalı bir kapağı var, kalabalıklar içindeki yalnızlığı temsil eder gibi. Kulaklık bu anlamda özel bir imge. Ancak müzikle buluşan ruhun yalnızlığa gömüldüğünü değil daha çok tek başınalığa çekildiğini düşünüyorum ben. Yıllardır e-ticaret ve pazarlama sektöründe çalışan biri olarak turuncu kapakta da bir anlam aradım. Turuncu daha çok harekete geçiren, aktifliği ve egoyu temsil eden bir renk. Neticede beğenilen görsellerin temelinde tezatların yattığını söyleyebiliriz.

Kentleşme, nüfus hareketliliği, savaşlar, yeni politik düzen ve ekonomik gelgitler insanlığı derinden yaralarken, yalnızlık psikolojisi üzerine kitaplarla tanışmak umut verici. Çünkü bizlerin her şeyden önce ruhumuzdan gelen sesleri dinlememiz gerekiyor. Bu sesleri nota ettikten sonra, yani tespit işlemini gerçekleştirdikten sonra ancak çareler arayabiliriz. Hâlimizi bilmeden çare aramak yorar, bitkin düşürür ve bu dayanılmaz bir hayatı çekmemize, mecburiyet duygusuyla yaşamamıza sebep olur. Kulağa yeterince korkunç geldiyse kitaba dönelim.

Murat Erşen'in çevirisi takdire şayan. İçinde edebiyattan psikolojiye, felsefeden sosyolojiye birçok konuyu misafir eden kitaplarda konsantrasyonu diri tutmak gerekiyor. Dil yorarsa bu konsantrasyonu sağlamak daha da zorlaşıyor. Ancak bu kitap çok rahat okunabiliyor. Bazen not almaya imkân tanımayacak kadar. Burada da bölümler devreye giriyor, ben ancak o nefes aralıklarında notlarımı alabildim ve gözden geçirebildim.

Yalnızlığın özü, duygu olarak yalnızlık, kimler yalnızdır, yalnızlık ve güven, yalnızlık dostluk ve sevgi, bireycilik ve yalnızlık, tek başınalık, yalnızlık ve sorumluluk başlıklarına sahip sekiz bölümü var kitabın. Svendsen, "yalnızlık hakkında bildiğimi düşündüğüm neredeyse her şeyin yanlış çıktı" diyerek başlıyor söze. Norveçli yazar, doğduğu ülkenin neredeyse genlerinde olan yalnızlığın gerek kelime olarak gerek hayatın içindeki yeri ve tavrı olarak birçok anlam ifade ettiğini söylüyor. Yalnızlığın sadakatle, alışkanlıkla, samimiyetle, küslükle, savaşla, sağlıkla olan ilişkisi de sık sık sorgulanıyor. Çünkü yalnızlık duygusu, yaşamın duygusal yanını bütünüyle işgal edebilen, dolayısıyla 'ben'in etrafını çembere alan bir yapıya sahip. Yani yalnızlıkla şekillenen bir birey ansızın 'yalnızlık ömür boyu' duygusuna tutulabilir, bunda haklıdır da. Ancak kişinin duygularının değişkenliği noktasında biraz dikkatli olması gerekiyor, çünkü: "Belli bir halet-i ruhiye içindeyseniz, dünya size belirli bir olanaklar alanı barındırıyormuş gibi görünür. Farklı ruh halleri, bir bitün olarak dünyayla, nesnelerle ve başka insanlarla farklı ilişkiler kurmayı kolaylaştırır. Bununla birlikte ruh halleri basit bir irade eylemiyle değiştirilemez. Heidegger'in de ifade ettiği gibi, bir çift eldiven gibi bir ruh halini öylece çıkarıp giyemezsiniz."

Meşhur olma, kendini gösterme, sürekli mış gibi yapma, çağın hastalıkları. Dolayısıyla "Norveç Yalnızlığı" üzerine bir kez daha düşünmek gerekiyor Svendsen'e göre. Çünkü sadece istatistiklerle yorum yapmak bu konuda oldukça problemli bir netice doğuruyor. Sosyal medya vasıtasıyla çok ciddi bir insan psikolojisi röntgeni çekilebilir. Sık sık, ara sıra, nadiren, kronik yalnızlık grupları var ve bunları birbirinden ayıran özelliklere ciddiyetle eğilmek gerekiyor. Bu arada popüler kültürün illüzyonu da insanları 'yaşatmaya' devam ediyor. Bazen yalnızlık bünyeyi öyle bir kaplıyor ki her gün biriyle görüşerek giderileceği düşünülüyor. Oysa: "Her gün arkadaşlarıyla buluşanların ahbaplarıyla daha az bir araya gelen kişilere nazaran daha yüksek bir yalnızlık oranı sunması ilginç bir veri olarak anılmaya değer."

Başta belirtmek istediğim gibi yalnızlık ve tek başınalık önemli bir ayrım. Bunun farkına varmak bile kişinin bazı şeyleri daha net görebilmesini sağlayabilir. Belki de bunun için 'yalnız kalma' hissinden 'tek başına olma' hissine geçmek gerekebilir. Johann Georg Zimmermann, "Gerçek bilgelik, dünya ile tek başınalık arasında uzanır. Bir kişiye hakiki ihtiyaçlarını gösteren, tek başınalıktır." diyor. Eğer buradaki tek başınalıkla aynı anlamda düşünecek olursak William Wordsworth'ü de dinleyebiliriz: "Yüzümüz düştüğünde, bıkıp angaryalardan, dünyanın eğlencelerinden, ne kadar lütufkâr ne kadar iyi gelir yalnızlık."

Svendsen, Zimmermann'ın fikirlerinden bahsettikten sonra yine onun On Solitude (Yalnızlık Üzerine) kitabından yararlanarak şu cümleleri kuruyor, şahsen katılıyorum: "Zimmermann'ın analizi topluluktan çok daha fazla tek başınalığın bir savunusudur. Bir kişiye "hakiki ihtiyaçlarını" gösteren tek başınalıktır. Topluluğa ya da ortaklığa gelince, o çoğunlukla oyalanma ve dedikodu için sosyal bir alan olarak görülür. Tek başınalık hakiki tanınmayı ve hakiki yaşamı barındırır, oysa toplum yalanın ve sahteliğin dünyasıdır."

Yazarın sık sık fikirlerine başvurduğu Heidegger için kendini tanımanın yolu tek başına olabilmekten geçer. Tek başına olabilen bir insan her konuda esas olana ve hakikate yaklaşabilir. Bir insan ancak tek başınayken 'kendi' olabilir. Felsefenin en hakiki yüzü 'esrarengiz tek başınalıkta' görünür. Rousseau'ya göre de tek başınalık, kişinin tümüyle anda mevcut, hazır olduğu (şimdi ve burada) böylece yeryüzüyle neredeyse mistik bir birlik ve ahengi gerçekleştirdiği bir koşul olarak betimlenir. "Bu hal içinde, kişi tanrısal biçimde kendine yeterlidir."

Svendsen "kimsenin yalnızlık çekmediği bir hayata hakkı yoktur, kimsenin mutlu olma hakkı olmadığı gibi" der ve şu öneriyle kitabını sonlandırır: "Başkalarının sizi tanımasına o kadar da bağımlı olmayacağınız ama aynı zamanda başkalarını arayıp bulacağınız ve kendinizi onlara açacağınız şekilde kendinize bel bağlamayı öğrenmek suretiyle yalnızlık azaltılabilir. Yine de yalnızlık kaçınılmaz olarak zaman zaman tokat gibi çarpacaktır. Bu sorumluluğu almanız gereken bir yalnızlıktır. Çünkü her şeye rağmen, bu sizin yalnızlığınız."

Redingot Kitap, Svendsen'in diğer eserlerinin de yayın takvimlerinde olduğunu belirtiyor yazarın biyografisinde. İnsanın bu çağda, yaşadığı ve yaşa(ya)madığı duygulara, meselelere dair kolay okunabilir, nitelikli eserlere 'acil' ihtiyacı var. Yalnızlığın Felsefesi bu ihtiyacı karşılayan bir kitap.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

7 Mart 2018 Çarşamba

Seferberlik günleri gelip çattı!

2017 Ekim’inde yayımlanan "Şey Alırlar Şey Satarlar"ın şu zamana kadar yirmi-otuz baskı yapmamış olmasını yadırgadığımı bildirmeliyim. Maalesef! "Turna ve Gayda" demiyorum, "Beethoven’in Gözleri" de demiyorum. Haddimin, hududumun farkındayım. Şey Alırlar Şey Satarlar için söylüyorum bunu. Zira kitabın, 15 Temmuz 2016’dan bu yana, herkes tarafından konuşulan, hakkında türlü tezvirat yapılan hususlara dair yazılmış ufuk açıcı bir eser olma özelliği taşıdığı, dedikodudan ibaret olan çoğu yayının aksine işin aslına dönük can alıcı çözümlemeleri içerdiği gün gibi aşikar. Ancak, geçen süre zarfında birinci baskının tükenmemiş, kitaba dair kayda değer bir yazının yazılmamış olması meselelerin hangi düzeyde ele alındığını göstermesi açısından bir fikir vermesi yanında sürekli şikâyet konusu edilen belaların başımızdan niye eksik olmadığının da izahı yerine geçmektedir. Yazarın durumun farkında olduğu; kitabı okurken hissediliyor. Kitabın layık görüldüğü muameleye şaşırdığını ise, sanmıyorum. Ne var ki bu fevkalade durum ve ilginç saydığım tutum karşısında kimse hayrete düşmememi, esef etmememi beklemesin benden. Bu cümleler, beni bu yazıyı yazmaya sevk eden sebepleri izah kapsamındadır. Kitabın yayımlandığı günden bugüne bekledim; boşuna beklediğimi anladığımda da harekete geçtim. Bu bakımdan okuduğunuz salt tanıtıcı bir yazı olmaktan uzaktır ve hakikate riayetin üzerime yüklediği ödevin gereğidir.

Şey Alırlar Şey Satarlar, 2012 Eylül’ü ile 2017 Şubat’ı arasında yayımlanmış yazılardan oluşmakta. Kitapta belirtilen tarihler arasında aynı konular etrafında düzenlenmiş tam yetmiş sekiz farklı başlığa yer verilmiş. Bu bakımdan bir fikri takip içerdiği görülüyor. İlk yazıdan itibaren ‘paralel’ olgusunun etraflı bir izahına girişen kitap; söz konusu yapılanmanın niye çete sayılması gerektiği ve hangi özelikleri bakımından paralel olduğunu şüpheye yer bırakmaksızın tarif edip açıklıyor. Bu arada aynı konuda yazılmış çeşitli kitapları okuyup inceleme fırsatı da buldum. Hem 15 Temmuzdan önce yazılanları hem de sonrasında kaleme alınanları. Bunların çoğu ‘paralel’ hakkında malumat veren; olaylar ve kişilere dair anekdotlar aktaran bir tarzda kaleme alınmıştı. Sözgelimi, şebekenin elemanlarının belli bir kurum içinde nasıl örgütlendiklerini, organize bir biçimde bu kurumları hangi usullerle ele geçirmeye çalıştıklarını kişiler ve olaylar üzerinden hikâye eden sansasyonel haberler şeklinde düzenlenmişlerdi. Şey Alırlar Şey Satarlar'ın baskı üstüne baskı yapan bu tür yayınlarla aynı rafta yer almadığını söyleyelim. Nitekim bu alanda da bir piyasanın, bir Fetö ve 15 Temmuz piyasasının oluştuğu malum. Muhtemeldir ki bu piyasada asıl mevzuu dikkatimizden kaçırmaya, meseleyi sulandırmaya dönük kripto güçlerin dolaşıma soktuğu yayın ziyadesiyle mevcuttur. İster halisane niyetlerle ister kripto amaçlarla kotarılmış olsunlar; bu yayınlarda daha çok siyasi, askeri, bürokratik yönleriyle ve manipülatif biçimde bir ajanlar köşe kapmacası olarak sunulan, adeta bir macera filmi gibi aks ettirilerek gerçeklik duygumuzu ifsat eden olgu Şey Alırlar Şey Satarlar'da gündelik hayata etki eden tezahürleri, toplumun en küçük birimlerinde görünürlüğü olan iktidar ve güç ilişkileri mercek altına alınarak çözümlenmeye çalışılmaktadır. Konunun kriminolojik yönü ihmal edilemezse de inanç unsurlarını bir suç şebekesine lojistik destek sağlar haline getiren patolojinin teşhisi daha önemli ve daha aslidir. Şey Alırlar Şey Satarlar'ın konumlandığı yer tam da burası.‘Niye böyle oldu?’ deyip şaşıranlarla ‘nasıl bir daha böyle olmaz’ı dert edinenlerin sorularına tatminkâr yanıtlar bulacağı bir vasattan söz ettiğim anlaşılmıştır umarım. Kitap; okurken, daha ilk sayfadan itibaren farkını fark ettiren, gündelik siyaset algısının ötesinde bir perspektifle ve salt hamasetle -vatanseverlik duygusunun yönlendirdiği çıkar gözetmez bir fikir namusuyla- kanon’la yazıldığı anlaşılan sıkı örülmüş, içerikçe hayli zengin, ilişkili ve birbirine bağlı metinlerden oluşuyor. Bu yönüyle ne bir ihbar metnine ne de bir şikâyetnameye asla benzemiyor. Semptom ve arızaları mümkün kılan sosyal-kültürel ortamı, siyasi ve ekonomik koşulları insan malzemesi ve zihniyet iklimi perspektifinde esaslı bir biçimde analiz edebilen ve bu alanda henüz benzeri kaleme alınmamış ayırıcı vasıflara sahip. Kitabı okurken, roman okuduğum hissine kapıldığım anlar da oldu. Bu da onun şebeke trafiğini gerçeklikten ve gerçekliğin yarattığı gerilimden uzaklaşmadan ustalıklı tasvir etme başarısının sonucu olmalı. Yazarının, paralel yapıdan kopup anılarını kaleme alan ve bir vakitler mensubu bulundukları çeteyi ispiyonlayan çoğundan farklı olarak, bunların muteber sayıldığı yıllarda bile patolojiyi fark etmiş bir mevzide konumlandığı unutulmasın. Bu sebepten akademisyen, gazeteci ve yazar vasfıyla çetenin gadrine de uğramıştır. Ancak Berat Demirci’nin şebekeye sardırması kendisiyle uğraşılmasından değil. Gerçi, öyle de olabilirdi; o takdirde çabası yine meşru olurdu. Nitekim bu çetenin tepesine çöktüğü kimi asker ve sivil görevlilerin mücadelelerini aktarmalarının kamuoyu üzerinde olumlu tesirler meydana getirdiğine şahit olmaktayız. Şey Alırlar Şey Satarlar'ın her satırında hesaplaşma motivasyonuyla izah edilemeyecek soylu bir tavır, ahlaki bir seviyeden ve kişilik özeliklerinden neşet eden bir hasbilik hissediliyor. Üzerinde yaşadığı toprakların asaletini ve irfani birikimini içselleştirmiş bir alimin bilgi ve kişilik düzeyinin mecbur kıldığı sorumluluk olarak yorumluyorum. Tuzağa düşenleri tuzağa düşüren amiller buralardaki fukaralığın tezahürlerinden doğmakta zaten. Tüm bu noksanlıklar içinde bilgi noksanlığı en az etkili olanıdır. Ancak kişilik arızaları ve irfan yoksunluğu dediğimiz, hem tuzağın kurulduğu koşulları hem de tuzağın başarısını açıklayan başlıca sebeplerdendir.

Bir Müslüman olarak kendimi bağlayan ve önemli gördüğüm temel önermem şudur: İslam muamelat ve muaşereti açık/zahiri ilkelerle sınırlar; İslam toplumu da özü gereği ‘Açık Toplum’ özelliğine sahiptir. Kapalı ama kendi dışındakilerin hayatını etkilemeyen bir örgüt, bana hoş gözükmez; mesafeli dururum hepsi o kadar.” (sf. 79)

Hükümetler, vatandaşlarının hukukunu korumada, kolonlanmış örgütler karşısında yetersiz kalabilmektedir.” (sf. 115)

Doksanlı yılların başlarından itibaren sivil toplum denilen ne kadar da muteberdi aslında. Mekteplerde bunların öneminden sürekli söz edilirdi. Sivil toplum devlete karşı milletin can suyuydu. Olmazsa olmazdı, falan. Hoca, sosyal bilim çevrelerinin öne çıkarıp altını çizdiği bu gibi nosyonlara karşı uyanık olunması gerektiğini söylüyordu. O yıllarda yayımlanmış "Makine Cücükleri" adlı deneme zoolojik ve zoo-biyolojik bir içeriğe sahip değildiyse bizi bugünlere ulaştıran bela ve tehlikeleri işaret eden bir ikaz niteliğindeydi. Keşke yazı yayımlandığı sırada bir karşılık bulsa ve metaforik yönü ve göndermeleriyle değil de lafzen, literal seviyede anlaşılsaydı. Belki bu, beslenme rejimimiz üzerinde yıllardır yürütülen operasyona dair bir uyanıklık sağlardı. Ancak o, makine civcivleri metaforuyla, konumu gereği kültürel, entelektüel ve manevi beslenmemize dair olanları öne çıkarmayı seçmişti. Sivil toplum oluşumlarının küçük devletçikler olmaya yönelmesi ihtimali yanında Türkiye’nin düşmanlarının bu yapılar üzerinden Türkiye’ye oyun kurabileceği gibi risklerin de farkındaydı.

Batılıların konusu ve konumu Türkiye olan hiçbir kimse ile iş tuttuğu görülmemiştir.” (sf. 117)

Dolayısıyla cemaat denilenin bu yöndeki etkinliğinin onun dikkatinden kaçması beklenemezdi. Berat Demirci’nin etkinliği de şebekenin gözünden kaçmayacaktı doğal olarak. “PKK Kürtlerin ahlaki genetiğini bozmak üzere görevlendirilmiş bir Haçlı kuruluşudur… Fethullah Gülen örgütü de Türklerin ahlaki genetiğini bozmak üzere aynı mihraklarca kullanılmaktadır.” (sf. 99)

Biz bunları ahlaklarından tanımak zorundayız.” (sf. 173)

…ortakyaşar bir şebeke kurmuştular.” (sf. 186)

Sahipsiz şehirlerde 5 kişilik muktedir bir çete; dilediğini batırır, dilediğini kaldırır.” (sf. 188)

FETÖ, son haliyle terör örgütü olarak işaretlenmiştir ve iflah olması mümkün değildir ama METÖ ayaktadır.” (sf. 175)

İslam dinini istismar ederek iktidarı ele geçirmek için, çok basit bir mantık keşfetmiştir. Dilencilik… Dilenciliğin teknik haline gelişinde izlenen en önemli ve etkili usullerden biri dilencinin cami önünde beklemeyip, cemaatle beraber saf tutmasıdır.” (sf. 177)

Bu ülkenin Fetö’den kurtulması mümkündür ama bu sahtekârca kurgulanmış teolojik zihniyetten, bu teoloji mühendislerinden dinimizi kurtarmadıkça kurtulmuş sayılmayız.” (sf. 161)

Şey Alırlar Şey Satarlar, son yıllarda yayınlanmış en önemli kitaplardan biri olarak anılmayı hak ediyor. Zira yalnızca bir tehlikeyi işaret etmekle yetinmiyor, söz konusu tehlikeyi bertaraf etmeye matuf imkânları da haber veriyor. Yirmi yıl kadar evvel "Son Seferberlikten Önce Söylenmesi Gerekenler"i neşretmiş şairin, sefer bilinci içinde ömür sürmüş bir mütefekkirin duyurduğu o sefer günleri gelip çattı nihayet. Geçip gitti, demiyorum; gelip çattı! Berat Demirci, bu kitapla yıllar içindeki amansız sefer hazırlığını, kendi seyrü seferi üzerinden paylaşıyor okuyucuyla. Yaşananlar, şairin niçin ‘son seferberlik’ dediğinin idrak edilmesini mümkün kılan bir mecrada cereyan etmiştir. Zira memlekete tasallut eden ve işlerliğini sürdüren küresel bela seferi mümkün kılacak ve beraberliği tesis edecek varlığı ortadan kaldırmaya yönelmiştir. Bir kez daha…

Hasan Yurtoğlu
twitter.com/hasusi

5 Mart 2018 Pazartesi

Hayatı saran dijital kuşatmanın romanı

Ütopik anlatıları insanın daha iyiye olan özleminin ve/veya zaafının bir yansıması olarak ele alabiliriz fakat bunun gerçeğe dönüşemeyecek bir anlatı olduğunu unutmamamız gerekir. Zira pragmatist siyaset kurumu ütopyaların bu özelliğini günlük politik söyleme indirger ve bir ‘ütopya’ yanılsaması oluşturarak insanın zaafı üzerinden uygulamaya koyar. Süreç sonunda aslında var olanın bir ütopya değil toplumun farkında olmadan yaşadığı bir distopya olduğu görülür.

Bu anlamda distopyalar ütopyalardan daha gerçekçidir ve bir anlamda ütopyaların ipliğini pazara çıkarır. George Orwell (1903-1950) dünya çapında ün kazanmış olan 1984 adlı distopik eserinde geleceğe dair öngörülerde -ya da kehanetlerde- bulunur. Orwell 1948 yılında kaleme aldığı eserinde insanlığın gelecekte korkuları üzerinden üretilecek politikalar aracılığıyla kontrol altında tutulacağına işaret eder. Buradaki kontrol baskı, şiddet ve zor kullanarak oluşturulan bir korku atmosferi içinde gerçekleşecektir. Yönetim her yere ekranlar ve kameralar yerleştirerek toplumu gözetim altına almaktadır. Bu sayede gücünü pekiştiren iktidar tarihi ve gerçekleri tahrif ederek her şeyin iyiye gittiğine yönelik propagandasına uygun şekilde yeniden yazmaktadır. Bunun için de yeni bir dil oluşturulmuş, yeni sözcükler icat edilmiş ve kelimelerin içi boşaltılarak anlamsal karşılıkları değiştirilmiştir.

Orwell’ın eseri yayınlanmadan bir süre önce Aldous Leonard Huxley (1894-1963) Cesur Yeni Dünya adında bir kitap yazmıştır. 1932 yılında yayınlanan kitapta Huxley de geleceğe dair öngörülerde -ya da kehanetlerde- bulunur. Huxley’ye göre insanlar gelecekte eğlenceleri (mutlulukları) üzerinden üretilecek politikalar aracılığıyla kontrol altında tutulacaktır. Cesur Yeni Dünya’da eğlendiğini (mutlu olduğunu) düşünen geleceğin insanı kendi isteğiyle kontrol altına girecek ve iktidarın istediği gibi hareket edecektir. Yabancılaşma, tüketim kültürü, düşünmeme, çalışma ve meta önemli vurgulardır. Cesur Yeni Dünya’da insanlar zorunlu olarak mutlu olmak üzere suni ortamda üretilir ve kendileri biçilmiş rolleri harfiyen uygular. Bu durum Noam Chomsky’nin (1928) tabiriyle bir “rıza imalatıdır”. İktidarın icraatından ve yaşadığı hayattan razı olan bir toplum üretilmektedir. Her iki görüşü günümüzün gerçekleriyle ilişkilendirerek düşündüğümüzde, Orwell’ı haklı çıkaran yönler olsa da Huxley daha isabetli öngörüde/kehanette bulunmuştur diyebiliriz.

Bugün teknoloji geçmişteki hiçbir dönemle kıyaslanamayacak derecede hayatımızın içinde. Hatta teknolojinin hayatı kolaylaştıracağı olgusu artık imani bir mesele olmuş durumda. Saatlerce hatta günlerce sürecek bir şey birkaç tıkla çok kısa sürede halledilebiliyor. El hak doğrudur lakin bazen kantarın topuzunu kaçırıyor olabilir miyiz diye düşünmek gerekiyor. Kolaylaştırmak üzere hayatımızın içine dâhil ettiğimizi zannettiğimiz internet ve özellikle sosyal medya hayatımızı (bizi) içine almış durumda. Onsuz yaşanmıyor, yaşayamıyoruz. Her geçen gün sanal dünyanın birbiriyle entegreli hâle getirilen yeni uygulamalarıyla karşılaşıyoruz. Bu platformlara hemen uyum sağlayıp dâhil oluyoruz. En gizli bilgilerimizi, mahrem fotoğraflarımızı, uluorta görüntülerimizi, önemli belgelerimizi, ipe sapa gelmez düşüncelerimizi ‘umuma’ açık bir yerde paylaşmaktan imtina etmiyoruz. Gerçek dünyada yapmayacağımız şeyleri yaptığımız sanal bir dünya kuruyor, ne kadar paylaşabiliyorsak o kadar var olabildiğimizi düşünüyoruz. Artık sanal dünya bir statü meselesi ve birey orada ne kadar varsa/bulunuyorsa o kadar insan olduğunu varsayıyoruz. Sanal dünyadaki varlığıyla gerçeğe müdahale ettiği yanılsaması yaşayan bugünün insanı gerçeğin yerine sanalı ikame etme derdinde ve bunun bir hastalık haline geldiğinin farkında değil. Teknolojiyi ve dolayısıyla interneti ortadan kaldıracak ütopik avuntu ya da distopik felaket senaryoları dışında başka bir alternatif de görünmüyor.

Siren Yayınları’ndan çıkan Çember adlı roman dünyaca ünlü bir teknoloji şirketi üzerinden dijital sektörün insanlar üzerindeki etkisini ve etkileşimini konu ediniyor. Bu anlamda mevcut gerçeklerden yola çıkılarak kurgulanmış diyebiliriz. Amerikalı yazar Dave Eggers’ın yazdığı dört yüz doksan üç sayfalık kitabı Türkçeye Handan Balkara çevirmiş. Roman, doğduğu bölgede bir kamu kurumunda çalışan genç bir kadının (Mae) ünlü ve etkili bir teknoloji şirketinde iş bulmasıyla başlıyor. Herkesin girmek için can attığı Çember adındaki şirkette Mae’in üniversiteden yakın arkadaşı üst düzey yöneticidir ve onun aracılığıyla Çember’de işe girebilmiştir. Şirkette binlerce insan istihdam edilmektedir ve bu sayı her geçen yıl artmaktadır. Dünyanın her yerinden ümit vadeden gençleri ve teknolojik buluşları bünyesine katmaya çalışan Çember neredeyse tekel haline gelmiştir. Dijital dünyanın her alanında oldukça faal olan Çember yeni projeler ve özellikle politik anlaşmalar ile etkinliğini arttırmaya devam etmektedir. Reklamını yaparak ettiği yardımlar ve sosyal sorumluluk projeleri de işinin bir parçasıdır. Çember’in büyümesi ve etkinliğinin daha da arttırması için daha fazla kullanıcıya, daha çok ve sık paylaşıma ihtiyacı vardır. Şeffaflığı prensip edindiğini söyleyen Çember’e üyelik sözleşmesiyle dâhil olan insanlar yaptıkları her şeyi yazı, fotoğraf ve video aracılığıyla paylaşmaları için teşvik edilmektedir. Şirket böylece daha fazla veri elde edebilecektir. Bunun için birçok uygulama birbiriyle entegreli hale getirilmiştir. Paylaşımlar bulut denilen ortamda saklanmakta ve şirket politikası gereği kesinlikle silinememektedir. Bu verilere isteyen istediği yerde bir aramayla ulaşabilmektedir.

Çok geniş bir alana kurulan şirket merkezi birçok binadan meydana gelmektedir ve her binaya modern felsefenin bakış açısını yansıtan isimlendirmeler verilmiştir. Yerleşkenin birçok yerine gelişme ve ilerleme odaklı sloganik cümleler bulunmaktadır. Bunlar yerleşkede çalışanların bilinçaltına mesaj vermeye yöneliktir uygulamalardır. Çalışanlarının maddi manevi ihtiyaçları için hiçbir kısıtlamada bulunmayan Çember, çalışanlarına kullandırdığı takip cihazları ve dijital ortamdaki paylaşımları sayesinde her adımlarını kontrol etmektedir. Bu bilgiler arasında her türlü sağlık bilgisinden yedikleri yemeğe, gittikleri mekâna, yaptıkları alışverişe kadar her şey vardır. Çember’de sosyal haklar fazladır, maaşlar yüksektir, yeme-içme ve barınma imkânları üst düzeydir ve haftanın her akşamı yerleşke içinde zaman geçirilecek bir faaliyet bulunmaktadır. Partiler, konserler, sergiler ve toplantılarla oyalanan Çember çalışanları her halükarda paylaşımda bulunmaya devam ettiğinden hiçbir anları boş geçmemektedir. Birbirini takip listesine alan Çember üyeleri bu paylaşımlardan anında haberdar olmaktadır. Asıl işlerinin yanında o an ne yaptıklarına ve ne düşündüklerine dair paylaşımlarda bulunarak sanal ortamda sosyalleşen Çember çalışanları herkese açık bir platformda firmaların anketlerini doldurarak gelir elde edebilmektedir. Burada yapılan her işlem farklı bir ekranla sağlanmakta ve her işlem için farklı bir puanlama sistemi uygulanarak başarı sırası oluşturulmaktadır. Bu sayede bir rekabet ortamı oluşturan şirket, insanların gönüllü olarak katılımı sağlamanın yolunu bulmuştur. Çember’de çalışmaya başladıktan kısa bir süre sonra bu işlemlerin tümünü otomatik olarak yapmaya başlayan Çember çalışanlarının özel hayatı ya da mahremiyeti kalmamaktadır. Sistem içinde faal olmayanların kendilerini kötü hissetmeleri için psikolojik baskı uygulayan birimler oluşturulmuştur. Sorular basittir: Çember’deki hangi durum kişinin daha fazla paylaşım yapmasına engel olmaktadır. Bunun sebebi Çember midir? Eğer değilse -ki kesinlikle değildir- kişi sorunlarını çözmenin yolunu bulmalıdır…

Mae kısa sürede gelişme göstererek şirket yönetiminin takdirini kazanmıştır. Bu süreçte ailesiyle ilişkisi zayıflarken şirketle ve takipçileriyle olan bağı kuvvetlenmiştir. Yeni bir uygulama başlatan Çember dünyanın farklı bölgelerindeki üyeleri aracılığıyla neredeyse her yere kamera yerleştirmeye başlar. Oldukça küçük ve çok fonksiyonlu olan bu kameralar ile internet üzerinden canlı yayınlar yapılabilmektedir. Çember yönetimi bu sayede insanların her şeyden haberi olacağı, merak edilen yerlerden anında görüntü alınacağı, güvenlik sorunlarının en aza indirileceği, gizli kapaklı işlerin yapılamayacağı iddiasındadır. Uygulamayı politik alana taşımayı başaran Çember demokrasinin gelişmiş halini sunduklarını ileri sürmektedir. Çünkü demokrasi herkesin her şeyden haberdar olma ve ulaşabilme özgürlüğüne sahip olmasını gerektirir. Diğer yandan gizli olan, sır olan şey güvensizlik ve kötülük getirmektedir. Bazı politikacılar, belediye başkanları ve senato üyeleri canlı yayın yaparak seçmenlerine şeffaflık mesajı vermeye başlamıştır. Uygulama sayesinde oldukça eğlenen toplum sonuçtan memnundur. Çember ikinci bir uygulamayı başlatmaya hazırlanmaktadır. Ülkedeki vatandaş sayısı, seçime katılan seçmen sayısı ve Çember’de faal olan üye sayısını karşılaştıran Çember yönetimi kendilerinin devletten daha geniş bir kitleye ulaşabildiğini söyler. Şirket, bu durumdan faydalanmak gerektiğini ve Çember sayesinde demokratik süreçlere daha fazla insanın katılımın sağlanabileceğini belirtir. Devletle yapılacak bir anlaşmayla bütün vatandaşların Çember üyeliği kanuni hale getirilerek oy verme de dâhil tüm kamusal hizmetler Çember üzerinden yapılması sağlanabilecektir. Şirket bunun için bürokratik ve toplumsal çalışmaları başlatmıştır.

Toplumda önemli bir karşılık bulan şeffaflaşma furyası Çember yönetimini harekete geçirmiştir. Bir şekilde ikna edilen Mae aracılığıyla Çember’den canlı yayına başlanır. Mae’in taktığı bir kolye üzerindeki kamera gün boyu açık tutularak şirketin olabildiğince şeffaflaştığı imajı verilmektedir. Sık sık bir araya gelen şirket yönetimi Mae’i cesaretlendirir. Bu toplantılar bile canlı olarak yayınlanmaktadır. Bu konuda Mae’in kanaati nettir: Çember’in uygulamaları insanlığın faydasınadır. Mae bir gece yerleşkedeki bir organizasyonda gizemli bir adamla tanışır ve ondan oldukça etkilenir. Ara ara kendini gösteren adam Çember’in uygulamalarındaki sürecin insanlık için iyiye gitmediğine yönelik şeyler söyler. Ona göre süreç tamamlanmadan bitirilmelidir. Bunu yapmak için de Mae’e ihtiyacı vardır. Onun canlı yayın popülerliği sayesinde daha çok insana durumun ciddiyeti anlatılarak belirli bir aşama kaydedilebilir.

Neredeyse tüm çağdaş Amerikalı yazarların eserleri gibi senaryo mantığıyla yazılmış hissi veren roman teknoloji ve internet sebebiyle ortadan kalkan mahremiyetin bir sorun teşkil edip etmediği ve/veya bu kadar şeffaflığın doğru olup olmadığına dair bir sorgulama olarak okunabilir. Bu konuda yazar net bir fikir belirtmiyor lakin üslubundaki tedirginliği hissedebiliyorsunuz. Romanda günümüzdeki dijital dünyanın bir sonraki aşaması ele alınıyor diyebiliriz. Henüz romandaki aşamaya gelmemiş olabiliriz fakat teknoloji şirketlerinin mevcut uygulamaları ve insanların sanal ortama olan engellenemez eğilimi sürecin oraya evrildiğini gösteriyor. Her ne kadar etrafımızı saran dijital kuşatmanın mantığını aktarsa da etki ve tavır açısından eksik olduğunu düşündüğüm romanda çok fazla detaya yer verilmesi anlatılmak istenileni gölgede bırakmış.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Şuur, mantık, dil yoluyla düşünce üzerine düşünmek

Eğer bir politikacı adayı iseniz, geleceğiniz için yapacağınız en iyi yatırım safsataları hatmetmek ve mümkün olduğunca sık kullanmaktır.

Aklın Yolu da Bir DeğildirAlev Alatlı tarafından kaleme alınmış Aristo mantığı olarak bilinen “gökyüzü ya mavidir ya da mavi değildir. Hem mavi hem de mavi değil olmaz” şeklindeki “ya… ya…” prensibince çalışan klasik mantığa yapılmış bir eleştiri ve alternatif mantık arayışı. “Gönlüm, hem davalıya hem davacıya hem de mahkeme kâtibine hak veren Nasrettin Hoca’dan yanadır. Hayatın böyle bir şey olduğunu düşünürüm çünkü. Ne pür beyaz vardır ne de pür siyah. Ne tam doğru ne de tam yanlış. Kimse bütünüyle haklı ya da haksız değildir. Haklılık haksızlık, doğruluk yanlışlık, siyah beyaz derece meseleleridir.” diyen Alatlı, Aristo mantığının ikili sisteminin (bivalance) karşısına Buda’nın çoklu sistemini (multivalance) “fuzzy, saçaklı” mantığı koyuyor.

Yazara göre klasik mantıkla birlikte kendini ortaya koyan klasik fizik birinci aydınlanma çağını getirdi ama artık devir yukarıda bahsedilen saçaklı mantık fikrini ürünlerine tatbik ederek akıllı makinelerin ortaya çıkmasını sağlayan Hitachi, Panasonic, Mitsubishi, Samsung gibi Uzak Doğu teknoloji devlerinin yarattığı ikinci aydınlanma çağını yaşıyor.

Alatlı kitabında şuur, mantık ve dil mefhumları üzerinden okuyucusunu “düşünce” üzerine düşünmeye sevk ediyor. Mantığın ne olduğu önerme, öncül, argüman, vargı, çıkarsama ve geçerlilik ve doğruluk mefhumlarını örnekleyip açıklamak suretiyle klasik mantık nedir? Nasıl çalışır? Mantıkta gerçeklik ve doğruluk kavramları nelerdir? Gibi soruların da cevaplarını arıyor. “Laf Ola Beri Gele” isimli bölümde ise sokağın dili olarak adlandırdığı “safsata” üzerinden mantığın nasıl çarpıtılabileceğinin çeşitli köşe yazılarından örneklerle gösteriyor. Elli çeşit safsata türünün önce tanımını yapan yazar daha sonra bu safsataların örneğine uygun düşecek bir pasajı açıklaması ile birlikte okuyucusuna sunuyor. Emin Çölaşan, Fatih Altaylı, Ümit Zileli, Oral Çalışlar, Hasan Karakaya, Ruhat Mengi, Çetin Altan, Abdurrahman Dilipak, Abbas Güçlü bu bölümde alıntı yapılan yazarlardan sadece birkaçı. “Laf ola beri gele” bir metni mantık ölçüleriyle değerlendirmek isteyenler için kılavuz hüviyetinde.

Not: Bir nevi “Aristo mantığının eleştirisinin eleştirisi” olan Caner Çiçekdağı’nın “Aklın Yolu da Bir Değildir… (Alev Alatlı) Üzerine" isimli makalesi ile bu metni birlikte okumak biraz daha fazlasını isteyen okuyucu için tavsiye olunur.

Taha Selçuk
twitter.com/ecztaha

2 Mart 2018 Cuma

Darbeler birbirine benzer

Sanayi devrimi, teknolojik gelişmeler derken 20. yüzyılın başına gelindiğinde ufukta cennetvari bir gelecek tasavvuru vardı. Ama tahminlerin ötesinde bir şey oldu. Pozitif bilimi elinde bulunduran bilim adamları Hitler adındaki katilin elinde birer canavara dönüşüp aydınlanma çağını fersah fersah gerilere götürüp tüm dünyayı emsali az görülmüş katliamlara tanık ettirdiler. Büyük bir kaosun ortasında yangın yeri oldu dünya.

Bilimin ve sanatın bireyler ve toplumlar üzerindeki etkisi ve gücünü görmek için bakan gözlere sahip olmak yeterli. Ne yazık ki kafası hep yıkım üzerine çalışan çılgınlar da bunun farkında. Her devrimde ya da her darbede olduğu gibi başlangıç ateşi yakıldıktan sonra işin asıl kısmı yani gelişme dönemi darbeyle aynı kafadan sanatçılar eliyle filizlenir ve serpilir. Geri kalanlar ise bir dikta rejiminin çirkinlikleriyle yüzleşmek zorunda kalır. Tıpkı Şili’deki Pinochet darbesinde olduğu gibi.

Otobiyografik öğeler taşıyan romanıyla Uzak Yıldız romanı bize darbenin şiir yolu ile meşrulaştırılmasını, sanatla siyasetin kirli ilişkisini anlatıyor. Bir yandan da Şili’de Pinochet darbesi ile edebiyatla uğraşan gençlerin alt üst olan hayatlarını değiniyor. Şiir atölyelerinde kendilerini keşfetmeye çalışan genç solcu şairlerin dünyası darbeyle birlikte bambaşka bir boyuta geçiyor ve baskı her boyutuyla hissediliyor. Genç şairler bu acı gerçekle yüzleşmek zorunda kalıyorlar. Darbe öncesinde iki rakip şiir atölyesine katılmak konusunda yazarın ifadesiyle “uzlaşmaz bir ayrım” yokken yani demokrasi rüzgârları eserken darbeyle her şey tersine dönüyor. Ne yazık ki darbecilerin gözüne ilk görünen de sanatçılar ve entelektüeller oluyor. Tüm bu karmaşada edebiyat atölyelerinin tuhaf çocuğu alaylı bir şair darbenin ertesinde sanatına aradığı mecrayı buluyor ve ruhunu halkına şiddet uygulayan darbecilere satıyor. Ve bu yolla dehşet dolu yeni bir “şiir” yaratıyor. Tuhaflığı sadece mizacıyla ilgili değil. Carlos Weider’i asıl tuhaf yapan şiirlerini kullanmış olduğu bir uçakla gökyüzü yazması.

Uzak Yıldız romanından da anlıyoruz ki dünyanın her yerinde darbeler aynı yere varıyor. Kısaca söylemek gerekirse “faşizmin tarihi tekerrürden ibaret”.

Romanın diline değinmek gerekirse darbenin gölgesinde kıstırılmış bir dimağın ifadeleri nasıl olursa anlatıcının tonu da öyle. Muğlak ve biraz şaşkın. İfadeler genellikle “öyleydi galiba, öyle olması lazım, belki de öyle olmuştur” gibi belirsizlikle bitiyor. Darbe sonrasında kendini hapiste bulan şair-anlatıcının ruh halini şu cümlelerle anlıyoruz: “Halk Birliği’nin cankurtaran sandallarının battığı günlerde hapse düştüm. Tutuklanma koşullarım sıradandı, groteks de diyebiliriz; ancak sokakta, kafeteryada ya da yataktan kalkmak istemediğim odamda değil de hapiste olmam sayesinde, Carlos Wirder’in ilk şairane eylemine şahit oldum; tabii o zamanlar ne Carlos Weider’in kim olduğunu ne Germendia kardeşlerin başına gelenleri biliyordum.” (sf. 35)

Ayrıca yine hikâyenin atmosferine uygun olarak romanda sürekli kaybolan kişiler, ölenler ve arananlar yer alıyor. Bu da okuyucuyu darbe atmosferine yaklaştırıyor. Bolano’ya da değinmeden edemeyeceğim galiba. Çok sevdiği ve önemsediği Şili’ye daha fazla dayanamayarak Avrupa’ya iltica eden Bolano burada geçimini bekçilik, mevsimlik işçilik ve bulaşıkçılık gibi işlerle sağlarken bir yandan da şiirler, öyküler kaleme alır. İki çocuğunun dünyaya gelmesinden sonra ise daha iyi para getiren romana ağırlık verir. Başta Dostoyevski olmak üzere birçok sevdiğimiz yazarın yazgısı maalesef burada da bizi buluyor. Kendini daha çok şair olarak gören Bolano kuşağının en önemli yazarlarından biri olarak görülüyor.

Kitabı bizle buluşturan ise Zerrin Yanıkkaya çevirisiyle Can Yayınları. Yazarın bir başka eseri olan Vahşi Hafiyeler isimli romanının da aynı yayınevinden çıkacağı haberini paylaşmış olayım.

Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf

Anadolu sosyo-kültürel tarihine geniş bir bakış

Günümüzün önemli Orta Çağ Tarihi ve tasavvuf araştırmacılarından Doç. Haşim Şahin, Arı Kovanına Çomak Sokmak kitabında Prof. Ahmet Yaşar Ocak için şöyle der: “Her ne kadar tevazu gösterip kendisi kabul etmek istemese de, M. Fuad Köprülü ile başlayıp, Abdülbaki Gölpınarlı ve İrene Melikoff ile devam eden çizginin dördüncü halkası olduğu muhakkaktır.

Ahmet Yaşar Ocak, Türkiye tasavvuf tarihi, Osmanlı ve Selçuklu zihniyet dünyası, mistik cereyanlar ve şahsiyetler, menâkıbnâmeler, çeşitli tarikatların hâl tercümeleri gibi önemli konulara bir ivme kazandırmıştı. Sadece siyasi konuları işleyen tarih ortamına inat, Ocak hep "Ötekiler" diye tabir edilenleri seçti kendine. Kimi zaman Anadolu kırsal kesimi ve geçmiş inanç tortularını hâlen barındıran halk yığınları, kimi zaman kitabi İslamı bilen yüksek zümre tasavvuf erbabı, bazen marjinal Kalenderiler, bazen Babailer ve Melamiler konu oldu ona, bazen ise Anadolu halk söylencelerinin Gazi Alperenleri...

Bernard Lewis, “Başka milletlerden daha fazla Türklerin benliğine nüfuz etmesine rağmen İslam’ın Türkler tarafından kabulünün Türk tarihçilerinin neredeyse anlaşılmaz derece lâkayt kaldıkları konulardan biri olması, çok düşündürücü ve dikkat çekicidir” der. Prof. Ocak ise adeta bu görüşü tersine çevirmek, sosyal bilim alanındaki emekleme durumunu yok etmek için her zaman üreten, çeşitli problemler ortaya koyan ve bunları metodoloji ile çözmeye çalışan bir bilim adamı olma yolunu seçmiştir. Kitabın ilk bölümünde yazar, Orta Çağ Türk tarihi araştırmalarının gerektiği kadar ilgi görmediğinden bahseder. Bunun sebebi olarak da Osmanlı tarihinin daha kolay bir alt yapı gerektirmesi inancını gösterir. Türklerin İslamı kabul süreci ve sonrasındaki siyasal, toplumsal ve kültürel değişimlere de değinir.

Türk inanç hatta belki İslam tarihinin en özel kavramlarından biri olan Kutup, kitabın ilginç bölümlerinden biri. Velayet kurumunun bilimsel bir bakışla, nasıl ortaya çıktığının, hangi teorik çerçevede hangi referansları kullanarak hangi toplumsal ve ideolojik düşünceler tesiriyle nasıl geliştirildiğini, nasıl toplumsal bir kabul gördüğünü bunun tasavvuf çevrelerinde ne tür bir zihniyet dünyası yaratıp toplumsal alanda ne gibi tesirler icra ettiğini pek sorgulamadığımızı, çok önemli kurum olan Velayet kavramını açıklayamadan gerekli analizleri yapmadan toplumsal olayların anlaşılamayacağını aktarır bu bölümde. Çünkü bu bölüm Selçuklu zamanının Babailer isyanını, Kanuni zamanı gibi muhteşem bir çağda Oğlan Şeyh İsmail Maşuki, aynı döneme denk gelen Şah Kalender Çelebi vb. isyanların altında yatan sebeplerin anlatıldığı bölümdür. Hem bu dünyanın hem manevi dünyanın yöneticisi olduğuna inanılan Kut’bun neden Sünni olmayan gruplar arasında militan bir taraftar kazandığı, bu grupların arasında kazandığı militan karakterin nasıl Mehdi kavramıyla örtüştüğü, neticesinde çeşitli sosyal tabanları harekete geçirerek nasıl bir takım olaylara neden olduğunu aktarır. Mehdilik ve mehdici hareketlerin işlendiği bölüm ile Kutb karakteri genişçe ele alınarak; Bu hareketlere neden olanların nasıl bir tarihsel zeminlerinin, arka planlarının olduğu, ne tür bir hareketin içinde oldukları, mitolojik alt yapıları, toplumun içinde bulunduğu durumları, yaptıkları propaganda ve karşı propagandalar, siyası iktidarın tepkisi, nihayetinde hareketin başlatılması ve sona erdirilmesiyle isyana katılan hareketin içinde yaşadığı kırılmalar evrilmeler incelenmektedir.

Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde bazı tarikatların birtakım sebeplerle diğerlerine göre öne çıktıkları görülmektedir bunlardan en eskisi ve her iki devlette de rol oynayanı Vefai tarikatıdır. Kanımca kitabın en önemli bölümlerinden birini oluşturan bu geniş dosya, hem Selçuklu devletini yıkıma götüren gelişmelerden biri olan Babailer kıyamında Baba İlyas’ın bağlı olduğu akımı temsil etmesi, hem de Baba İlyas’ın torunu olup da ilk Osmanlı kroniklerinden birini yazan Aşıkpaşazâde’nin konuyu bu açıdan ilginç hale getirmesi ve Osmanlı kuruluşunda adı geçen Rum Abdallarının etrafında oluşan anlatıları kapsar. Tâci’l Ârifin Seyyid Ebi’l Vefa el-Bağdadi ile teşekkül süreci ve ardılları olan Baba İlyas, Dede Garkın, Hacı Bektaş, Rum Abdalları ile Vefâiye tarikatının serencamı anlatılmaktadır.

Bugün Anadolu’nun önemli ocaklarından biri olan ancak görmezden gelinen Dede Garkın Ocağı ve Hacı Bektaş sonrası kurulan Bektaşi Ocağı ele alınırken, bu ocakların karizmatik dini önderlerinin kişilikleri, bunların hangi sebepler ile Anadolu’da olduğu ve neleri vadettiği gibi birçok problematik üzerinde durulmuş; Ardından gelen bölümlerde Vefailik tarikatı içerisinde kendine yer bulan Dede Garkın gibi 13. yy Anadolusunda bir konargöçer Türkmen grubunun önderi olarak çok önemli roller oynadığı artık anlaşılan ama ne hikmetse çok fazla üzerinde durulmayan mühim şahsiyetin bizlere tekrar portresini çizer.

Türk tasavvuf tarihinin en önemli halkalarından özellikle ikinci ve üçüncü devreleriyle Türk inanç ve tasavvuf tarihimizi derinden etkileyen, Melâmiler hakkında yazılan bölüm de okuru bekliyor. Günümüze en yakın bölümde ise Cumhuriyet’in İslam’ı Yeniden İnşa Sürecinde Son Dönem Osmanlı Ulema ve Sufiyyesi, olarak adlandırılıp bu genç yönetim anlayışına entegre olan veya olamayan, tekkelerin kapanmasıyla yaşanan süreç anlatılıyor.

Nihayetinde ülkenin iki önemli âlimine, özel olarak ayırdığı, Pir olarak lanse ettiği Abdülbaki Gölpınarlı ile Fuad Köprülü’nün ilmi, fikri düşünceleri, Ocak’ın onlara dair düşünceleri ve onun Gölpınarlı hatırasıyla kitap son bulmaktadır.

Ahmet Yaşar Ocak bu kitabıyla, Anadolu sosyo-kültürel tarihine geniş bir açıdan bakan, farklı sorular soran, Devlet, Toplum ve İslam ilişkisi problemini kendine has üslubuyla tarihsel bir çizgi içerisinde anlatarak, okuyucuya sunmuş olmaktadır.

Olgay Söyler
twitter.com/olgaysyler1

1 Mart 2018 Perşembe

Meleklerin varlığını hatırlatan öyküler

Romanı bir tarafa, şiirle öyküyü diğer tarafa koyuyorum hep. Şiir ve öykü, başlangıcından sonuna kadar heyecanını istikrarlı biçimde sürdürmesi gereken metinlermiş gibi geliyor bana. Başarılı kısa filmler ve videolar çekebilen insanların kesinlikle şiirle, öyküyle sıkı bir ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü hikâye anlatma (storytelling) dediğimiz şey, biz farkında olsak da olmasak da bugün itibariyle hayatımızın her yerinde. Semt pazarında gezerken duyduğumuz, bizi o ürünü almaya güdüleyen sözler (call to action), tribünlerden gelen özgün bir tezahürat, bir politikacının derdini anlatırken geçmiş masallardan, anılardan örnekler vererek sözlerini süslemesi; bunların her biri şiir ve öykü sanatını çağrıştırıyor zihnimde. Dolayısıyla bu tip metinlere başlarken çok heyecanlanıyor, yeterince tatmin olmazsam da çok üzülüyorum.
Türk öykücüleri içinde pırıl pırıl kullandığı Türkçesiyle yıllar evvel dikkatimi çekmiş Meral Afacan Bayrak, yeni bir kitapla selamladı bizleri. Ne iyi etti. Çünkü ismiyle, kapağıyla, hikâyesiyle böyle bir kitaba ihtiyacımız vardı bizim. Biz kimiz? Bu ülkenin yorgun insanları, yorulan insanları. Yorulan ama bunu da çok söyle(ye)meyen.  Dolayısıyla diriltici hikâyeler okumaya ihtiyacımız var her zaman. Buradaki dirilticiliği, ortalığı ayağa kaldırmak gibi fizikî bir durumu anlatmak için kullanmıyorum. Dirilmek, yani yaşıyor olmanın farkına yeniden varmak, önemli duyguları daha iyi özümsemek. Beyin ve kalp aynı anda açıksa ve diriyse o duygular daha esaslı işliyor insanın ruhuna. 

Meral Afacan Bayrak, okuyucuyu bir plana, kurguya hapsetmeyen bir yazar. Onun metinlerini okurken bir zaman evvel Bilge Karasu'nun Gece kitabından not ettiğim bir paragraf geldi aklıma. Şöyle diyor Karasu: "Öykücü, romancı, her yazdığının nereye varacağını bilen bir kişi sanılır; kendi de zaman zaman buna inanır, ya da inandırılır... Oysa yazdığı her tümcenin ardından ne geleceğini -o "bir sonraki" tümceyi yazmadıkça- hiçbir zaman bilemeyeceğini, kendisi, unutmamak zorundadır.". İşte Bayrak da metinlerinde unutuyor işin nereye varacağını. Yalnız metin anlamında değil, yaşatacağı duygu anlamında da. Acaba okuyucu hangi duyguyu yaşayacak diye didinip metni yormak yerine olduğu gibi yazıyor duygularını. Bu da doğal bir fotoğrafın gücünü sunuyor okuyucuya; samimi, parlak, şaşırtıcı. Hislerimi tam anlatamadığımı düşünerek, Onat Kutlar'ın bir sözüne başvurmak istiyorum. İshak kitabından: "İyi öykücü, akıp giden zamanın ritmine, onu durdurmadan kalemini uydurandır. Bir süre birlikte döner o çarkla. Ve bir ölü noktayı geçince bırakır. Öyle gördük ustalarımızdan."

Öykülerine ilginç karakter isimleri üretiyor yazar. Bir yanda Ru, Zela, İncilay, Fetnur gibi oldukça nadirattan isimler; diğer yanda Arif, Talip, Şahika, Haldun gibi yavaş yavaş bir kenara çekilmeye başlamış isimler. Yazarın, karakterlerin isimlerini taşıması gerekiyormuş gibi bir derdi taşımadığını seziyorum çoğu zaman. Arif, arif olmak zorunda değil. Talip de talip... Öykülere verilen isimler de çok naif, temiz. İlginç bir şekilde ve daha önce yapmadığım bir biçimde, kitabın içindekiler sayfasındaki satırları bir şiirmiş gibi okudum, çok hoşuma gitti. Üç kıtadan sonra iki mısrayla şöyle bitiyor şiir: "Mutlu tesadüfler / sen de değişeceksin."

On dört öykü var Mutlu Tesadüfler'de. İlk öykü "Çok özlemlerden geçtim"den itibaren bir yolculuğa çıkacağını anlıyor okuyucu. "İnsanın kendiyle kendine kaçması gibi bir şey bazı yolculuklar ne de olsa."

Nasibe düşeni kabul eden karakterler var Mutlu Tesadüfler'de. Duygular aşırı değil, egoyla ve yaşamla mücadele sürse de bir saldırı tavrı da yok miskinleşme de. Mesela "Hazır Cümre Düşmüşken"de şöyle diyor bir karakter: "Ömrümüz beklemek, sabretmekten müteşekkil. Yakalayabildiğimiz yerinden denk düştükçe yaşadığımız hayatın arızalı bir gemisi bedenlerimiz."

Arızaları, sıkıntıları veya coşkunları kabul etmek büyük bir yürek gerektiriyor. Yazar da büyük yürekleri işliyor ürettiği karakterleri arasında. Büyük yürek, ille de kazanan olmuyor. Kaybeden, kaybetmeyi bilen de büyük bir yürektir çünkü. Aynı karakter, şöyle söylüyor bir defasında da: "Dünyaya dair iyi niyetimizi/eylemimizi muhafaza edelim. Kupkuru cümleleri tanzim eden biri gibi, bütün yorgunluğunu dök. Kalmasın hiç ahın... Hiç hevesin, can sıkıntın, bitmiş eğlencen. Oysa cümbüşün yeni başlıyor. Çok çabuk öğrenirsin meraklanma. Yoksa duan olmadan olmaz bu yolculuk, çekilmez olur yol."

Meral Afacan Bayrak, bazen eksik şarkıları tamamlıyor bazen de dünyanın bütün gamını bir ceviz ağacının gölgesine seriyor. Tamamlananı anlamlı kılmak ve serilenleri toplamak okuyucuya düşüyor. Tüm bunlar da hakikatin gereği, kaderin ödevi. "Gerçekte bütün hikâyelerin sahibi Allah değil mi?"

Enver İbrahim'le de karşılaştım ya bu öyküler arasında, ne mutlu bana. Evet, Anouar Brahem... Le ila Au Pays Du Caroousel'i ne muazzem bir sudur, akar da akar. Sıyırır yaşamın çirkin yüzünü kalpten, ansızın nefes aldırır, hani demiştim ya, diriltir... Neden yazar bu isme ve onun şarkısına ihtiyaç duydu, bize dinletti diye düşünürken geliyor cümleler peşi sıra: "Yeniden dolabilmek için hepsi. Ruhuna, kalbine... Umut, neşe, istek, hareket için lazım. Sorgulayan, okuyan ve yeni tanımlara açık zihnindeki açlık hissediliyordu. En çok sorularında. Bir hamle yapacaktı. Kararlıydı."

Ailesiz öykü olur mu hiç? Kutsallaştırmadan önemseyen, putlaştırmadan değerli kılan. Bazen bir cümleyle bunu kalplere aşk eden. "Sayısız Martı İçinde" adlı öyküde olduğu gibi: "Ekmek önemliydi. Yeni doğan oğlu, ne çabuk büyüyordu gözlerinin önünde. Onun için, evladının ona ilk kez "baba!" deyişi milattı adeta. Başka söze gerek yoktu işte.". Sahiden de öyle, başka söze gerek yok...

Omzunda iki melek olduğunun farkında değil insan. Bütün sinsiliği bundan. Kitaba adını veren Mutlu Tesadüfler adlı öykü naif bir dille bu hatırlatmayı yapıyor: "Mutlu bir tesadüf bize neyi hatırlatır, en çok? Bir melekçe izlendiğini, görevini yapıp yapmadığını sorgulaman için yeniden bir fırsatın verildiğini anladığın o bulutsu anların varlığı gibi... Kimseye anlatamazsın. Çocuksu sevinçlere açılır kapıların. Yüreğinde serçe cıvıltılarıyla, yaşarsın işte. Ömür imkânsızlıklardan imkâna geçiş gibi tatlı..." Ama şu gerçeği de unutmamalı: "Yanmış yaprakların, açık sarı ve canlı yeşil yaprakların arasından seçiliyor olması gibiydi bazı şeyler: Çürük."

Allah hepimize mutlu tesadüfler bahşetsin, mutlu hikâyeler yaşatsın, mutlu öyküler okutsun. Âmin.

Yağız Gönüler

Şehri, şehirleşmeyi, şehirleştirilmeyi dert edinmiş kitap

Yağız Gönüler'in "Şarkısı Biten Şehir" adlı kitabını okudum.

Kitap hakkında kendimce bir iki kelime etmezden önce Yağız ağabeyin bana bu paylaşımları yapmamda en büyük ilham kaynağı olduğundan bahsetmeden geçemeyeceğim. Önce bir Instagram sayfası, ardından da Blogspot platformu üzerinden yazdığım küçük, amatör yazıların beni günden güne geliştireceğine dair inancımda Yağız ağabeyi izlemek, çok ama çok fazla etkili oldu bende. Kendime örnek aldığım nadir şahsiyetlerden biridir kendisi. Daha nicelerine ışık olmuştur eminim. Kendisine buradan teşekkür etmek isterim.

Karakum Yayınları'ndan çıkan Şarkısı Biten Şehir kitabını bir tür deneme olarak nitelemek mümkün. Kitapta Gönüler'in denemelerinin yanısıra, şehircilikle meşgul olmuş insanlarla yaptığı çok uzun olmayan ancak hem sorularıyla hem cevaplarıyla birer bilgi birikimi haline gelmiş röportajları, kitaplar ve şahsiyetler hakkındaki çeşitli yazılarını görmekteyiz. Sadettin Öktem, Turgut Cansever, İsmet Özel, Ahmet Yüksel Özemre, Sinan Yılmaz adını sıklıkla duyacağımız isimlerden bazıları. Yazarın bir başka önemli fikri de şehir ile aileyi birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak, birbirinin tamamlayıcısı, et ile tırnak gibi görüyor oluşuydu. Mekanik toplumdan organik topluma geçiş olarak değerlendirilen bizler gibi geçiş toplumlarında, geleneklerinden kopmamak adına mücadele eden bir avuç insanız şurada ve aile bizim bamtelimiz. Aile vurgusu bu yüzden beni ayrıca bir tatmin etti. Yağız Gönüler'in kitaplarla ilişkisini bilen bilir. Benim bu yazılarda şehircilikten hariç olarak en çok dikkatimi çeken şey, kitaplardan bahsederken yazarların kitaplarının ilk sayfalarında, kitaplarını kimlere ithaf ettiklerine yer verdiklerini önemsemiş olmasıydı. Daha önce bu atıflar hiç dikkatimi çekmemişti, ancak fark ettim ki gerçekten çok büyük zerafet, çok büyük incelik bulunduruyor içlerinde.

Doğma büyüme bir Üsküdarlı olarak kitabı okurken canım çok sıkıldı. Her gün sövdüğüm Üsküdar'daki meydan ve sahil şeridi genişletme projeleri ve Twitter'da dolaşan Çengelköy düzenleme planlarının yanında, ayakkabılarım İstanbul'un asla bitmeyen inşaatının içinde yıpranır giderken, zaten yeterince sövmüşken, tuz biber ekti bu kitap. En beğendiğim yazıların başlıkları şöyle: "Şehri Öl(dür)ürken Sessiz Kalabilen Katil", "İnsan ve Plastik" ve "İçinde Apartman, Site veya Kat Geçen Türkü Duydunuz mu? 

Şehri, şehirleşmeyi, şehirleştirilmeyi dert edinmiş, Maslak'tan geçerken İstiklal'de yürürken "ulan bir yerlerde bir hata var ama?" diye aklından geçirmiş herkesin okumasını öneriyorum. Yazarın kendi görüşler ve bilgi birikiminin yanında atıfta bulunduğu nice yazar ve kitaplar da bize bu alanda kendimizi geliştirmemiz adına bir yol haritası çiziyor.

Her zamanki gibi buraya bir alıntı bırakıyor ve keyifli okumalar diliyorum!

"Türkler evlerinde hela (hala köylerde görmek mümkündür),evin aşağı yukarı 50 metre dışında olur. Orada destur denerek abdest bozulur. Mesela abdest bozmak diyoruz. Bundan Türk^ün abdestsiz gezmeyeceğini anlamamak, ya mankafaların işidir ya da Yahudilerin. Türk abdestsiz gezmeyi başına gelecek musibetlerin garantisi olarak görür. Bu yüzden 'şanssızlık oldu' demez, 'kaza oldu' der. Tuvalet, Türk evine dikilmiş incir ağacıdır."

Betül Kavalcı
twitter.com/kavalcibetul