2 Mart 2018 Cuma

Darbeler birbirine benzer

Sanayi devrimi, teknolojik gelişmeler derken 20. yüzyılın başına gelindiğinde ufukta cennetvari bir gelecek tasavvuru vardı. Ama tahminlerin ötesinde bir şey oldu. Pozitif bilimi elinde bulunduran bilim adamları Hitler adındaki katilin elinde birer canavara dönüşüp aydınlanma çağını fersah fersah gerilere götürüp tüm dünyayı emsali az görülmüş katliamlara tanık ettirdiler. Büyük bir kaosun ortasında yangın yeri oldu dünya.

Bilimin ve sanatın bireyler ve toplumlar üzerindeki etkisi ve gücünü görmek için bakan gözlere sahip olmak yeterli. Ne yazık ki kafası hep yıkım üzerine çalışan çılgınlar da bunun farkında. Her devrimde ya da her darbede olduğu gibi başlangıç ateşi yakıldıktan sonra işin asıl kısmı yani gelişme dönemi darbeyle aynı kafadan sanatçılar eliyle filizlenir ve serpilir. Geri kalanlar ise bir dikta rejiminin çirkinlikleriyle yüzleşmek zorunda kalır. Tıpkı Şili’deki Pinochet darbesinde olduğu gibi.

Otobiyografik öğeler taşıyan romanıyla Uzak Yıldız romanı bize darbenin şiir yolu ile meşrulaştırılmasını, sanatla siyasetin kirli ilişkisini anlatıyor. Bir yandan da Şili’de Pinochet darbesi ile edebiyatla uğraşan gençlerin alt üst olan hayatlarını değiniyor. Şiir atölyelerinde kendilerini keşfetmeye çalışan genç solcu şairlerin dünyası darbeyle birlikte bambaşka bir boyuta geçiyor ve baskı her boyutuyla hissediliyor. Genç şairler bu acı gerçekle yüzleşmek zorunda kalıyorlar. Darbe öncesinde iki rakip şiir atölyesine katılmak konusunda yazarın ifadesiyle “uzlaşmaz bir ayrım” yokken yani demokrasi rüzgârları eserken darbeyle her şey tersine dönüyor. Ne yazık ki darbecilerin gözüne ilk görünen de sanatçılar ve entelektüeller oluyor. Tüm bu karmaşada edebiyat atölyelerinin tuhaf çocuğu alaylı bir şair darbenin ertesinde sanatına aradığı mecrayı buluyor ve ruhunu halkına şiddet uygulayan darbecilere satıyor. Ve bu yolla dehşet dolu yeni bir “şiir” yaratıyor. Tuhaflığı sadece mizacıyla ilgili değil. Carlos Weider’i asıl tuhaf yapan şiirlerini kullanmış olduğu bir uçakla gökyüzü yazması.

Uzak Yıldız romanından da anlıyoruz ki dünyanın her yerinde darbeler aynı yere varıyor. Kısaca söylemek gerekirse “faşizmin tarihi tekerrürden ibaret”.

Romanın diline değinmek gerekirse darbenin gölgesinde kıstırılmış bir dimağın ifadeleri nasıl olursa anlatıcının tonu da öyle. Muğlak ve biraz şaşkın. İfadeler genellikle “öyleydi galiba, öyle olması lazım, belki de öyle olmuştur” gibi belirsizlikle bitiyor. Darbe sonrasında kendini hapiste bulan şair-anlatıcının ruh halini şu cümlelerle anlıyoruz: “Halk Birliği’nin cankurtaran sandallarının battığı günlerde hapse düştüm. Tutuklanma koşullarım sıradandı, groteks de diyebiliriz; ancak sokakta, kafeteryada ya da yataktan kalkmak istemediğim odamda değil de hapiste olmam sayesinde, Carlos Wirder’in ilk şairane eylemine şahit oldum; tabii o zamanlar ne Carlos Weider’in kim olduğunu ne Germendia kardeşlerin başına gelenleri biliyordum.” (sf. 35)

Ayrıca yine hikâyenin atmosferine uygun olarak romanda sürekli kaybolan kişiler, ölenler ve arananlar yer alıyor. Bu da okuyucuyu darbe atmosferine yaklaştırıyor. Bolano’ya da değinmeden edemeyeceğim galiba. Çok sevdiği ve önemsediği Şili’ye daha fazla dayanamayarak Avrupa’ya iltica eden Bolano burada geçimini bekçilik, mevsimlik işçilik ve bulaşıkçılık gibi işlerle sağlarken bir yandan da şiirler, öyküler kaleme alır. İki çocuğunun dünyaya gelmesinden sonra ise daha iyi para getiren romana ağırlık verir. Başta Dostoyevski olmak üzere birçok sevdiğimiz yazarın yazgısı maalesef burada da bizi buluyor. Kendini daha çok şair olarak gören Bolano kuşağının en önemli yazarlarından biri olarak görülüyor.

Kitabı bizle buluşturan ise Zerrin Yanıkkaya çevirisiyle Can Yayınları. Yazarın bir başka eseri olan Vahşi Hafiyeler isimli romanının da aynı yayınevinden çıkacağı haberini paylaşmış olayım.

Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf

Anadolu sosyo-kültürel tarihine geniş bir bakış

Günümüzün önemli Orta Çağ Tarihi ve tasavvuf araştırmacılarından Doç. Haşim Şahin, Arı Kovanına Çomak Sokmak kitabında Prof. Ahmet Yaşar Ocak için şöyle der: “Her ne kadar tevazu gösterip kendisi kabul etmek istemese de, M. Fuad Köprülü ile başlayıp, Abdülbaki Gölpınarlı ve İrene Melikoff ile devam eden çizginin dördüncü halkası olduğu muhakkaktır.

Ahmet Yaşar Ocak, Türkiye tasavvuf tarihi, Osmanlı ve Selçuklu zihniyet dünyası, mistik cereyanlar ve şahsiyetler, menâkıbnâmeler, çeşitli tarikatların hâl tercümeleri gibi önemli konulara bir ivme kazandırmıştı. Sadece siyasi konuları işleyen tarih ortamına inat, Ocak hep "Ötekiler" diye tabir edilenleri seçti kendine. Kimi zaman Anadolu kırsal kesimi ve geçmiş inanç tortularını hâlen barındıran halk yığınları, kimi zaman kitabi İslamı bilen yüksek zümre tasavvuf erbabı, bazen marjinal Kalenderiler, bazen Babailer ve Melamiler konu oldu ona, bazen ise Anadolu halk söylencelerinin Gazi Alperenleri...

Bernard Lewis, “Başka milletlerden daha fazla Türklerin benliğine nüfuz etmesine rağmen İslam’ın Türkler tarafından kabulünün Türk tarihçilerinin neredeyse anlaşılmaz derece lâkayt kaldıkları konulardan biri olması, çok düşündürücü ve dikkat çekicidir” der. Prof. Ocak ise adeta bu görüşü tersine çevirmek, sosyal bilim alanındaki emekleme durumunu yok etmek için her zaman üreten, çeşitli problemler ortaya koyan ve bunları metodoloji ile çözmeye çalışan bir bilim adamı olma yolunu seçmiştir. Kitabın ilk bölümünde yazar, Orta Çağ Türk tarihi araştırmalarının gerektiği kadar ilgi görmediğinden bahseder. Bunun sebebi olarak da Osmanlı tarihinin daha kolay bir alt yapı gerektirmesi inancını gösterir. Türklerin İslamı kabul süreci ve sonrasındaki siyasal, toplumsal ve kültürel değişimlere de değinir.

Türk inanç hatta belki İslam tarihinin en özel kavramlarından biri olan Kutup, kitabın ilginç bölümlerinden biri. Velayet kurumunun bilimsel bir bakışla, nasıl ortaya çıktığının, hangi teorik çerçevede hangi referansları kullanarak hangi toplumsal ve ideolojik düşünceler tesiriyle nasıl geliştirildiğini, nasıl toplumsal bir kabul gördüğünü bunun tasavvuf çevrelerinde ne tür bir zihniyet dünyası yaratıp toplumsal alanda ne gibi tesirler icra ettiğini pek sorgulamadığımızı, çok önemli kurum olan Velayet kavramını açıklayamadan gerekli analizleri yapmadan toplumsal olayların anlaşılamayacağını aktarır bu bölümde. Çünkü bu bölüm Selçuklu zamanının Babailer isyanını, Kanuni zamanı gibi muhteşem bir çağda Oğlan Şeyh İsmail Maşuki, aynı döneme denk gelen Şah Kalender Çelebi vb. isyanların altında yatan sebeplerin anlatıldığı bölümdür. Hem bu dünyanın hem manevi dünyanın yöneticisi olduğuna inanılan Kut’bun neden Sünni olmayan gruplar arasında militan bir taraftar kazandığı, bu grupların arasında kazandığı militan karakterin nasıl Mehdi kavramıyla örtüştüğü, neticesinde çeşitli sosyal tabanları harekete geçirerek nasıl bir takım olaylara neden olduğunu aktarır. Mehdilik ve mehdici hareketlerin işlendiği bölüm ile Kutb karakteri genişçe ele alınarak; Bu hareketlere neden olanların nasıl bir tarihsel zeminlerinin, arka planlarının olduğu, ne tür bir hareketin içinde oldukları, mitolojik alt yapıları, toplumun içinde bulunduğu durumları, yaptıkları propaganda ve karşı propagandalar, siyası iktidarın tepkisi, nihayetinde hareketin başlatılması ve sona erdirilmesiyle isyana katılan hareketin içinde yaşadığı kırılmalar evrilmeler incelenmektedir.

Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde bazı tarikatların birtakım sebeplerle diğerlerine göre öne çıktıkları görülmektedir bunlardan en eskisi ve her iki devlette de rol oynayanı Vefai tarikatıdır. Kanımca kitabın en önemli bölümlerinden birini oluşturan bu geniş dosya, hem Selçuklu devletini yıkıma götüren gelişmelerden biri olan Babailer kıyamında Baba İlyas’ın bağlı olduğu akımı temsil etmesi, hem de Baba İlyas’ın torunu olup da ilk Osmanlı kroniklerinden birini yazan Aşıkpaşazâde’nin konuyu bu açıdan ilginç hale getirmesi ve Osmanlı kuruluşunda adı geçen Rum Abdallarının etrafında oluşan anlatıları kapsar. Tâci’l Ârifin Seyyid Ebi’l Vefa el-Bağdadi ile teşekkül süreci ve ardılları olan Baba İlyas, Dede Garkın, Hacı Bektaş, Rum Abdalları ile Vefâiye tarikatının serencamı anlatılmaktadır.

Bugün Anadolu’nun önemli ocaklarından biri olan ancak görmezden gelinen Dede Garkın Ocağı ve Hacı Bektaş sonrası kurulan Bektaşi Ocağı ele alınırken, bu ocakların karizmatik dini önderlerinin kişilikleri, bunların hangi sebepler ile Anadolu’da olduğu ve neleri vadettiği gibi birçok problematik üzerinde durulmuş; Ardından gelen bölümlerde Vefailik tarikatı içerisinde kendine yer bulan Dede Garkın gibi 13. yy Anadolusunda bir konargöçer Türkmen grubunun önderi olarak çok önemli roller oynadığı artık anlaşılan ama ne hikmetse çok fazla üzerinde durulmayan mühim şahsiyetin bizlere tekrar portresini çizer.

Türk tasavvuf tarihinin en önemli halkalarından özellikle ikinci ve üçüncü devreleriyle Türk inanç ve tasavvuf tarihimizi derinden etkileyen, Melâmiler hakkında yazılan bölüm de okuru bekliyor. Günümüze en yakın bölümde ise Cumhuriyet’in İslam’ı Yeniden İnşa Sürecinde Son Dönem Osmanlı Ulema ve Sufiyyesi, olarak adlandırılıp bu genç yönetim anlayışına entegre olan veya olamayan, tekkelerin kapanmasıyla yaşanan süreç anlatılıyor.

Nihayetinde ülkenin iki önemli âlimine, özel olarak ayırdığı, Pir olarak lanse ettiği Abdülbaki Gölpınarlı ile Fuad Köprülü’nün ilmi, fikri düşünceleri, Ocak’ın onlara dair düşünceleri ve onun Gölpınarlı hatırasıyla kitap son bulmaktadır.

Ahmet Yaşar Ocak bu kitabıyla, Anadolu sosyo-kültürel tarihine geniş bir açıdan bakan, farklı sorular soran, Devlet, Toplum ve İslam ilişkisi problemini kendine has üslubuyla tarihsel bir çizgi içerisinde anlatarak, okuyucuya sunmuş olmaktadır.

Olgay Söyler
twitter.com/olgaysyler1

1 Mart 2018 Perşembe

Meleklerin varlığını hatırlatan öyküler

Romanı bir tarafa, şiirle öyküyü diğer tarafa koyuyorum hep. Şiir ve öykü, başlangıcından sonuna kadar heyecanını istikrarlı biçimde sürdürmesi gereken metinlermiş gibi geliyor bana. Başarılı kısa filmler ve videolar çekebilen insanların kesinlikle şiirle, öyküyle sıkı bir ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü hikâye anlatma (storytelling) dediğimiz şey, biz farkında olsak da olmasak da bugün itibariyle hayatımızın her yerinde. Semt pazarında gezerken duyduğumuz, bizi o ürünü almaya güdüleyen sözler (call to action), tribünlerden gelen özgün bir tezahürat, bir politikacının derdini anlatırken geçmiş masallardan, anılardan örnekler vererek sözlerini süslemesi; bunların her biri şiir ve öykü sanatını çağrıştırıyor zihnimde. Dolayısıyla bu tip metinlere başlarken çok heyecanlanıyor, yeterince tatmin olmazsam da çok üzülüyorum.
Türk öykücüleri içinde pırıl pırıl kullandığı Türkçesiyle yıllar evvel dikkatimi çekmiş Meral Afacan Bayrak, yeni bir kitapla selamladı bizleri. Ne iyi etti. Çünkü ismiyle, kapağıyla, hikâyesiyle böyle bir kitaba ihtiyacımız vardı bizim. Biz kimiz? Bu ülkenin yorgun insanları, yorulan insanları. Yorulan ama bunu da çok söyle(ye)meyen.  Dolayısıyla diriltici hikâyeler okumaya ihtiyacımız var her zaman. Buradaki dirilticiliği, ortalığı ayağa kaldırmak gibi fizikî bir durumu anlatmak için kullanmıyorum. Dirilmek, yani yaşıyor olmanın farkına yeniden varmak, önemli duyguları daha iyi özümsemek. Beyin ve kalp aynı anda açıksa ve diriyse o duygular daha esaslı işliyor insanın ruhuna. 

Meral Afacan Bayrak, okuyucuyu bir plana, kurguya hapsetmeyen bir yazar. Onun metinlerini okurken bir zaman evvel Bilge Karasu'nun Gece kitabından not ettiğim bir paragraf geldi aklıma. Şöyle diyor Karasu: "Öykücü, romancı, her yazdığının nereye varacağını bilen bir kişi sanılır; kendi de zaman zaman buna inanır, ya da inandırılır... Oysa yazdığı her tümcenin ardından ne geleceğini -o "bir sonraki" tümceyi yazmadıkça- hiçbir zaman bilemeyeceğini, kendisi, unutmamak zorundadır.". İşte Bayrak da metinlerinde unutuyor işin nereye varacağını. Yalnız metin anlamında değil, yaşatacağı duygu anlamında da. Acaba okuyucu hangi duyguyu yaşayacak diye didinip metni yormak yerine olduğu gibi yazıyor duygularını. Bu da doğal bir fotoğrafın gücünü sunuyor okuyucuya; samimi, parlak, şaşırtıcı. Hislerimi tam anlatamadığımı düşünerek, Onat Kutlar'ın bir sözüne başvurmak istiyorum. İshak kitabından: "İyi öykücü, akıp giden zamanın ritmine, onu durdurmadan kalemini uydurandır. Bir süre birlikte döner o çarkla. Ve bir ölü noktayı geçince bırakır. Öyle gördük ustalarımızdan."

Öykülerine ilginç karakter isimleri üretiyor yazar. Bir yanda Ru, Zela, İncilay, Fetnur gibi oldukça nadirattan isimler; diğer yanda Arif, Talip, Şahika, Haldun gibi yavaş yavaş bir kenara çekilmeye başlamış isimler. Yazarın, karakterlerin isimlerini taşıması gerekiyormuş gibi bir derdi taşımadığını seziyorum çoğu zaman. Arif, arif olmak zorunda değil. Talip de talip... Öykülere verilen isimler de çok naif, temiz. İlginç bir şekilde ve daha önce yapmadığım bir biçimde, kitabın içindekiler sayfasındaki satırları bir şiirmiş gibi okudum, çok hoşuma gitti. Üç kıtadan sonra iki mısrayla şöyle bitiyor şiir: "Mutlu tesadüfler / sen de değişeceksin."

On dört öykü var Mutlu Tesadüfler'de. İlk öykü "Çok özlemlerden geçtim"den itibaren bir yolculuğa çıkacağını anlıyor okuyucu. "İnsanın kendiyle kendine kaçması gibi bir şey bazı yolculuklar ne de olsa."

Nasibe düşeni kabul eden karakterler var Mutlu Tesadüfler'de. Duygular aşırı değil, egoyla ve yaşamla mücadele sürse de bir saldırı tavrı da yok miskinleşme de. Mesela "Hazır Cümre Düşmüşken"de şöyle diyor bir karakter: "Ömrümüz beklemek, sabretmekten müteşekkil. Yakalayabildiğimiz yerinden denk düştükçe yaşadığımız hayatın arızalı bir gemisi bedenlerimiz."

Arızaları, sıkıntıları veya coşkunları kabul etmek büyük bir yürek gerektiriyor. Yazar da büyük yürekleri işliyor ürettiği karakterleri arasında. Büyük yürek, ille de kazanan olmuyor. Kaybeden, kaybetmeyi bilen de büyük bir yürektir çünkü. Aynı karakter, şöyle söylüyor bir defasında da: "Dünyaya dair iyi niyetimizi/eylemimizi muhafaza edelim. Kupkuru cümleleri tanzim eden biri gibi, bütün yorgunluğunu dök. Kalmasın hiç ahın... Hiç hevesin, can sıkıntın, bitmiş eğlencen. Oysa cümbüşün yeni başlıyor. Çok çabuk öğrenirsin meraklanma. Yoksa duan olmadan olmaz bu yolculuk, çekilmez olur yol."

Meral Afacan Bayrak, bazen eksik şarkıları tamamlıyor bazen de dünyanın bütün gamını bir ceviz ağacının gölgesine seriyor. Tamamlananı anlamlı kılmak ve serilenleri toplamak okuyucuya düşüyor. Tüm bunlar da hakikatin gereği, kaderin ödevi. "Gerçekte bütün hikâyelerin sahibi Allah değil mi?"

Enver İbrahim'le de karşılaştım ya bu öyküler arasında, ne mutlu bana. Evet, Anouar Brahem... Le ila Au Pays Du Caroousel'i ne muazzem bir sudur, akar da akar. Sıyırır yaşamın çirkin yüzünü kalpten, ansızın nefes aldırır, hani demiştim ya, diriltir... Neden yazar bu isme ve onun şarkısına ihtiyaç duydu, bize dinletti diye düşünürken geliyor cümleler peşi sıra: "Yeniden dolabilmek için hepsi. Ruhuna, kalbine... Umut, neşe, istek, hareket için lazım. Sorgulayan, okuyan ve yeni tanımlara açık zihnindeki açlık hissediliyordu. En çok sorularında. Bir hamle yapacaktı. Kararlıydı."

Ailesiz öykü olur mu hiç? Kutsallaştırmadan önemseyen, putlaştırmadan değerli kılan. Bazen bir cümleyle bunu kalplere aşk eden. "Sayısız Martı İçinde" adlı öyküde olduğu gibi: "Ekmek önemliydi. Yeni doğan oğlu, ne çabuk büyüyordu gözlerinin önünde. Onun için, evladının ona ilk kez "baba!" deyişi milattı adeta. Başka söze gerek yoktu işte.". Sahiden de öyle, başka söze gerek yok...

Omzunda iki melek olduğunun farkında değil insan. Bütün sinsiliği bundan. Kitaba adını veren Mutlu Tesadüfler adlı öykü naif bir dille bu hatırlatmayı yapıyor: "Mutlu bir tesadüf bize neyi hatırlatır, en çok? Bir melekçe izlendiğini, görevini yapıp yapmadığını sorgulaman için yeniden bir fırsatın verildiğini anladığın o bulutsu anların varlığı gibi... Kimseye anlatamazsın. Çocuksu sevinçlere açılır kapıların. Yüreğinde serçe cıvıltılarıyla, yaşarsın işte. Ömür imkânsızlıklardan imkâna geçiş gibi tatlı..." Ama şu gerçeği de unutmamalı: "Yanmış yaprakların, açık sarı ve canlı yeşil yaprakların arasından seçiliyor olması gibiydi bazı şeyler: Çürük."

Allah hepimize mutlu tesadüfler bahşetsin, mutlu hikâyeler yaşatsın, mutlu öyküler okutsun. Âmin.

Yağız Gönüler

Şehri, şehirleşmeyi, şehirleştirilmeyi dert edinmiş kitap

Yağız Gönüler'in "Şarkısı Biten Şehir" adlı kitabını okudum.

Kitap hakkında kendimce bir iki kelime etmezden önce Yağız ağabeyin bana bu paylaşımları yapmamda en büyük ilham kaynağı olduğundan bahsetmeden geçemeyeceğim. Önce bir Instagram sayfası, ardından da Blogspot platformu üzerinden yazdığım küçük, amatör yazıların beni günden güne geliştireceğine dair inancımda Yağız ağabeyi izlemek, çok ama çok fazla etkili oldu bende. Kendime örnek aldığım nadir şahsiyetlerden biridir kendisi. Daha nicelerine ışık olmuştur eminim. Kendisine buradan teşekkür etmek isterim.

Karakum Yayınları'ndan çıkan Şarkısı Biten Şehir kitabını bir tür deneme olarak nitelemek mümkün. Kitapta Gönüler'in denemelerinin yanısıra, şehircilikle meşgul olmuş insanlarla yaptığı çok uzun olmayan ancak hem sorularıyla hem cevaplarıyla birer bilgi birikimi haline gelmiş röportajları, kitaplar ve şahsiyetler hakkındaki çeşitli yazılarını görmekteyiz. Sadettin Öktem, Turgut Cansever, İsmet Özel, Ahmet Yüksel Özemre, Sinan Yılmaz adını sıklıkla duyacağımız isimlerden bazıları. Yazarın bir başka önemli fikri de şehir ile aileyi birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak, birbirinin tamamlayıcısı, et ile tırnak gibi görüyor oluşuydu. Mekanik toplumdan organik topluma geçiş olarak değerlendirilen bizler gibi geçiş toplumlarında, geleneklerinden kopmamak adına mücadele eden bir avuç insanız şurada ve aile bizim bamtelimiz. Aile vurgusu bu yüzden beni ayrıca bir tatmin etti. Yağız Gönüler'in kitaplarla ilişkisini bilen bilir. Benim bu yazılarda şehircilikten hariç olarak en çok dikkatimi çeken şey, kitaplardan bahsederken yazarların kitaplarının ilk sayfalarında, kitaplarını kimlere ithaf ettiklerine yer verdiklerini önemsemiş olmasıydı. Daha önce bu atıflar hiç dikkatimi çekmemişti, ancak fark ettim ki gerçekten çok büyük zerafet, çok büyük incelik bulunduruyor içlerinde.

Doğma büyüme bir Üsküdarlı olarak kitabı okurken canım çok sıkıldı. Her gün sövdüğüm Üsküdar'daki meydan ve sahil şeridi genişletme projeleri ve Twitter'da dolaşan Çengelköy düzenleme planlarının yanında, ayakkabılarım İstanbul'un asla bitmeyen inşaatının içinde yıpranır giderken, zaten yeterince sövmüşken, tuz biber ekti bu kitap. En beğendiğim yazıların başlıkları şöyle: "Şehri Öl(dür)ürken Sessiz Kalabilen Katil", "İnsan ve Plastik" ve "İçinde Apartman, Site veya Kat Geçen Türkü Duydunuz mu? 

Şehri, şehirleşmeyi, şehirleştirilmeyi dert edinmiş, Maslak'tan geçerken İstiklal'de yürürken "ulan bir yerlerde bir hata var ama?" diye aklından geçirmiş herkesin okumasını öneriyorum. Yazarın kendi görüşler ve bilgi birikiminin yanında atıfta bulunduğu nice yazar ve kitaplar da bize bu alanda kendimizi geliştirmemiz adına bir yol haritası çiziyor.

Her zamanki gibi buraya bir alıntı bırakıyor ve keyifli okumalar diliyorum!

"Türkler evlerinde hela (hala köylerde görmek mümkündür),evin aşağı yukarı 50 metre dışında olur. Orada destur denerek abdest bozulur. Mesela abdest bozmak diyoruz. Bundan Türk^ün abdestsiz gezmeyeceğini anlamamak, ya mankafaların işidir ya da Yahudilerin. Türk abdestsiz gezmeyi başına gelecek musibetlerin garantisi olarak görür. Bu yüzden 'şanssızlık oldu' demez, 'kaza oldu' der. Tuvalet, Türk evine dikilmiş incir ağacıdır."

Betül Kavalcı
twitter.com/kavalcibetul

27 Şubat 2018 Salı

Mutfak ve beslenme kültürünün tarihi serüveni

“Yemek, insan yaşamının neredeyse her yanını etkiler."
- Jeffrey M. Pilcher

Son yıllarda sağlıklı beslenme, diyet vb. üzerine birçok yayınlar neşredilmiştir. Fakat bu beslenme ile ilgili soframıza gelen yiyeceklerin kültürel tarihi hakkında fazla bilgi sahibi değiliz. On bin yıl önce ilk çiftçilerin haşlanmış buğday yemeğinden miras kalan aşure, Antik Yunanlardan zeytinyağı, Orta Asya’dan mantı vb. gıdanın tarihi 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren araştırma konusu olmuştur.

Yemek insan yaşamının her neredeyse her yanını etkiler. Prof. Dr. Canan Karatay: "Fransız İhtilali'nin sebebi tuzdu" demesi ne kadar doğru bilinmez ama Vizigot Kralı Alacric’in 408 yılında Roma kuşatmasını kaldırması için, Romalılar büyük miktarda altın ve gümüş dışında 1300 kilo karabiber vermişlerdir.

Türkiye’de de yemeğin veya gıdanın tarihi ile ilgili yayınlar son zamanlarda yayınevlerin ilgisini çekerek popüler hal kazanmasını sağlamıştır. Soframızın tarihi ile ilgili en son elime geçen önceden “Aşçıbaşı: Bir Osmanlı Subayının Yemek Kitabı”yla tanıdığımız Priscilla Mary Işın’ın “Avcılıktan Gurmeliğe: Yemeğin Kültürel Tarihi" adlı kitabıdır”. Yapı Kredi Yayınları'ndan neşredilen eser, 20 ana bölümden oluşmaktadır.

Eser, geçmişteki gıdalarla, bugün yediklerimiz arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları anlatırken aynı zamanda çeşitli mutfakların birbirini nasıl etkilediğini ve tarihsel süreçte birbirinden nasıl aktarıldığını anlatıyor.

Anadolu, tarımın başladığı bölgede olması ve birçok medeniyete ev sahipliği yapmasından dolayı mutfak geleneğinin veya yemek kültürünün çeşitlenmesine sebep olduğunu anlatırken, yazar, “Medeniyetlerin mutfakları hiçbir zaman izole bir ortamda gelişmemiş, kendilerinden önce gelenler, komşu toplumlar ve Anadolu’ya göç edenlerin önemli katkıları olmuştur." diyerek tanımlamaktadır. Bu sebeple Türk mutfağında da zengin bir mirasın izleri görülmektedir.

Birçok gıdanın et, patlıcan, pirinç, zeytinyağı gibi yakın coğrafyalardan Anadolu’ya girişi, hemen hemen benzer şekilde bunlarla yapılan yemeklerin Anadolu’dan yakın ve uzak coğrafyalara gitmesi kültürel etkileşimin bir parçası.

Işın, Türkiye’yi ve Anadolu’yu ön planda tutarak kitabında tarihöncesinden başlayıp farklı mutfakların birbirine katkılarından bahseder ve mutfak tarihindeki en belirgin dönem ve medeniyetleri sıralamaktadır. Ele aldığı bu medeniyetler; Mezopotamya, İran, Arap, Hindistan, Selçuklu, Osmanlı, Batı Avrupa, Orta Asya vb... Eser sadece mutfak kültürünün gelişimini anlatmıyor, bunun ötesinde ilk çiftçilerden Anadolu, Avrupa, Asya, Ortadoğu ve Amerika kıtalarına uzanan beslenme ve yeme alışkanlıklarını da ele almaktadır.

Baturhan Ergin
twitter.com/erginbaturhan

Hangi İsa? - I

İslam, Hıristiyanlık ve Museviliğin kesiştiği bir alan olarak İsa Peygamber meselesi dinler tarihinin en ilginç konularındandır. İsa karakterinin üç din tarafından varlığı kabul edilir lakin aynı şekilde değil farklı misyon ve özellikleriyle onaylanır. O, İslam’da Allah’ın peygamberi, Hristiyanlıkta Oğul Tanrı, Yahudilikte beklenen Mesih’tir. Her bir dinin kabul ve onayı diğer(ler)iyle uyuşmaz, benzeşmez hatta çelişir. Oldukça kapsamlı ve karmaşık olan konu karşılaştırmalı okuma yapıldığında daha da netleşir.

Hz. İsa hakkında arka arkaya okuduğum iki kitap bu minvaldeydi. İlki, bu yazının da konusu olan Mustafa Akyol’un 2018 Ocak ayı itibariyle Düşün Yayıncılık’tan çıkan Yahudilerin Mesihi, İslam'ın Peygamberi Meryemoğlu İsa adlı eseri. 2017 yılında “The İslamic Jesus” ismiyle İngilizce olarak ABD’de yayınlanan kitabın çevirisi Onur Atalay’a ait. Diğer kitap ise bir sonraki yazıda değerlendirmeyi düşündüğüm Kemal Süleyman Salibi’nin (1929-2011) kaleme aldığı "İsa Kimdi?" adlı çalışma. Kitaplardan ilkinin yazarının Müslüman ikincisinin ise Hıristiyan olmasının yanında Akyol’un araştırmacı yazar, Salibi’nin tarih ve arkeoloji profesörü olması konuya dinsel ve yöntemsel olarak iki farklı pencereden bakmayı sağlıyor.

Akyol eserinin önsöz bölümünde "İsa Peygamber hakkında yazılan eserlerin çoğunluğu Hıristiyan müelliflere ait. Hıristiyan yazarların kaynaklar arasına Kur’an’ı koymamasının bir eksikliğe neden olduğunu düşündüğümden böyle bir girişimde bulundum." diyerek kitabın ortaya çıkmasındaki nedenlerden birisini belirtiyor. Yalnız burada belirtmek gerekir ki, Salibi eserin bazı bölümlerinde çalışmasının kaynakları arasında Kur’an’ı da gösteriyor. Dolayısıyla Salibi’nin, Akyol’un belirttiği genel yaklaşımdan farklı bir yöntem benimsediğini söylemek gerekir. Salibi’nin Batılı Hıristiyan yazarlardan farklı tutum sergilemesinde muhtemelen Ortadoğulu bir Hıristiyan olmasının etkisi olabilir diye düşünüyorum.

Diğer taraftan genel anlamda Hıristiyanların sergilediği tek taraflı tutumun Müslümanlar için de geçerli olduğunu söyleyen Akyol, “tek paradigmalı bir okumaya” sahip olduğumuzu, örneğin “Müslümanlar arasında Hıristiyanlıkla ilgili bir konuda dahi İslami kaynaklar dışındaki kaynaklara itibar edilmediğini” belirtiyor. Akyol’un kitabı yazmaktaki asıl gerekçesi ise ‘üç farklı dinin ortak paydası olan bir figürün birleştirici olmasa bile en azından yakınlaştırıcı olabileceğine inanması’ şeklinde özetlenebilir. Kitabı okurken alt metinde bu düşünceyi çok fazla görebiliyorsunuz. Yazar kendini epeyce zorlayarak birbirine uzak üç noktayı yakınlaştırmaya çalışıyor. Bunu yaparken birilerini kırmamak ve dokunduğu yerleri dökmemek için elinden gelen bütün çabayı gösteren Akyol’un bu ‘safiyane’ fikre kendini fazla kaptırdığını düşünmeden edemediğimi belirtmek isterim. Akyol’un üslubunda onun düşünce yapısındaki esneklik kadar kitabın ABD’de yayınlanışının da etkisi vardır mutlaka. Zira yazar, İslam’a ve Müslümanlara zaten baştan belli bir kurulmuşlukla bakan, ön kabulle yaklaşan hedef kitlenin laftan nem kapmaması için epey çaba sarf etmişe benziyor.

Mustafa Akyol’u gerek kitapları gerekse yazılarından takip edenler üslubunu ve bakış açısını bilir. Kendisi din ile sorunu olmayan rasyonel ve liberal düşüncelerini olabildiğinde esneterek aktarır. Hatta düşüncelerinde dinin yeri oldukça fazladır ve özgürlük eksenli düşüncelerini aktarırken Müslüman kimliğini çekinmeden ortaya koyar. Fakat bu çerçevede yazarken İslam’ın kırmızıçizgilerini de epeyce zorlar. Bir başka deyişle İslam’ın ruhsat verdiği uçlarda dolaşırken hümanizme ve liberalizme çok fazla göz kırpar. Açıkça söylemek gerekirse Meryemoğlu İsa adlı kitabı okuduğumda Mustafa Akyol hakkında edindiğim intibaın boşa olmadığını tekrar gördüm. Elbette bu yazdıklarım kendisi hakkında salt negatif bir düşünceye sahip olduğum ya da öyle aktarmaya çalıştığım anlamına gelmiyor. Yaşadığımız toplumda Akyol’dan çok daha etkin olabilen ‘dini titr’ sahiplerinin ne aklı ikna ne de kalbi tatmin etmeyen hatta vicdanı yaralayan sözlerine muhatap oluyoruz. Durumun vahametini görmek adına, ilgili kişilerin söylemlerinden öte eylemlerine maruz kalışımızın yanında Akyol’un çizdiği çerçeveye haksızlık etmemek gerekir diye düşünüyorum. Üstelik Mustafa Akyol’un “ihtisas alanı değil ilgi alanı ilahiyat” iken.

Mustafa Akyol’un eserinin isminde Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlığa atıf yapılmış. Esasında bu bile kitabın ana fikri ya da konusunun çerçevesi hakkında yeterli bilgiyi veriyor. Üç yüz otuz sayfalık kitap giriş ile birlikte on bölümden oluşuyor. Giriş bölümünde İstiklal Caddesi’nde yürürken uzatılan bir İncil’i okumasıyla başlayan (-ki kitabın hikâyesinin başlangıcı olan) bir süreci ele alan yazar İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik arasında “yakın” ilişkiler bulunduğunu düşünüyor. Bu düşüncesini Kur’an, İncil ve Tevrat (Eski ve Yeni Ahit) okumalarıyla derinleştirmeye çalışıyor. Günümüz Hıristiyanlık anlayışında Pavlus’un etkin oluşunun yanında önemli bir figür olan Yakup’un göz ardı edildiğini belirtiyor. Bunun yanında Hıristiyanların İslam’ı ve Müslümanları yanlış yorumladıklarını, özellikle Müslümanların derin hürmet gösterdiği İsa Peygamber konusunun bu yanlış yorumlamanın en açık göstergesi olduğunu belirtiyor. Akyol, teslis inancıyla Hıristiyanlar ile ayrışan Müslümanların tek tanrılı din bağlamında İsa anlayışında Yahudiler ile uyuştuğunu iddia ediyor.

Yahudilerin Kralı başlıklı birinci bölümde İncillerde yer alan İsa’nın yakalanışı, yargılanışı ve çarmıha gerilmesi, Kudüs’ün Romalılarca işgali ve Yahudilerin sürgün ediliş süreci Romalılar ve Yahudiler arasındaki siyasi çekişmeler üzerinden anlatılıyor. Anlatılanlara göre Kudüs’te bulunan Yahudiler birkaç parçaya ayrılıyor ve bir kısmı Romalılara karşı savaşmayı seçerken bir kısma Romalılarla işbirliği yapıyor. Buradaki ayrışmalar inanç bağlamında da farklılıklara yol açıyor. Sunulan detaylar kitabın sonuç kısmındaki çözüm önerisiyle bağlantılı olduğundan dikkatli okumanın faydalı olduğunu düşünüyorum. Ayrıca Tevrat ve İncillerde yer alan İsa teolojisine değinilerek her iki kaynakta Mesih anlayışı irdeleniyor. Bu bağlamda İsa ve Davut arasında kurulmaya çalışılan ‘nesebi’ ilişkinin yanı sıra İsa’nın öğretisinin (Pavlus marifetiyle) başkalaşmasından bahsediliyor.

İkinci bölüm Yahudi-Hıristiyan “Sapkınlığı” adını taşıyor. Bu bölümde İsa’nın ölümü, Pavlus’un kimliği, ortaya çıkışı, icraatları, Yakup ile çekişmesi ele alınıyor. Ayrıca Yahudiliğin marjinalleşmesine karşın Hıristiyanlığın yayılması ve paganizm-Hıristiyanlık ilişkisi irdelenerek kanonik İnciller karşılaştırılıyor. Değinilen önemli detaylardan birkaçını İnsan İsa’nın Tanrı İsa’ya dönüşmesi, Pavlus Hıristiyanlığı, yayılışı ve Batı için önemi, Nasranî ve Yahudi Hıristiyanlığı şeklinde belirtebiliriz. Buradaki en önemli detay artık takipçisi kalmayan Yahudi Hıristiyanlığı oluşumu olduğunu belirtmekte fayda var. Zira yazar sonraki bölümlerde İslam ile Yahudi Hıristiyanlığı dediği oluşum arasında çok fazla benzerlik olduğunu iddia ederek çözüm önerisini destekleyen argüman hâline getiriyor.

Hz. Muhammed’in peygamberlik süreci ve İslam’ın İsa Peygamber anlayışının anlatıldığı üçüncü bölüm Arabistan’da Yeni Bir Doğuş ismini taşıyor. Oryantalistlerin İslam algısının kökenlerine inmeye çalışan yazar Yahudilerin Arabistan’a göçü, Kur’an ile Tevrat’ta anlatılanların uyuşan yönleri, İslam ve Yahudiliğin benzerliği, Müslüman ve Ehl-i Kitap ilişkisi, Bizans-Sasani ve Müslümanlar arasındaki ilişki ile Kur’an’da İsa Peygamber’in anlatılışına değiniyor.

Kayıp Halka başlıklı dördüncü bölümde tarihsel veriler, buluntular ve kaynaklar eşliğinde Yahudi Hıristiyanlığı ve İslam arasında var olduğu iddia edilen benzerliklere dikkat çekiliyor. Kanonik İncillerin yanı sıra apokrif İncillere de değinilerek Pavlus Hıristiyanlığının Greko-Romen kültüründen etkilenişi ortaya konulmaya çalışılıyor. Yazar sık sık İslam ile Yahudi Hıristiyanlığı dediği oluşum arasında paralellik kurmaya çalışıyor.

Meryem ve Bebeği isimli beşinci bölümde Kur’an’da Hz. Meryem’in anlatılışı ve Müslümanların ona olan hürmeti aktarılıyor. Kanonik ve apokrif İncillerde anlatılan Meryem ve İsa tasvirlerinin Kur’an’da anlatılanlar ile benzeşen ve farklılaşan yönleri ele alınıyor. Bu bölümde ayrıca İslam’ın Tevhit ve Hıristiyanlığın teslis anlayışı karşılaştırılıyor.

İsa Aleyhisselam da dâhil İslam’ın tüm peygamberlere bakış açısının ele alındığı altıncı bölüm Kur’an’daki İsa ismini taşıyor. Hz. İsa’nın doğumu, mucizeleri, hayatı ve ölümü hakkında bilgilerin yer aldığı bu bölümde Kur’an ve (Çocukluk İncilleri de dâhil) İncillerdeki (kanonik/apokrif) İsa tasvirleri karşılaştırılıyor.

Yedinci bölüm İslami Kristoloji ismini taşıyor. Bu bölümde Müslümanların Hıristiyanlara ve teslise dair düşünceleri ile Hıristiyanlarla ilişkileri ele alınıyor. Ayrıca Hıristiyanlık içindeki ‘restorasyon’ çalışmalarından ve İsa’yı ilah olarak görmeyen grupların varlığından bahsediliyor. (Kristoloji: Mesih Bilimi, Hıristiyan teolojisinin İsa hakkında araştırmalar yapan alt dalı.)

İsa’nın İkinci Gelişi başlıklı sekizinci bölümde dinlerdeki eskatolojik yaklaşımlar ekseninde Mesih/Mehdi anlayışı değerlendiriliyor. Müslümanların sahip olduğu kıyametin yaklaşması, ‘Nüzül-i İsa’/Mehdi anlayışının Hıristiyanlık mitindeki benzer anlayışla karşılaştırılması yapılıyor.

Dokuzuncu bölümün başlığı Bugün İsa Müslümanlara Ne Öğretebilir? Romalıların Kudüs’ü işgali ve Yahudilerle olan mücadelesi ile ABD öncülüğündeki Batı’nın Müslümanların yaşadığı toprakları işgali arasında benzerlik kuran Mustafa Akyol “Hz. İsa örnekliği ve mesajı”nı çözüm önerisi olarak sunuyor. Önerisini kısaca “bir İslam peygamberinin örnekliği ve Vahiy önderliği” olarak tanımlıyor diyebiliriz. Bunun “aykırı bir görüş olmadığını belirten yazar, gerek geleneksel gerekse modern anlayışta buna yönelik açıklamalar olduğunu” belirtiyor. Yazara göre “Hz. Musa başta olmak üzere birçok peygambere nispetle Kur’an’da zaten bu önerisinin geçerliliğine yönelik atıflar bulunmaktadır”.

Kitap her ne kadar dikkate değer bir çalışma olsa da bir o kadarda itiraz edilecek nokta içeriyor. Müslümanların geleneğinde bulunan fakat İslami dayanağı olmayan bazı konulara gelmeden önce itiraz edilebilecek en önemli mesele, rasyonel düşünebilen birisi diyebileceğimiz Akyol’un sunduğu çözüm önerisinin hiçbir akılcı ve mantıklı yanının bulunmayışıdır. Bu yaklaşımla Tevrat ve İncil için ortaya attığı “tahrif edilenler metin değil tefsir bağlamında anlamları” olduğu düşüncesi gerçekçi gözükmüyor. Ortada Kur’an’ın tasdik ettiği İncil ve/veya Tevrat (ile Zebur’un) ‘asılları’ bulunmamaktayken sunulan çözüm önerisi yazarın önceki yazdıklarının tümünü etkisiz kılıyor diyebiliriz. Bu bağlamda mevcut Eski ve Yeni Ahit üzerinden uzlaşma ya da yakınlaşmayı düşünmek saflığın ötesinde bir şey. Yazarın özgürlükçü (liberal) bakış açısı başta belirttiğim gibi gereğinden fazla esnek davranmasına neden olduğundan İslam’ın sınırlarını zorlayabiliyor hatta dışına çıkabiliyor. Diğer taraftan kullandığı dil Hıristiyan ve Yahudilerin düşünce ve eylemlerini fazlasıyla meşrulaştırıcı ve masumlaştırıcı hâle sokuyor. Kitabı okurken gözünüzün önünde birbiriyle çok da fazla örtüşmeyen hatta çelişen birden fazla İsa tasviri oluşuyor. Yazarın birleştirici dediği figür aslında tam da nirengi noktası. Zira üç din için de akide meselesi hâline gelen İsa tasvirlerinin birinin üzerinde uzlaşılması demek diğer iki dinin/düşüncenin reddi/iptali anlamına gelecektir. Bu da üç din açısından da mümkün olabilecek bir şey değil. Eserin bu haliyle, yazarın yazma amacının dışında İslam, Hıristiyanlık ve Yahudiliğin konuya genel bakışını görmek açısından bir başlangıç kitabı olduğu söylenebilir.

Kitabın baskısına dair iki teknik eleştiriyi yapmadan geçemeyeceğim. Birincisi, dipnotların ilgili sayfanın alt kısmı yerine bölüm sonlarında olması okumayı ve konuyu anlamayı zorlaştırıyor. Metin aralarında dipnotlara gidip gelmek okuma insicamını bozuyor. İkincisi ise özellikle ilk bölümlerde daha fazla olmak üzere kitapta ciddi anlamda editöryel hata bulunuyor. Pişmeden servis edilmiş yemek imajı veren bu durum kitabın aceleye getirildiğini düşündürüyor. Hem yazarın hem de yayınevinin konumu dikkate alındığında ortada gayriciddi bir görüntü var.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

26 Şubat 2018 Pazartesi

Kelimelerin sağalttığı hayatlar

6.27 Treni, hiç belli etmese de bir ilk roman.Yayınlandıktan bir süre sonra büyük beğeni toplamış ve 29 dile birden çevrilmiş. Aysel Bora’nın özenli çerisiyle rahatça okunuyor. Yayınevinin notuna göre Diderlaurant’ın bu romanı bir aylık bir inziva döneminde yazdığını öğreniyoruz.

Bir geri dönüşüm fabrikasında kitapları öğüten dev bir makinenin Zerstor 500’ün kumandasındaki isim olan Guylain hem işinden hem de hayatından hiç de memnun değildir. “Hain Kukla” anlamına gelen ismi yüzünden yetişkin olana kadar bin türlü alaya muhatap olan Guylain görünmemeyi çare olarak seçmiştir. Tüm bu mutsuzluğunun üstüne her gün binlerce kitabı yok eden bu canavarı yönettiği içinse şeddeli bir bedbahtlık düşmüştür payına. Bir de en iyi dostlarından biri olan Gusippe bacaklarını bu makineye kaptırınca dünyası kararmak üzeredir ama o kelimelere sığınmakta bulur kendini ve yangından mal kaçırırcasına Zerstor 500’den kurtarabildiği kadar sayfa koparır ve çantasında taşırken banliyöde okumaya başlar. Önceleri bu yaptığının bir karşılığı olmadığını düşünse de ilerde başka kimselerin de tekdüze yolculuğunu güzelleştirdiğini anlayacaktır. En iyi dostu Gusippe iki bacağını birden kaybetmiş bir şekilde evde yatarken onu hayatta tutmanın yolunu da keşfeder Guylain. Bacaklarından parçalar taşıdığını düşündüğü imha edilen kitapların hamurundan yeniden kitap olan “Eski Zaman Bahçeleri” ve "Sebze Bostanları” isimli kitapların tüm baskılarına sahip olan Guylain belirli aralıklarla sanki sahafları gezerek buluyormuşçasına Gusippe’ye taşır onları. Gusippe bütün baskıları kitaplığında topladığında bacaklarına kavuşacağını düşünür. Yine de çok yalnızdır Guylain. O denli bir başınadır ki evindeki balığıyla konuşur uzun uzun. Balığı her öldüğünde gidip aynı desende balıktan alıp fanusa koyar ve hep aynı isimle seslenir ona. Ama hayatı trende tesadüfen bulduğu akıllı bellekle değişir ve belleğin içinde bulunan günlükleri okudukça yazılanların sahibi Julie âşık olmaya başladı. Julie bir alışveriş merkezinin tuvaletinde görevlidir ve o da Guylain gibi tutunmaya çalışanlardan sadece birisidir. O da işini hiç sevmez ve sevmediği bu dünyadan kelimelerin dünyasına kaçarak kendini iyileştirmeye çalışır. Çok da iyi bir hayal gücü olduğu yazdıklarından anlaşılmaktadır. Guylain banliyöde artık onun günlüklerini okumaya başlar ve birden herkesin ilgiyle dinlediğini fark eder. Arkadaşı Gusippe’nin dedektifvari sorgulamaları sayesinde Julie’yi bulur ve ona kocaman bir çiçek demeti ile birlikte mektup yazar. Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemeyen Julie merakla Guylain’ı bekler.

Diderlaurant bize süslü cümleler kurmaz. Altı çizili satırlar sunmaz ama hikâyesi o denli etkileyici ki karakterlerle bir gönül bağı kurup onlar için üzülürken bir taraftan da iyi olmaları için sayfaları çevirmeye başlıyorsunuz.

6.27 Treni iki mutsuz insanın, en dipte yaşayan iki karakterin özne olduğu ve kelimelerle hayatlarını sağaltmaya çalıştıkları bir dünyanın hikâyesi.

Her Perşembe Guylain annesine telefon ederdi. Annesinin salondaki koltuğuna rahatça kıvrılmış, seyretmeden televizyona bakarak, 1984’ün o Ağustos günü kocasının gidişiyle içine sürüklendiği ebedi şaşkınlık halinde donup kalmış halde oturduğunu biliyordu” diyerek anlattığı anne karakteri de dâhil olmak üzere romanda yer alan herkes yalnız ve mutsuz. Aslında alt metne dikkat edildiğinde birçok mesajı var kitabın. Kahramanımızın kitapların imha sürecine duyduğu tiksintiyle kitap düşmanlarına ve kitap oburluğuna sağlam eleştiriler yöneltirken özel sektörün işçi sınıfı üzerinde oluşturduğu baskı ve mezalime de değiniyor sık sık. Yine de kalabalık yalnızlıklar içinde debelenip iş hayatında kendine yabancılaşan “insan” bir yol bulup kafkavari bir böcekleşme yaşamadan hayata tutanabiliyor bu romanda. Okuyucuya umut aşılayan hikâyesiyle Diderlaurant okunmayı ve üzerine konuşulmayı hak ediyor. Bazı bölüm geçişleri indeki kopukluk dışında gözüme çarpan bir eksisi yok. Hikâye edişindeki kendiliğiyle de edebiyat dünyasında kalıcı olacağa benziyor.

Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf

Boşluğa karşı söylenmiş bir hikâyenin yansıması

“Ben pencereye uzanmayı çok isterken
fakat uzanacak durumda değilken
bana o gökyüzünün taklidini yapmış olana.”

Hiç kimse” diye başlıyor kitap ve yukarıdaki ithâf sözleriyle devam ediyor. Hafızam beni yanıltmıyorsa, geçtiğimiz aralık ayında Twitter’da Lefèvre (@leumacen) adında birine rastladım. İnceledikçe, yazdıklarında ve okuduklarında samimi biriyle karşı karşıya olduğumu söyledi bana, içimden ve edebiyatçı yanımdan gelen bir ses. Sonra aynı yazarın “baliktim” diye bir grubunun varlığından haberdar oldum. Yazar bu grubu bir okyanus olarak düşlüyor ve üyelerine de her sabah “günaydın sevgili balık” diye başlayan e-postalar gönderiyordu. Kitabına olan merakım ise bu gruba üye olduktan sonra daha da ivme kazandı. Her sabah kısacık bir kitap pasajı, bir şarkı ve bazen de bir şiir düşmeye başladı e-posta kutuma. Bazı bazı aklımızın bile bize yâr olmadığı günümüzde, bu şarkılar ve pasajlar günümün çok güzel bir yoldaşı oldular. Sonra yazarın Ankara’da yaşadığını öğrendim ve artık kitabını okumam için “bütün şartlar” tamamlanmış gibiydi. Çünkü Ankara; “sevdiğim ikinci şehir” diye tanımladığım, gönlümün ve hayatımın en güzel yerlerinden birinde duran anılar yumağı. O “gri şehrin” kokusunu getirsin diye belki de bana, başladım kitabı okumaya. Ama bir solukta değil. Daha yavaş, daha sakin… İçime sindirmek istermiş gibi, cânım Ankara’nın kokusunu.

Eşyanın sonsuz gizine inanan” yazar, daha kitabın ilk sayfalarında Nâzım’ın “inanın çocuklar” dizelerini hatırlatan cümlelere düşürüyor yolumu. Şöyle diyor: “İnanıyor. Yaşamak için inancını diri tutuyor, inancının dizlerine dökmüş olduğu o zorbalığı biliyor. Dirayetini inancıyla, inancını kendini gizleyerek besliyor.

Umuda dair pek çok cümleye rastlıyorum kitapta. En somutlarından birisi de yine şöyle: “Yeni bir nevresimi yatağına serdiğin an, bu nevresimlerle ilk uyuduğun gece, o gecenin sabahı, her şeye dair umudunun tazelendiği o keskin öğle vakitleri…” Bu cümleleri okuyunca, uzansanız umuda dokunacakmışsınız gibi bir his büyüyor içinizde. Öyle elle tutulur, öyle gerçek ki umut etmenin o güzelliği…

Fakat umudu insanlar tarafından kırılmış bir yazara da rastlıyoruz aynı zamanda. “Eninde sonunda, ağladığın yastığın nevresimlerle yalnızca bir biçim değiştirdiğinin farkına varıyorsun. Bu yutkunmanı biraz daha zorlaştırsa da hiçbir şey olmamış gibi kahvaltı hazırlamaya devam ediyorsun.” cümleleri, bir kırgınlığın izleri olsa gerek. Devamındaki “Uykunu bölen kâbusları bir unutuşa itiyorsun sessizce, kahvaltının sana verdiği mutluluğu hissetmeye çalışıyorsun. Kahvaltı, senin mutlu anlarının simgesi. Bir çağrışım yapar umuduyla kavanozdan çeşitli reçeller çıkarıyorsun.” cümleleri ise aklıma iki güzel şairi düşürüyor: Cemal Süreya ve Didem Madak. Cemal Süreya, kahvaltı üzerine belki de en güzel sözleri söyleyen şair. “Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem / Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı.” sözleri ile pek çok kişinin yolu bir yerlerde kesişmiş olmalı. Ah’lar Ağacı’nın “efsûnlu” şairi Didem Madak ise “Annem çok sevinmelerin kadınıydı / Bazen sevinince annem gibi / Rengârenk reçeller dizerim kalbimin raflarına” diye anlatmıştı, kalbinin raflarına dizdiği renkli reçelleri. Bu iki şairin şiirlerinin muazzam bir birleşimi olarak düşlediğim cümlelerle tamamlanıyor kitabın 27. sayfası: “Bir şeyin eksik olduğunu düşünüyor, buzdolabının önünde dakikalarını harcayarak bekliyorsun. Kızarmış ekmeğin üzerine çilek reçeli sürdüğün o kimseyi unutamıyorsun.

Aynı zamanda “çok sevmek”le ilgili bir kitap Var Olmayan. Zîrâ “Ruhunu adıma bin bir parçaya bölüp bedenimin bin bir parçasına dağıtan bu insanı koru, onu kendinden dahi sakın, sakın ki hayatına dair yeşermeye yüz tutmuş umut tohumlarım solmasın.” cümlelerinin mesnedi, “çok sevmek”ten başka bir şey olamaz sanıyorum.

Sonra yazarın “aynı masada oturduğumuz gerçeğini gidişin bile örtemiyor” cümlesi aklıma Franz Kafka’yı getiriyor. Milena’ya “Yanımda yürüyordun Milena, düşünsene, yanımda yürümüştün” demişti Kafka. “Aynı masada oturmak” ya da “yan yana yürümek”… İnsan bazı anları zihninden söküp atamıyor ve hatta “insan bazı günleri kitapların arasında saklayıp kurutmak istiyor.” Sonra ise sakladığın her gün için iki damla gözyaşı bırakmak dünyaya…

İlerleyen sayfalarda, yazara yine çok sevmenin kurdurduğu cümlelere rastlıyorum: “İçinde ay ve deniz geçen binlerce cümle kurdun, gördüğüm deniz ve ay artık daha güzel biliyorum. Senin sayende.” Bu cümleler ise beni bir başka şiire götürüyor. Metin Eloğlu’nun “Lokman Hekim’in Sev Dediği” adlı, sevgi üzerine yazılmış o muazzam şiire. “Yarın sabahlar seni sevdiğim için icat edildi.” demişti şair. Velhâsıl, insan sevmeye bir bahane ararsa, mutlaka buluyor. Öyle ki insan sevince, denizi ve ayı bile daha çok içselleştiriyor.

Mezarlığa bırakılan kurumuş çiçekleri kitap aralarında yaşatmayı sevdiğimi bildiğinden, bir çiçeği koparmak yerine koparılmışları bulup bana hediye ediyordun.” cümlesini kuran yazarın ince ve hisli biri olduğunu anlıyorum ve kitabı bu yüzden de bir solukta bitiremiyorum. Nicelik olarak az olsa da nitelik olarak “çok” bir kitap, Var Olmayan. Yazar kelimelerle rûhunuza dokunuyor, varsa kapanmamış yaralarınızı kanatıyor, hatta belki yeni yaralar da açıyor; fakat bir o kadar da kelimeleriyle rûhunuza şifa olabiliyor.

Yolu sevgiye düşen herkesin, aynı yolunun bir gün bu kitaba da düşmesini diliyorum ve kitabın tamamını buraya eklemeden, yazımı yine kitaptan birkaç cümleyle bitiriyorum: “Denizi ilk gören bir çocuk, ‘Biri musluğu açık unutmuş!’ diye düşünmüş müdür dersin? Ben düşünmüştüm, o günden beri de musluk hep açık. Kapatmaya da yeltenmesin kimse.

Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk

Dünyayı ciddiye alarak yaşayan bir yüreğin sancısı

Tezer Özlü'den geriye kalanların adıdır Kalanlar.

Ferid Edgü' nün önsöz yerine başlıklı yazısıyla başlar kitabımız. Kitaplarına değinerek anlatır Özlü'yü. İnsan kalma uğraşını, hüznünü, içindeki karmaşık yolları, acıya ve baskıya başkaldırışını...

Yazarımız bu kitapla tüm benlerini toplayıp uçurmak, yaşamın ucuna doğru yolculuğa çıkmak ister. İnsanları kimi zaman birer fabrika ürünleri olarak görür ancak gelgitleri buna izin vermez ve insanları tanımadan bunun genel bir yargı olacağından bahseder. Hiçbir yere ait olamamanın, bir kimseye sahip olamamanın sancısını çeker çoğu zaman da. Fotoğraflarından gördüğümüz o gözlerindeki hüzünlü yalnızlıktan bellidir aslında kalbinin sancısı. "Ben bendim. Zaman yaşanmış zamandı. Birkaç yaşanmamış zamanda eklenmişti bu zamana. Kemerle bağlanmıştım acılarım vardı."

Ben dışarıya bakan bir pencereyim, der Kalanlar’da. Yaşadığı manik depresifin etkisiyle ne içine kapanabilir ne de dışarıya açılabilir. İki tarafta naftalinli kalbini sıkar. Çok sevdiği üç yazar olan İtalo Svevo, Cesare Pavese, Franz Kafka hayatının önemli bir bölümünü oluşturur. Cesare Pavese hayranlığı ise dikkat çekicidir. Pavese'nin intihar acısının peşinden sürüklendiğinden bahseder. Kitaplarıyla yetinmeyip Kafka’nın peşinden Prag’a, Pavese’nin peşinden ise Torino’ya kadar acının izini sürer. Vefatından 4 yıl sonra ablası Sezer Duru tarafından kitaplaştırılmış bu kitap Tezer Özlü'nün anılarından, günlüklerinden, karalamalarından, kıyıda köşede kalmış cümlelerinden oluşur.

"Her sabah yepyeni bir dünyaya kalkıyorum. Her akşam dünyanın bütün yorgunluk acı ve çelişkileriyle dayanamaz duruma geliyorum.". Sırtında taşıdığı insan olma çabası bir yüktür kendisine çoğu zaman. Yaşamdan ve insanlardan etkilenişi,acıyı sahiplenişi dünyayı dayanılmaz kılar. Nereye ait olduğunu bilemez. Kalbinin içine sıkışmış durumdadır. Bazı insanlara ise özel yakınlık duyar. "Yalnız yaşı olmayan ve dünyalarını kendi içlerinde taşıyan insanlara dayanabildiğimi görüyorum."

"Yazı yazmak isteğinin dış dünyaya karşı bir tür savunma olduğunu daha bir algılıyorum. Yaşamın kendisinin yazı yazmaktan çok daha gerçek, çok daha derin olduğunu da biliyorum. Sözcüklerle yaşamın derinliğini vermeye hiç olanak yok… Sözcükler insanın yanında yatan diğer bir insanın yürek çarpışlarını duyurabilir mi?". Yaşamla ve ölümle hesaplaşmak için yazıyorum diyen Tezer Özlü sözcüklerin yetersizliğinden bahseder. Ancak dünyanın acısını ve yetersizliğini anlatmanın da başka bir çözüm yolu yoktur. Onu rahat bırakmayan sözcükler onu uyutmayacaktır da. Psikoza girecek hale geldiğinde yazabildiğini, iç dünyasına ise yazarak egemen olduğunu söyler: "Yazmayı keseceğim. Yeter. Gece ilerledi. Neredeyse bir çocuk doğurabilirim."

Dünyayı ciddiye alarak yaşayan bir yüreğin sancısıdır Kalanlar.

Beyza Bağcıer
beyzannur93@gmail.com

23 Şubat 2018 Cuma

Tövbenin gölgeliğinde beklemek üzerine şiirler

"Dua edip ağlamak, işlemediğim suçlara tövbe etmek, bir anneninkinin yerini tutmasa da, bağışlanmanın bir okşayışa benzeyen tadını duymak istiyorum."
- Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı

Uzun zamandır elime şiir kitabı aldığım yoktu. Romandan da uzaklaşmıştım. Bazen tuhaf bir cümle karşıma çıkıyor aynı hisleri taşıdığım ve ben o cümledeki konuyla arama duvar örüyorum. Mesela Tim Parks'tan okuduğum "roman evrensel bir yalandır" cümlesi. Öykü daha çok seviyorum, ne yalan söyleyeyim. Şiir ise bir ihtiyaç. Bunu doldurma bir cümle olarak kurmuyorum, sahiden bir ihtiyaç. Ekmek gibi, su gibi, hava gibi. Ve uzun bir süre bu ihtiyacı gidermediğim için zihin yorgunluğu yaşadığımı hissettim. Tam da bu esnada önüme güzel bir kitap düştü. Adıyla ferahlık verici: Tövbe Gölgeliği.

Suavi Kemal Yazgıç, tanıdığım en üretken şair-yazar insanlardan biri. Bu üretkenliğinin ardında sağlam bir aile babası olmasının da etkisi olsa gerek. Kuvveti ailesinden alana yol bitmez. Neşe de keder de insanın yaşamı özümseyebilmesi için birer kilit oluverir. Kapılar açılır boyuna. Her kapıdan yeni bir şiir doğuverir. Yazgıç, uzun yıllardır birçok dergide görünmesine rağmen adını eskitmemiş, şiddetli görünürlüğün zehrine karşı kendini koruyabilmiş bir isim. Şiirleri, durduğu yeri belirgin kılıyor. Yalınlığı, sadeliği ve bu ikisinin zarafetini. Daha önce yayınlanan Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince ve Heves adlı şiir kitaplarını almış, okumuş, sevmiştim. Özellikle Heves, ismiyle ve cismiyle şiir kitaplığımın özel bir yerindedir.

Tövbe Gölgeliği'nde 69 adet şiir var. Kelimelerin insanın kendine dair olan hikâyesini anlatmada en hakiki araç olduğu kabulüyle, bazı şiirlerin isimlerinden Yazgıç'ın genel tavrını, üslubunu ve kitaptaki temayı yakalayabiliriz: Annemin Son Hıdrellezi, Kasımpatı İçin İlahi, Şehir ve Kış, Gurbet Havası, Hayat Ağacının Gölgesi, Burada Olmak, Kaybolmanın İmlası, Hayatın Anlamı, Dünyaya Reddiye, Mesaiden Önce, Bir Ruh Macerası, Ağır Aksak, Taşıran Damla, Ağır Yanlış, Tahta At, Kıyametin Kıymeti, Son Nefeste Şahitlik, Kayboluş, Tırnaklarım Uzadıkça, Geçen Gün Ömürdendir, Bir Nefeslik Gölge, Son İçin Dua...

İmam Bûsîrî'nin "Ve sığın tövbe gölgelerine, odur en serin hurma altı" cümlesiyle açılan kitap, "ipin bir ucu bende / diğer ucu dünyada" mısralarıyla okuyucuyu karşılıyor ve aslında şairin dünyaya direnmesine dair uzun bir hikâyeye misafir oluyor. "Belki bir uykuyum / yorgun bir adamım yolda / bitab bir bakış / ya da soğuyan bir cesedim belki de" dizeleriyle varoluş sancısını aşikâr ediyor şair. Fotoğraflarda gülümsese de mendillere sığınıyor çoğu zaman. Annesini arıyor, özlüyor. Hiçbir zaman ölmeyen anneliği. Dünyaya reddiye yazarken "dünya dönüyor / ve ben / bir sıkımlık canımla / dönüyorum / iki adımlık dünyaya" diyerek bu reddedişin ne kadar zor olduğunu, ölüme dek süren bir mücadele gerektirdiğini belirtiyor aslında. Onca kartvizite ve kariyer planlamasına rağmen bizi bir avuç toprağın beklediğini söylüyor.

Şair uyarır. Ama bunu mihraptaki bir hoca gibi değil, geçen zamanın şahidi olan bir tarihçi gibi yapar. İncitmeden sarsar, bağırmadan kızar. Kaşını çatar, suratını asar ama tebessümünü de eksik etmez. Yazgıç'ın dizelerinde mizah doğrudan görünmese de aslında hakikatin karşısında yaptığımız onca seviyesiz davranışın muhakkak ortaya çıkacağına dair anlamlar izlenebilir. Mesela "insan denen insan / suyu kapattı insana" dizeleri bana çürümüş, yıkılmış, yok olmuş sokak çeşmelerini hatırlattı. Devamındaki "oysa suya kalsa / bir yolunu bulurdu" dizeleri ise çeşmelerin insandan insana bir yol çizdiğini, paylaşmayı ve güçlenmeyi sağladığını hissettirdi. Su çünkü: "Aşardı toprağı, dağı, betonu / taştan kalpleri aşamadı / kaskatı kafalara işleyemedi / oysa suya kalsa / insanı bulurdu."

Yaşadığımız enformasyon bombasıyla birlikte gittikçe değersizleşen hassasiyetlerimize değinmek de şairin asli görevlerinden biridir. Yazgıç, Masamda Kudüs şiirinde bu konuyu işlemiş. "Filistin / bilgisayar ekranımda yanıp sönen / bir son dakika haberi / bir dakikalığına kahrolacağım / ve az sonra unutacağım / bir son dakika mazlumu / 1948'den beri" diyerek kalplerimizde tozlanan, hatta çoktan tozlanmış Filistin konusunda ne kadar samimi(yetsiz) olduğumuzu ortaya döker.

Hem fırtına koparacak hem de sükunet getirecek sözler arıyor Suavi Kemal Yazgıç. Bu sebeple de bazen gölge serinliği yaşatıyor bazen de gölge karanlığı. Havf ve reca arasındaki ömrümüzün başlangıcını belki de şu dizelerle özetliyor: "Uzak diyarlardan geldik / ve rüzgâr / bıraktı bizi bu yabana / haritamız yırtık / pusulamız kırık / tek ü tenha kaldık."

Bir türlü tam manasıyla yaşanılamayan tüm mevsimler içimizdeki yarığı genişletir, derinleştirir. Doğayı kendinden uzaklaştıran insanın acziyeti kabuk bağlar. Sürekli kanar da insan yine de anlamaz. Şiir anlatıverir bir gölgelikte...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf