10 Ocak 2018 Çarşamba

Hayal ile gerçeğin sınırında Weysel Paradoksu

İç monologlarla örülü kitaplar okuyucuyu her yönüyle ele geçirmeli ki eser kendini sonuna kadar okunur kılsın. Aylak Adam’ın satırları arasında dolanırken bizi ondan kaçmaktan alıkoyan pek çok şey vardır şüphesiz. İşte şimdi, böylesi bir yapıta daha tanıklık ediyoruz. Hasan Yurtoğlu’nun, yazın dünyamıza önemli bir eser kazandırdığını söyleyebiliriz.

Kitabın ilk sayfalarında rastladığımız Ankara betimlemesi, okuru ülkenin bayramlıklarını giydiği kurtuluşun o ilk günlerine götürüyor. Başlarda, Paris görmüş Osmanlı münevverlerince küçümsenmiş bir Anadolu kasabası iken(bir yönüyle hep öyle kalmış gibidir) diğer yandan Türklüğün var olma cesaretini temsil etmesi bakımından başkent olmakla taçlandırılan bir Ankara görüyoruz. Cumhuriyetle özdeşleştirilen Ankara. Zira Cumhuriyetin başarıları da başarısızlıkları da Ankara’da izlenebilir. Bu yönüyle şehre sirayet eden gurur benzersizdir. Ankara’nın o yıllardan kalma cepheden iyi haberler bekler bir hali vardır hep. Hacıbayram’ın avlusunda meczuplar dua etmektedir: Allah devletimize zeval vermesin. Kale burçlarından sızarak sinsice şehre tasallut eden ve kendi şahsi çıkarlarını her türlü değerin üstünde gören Sodom Gomore halkı yanında İstiklal ruhunun taşıyıcısı olan ve hala kurtuluş mücadelesi veren şehrin hakiki ahalisi de burada bir aradadır. Veysel adlı kahramanın iç dünyasına yaptığımız yolculukta onun imkânsız aşkını, hayata karşı naif tavrını, üzüntü ve kaygılarını ve kimseyi mutlu etmeyeceği muhakkak olan talihsiz olaylar karşısında takındığı sıra dışı tavrını en yalın çıplaklığıyla okuyoruz. Bir kadını memleketini sever gibi seven kahraman memleketini de bir kadını sever gibi güçlü bir tutkuyla seviyor.

Adeta Aylak Adam’ın ruhu dolaşıyor satırların arasında. Kıvrak dili sayesinde okuyucuyu sayfalarına hapseden kitabın kendine has bir kurgusu var. Bu kurgu, bazen baş döndürücü olabiliyor. Örneğin, kitap için tam bir fikir kitabı diye düşünmeye başladığınız sırada diyaloglara yelken açıyor hemen; kendinizi Veysel’in Selma’ya yönelik platonik ilgisine eşlik ederken buluyorsunuz. Veysel, nasihatinize ihtiyacı olduğunu hissettiğiniz bir dostunuz kadar yakın size. Her an kıyısında dolaştığı uçurumdan çekip almak için güçlü bir arzu duymanızı sağlıyor. Arkadaşınıza yönelik nutkunuza başlamak üzereyken de bunun bir anlatı olduğu gerçeğini anımsıyorsunuz birden. Hayalin ve iç seslerin oluşturduğu bir metnin okurda meydana getirdiği gerçeklik hissi şaşırtıcı boyutlara ulaşıyor. Goethe’nin ve Fuzuli’nin benzer duygularını vücuda getirmek için alıntılandığı daha kaç kitap vardır bilinmez ancak Yurtoğlu’nun kitabı buna güzel bir örnek. Hayal ile gerçeğin; aşk ile cinnetin oluşturduğu kaostan kurtulmak adına ipten atlamayı düşünen ancak bu isteğini gerçekleştirmeye bir türlü cesaret edemeyen cambazın yaşamöyküsüdür aslında bu. Annesinin ve Selma’nın varlığı müsaade etmiyor buna. Şarkılar, onu tutuyor. ‘Annemin sesini duydum. Selma’nın yüzü gözümün önüne geldi.’ Goethe ve Dostoyevski’nin kahramanlarını zaman ve mekânda yolculuğa çıkaran yazar çocukluğun en saf haliyle bir böceğin ruh dünyasını özdeşleştirerek bu yalın gerçeği şu sözlerle dile getiriyor: "Büyürken benimle birlikte büyüyen ve küçülen şeyleri izlemek müthişti. Onların uzaklaşıp kayboluşlarını, ufalıp yok oluşlarını... Bir kelebek için dünya nedir? Sabah veya akşam olması fark eder mi kelebeğe? Güz yahut ilkbahar oluşu, kelebeğin değerlendirmesini nasıl etkiler? Annesini yitirmiş bir kediye, oğlunu yitirmiş kadına nedir dünya?" [sf. 184]

Ölümle alay eden insanların intihara meylettiği düşünülse de, aslında o insanlar, hayatı daha da kıskıvrak yakalamak adına alay etmektedirler varoluşlarıyla. Dede Korkut Hikâyelerinin önemli karakterlerinden birisi olan ve üzerinden geçmeyenin de zorla ücret ödediği köprüyü yapan Deli Dumrul’a bir saygı duruşudur, Veysel’in Azrail’e “ne zaman istersen, o zaman canımı al” demesi.

Yaşam ile ölümün bu denli girift yapılar oluşturduğu ve her iki olguyu birbirinden bağımsız bir şekilde değerlendirmemize imkân vermeyen günümüz dünya algısında Weysel Paradoksu, herkesten evvel okuyucusunun da sahipleneceği ve gurur duyacağı bir paradoks olarak karşımızda beliriyor. Herkesin ve her şeyin paradoksunu yazıp çizen literatür artık yepyeni ve elimizdeki ayna ile karşısına geçtiğimiz boy aynasında çektirdiğimiz tuhaf fotoğraflar gibi bir paradoks daha yazacağa benziyor. Hem de tüm kaosu delip geçen ve okuyanı kozmos ile buluşturan bir paradoks: Weysel Paradoksu.

Ömer Ünal
* Bu yazı daha evvel Aydınlık Kitap'ta yayınlanmıştır.

7 Ocak 2018 Pazar

İnançlar paketlenmiş, tecime elverişli

Modern anlamda kapitalizmin Batı’da ortaya çıkışı Rönesans ve Reform hareketleri sonrasında toplumsal, siyasi ve ekonomik alandaki değişimlerle ilişkilendirilir. Bu ilişkilendirmede en önemli noktalardan biri de dindir. Söz konusu ilişkilendirmeyi Protestanlık ve Kalvenizm gibi Hıristiyanlığın ‘piyasaya’ yönelik yeniden yorumlanmasına bağlayan Weberyan görüş, sosyolojik ve siyasi bakımdan süreci anlamlandırma bağlamında önemli bir açılım sunar. Bu yeni yorumlar üzerinden zenginleşme ümidinin özgürleşme cilasıyla parlatılması yoluyla oluşturulan anlayış Kilise’nin var olan kanaat ve bağlılık doktrinini Batı dünyasından söküp atmıştır desek yanılmış olmayız. Kilise’ye karşı kazanılan zaferin meydana getirdiği yıkıcı rüzgârı arkasına alan Aydınlanma ve pozitivist bilim anlayışı kapitalist hegemonyanın başat gücünü oluşturarak Batı merkezli gelişim ve ilerlemenin ideal formunu ortaya çıkarmıştır.

Başta İslam coğrafyası olmak üzere Batı dışı toplumların Batı’nın geçtiği süreci yaşamamış olması söz konusu idealden uzak olduğu ya da ayrı kaldığı anlamına gelmiyor. Söz konusu gelişme ve ilerleme ideali uzun süredir seçim ya da talep konusu olmaktan çıkarak bir ‘mecburiyet’ haline almış durumda. Zira başlarda dayatılan bu anlayışın artık rızaya yönelik bir eğilim olduğu görülüyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra baskısını arttırarak devam ettiren bu anlayışın küreselleşme miti sayesinde en kapalı toplumlara kadar sirayet ettiğini görmek şaşırtıcı değil. Geçen süreç içerisinde bazı toplumların oluşturduğu suni kapalılığın işe yaramayarak kısa sürede dağılmış olması kendiliğinden kapalı olan toplumların vereceği tepkiyi merak ettiriyor. Şimdiye kadar iyi bir görüntü sergileyemeyen İslam coğrafyası çatışmanın en yoğun yaşandığı bölge olarak göze çarpıyor. Piyasa İslamı adlı kitap Müslümanların bu çatışmayı nasıl yaşadığını ve neye evrildiklerini anlamaya yönelik bir çalışma. Patrick Haenni imzasını taşıyan Piyasa İslamı adlı eser Heretik Yayınları’ndan çıkmış. “İslam Suretinde Neoliberalizm” alt başlığı taşıyan ve sosyolog-siyaset bilimci Ali Yaşar Sarıbay’ın takdimiyle sunulan eseri "Türkçe Söyleyen" ise Levent Ünsaldı.

Giriş ve sonuç hariç dört bölümden oluşan eserde geçtiğimiz yüzyılın son yarısından bu yana hızlı bir dönüşüm yaşayan Müslüman toplumların yaşadığı değişim ekonomik ve siyasi olarak irdeleniyor. Çalışmada ele alınan konu özellikle Mısır, Türkiye ve Endonezya’da yaşanan siyasi ve ekonomik gelişmeler ekseninde genele yayılmaya çalışılmış. Geleneksel dini anlayışın yerini Batı değerleriyle uzlaşan ve Batı’nın kurumlarına eklemlenerek para ve güç devşirmeye çalışan bir anlayışın aldığını belirten yazar bu dönüşümün nereye varacağını açıklamaya çalışıyor. İslamcılığı Aşmak adlı ilk bölümde gelenekselci ve militan ütopyacı İslami anlayışın değişim ve dönüşümü ele alınıyor. Buna göre artık örgütlenme biçimi devlet ve siyasi merkezli olmaktan kültürel ve dışa dönüklüğü yansıtan dinsel yaşam şekline evrilmiştir. Burjuvalaşan Müslümanlar dünyaya açılarak Batı toplumlarının ‘kompleksiz ve rahat yaşam tarzlarını’ dinsel yaşamlarının içine yerleştirmişlerdir. Bu anlayış özellikle fıkıh alanında kendini göstererek geleneğin reddettiği birçok şey artık kabul edilir hale getirmiştir. Başta müzik olmak üzere sanattan modaya, spordan eğlenceye kadar öncekilerin edep sınırları dışında tuttuğu hatta yasak (haram/günah) saydığı şeyler yaşamın birer vazgeçilmezi olmuştur. Artık Müslümanlar için çileli yaşam biçiminin yerini kendilerini mutlu eden popüler kültür ikonları almıştır.

İkinci bölümde dönüşüme uğrayan Müslüman profilinin apolitikleşerek iş hayatına yönelişinin anlatıldığı Piyasa Destekli Dinsellik başlığını taşıyor. Bu yeni tip Müslüman profili kazanımlarını ekonomik alanda elde ederek dinselliğini “rahatça” ifade etmektedir. Artık amaç, kitleleri değişmez bir katılığa ikna ederek harekete geçirmek değil hedef grupların taleplerine yönelik arz sunmaktır. Bu bağlamda İslam (ticari) kâr için araçsallıştırılarak bir pazarlama yönteminin parçası haline getirilmiştir. Geleneksel ve radikal söylem ile arası açılan bu anlayış için ‘hicret’ militan ve cihadist olmaktan çıkmış burjuva ve ticari yönelimli bir hareket olmuştur. Bu yeni anlayış küresellik ve sekülerlik kavramlarının ahlakiliği sorunsalını evrensellik adı altında etik bir forma sokarak geçiştirmeyi ve meşrulaştırmayı başarmıştır.

Kültürel çekişmenin konu edildiği üçüncü bölüm Piyasa İslamı’nın Kültür Savaşları adını taşıyor. Kendini siyasi olarak tanımlamayan yeni Müslüman profili ekonomik alandaki başarılarıyla yeni bir kimlik oluşturmaktadır. Yalnız bu yeni tipolojinin burada atladığı şey İslam’ın kapitalist ekonomiye ilişkin yasaklamalarıdır. Bu süreçleri özellikle Türkiye, Mısır ve Endonezya’nın 1980’ler ve sonrasını ele alarak değerlendiren yazar söz konusu toplumların muhafazakârlaşarak burjuvalaştığını belirtiyor. Ortaya çıkan yeni anlayışa göre İslam fakir ve cahillerin dini olmaktan çıkmalı, Müslüman kaliteli bir yaşam sürmeli, zengin, güçlü ve refah içinde olmalıdır. Bunun için de var olan tamahkâr, kaderci ve çileci yani geleneksel dini anlayış terkedilmelidir. Yazarın, Avrupa’daki Protestanlık ve Kalvenizm dönüşümüne benzettiği bu anlayış için hatırı sayılır bir literatür de oluşmuştur. Kültürel alandan siyasi alana da kayan bu tutum, üzerinde epeyce ‘bilimsel’ çalışma yapılan işletme yönetimi biçimiyle yeni İslami ütopyanın temelidir ve Müslümanlar bir anlamda Batı’nın silahı olan kapitalizme küfretmek yerine ona nüfuz ederek Batı’yı kendi silahıyla vurmalıdır. Yazar bu bölümde başlıkla ilgili olarak 1980 darbesi sonrası Türkiye’de yürütülen siyasete ağırlıklı olarak değiniyor. Sosyal Devletin Kuyusunu Kazanlar başlığını taşıyan dördüncü bölümde yazar ‘Piyasa İslamı’ olarak tanımladığı kavramın yeni bir dini-siyasal duruşun doğmasına katkı sağladığını belirtiyor. Müslümanlar artık İslami bir devlet kurgusuyla değil masrafları en alt seviyeye çekilmiş kârlı bir şirket ideali ve bunun politik düzeydeki karşılığı minimum devlet mekanizmasıyla ilgilenmektedir. Özelleştirme politikalarından özel sektöre tanınan ayrıcalıklara kadar hem devleti hem de piyasayı yapılandıran yeni projeler sunulmaktadır. Örneğin, bazı hizmetler bürokrasi yerine daha özgür hareket edebilen sivil toplum eliyle yapılması gerektiği anlayışı geliştirilerek uygun ortam sağlanmaktadır. Bu bağlamda dini vakıf ve cemaatler kullanışlı ve önemli bir kaynak olarak değerlendirilmektedir. Yazar tüm bu uygulamaların Avrupa değerlerinden öte Amerikan muhafazakârlığının tipik bir kopyası olduğunu söylüyor.

Sonuç bölümünde Müslümanların geldiği noktanın neoliberalist görüşlerin ta kendisi olduğunu belirten yazar aslında bu durumun giderek kendine özgü biçimde dindarlaşan muhafazakâr Amerika’nın net bir yansıması olduğunu ifade ediyor. Yazara göre İslam coğrafyasındaki bu gelişmelerle birlikte ortaya çıkan yapı ABD ve İslam coğrafyasının ittifakı anlamına geliyor ve bu ittifak giderek daha fazla Müslümanı sisteme dâhil ediyor. Sonuç itibariyle din, müntesipleri tarafından araçsallaştırılarak kapitalist bir form kazandırılmış ve piyasaya eklemlenmiş oluyor.

Son yüzyıl içinde Müslümanların sosyo-ekonomik ve siyasi değişimini anlamak bağlamında önemli açılımlar sunan kitapta Müslüman toplumların uğradığı değişim ve dönüşüm ustalıkla yazıya dökülmüş. Türkiye, Mısır ve Endonezya özelinde yapılan değerlendirmede İran ve Körfez Bölgesi’ne yer verilmemesi hayıflandıran bir eksiklik diyebilirim. Bunun dışında yazarın geleneksel din anlayışı ile ilgili yaptığı değerlendirmeyi ayrıca ele almak gerektiğini düşünüyorum. Kitapta yer yer değinilen geleneksel İslami anlayışın (sanki) Batı emperyalizmine karşı koyma potansiyeli varmış ama söz konusu değişim sebebiyle bu güç ortadan kalkmış gibi bir anlam oluşuyor. Öncesi tartışılır lakin İslam coğrafyasının Batı’ya karşı varlık gösterebilme olasılığının Sanayi Devrimi’yle birlikte tamamen ortadan kalktığı su götürmez bir gerçek. Süreç içinde sadece sosyo-ekonomik ve siyasi anlamda değil (belki de en çok) entelektüel anlamda da son derece yetersiz bir yapı bulunduğunu belirtmek gerekiyor. Dolayısıyla yazarın işaret ettiği değişim/dönüşüm aslında var olan geleneksel anlayışın zaaf ve eksikliklerinin doğal bir sonucu olarak değerlendirilmeli. Bu bağlamda kapalı toplum olmanın koruyucu bir güç olmaktan ziyade süreci geciktirmek dışında hiçbir işe yaramayan bir zaafa tekabül etmesi, üzerinde durulması gereken başka bir gerçek olarak ortaya çıkıyor.

Dipnot: İsmet Özel’in Esenlik Bildirisi şiirinin “Duygular paketlenmiş, tecime elverişli” dizesinden esinlenerek oluşturduğum başlık için şair ve sevenlerinin mazur görmesini isterim.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Mai ve Siyah ya da hayatın üç rengi

Mai ve siyah; hayaller ve gerçekler. Romanın başkahramanı Ahmet Cemil’in maiden siyaha sürekli bir yürüyüşünden ziyade mainin ve siyahın tonları arasında salınan lakin nihayetinde siyahın en koyusunda karar kılan birkaç yıllık serüveni. Ahmet Cemil’in bir vapur taburesinde karanlıkta kalakalması ile neticelenen bu salınımın öncelikli nedeni kahramanımıza romanın başında biçilen ruh hali. “Onda şiir ile uzun iştigal mariz bir hassasiyet husule getirmişti.” diyerek bir nevi kahramanını nakıs bırakan yazar “…bir gün bahtiyar diğer gün bedbaht; bu dakikada şad, biraz sonra hazin yahut bir anda kalbi hem neşe, hem gam ile doludur…” diye devam eder. İşte bu ruh hali Ahmet Cemil’i babasının ölümünden sonra omuzlarına binen geçim sıkıntısına çareler ararken bazen azimli bazen yılgın; şair hasmı Raci ve eniştesi Vehbi Bey ile ilişkilerinde bazen hoşgörülü bazen kızgın; kendine meşhur olmanın kapılarını açacak şiir kitabıyla alakalı bazen ümitli bazen yılgın; nihayetinde Lamia’ya olan aşkında bazen umutlu bazen çekingen bir arafta bırakır.

Yazar bu gelgitler arasında kıvranan ruhu roman boyunca Raci, Vehbi Bey ve Hüseyin Nazmi ile çatıştırarak hikâyesini örer. Romanın tezi ilk bakışta hayallerle matuf bir hayatın nihayetinde hayatın sadmeleriyle yıkılacağıdır. Yalnız roman bunun yanında mai ve siyaha galebe çalacak bir rengi de okuyucunun zihnine kazır. Bu rengin ne olduğunu anlamak işte bu karakterlerin çatışmalarını merkez alarak okumayla gerçekleşir. Raci ve Ahmet Cemil; eski ve yeni. “…siz şiirimizi bıraktıkları noktada sabit görmek istiyorsunuz…” diyerek önce eski şiirin donukluğundan dem vurur yazar. Sanat ve ziynet gibi iki belanın şiire musallat edildiğinden bahisle bu şiiri söyleyenleri kuyumcuya benzetir ve “…bir ucundan tutulsa da silkilse taş parçalarında başka bir şey dökülmeyecek…” der. Baki ve Nedim bu donuk kütle karşısında şaşıp kalmışlar, Veysi ve Nergisi birer bilmece söyleticisidirler. Zevcesini Frenk karılarıyla aldatan, her şeyi sattıktan sonra oğlunun istikbali kağıtlara göz diken, sonunda kendini hastaneye düşürecek kadar işret meclislerine düşkün Raci’nin oğlunun ismi Nedim’dir. Ahmet Cemil kendi eserini hazirunun önünde okuduktan sonra Süleyman Vahdet Efendi’nin Şeyh Galip’in Hüsn ü Aşk’ından bahsedeceği cümle tamamlanmaya bile değer görülmez. Tüm bunlara karşın lezzetleri ile mest olunucak şairler ise “Goethe, Schiler, Milton, Yung, Myron, Hugo, Musset ve Lamartine” dir. Halid Ziya Uşaklıgil bu şekilde Ahmet Cemil’i eski edebiyata düşman, yeni haliyle batılı olanın ise yılmaz savunucusu şeklinde okuyucuya sunar. Bundan başka olarak karakter roman boyunca idealize edilme çabası içerisinde bütün iyi hasletlerin membaıdır. Raci ise roman boyunca tam bir sefihlik halinde karşımızdadır. Ve Raci dört beyiti yan yana getirmekten aciz bir mezar taşı sevicisidir. Ahmet Cemil eserde uzun uzadıya anlatılan sanat görüşü doğrultusunda mailiklerin kapısını ardına kadar aralayacak şiir kitabını hitama erdirir. Ve Hüseyin Nazmi’nin düzenlediği bir toplantıda okuyarak takdir toplar. Ama ne tuhaftır ki biz ne bu eser yazılırken nede okunurken tek bir dize dahi duymayız. İşte bu eser okuduğunun ertesi günü Raci’nin ceridede yazdığı bir tenkide kurban gider. Yada bize öyle görünür. Çünkü Ahmet Cemil’in roman boyunca kaybettiği şeylerin hepsi kendi iradesi dışında gelişirken kahramanımızın bile isteye kaybettiği tek şey kendi şiir kitabıdır. Her şeyini kaybeden Ahmet Cemil kitabını kendi ateşe verir. Yazarın gönlü burada yeninin eski tarafından alt edilmesine razı olamamış, belki yeni kaybetmiş lakin eski de kazanamamıştır. Hülasa mai müsaade ettiği için siyah üzerini örtebilmiştir.

Romanda ikinci çatışma Ahmet Cemil ile eniştesi Vehbi Bey arasında süregelir. Hülyaları arasında bir matbaaya malik olma hevesi de yatan Ahmet Cemil sırf bu niyetle olmasa bile kız kardeşi İkbal’i matbaanın sahibinin oğlu ile evlendirir. Evini ipotek ederek matbaaya ortak mesabesine gelir. Vehbi Bey de Raci gibi mülevves bir ruha sahiptir. İşret meclislerine müptela, babasına karşı sorumsuz, evlerindeki hizmetçiye rahatsızlık verecek kadar çapkın, hoşgörüsüz, kaba, üslupsuz… Ahmet cemil kardeşinin mutsuz bir evlilik geçirdiğini tüm safhalarıyla tetkik etmesine karşın hep pasif pozisyondadır. Ta ki bu durum İkbal’in karnına aldığı bir tekmeyle düşük yapması ve ölümü ile neticelenir. Bu olaydan sonra Ahmet Cemil sokakta tesadüf ettiği eniştesine bir tokat atmakla yetinir. Ne var ki kız kardeşi ölmüş evinden, matbaadan, mesleğinden olmuştur.

Raci ve Vehbi Bey’in ne kadar sefih Ahmet cemil’in ne kadar ideal bir tip olarak tebarüz ettirildiğinden yukarıda bahsetmiştik. Hüseyin Nazmi için ise okuyucunun zihninde böyle bir ahlaki perspektif kalmaz. Ama onu Hüseyin Nazmi yapan başka bir özelliği vardır. Ve bu yönüyle Hüseyin Nazmi Ahmet Cemil’in öykündüğü kişidir. Bu öykünmenin ne Nazmi’nin karakteri nede sanat görüşüyle ilgisi vardır. “…Hüseyin Nazmi maliye işleri müdürüdür…”. İste dostluklarının bidayetinde Halid Ziya karakteri bu şekilde sahneye koyar. Ahmet Cemil babasını kaybedip hayatın zorlukları ile karşılaşınca yazar “...Ah! O da zengin olsaydı. Hüseyin Nazmi ne kadar mesuttu…” dedirterek bize mutluluğun anahtarını gösterir. Ahmet Cemil hikâye boyunca Hüseyin Nazmi’nin mai köşküne, bahçesine, kütüphanesine, hatta dışarı baktığı penceresine bile hayrandır. Kardeşine düğün yapamadığından muzdariptir. Eniştesinin parayla ilgili münasebetsizlikleri karşısında sürekli ezilir. Nihayete bakacak olursak romanın kaybedenleri Ahmet Cemil ve Raci iken kazananları Vehbi Bey ve Hüseyin Nazmi’dir. Yani maviye galebe çalan renk yeşildir.

Hayatın üç rengi: mai, siyah ve yeşil.

Taha Selçuk
taha_selcuk@hotmail.com

5 Ocak 2018 Cuma

İnsanın altı içecek üzerinden varoluş hikâyesi

“İnsanlık tarihinden değil, insan yaşamının çeşitli yönlerinin tarihlerinden söz edilebilir sadece.”
- Karl Popper [i]

Giriş
Popper’in de dediği gibi tarih insanın hayatına temas eden çeşitli faktörler aracılığıyla incelenebilir. Bu faktörlerden birisi de içecektir. Ki insanoğlunun nereye yerleşip yaşayacağını belirleyen temel kıstas sudur. İnsan suyun bulunduğu çevrelerde bulunmuş; köyler, kentler buralarda gelişim sağlamıştır. Zamanla hayatın vazgeçilmezi olan suyun yerine alternatif içecekler ortaya çıkmıştır. Tom Standage[ii]’in kaleme aldığı “Altı Bardakta Dünya Tarihi” insanın varoluşundan bu yana geçen süreci 6 farklı içecek üzerinden incelemiş, değerlendirmiştir. Anlatımı bira, şarap, damıtık içkiler, kahve, çay ve kola üzerinden kurgulamış, bu ilgi çekici yönüyle akıcılığı sağlamıştır.

Mezopotamya ve Mısır’da Bira
Doğada yetişen yiyecekleri toplama, avcılık gibi uğraşlarla yaşamını sürdüren insanoğlu bir süre sonra dikkate değer bir değişikle beraber yerleşik hayata geçerek çiftçilikle uğraşmaya başladı. Verimli topraklara sahip olan Bereketli Hilal[iii]bölgesi insanlık için inanılmaz bir alandı. Bu yaşam tarzına geçişle bölgede yetiştirilen tahıllarla (arpa ve buğday) yeni bir içkinin farkına varıldı. Bu içki giderek sosyal hayatın merkezine yerleşti. Dolayısıyla göçebelikten köy yaşamına geçişte tanıklık gösteren ve insanların dini, ekonomik, toplumsal hayatına yer edinen biranın kökeni, bizzat uygarlığın kökeniyle iç içedir. Sümerler zamanında bira önemli bir işlevi üstlenir. Bu işlev Sümer betimlemelerine de yansımıştır. Ortak bir kaptan kamışla bira içmek yani birisiyle bir şeylerini paylaşmak konukseverliğin ve dostluğun simgesiydi. Sosyal hayatta önemli bir figür olan bira Mısırlıların ve Mezopotamyalıların tüm yaşamlarına sindi. Karmaşık toplumların ortaya çıkışı, yazılı kayıt tutma ve biranın popülerliği vs. tahıl fazlasının sonucuydu çünkü fazlalık-artık değer devamında üretmeyi, yeni şeyler ortaya koymayı getirmiştir.

Yunanistan ve Roma’da Şarap
Kuzeydoğuda dağlık diyarlardan ithal edilen şarap ilk zamanlar Mezopotamya kültürü için egzotik ve sadece seçkinlerin içmeye gücü yetebildiği bir içkiydi. Arkeolojik kanıtlara göre ilk kez Cilalı Taş Devri’nde Zagros Dağları[iv]’nda üretilmişti. Müttefikleri ve düşmanları sürekli değişen şehir devletlerinden oluşan ve çağdaş Batı düşüncesinin kökeni olan Antik Yunanistan’da şarap ile beraber tahıl çiftçiliğinin yerini yavaş yavaş asma ve zeytin yetiştiriciliği aldı. Şarap üretimi geçimlik olmaktan çıkıp sınai çiftçiliğe dönüştü. Çünkü artık şarap bir zenginlikti ve tahıldan kazanacağının daha fazlasını insanlar bağcılıktan kazanıyordu. Dahası sosyal ve kültürel çevrelerde de çok yaygındı şarap. Symposion[v] adı verilen ve katılanların şiirde, retorikte yarıştığı, tartışmaların gerçekleştiği bir ortamda şarap içiliyordu ve Antik Yunan’ın önemli filozoflarından olan Platon[vi] dersler verdiği Akademi’sinde öğretim tarzı olarak symposion’u model aldı. Derslerinden sonra öğrencileriyle beraber kendi belirlediği talimatlara göre “arkadaşlığın keyfini çıkarmak ve öğrenilenleri tazelemek” için birlikte yiyip içerlerdi. Önemli bir rol üstlenen bu içki, diğer bölgelerde de popüler olmuştu ve ticaret hayatının ciddi bir parçası haline gelmişti. Aslında gemilerde taşınan sadece şarap değil, aynı zamanda Yunan uygarlığı da taşınıyordu. Bu şarap nakliyatları sayesinde kültür de geniş iklimlerde dolaşıma girdi. MÖ ikinci yüzyılda Akdeniz’de dengeler değişmiş, Yunanlıların yerine orta İtalyan halkı olan Romalılar almıştı. Ama tarih gösteriyor ki bazılarına göre bu egemen değişimi zafer değil, yenilgiydi. Çünkü çoğu Avrupalının köken edindiği gibi Romalılar da gerek köken gerek kültür olarak Yunan’ı örnek almıştı. Roma nüfuz alanını genişlettikçe Yunan entelektüel ve sanatsal miras da geniş bir coğrafyaya ulaşıyordu. Meşhur bir söz olan “mīlle viae dūcunt hominēs per saecula Rōmam” yani bütün yollar Roma’ya çıkar deyimi şarabın zamanın toplumsal yapısına etkisiyle farklı bir varyasyona dönüşür: “Tüm bağlar Roma’ya çıkar.”. Çok geniş sınırlara sahip olmasına rağmen imparatorlukta üretilen şaraplar merkeze yani Roma’ya ulaşıyordu. Burada elden ele geçerek ticari yaşama sunulan yahut seçkinlerin sofralarında yer edinen şarabın sosyal statüyü-farklılaşmayı simgeleyen bir yönü de bulunmaktaydı. Öyle ki MÖ 87’de iktidar mücadelesinden galip çıkan Gaius Marius[vii] rakibi Sulla[viii]’yı destekleyenlerin peşine düşmüş. Bu durumdan dolayı statüsü düşük bir ahbabına sığınan Marcus Antonius[ix]şarabın bu sosyal farklılaşması yüzünden canından olmuştu. Ahbabı hizmetlisini gönderip üst sınıf, seçkin bir şarap almasını istemiş; bu durum dikkat çekmiş ve sonucunda Marius’un adamları Antonius’u yakalamış ve öldürmüştü. Görüldüğü üzere sadece zevk işlevi görmeyen şarap, bir yönüyle Romalılara göre üstünlüğün, gücün sembolüydü. İslam’ın yükselişiyle beraber ise Hristiyan Avrupa dışında kalan eski Roma dünyasında köklü bir değişim yaşanmış, şarabın toplumsal olarak üstlendiği bu durum zayıflamış, bir yönüyle güç dengeleri Roma’dan İslam devletleri tarafına doğru ağır basmaya başlamıştır.

Sömürge Döneminde Damıtık İçkiler
MS 1000’li yıllarda Avrupa’da kültür denilince akla gelen şehir artık Roma olmaktan çıkmış, İslam devletlerinden olan Endülüs’ün başkenti Cordoba[x] olmuştu. Sarayları, camileri, kapsamlı kanalizasyon sistemleri ve en önemlisi de yarım milyon kitap barındıran halk kütüphanesine sahipti. 10.yy Alman vakanüvis Hroswitha bu şehir hakkında dünyanın mücevheri olarak bahsediyordu [xi]. Cordoba, Şam, Bağdat gibi önemli kültür merkezlerinde bulunan Arap bilginler çeşitli kaynaklardan çeviriler yaparak bilimsel ilerlemeler kaydediyor, bu ilerleme sırasında bir tekniği de geliştirip popülerleştirdiler: damıtma tekniği. Cabir bin Hayyan[xii] damıtma tekniğini düzenli bir biçimde şaraba uyguladı ve şarap, damıtık içkilere dönüştürüldü. Bu içkiler eskiden bira ve şarapta olduğu gibi toplumda egemen duruma geldi ve önemli bir ekonomik ürün konuma dönüştü. Arap bilginler bu sonuca gündelik içki olmaktan öte simyasal bileşen-ilaç gözüyle bakmakta idiler. Fakat Hristiyan Avrupa’sında bu durum yaygınlaşmış. Hem içecek olarak tüketilip günümüzde tüketilen viskinin kökenini oluşturmuş hem de çeşitli vaka-hastalıklara karşı tedavi gözüyle görülmüştür. Şarabın damıtılmasıyla oluşan bu yeni maddeyi 12.yy da Arap metinlerden öğrenen Michael Salernus[xiii] ilaç olarak kullanmış, Latince tıp metinlerinde mucizevi bir ilaç “aqua vitae” yaşam suyu olarak anılmıştı. Çeşitli alanlarda önem kazanan bu damıtık içkilerin bir çeşidi olan eskiden “köpek öldüren” adı verilen zamanla rom diye anılan sert içki hafifletmek için denizcilerin su, limon vs. ile karıştırmasıyla grog adı verilen yeni bir karışıma dönüştü ve denizlerde içecek olarak bira yerine grog kullanılması fark edilmeden 17-18.yy da İngiliz üstünlüğünün kurulmasında rol oynadı. Çünkü denizci ölümlerinin ana nedenlerinden biri de C vitamini eksikliğinden kaynaklanan iskorbüt hastalığıydı ve biranın yerini alan grog C vitaminine sahipti. Önemli bir meta olan rom ilginç bir tarihsel gücün sonucuydu. Şeker Araplar vasıtasıyla Avrupa’ya girmiş, Kolomb Amerika’ya götürmüş, Afrikalı köleler tarafından yetiştirilmiş ve şekerin posasından damıtılmıştı. Yazarın ifadesiyle rom, Avrupalıların görmezden geldiği köle ticaretinin zalimliği olmadan varlığını koruyamazdı ve bir yanıyla rom birinci küreselleşme döneminin zaferinin ve baskıcılığının sıvı cisimleşmesiydi. Ayrıca siyasi bir boyutu da vardı. Amerika’da rom ticaretinin Fransa lehine olmasından dolayı kaygılanıp belli kalıplar çerçevesinde olmasını isteyen İngiltere’nin çıkarttığı Melas Yasası'nın[xiv] uygulanmaması, Amerikan bağımsızlığına giden yolda ilk kıvılcımdı. 1781 yılında Amerika’nın kurulmasından sonra John Adams[xv] şöyle demiştir: Melasın Amerikan bağımsızlığında önemli bir unsur olduğunu itiraf etmekten neden utanmamız gerektiğini bilmiyorum. Birçok büyük olay, çok daha küçük nedenlerin sonucu olmuştur.

Akıl Çağında Kahve
Diğer içkilerden farklı olarak arılığı ve kendindeliği arttıran, beynin kuvvetli besini, ayık içki, kahve; imgelemin bulutlarını ve kasvetli ağırlığını dağıtan, şeylerin gerçekliğini hakikat ışığıyla aniden aydınlatan kahve.Jules Michelet[xvi]

17.yy’dan itibaren düşünürler Yunan felsefesinin kesinliklerini sorgulamaya başladılar. Galileo[xvii], Bacon[xviii] gibi öncüler kör inancı reddedip, gözlem ve deneyden yana tavır aldılar. Bu yeni rasyonalizmin Avrupa’ya yayılmasıyla birlikte yeni bir içecek, kahve, yaygınlaşmaya başladı. Kahvenin zihinsel olarak bedene etkisini fark eden bilim insanlarının, entelektüellerin, kâtiplerin vs. vazgeçilmez tercihi oldu. Bir anlamda diyalektiksel bir madde haline dönüşerek alkolün anti-tezi konumunu aldı. Alkolün sarhoş edici, gerçekliği bulanıklaştıran etkisine karşın ayıltıcı, algılamayı yükselten bir içecek olarak görülmeye başlandı. Dahası, Yunanlıların ve Romalıların tanımadığı bir şey olduğu için bu içeceği tadıyor olmak bir bakış açısına göre eski dünyanın sınırlarının ötesine geçebildiklerini vurgulamanın yoluydu. Akıl çağı için idealdi. Kahveyi içecek olarak üretme, tüketme pratiği Yemen’e ait bir yenilik olduğu söylenir. Zamanla kahvelerin tüketildiği mekânlar olan “kahvehane” sosyal hayatın vazgeçilmezi olacak ve enerjisini kahveden alan bir iş ağı, platform konumunu alacak, hatta siyasi, dini, edebi, bilimsel çalışmaların merkezi olacak bir kültür haline dönüşecektir. Thomas Macauley[xix] bir kitabında şunları yazar: “Yabancılar Londra’yı diğer kentlerden ayırt eden şeyin kahvehane olduğunu söylüyorlardı. Kahvehane Londralının eviydi, bir beyefendiyi tanımak için Fleet Street’te ya da Chancery Lane’de oturup oturmadığı değil, Grecian’a ya da Rainbow’a düzenli gidip gitmediği sorulurdu.”. Çeşitli meslek gruplarının ilgisine göre farklı farklı kahvehane çevreleri oluşacaktır Avrupa’da. Kahvehaneler öyle bir toplumsal itibar belirleyicisi haline dönüşmüştü ki ticaret erbabı için mesken olan Jonathan’s Kahvehanesinden kovulmak önemli bir iş kaybı anlamına gelirdi. Önemli bir siyasal alan işlevini gören kahvehane kültürü, Voltaire’nin fikirlerinden dolayı İngiltere’ye gönderilmesiyle oradan gördüğü izlenim-tecrübeler yoluyla Paris’e girmiştir ki 89 devrimine uzanan süreçte önemli bir rol üstlenmiştir.

Çay ve İngiliz İmparatorluğu
Günümüzde insan hayatının vazgeçilmezi olan, her saat tercih edilebilen çayın kökeni Çin’e dayanır. Dünyaya yaygınlaşması ise güneşin batmadığı imparatorluk deyimiyle anılan İngiltere’nin doğuyla -masum ifadesiyle- etkileşimi sonucu olmuştur. Sudan sonra belki de en fazla tüketilen içecek olan çay, bir yönüyle, emperyalizmin, sanayileşmenin öyküsüdür. Doğu Hindistan Kumpanyası[xx] olarak bilinen şirket zamanla İngiliz gücünün doğudaki tezahürü konumuna geldi. William Playfair'e[xxi] göre bu şirket zamanla sıradan, sınırlı bir tüccarlar topluluğu iken Doğu’nun yargıcı haline geldi. İngiltere’ye ulaştığında ilk olarak seçkinlerin gözdesi olan çay, toplum genelinde pahalılığı yüzünden ulaşılamayan bir metaydı. Çayın yerine daha ucuz olan kahve tercih ediliyordu. Zamanla her eve giren çay İngiltere’de herkesin içtiği bir ürün haline dönüşmüş ve bu durum nedeniyle “İngiltere ve Çay” ayrılmaz bir ikili olmuştur. 18.yy sonlarına gelirken bir mucit olan Richard Arkwright[xxii] iplik eğirme tezgâhı geliştirdi. Bu gelişme ilk modern fabrikaya dönüştü ve İngiltere’yi sanayileşmiş ülkeye dönüştürdü. Diğer alanlara da yansıyan bu gelişme dizisi bireysel el gücünün işlevini makineye devretti ve sonuç itibariyle geleneksel olan işgücünü olumsuz bir şekilde etkiledi. Makineleşmeden dolayı süregelen İngiliz mallarındaki bolluk ve ucuzluk dış sermayeyi iflasa sürükledi. 17.yy’da kâtiplerin, işadamlarının vazgeçilmezi olan kahve gibi, bu yeni gelişmeler sonrası çay da fabrikalardaki işçilerin vazgeçilmezi haline dönüştü. Fabrika sahipleri işçilere “çay molaları” vermeye başladı. Doğu Hindistan Kumpanyası’nın yaptığı bu çay ticaretinde dış sebepler dolayısıyla dalgalanmalar yaşandı ve şirket İngiltere’ye karşı borçlu konuma düştü. Çayın yaygınlaşmasından dolayı değerinin azalması da bu borcun ödenmesini zora soktu. Bu sefer şirket afyon ticaretine başlayarak çaydan daha fazla kar sağladı. Afyon ticaretinden dolayı kötüleşen Çin-İngiliz ilişkileri artık öyle bir aşamaya gelmişti ki çeşitli nedenlerden dolayı savaş (1839-1842) patlak verdi. İngiltere teknolojik üstünlükten dolayı savaşı kazandı, savaş sonrası imzalanan Nanking anlaşmasıyla[xxiii] beraber İngiltere için egemenliğini genişleten, Çinliler için ise son derece alçaltıcı olan yaptırımlar geldi. İngiltere Çin’in limanları üzerinde söz sahibi olmuştu artık.

Coca-Cola ve Amerika’nın Yükselişi
Fastfood sektörünün temel ürünü olan kola Mayıs 1886’da bir eczacı olan John Pemberton[xxiv]’un ilaç denemeleri sırasında bulunmuş, ilk zamanlar tıbbi bir ilaç olarak satışı yapılmış daha sonra serinletici bir içecek olarak sektör değiştirmiştir. 2014 yılında en değerli 3. Marka olan Coca-Cola’nın yükselişi Amerika’nın yükselişi ve onun değerlerinin cisimleşmesiyle eşdeğer görülebilir. Tıpkı İngiliz imparatorluğunun serüvenini bir fincan çayda görebildiğimiz gibi, Amerika’nın küresel alanda yükselişini de kolayla beraber görebiliriz. Amerika’nın içe dönük politikadan küreselleşmeye yönelik politikaya yüzünü çevirmesiyle beraber Coca-Cola da küresel bir marka haline dönüştü. ABD dünyaya yayıldıkça Coca-Cola da onlarla beraber yayıldı. Öyle ki şirketin başkanı maliyeti ne olursa olsun Amerikan askerine 5 sente bir şişe Coca-Cola temin edebilir diye açıklama yaparak aynı zamanda markanın yurtsever, Amerika’nın savaş çabalarını destekler bir görünüm almasını sağladı. Artık Amerikan askerinin bulunduğu yerde talep üzerine kola üretim fabrikası da açılmaktaydı. 2. Dünya savaşı yıllarında bir reklamında geçen sözler “Amerika ve Coca-Cola” ilişkisini özetlemektedir aslında: “Bir ABD savaş gemisinin gittiği her yere Amerikan yaşam tarzı da gider… Doğal olarak Coca-Cola da.

Sonuç
Bu 6 içecek türüyle insanlığın geçmişi tanımlandı. İlk yerleşim yerleri insanların temel ihtiyacı olan su kıstas alınarak kuruldu. O vazgeçilemezdi çünkü. Geleceği anlatacak-tanımlayacak içecek de tekrar tarihin başından beri önemli rol oynayan su mu olacak acaba? Altın, elmas, petrol vs. gibi kaynaklar için yapılan savaşlar yerini suya mı bırakacak gelecekte? 1979’da Mısır devlet başkanı Enver Sedat[xxv] şöyle diyordu: "Mısır’ı tekrar savaşa sokacak tek konu sudur.

[i] Karl Raimund Popper, Avusturya kökenli Britanyalı felsefeci (1902-1994)
[ii] The Economist dergisi bilim ve teknoloji muhabiri olan İngiliz gazeteci, yazar.
[iii] Lübnan, Suriye, Irak, Türkiye’nin güneydoğusu ve Mezopotamya’yı içine alan verimli bir bölgedir. Ekvatora doğru bakan bir hilal şeklinde olduğu için Bereketli Hilal adını almıştır.
[iv] Zagros Dağları ya da Zağros Dağları, İran ve Irak topraklarında bulunan büyük dağ zinciri. İran’da uzandığı bölgeye ismini vermiştir. Uzunluğu İran’ın Irak sınırından Basra Körfezi’nin güneyine kadar 1.500 km’dir.
[v] Antik Yunan’da erkeklerin toplanıp şiir okuduğu, retorikte yahut çeşitli meselelerde tartışıp yarıştığı bir şölen,parti.
[vi] Platon ya da İslam dünyasında Eflatun olarak bilinen, Antik klasik Yunan filozofu, matematikçi ve batı dünyasındaki ilk yüksek öğretim kurumu olan Atina Akademisinin kurucusudur.
[vii] Gaius Marius Romalı general ve kariyeri boyunca eşi benzeri görülmemiş biçimde yedi kere konsül seçilmiş siyasetçi.
[viii] Lucius Cornelius Sulla Felix, genel olarak bilinen ismiyle Sulla. Romalı general ve devlet adamı.
[ix] Romalı komutan
[x] İspanya’da bulunan Cordoba-Kurtuba ilk olarak Romalılar tarafından kurulmuş tarihi bir kenttir. 8.yy’da Endülüs Emevileri tarafından başkent yapılmış, uzun yıllar Müslümanların elinde kalmıştır.
[xi]http://scholarship.claremont.edu/cgi/viewcontent.cgi?article=1042&context=pomona_fac_pub(sayfa 5) Bahsi geçen kitap: Hrotsvitha of Gandersheim
[xii] Ebû Mûsa Câbir bin Hayyân Batıda daha ziyâde Geber olarak tanınan, Abbâsîler döneminde yaşamış ve İslâmiyet’te fen bilimlerinin temelini atmış olan Farsî çok yönlü bir fen bilgini
[xiii] İtalyan simyacı.
[xiv] İngiltere’nin Amerika’daki kolonilere Fransız ve Hollanda Batı Hint Adalarından kaçak olarak şeker ve melas getirilmesini önlemek ve kolonilerden sağladığı gelirleri artırmak amacıyla çıkardığı yasa.
[xv] Amerika Birleşik Devletleri tarihindeki ilk Başkan Yardımcısı ve 2. Başkandır.
[xvi] Fransız Tarihçi (1798-1874)
[xvii] Galileo Galilei, İtalyan astronom, fizikçi, mühendis, filozof ve matematikçidir.
[xviii] Francis Bacon filozof, bilim insanı, avukat, hukukçu, devlet adamı ve yazar.
[xix] İngiliz tarihçi. (1800-1859)
[xx] Doğu Hindistan Şirketi veya İngiliz Doğu Hindistan Şirketi, Doğu Hint Adaları’yla ticaret amacıyla kurulmuş olan; ama daha çok Hint altkıtasıyla ticaret yapan bir İngiliz (1707’den sonra Britanya) anonim şirketiydi.
[xxi] İskoç ekonomist (1759-1823)
[xxii] Sir Richard Arkwright, İngiliz sanayici. Bir devrim açan dokuma tezgâhını buldu. (1732-1792)
[xxiii] Nanking Antlaşması, 29 Ağustos 1842 tarihinde Birleşik Krallık ile Çing Hanedanı arasında Afyon Savaşı’nı bitiren anlaşmadır.
[xxiv] John Stith Pemberton, ABD’li eczacı. Coca-Cola’nın ilk üreticisi. Pemberton’un 1886 yılında bir ilaç olarak ürettiği şurup, küçük değişikliklerle alkolsüz bir içecek olarak küresel bir tüketici kitlesine Coca-Cola markası olarak ulaşmıştır.
[xxv] Muhammed Enver Sedat, Mısırlı Arap asker ve siyasetçi. Mısır’ın ikinci cumhurbaşkanıdır.

Hasan Basri Yapıcı
twitter.com/hbasriyapici

Geçmişine güvenemeyen hangi kalabalığa güvenebilir?

“Ya her şeyim ya hiçim
Sorma dünya ne biçim
Bir kördüğüm ki içim
Çözdükçe dolanıyor."
- Şevket Rado

Bir şarkı bir kitaba ancak bu kadar uyum sağlayabilirdi. Usta yazar Ayşe Kulin de bu sebeple kitaptaki her bir bölümü bu şarkının mısraları ile başlıklandırmış olmalı.

Fikriyat anlamında Ayşe Kulin’le aynı safta yer almamız mümkün değil. Biz aynı coğrafyada, inandığı değerleri ve siyasi görüşleri bambaşka olan, belki de dünyanın iki uzak ucunda iki bambaşka kadınız. Ama farklı olmak benim için hiçbir zaman başka hayatlara kulak tıkamak, onları görmezden gelmek, ötekileştirmek anlamına gelmedi. Bilakis daha çok merak edip anlamaya çalıştım ve itiraf ediyorum Ayşe Kulin’i bir anlatıcı olarak naçizane çok başarılı buluyor, raflarda yeni bir kitabını görünce almadan edemiyorum.

Bazı kitaplar uzar gider, bazıları bu uzama sürecinde zevk de verebilir okuyucuya ancak Kulin’in kitapları benim için her zaman bir solukta okuduğum, tadının damağımda kaldığı romanlar oldu. Kördüğüm’ü de bu heyecanla alıp ilk sayfasını açtım. Özetle, muhteşemdi! (Eklemek istediğim bir nokta var, Müslüman bir kadın olarak zorla başı örtülen, Ortadoğu’da Işid benzeri bir örgütün eline düşen kadın karakter -ki bu tarz ortalama bir karakter Kulin’in diğer kitaplarında da var, beni rahatsız etmedi desem yalan olur. Bu klişeden tez vakitte vazgeçilmesini diliyorum.) Polisiye romanları çok severim. Ahmet Ümit bu konuda Türk edebiyatına ciddi katkı sağlamış olan bir yazarımız ve benim sanırım okumadığım kitabı kalmadı. Daha az yazan (elbette yine şahane yazan) yazarlarımız olsa da (Barış Uygur gibi) kabul edelim edebi sahamız polisiye roman alanında çok zengin değil. Ayşe Kulin de bu alana Kördüğüm ile göz kırpmış ve çok da iyi yapmış. İlk polisiye denemesi olmasına rağmen ben son derece çarpıcı buldum bu ilk denemesini. Şimdi kısaca kitabın konusuna da değinelim.

Son hatırladığı bir arabanın parlak farları olan, bir kaza sonrasında gözlerini hastanede geçmişi silinmiş bir kadın olarak açan Gizem’in hayatı var ellerimizin arasında. Bir klinikte Gizem. Etrafında bir psikiyatrist, tuhaf bir hasta kız, bir komiser var. Ama geçmişine güvenemeyen hangi kalabalığa güvenebilir ki? O da böyle işte. Kimseye güvenemiyor. Geçmişinde bir karanlık olduğunun farkında ancak bu karanlığı bir türlü aydınlığa kavuşturamıyor. Ta ki bir yere kadar. Geçmişinin iplerini eline alınca da bu karanlığı kiminle paylaşacağının derdine düşüyor ve biz o geçmişi, Gizem’in yaşadıklarını öğrenip tam da burada bir polisiyenin kucağına düşüyoruz.

Bir sevgili… İhanet mi etti yoksa yoksa gerçekten çok mu güvendi?
Bir psikiyatrist… Ona yardım mı etse yoksa beladan uzak mı dursa?
Aile… Her biri başka yerde, sevgi daim ama mesafeler uzak.
Bir anane… Koca bir çocukluğu, gençliği ve yetişkinliği sırtlayan bir dost gibi.

Türkiye’nin de içinde bulunduğu Ortadoğu problemi sahnesinde ilerleyen kitap son derece akıcı bir üslupla bu şekilde devam ediyor. Her bir sayfada bir sonraki sayfayı merak ederek ilerliyorsunuz, okuyucuyu derine çekiyor, kendinizi Gizem’in yanıbaşında buluyorsunuz.

Sonu nasıl mı bitiyor? Her polisiye gibi elbette bir çözüme kavuşuyor. Ama bu çözüm mutlu bir son mu yoksa acıdan mı ibaret, tavsiyem, siz de okuyup kendi gözlerinizle görün.

Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler

4 Ocak 2018 Perşembe

Korkudan korkmamak için önce onu tanımak gerek

"Tüm korkular bir şey için duyduğumuz sevgiden kaynaklanır.''
- Thomas Aquinas

"Her şey bir yana, yürüme arzunu kaybetme. Yürüyüşe çıkabildiğim sürece hiçbir şeyden korkmuyorum, ölümden bile."
- Soren Kierkegaard

Bazı hisler tek başına çökmezler insan ruhuna. Peşlerinden başka hisleri de getirirler. Mesela korku: son yıllarda hepimizin en çok hissettiği, yakamızdan paçamızdan ayrılmayan o ölümcül his. Korkuyu hissederken aynı zamanda kaygıyı, paniği, tedirginliği, kuşkuyu, şüpheyi, baskıyı, tehlikeyi, daralmayı ve sıkışmayı da hissederiz. Bu durumda korkunun ilk ve en şiddetli eyleminin özgürlüğümüze, varoluşumuza yönelik olduğunu söyleyebiliriz. Korkmaya başladığımızda özgürlüğümüz de kısıtlanmaya başlamıştır. Korktuğumuzda savaşın en zor şartlardaki cephesinde çoktan yerimiz hazırdır. Geriye iki mesele kalıyor: korkunun ne olduğunu keşfedip üzerine gitmek yahut korkuya teslim olup hayatı daha da yaşanılmaz bir hâle getirmek. Ne yapmalıyız?

Yayın hayatına başladığından bu yana 'gerçekten' ilginç ve önemli kitaplar neşreden Redingot, bu kez de Murat Erşen çevirisiyle Korkunun Felsefesi'ni kazandırdı Türkçeye. Norveçli yazar ve düşünür Lars Fredrik Handler Svendsen'i daha önce dilimize çevrilmiş Sıkıntının Felsefesi kitabıyla tanıyoruz. Yazarın önceliği, modern çağın ve modern insanın en temel sorunlarını irdelemek. Sıkıntı ve korku; hangimizin temel sorunu değil ki? Hayatımızın her günü uyanıştan uyuyuşa dek bu iki hisin gerilimiyle savruluyor. Evden çıktığımız anda korku yanımızda bir gölge gibi beliriyor. "Korktuğumuz bir dünya kendimizi bütünüyle evde hissedemeyeceğimiz bir yerdir" diyor Svendsen. Birçok felsefecinin düşüncelerinden faydalanarak korkunun ne'liğine dair hatları çiziyor. Heidegger'e göre korkuyla birlikte kendi imkânlarımızı gözden kaybederiz. Sartre için korkudan kurtulmanın çaresi ise kendimizi kendi olanaklarımıza atmak. Biri korkuyla imkânlarını kaybediyor, diğeri korkudan kurtulmak için olanaklarına sarılıyor. Tabiri caizse korku birine kaybettiriyor diğerine bulduruyor.

Kaybediş ve buluş arasında Svendsen'in önerisi karamsar gibi gözükse de oldukça gerçekçi: kuvvetli bir idrak. Bu özgün bakışta, korkunun geçici değil sürekli bir his olduğu var. Çünkü varoluş; duran veya duraksayan bir şey değil. Süregiden bir eylem. Dolayısıyla korku ve varoluş için aynı yolun yolcusu diyebiliriz. Yani korkuya 'kapılmak'tansa onu tanımak ve hatta onunla arkadaş olmak hem insanın hem de toplumun ruh sağlığı için oldukça kritik. Spinoza korkunun 'fayda'sına dokunur "Ne umut korkudan vazgeçebilir, ne de korku umuttan" derken. Korkunun umut etmemizi sağladığı oldukça doğru. Korkun varsa umudun da vardır, korkmuyorsan umutsuzsundur. Dağ filmindeki komutan "Ben de insanım, ben de korkuyorum" demişti. Ama bu korku onun ve arkadaşlarının görev bilincini de daima diri tutmuştu.

İnsanın bir şeyi anlamadan tam olarak bilmesi mümkün olmadığı için önce korkuyu anlamak gerekiyor. Hangi durumlarda ortaya çıktığını ve insana, topluma ne gibi geri dönüşleri olduğunu. Sınırları belli olmayan bir şey insanı daha fazla korkutur, üstelik bu şey korkuysa varın gerisini siz düşünün. "Korku, cezadan daha berbattır, çünkü ceza bellidir, ağır veya hafif; bilinmeyene, sınırlandırılmamışa kıyasla ceza, daha az ürkütür." der Stefan Zweig. Evet korkudan sonrası daha yerleşmiş bir hastalık olan ürkmektir. Svendsen'in kitabı bizi ürkmekten uzak tutmak için elinden geleni yapıyor 192 sayfa boyunca. Peki hangi konular çevresinde dönüyor? Şöyle: Korku kültürü, korku nedir, korku ve risk, korkunun cazibesi, korku ve güven, korku politikaları, korkunun ötesi.

Svendsen kitabında felsefeden olduğu kadar edebiyattan ve sinemadan da fazlasıyla yararlanıyor. Özellikle bazı filmlerin korku sahnelerine yaptığı yorumlar bir taraftan korkuyu tanımlamamıza yardımcı olurken diğer taraftan beyazperdenin ve televizyonun hayatımıza korkuyu salmakta ne kadar kuvvetli olduğunu da hatırlatıyor. Bu 'mecra'ların uzun yıllardır en yoğun korku aracı olarak kullanan kuvvet ise devletler. Sadece haber bültenlerinde değil çizgi filmlerden dizilere ve hatta yarışmalara kadar korkuyu izleyebiliyoruz. Bu izleme eylemi o kadar sıradanlaşıyor ki Baudrillard'ın deyimiye iyice ilizyona dönüşmüş olan yaşamamımızda korku da yeni bir ilizyon sanatı. Politik bir sanat olarak korkuyu Machiavelli ve Montesquieu eserlerine değinerek anlatıyor Svendsen. Siyasi korkunun asla boşluktan doğmadığını; bilakis onun yaratıldığını ve sürdürüldüğünü söylüyor. Elbette bu tür korkunun işlevi de çeşitli siyasi uygulamaları desteklemek ve güçlendirmek. Devamını birlikte okuyalım:

"Korkunun nedenlerine karşı mücadelenin kendisi korku üreten bir şey haline gelmiştir. Eğer otoriteler, yurttaşların karşı karşıya bulunduğu terör tehlikesinin altını sürekli çizer, hatta abartırlarsa, aslında devletin de kendi vatandaşlarını terörize ettiğini iddia etmek mümkün olur. Teröristlerle otoriteler arasında bir ortak yaşam doğar çünkü birbirleriyle kavgalı olsalar da ikisi de aynı sonucu üretir: Korku içinde yaşayan bir halk. Yine her ikisi de bu korkuyu siyasi olarak sömürürler. Siyasi özgürlüğümüzün önemli bir bölümü tam da yaşamlarımızı çok fazla korku olmadan yaşayabilmekten oluşur. Örneğin herkesin terör saldırısına açık olduğu yönünde abartılı bir izlenim yaratarak korkuyu besleyen bir hükümet böylelikle vatadanşlarının özgürlüğünü sınırlar." [sf. 161]

Korku bizi kendimizden uzaklaştırır. Böylece derin ve sonsuz bir umutsuzluk çöker üzerimize. Korkuyu tanırsak, onu tanımak için mücadele edersek korkunun yanına umut gelebilir. Hatta umut, korkuyu yenebilir. Korkunun Felsefesi, korkunun muazzam baskısı altında dahi umutlu olmayı öğütlüyor.

Yağız Gönüler

Okuyucuyu çaresiz bırakan yazar: Kobo Abe

Daha çok varoluşçu olarak bilinen ve hayatın yaşanamayacak kadar ‘kötü’ olduğunu düşünen Albert Camus yaşamaya dair düşüncelerine absürdizm (saçmalık) ile açıklık getirir. Camus hayatın kötü olduğu düşüncesi üzerinden “yaşamaya değmeyecek bu dünyada insanların neden intihar etmediklerini” sorar ve sorusunu “yaşamanın verdiği tarif edilmez şevk” olarak yanıtlar. Hayatın tüm saçmalığına karşın intiharın bir kolaycılık ve kaçış olduğunu söyleyen Camus intihar etmektense hayatı anlamaya çalışmanın asıl yapılması gereken olduğunu belirtir. Söz konusu soru ‘insan neden intihar eder’ şeklinde de sorulabilir elbette. Yaşamanın -belki de ümidin- vereceği şevk kalmaması dışında muhtemel başka sebepler de bulunabilir. Nitekim Sartre, Camus’nün tam tersi bir düşünce ortaya atarak intiharı olumlamış, Durkheim intihardan bireyi değil toplumu sorumlu tutarak meseleyi bambaşka bir boyuta taşımıştır. Kanguru Defteri’ni okurken kendiliğinden oluşan absürtlük kavramı son cümleyi okuduğumda Albert Camus’nün arayışını aşan bir şekilde noktalandı diyebilirim. Zira kitap kendine has bir hikâyeye ve sonuca sahip.

Kobo Abe (1924-1993) her defasında şaşırtmayı başarıyor. Monokl Yayınları’ndan çıkan yüz doksan sekiz sayfalık Kanguru Defteri adlı eseri Aydın Özbek Türkçeye çevirmiş. İlk sayfalarda merakla okunmaya başlanan hikâye, fantastik edebiyat sevmeyenleri veya Kobo Abe’yi tanımayanları bir yerden sonra yorabilir hatta daha da ileri giderek sıkabilir. Çünkü yazar bu eserinde fantastik bir anlatıma yer vermiş! Ya da son sayfasına kadar öyle zannediyorsunuz.

Hikâyenin nerede kopacağını bekleyerek okuyan okur yine bir Kobo Abe klasiğiyle karşılaşarak son sayfaya kadar o kopuşa tanık olamıyor. Dolayısıyla kitap bitinceye kadar okuyucuda net bir fikir oluşmuyor. Fakat bitiş cümlesiyle beraber deyim yerindeyse insan aydınlanıyor. Kitap boyunca kafa kurcalayan, akla yatmayan, saçma bulunan ne varsa birden ahenkli biçimde anlamlı hale geliyor. Camus’yü aklıma getiren de sanırım okuduğum o kadar absürtlüktü. Ya da fantazya…

Zorlayıcı bir hikâyeye sahip olan Kanguru Defteri, kurgu açısından oldukça etkileyici ve yazarın Türkçeye çevrilen diğer eserleri kadar da başarılı. Kobo Abe anlatımına tedirgin edici bir giriş yapıyor. Ne olduğunu anlamadan hikâyenin içinde buluyorsunuz kendinizi. Bir şirkette çalışan kahramanımız yaşadığı modern hayatın sıkıntılarını hissettiriyor. Zaten gerçeklikle kurulan ilişki bu kadar ve normal şartlarda hissederek anlayabildiğiniz durum da bundan ibaret oluyor. Sayfalar ilerledikçe baştan beri kısıtlı olan normallik ortadan kaybolarak hikâye bir bilinmezliğin içine akıyor. Bu akış hikâyeyle birlikte o bilinmezliğe savrulan okur için karar verme anı oluyor. Zira ‘fantastik’ olaylar içinde gelişen hikâye hem anlamsız hem de amaçsız gelebiliyor. Buna rağmen okumaya devam edenleri hüzünle karışık şaşırtıcı bir son bekliyor.

Hikâyenin hemen başında kitabın başkarakterinin dizlerinde beliren turp filizleri meraklı bir korkuya neden oluyor. Bunun mantarın yol açtığı bir deri ‘hastalığı’ olduğunu düşünen kahramanımız doktora görünmek istemesiyle fantastik olaylar başlıyor. Okuma ilerledikçe kahramanımızın ilerleyen hastalığı oranında fantastik anlatım da yoğunlaşıyor. Gittiği klinikte müdahale ediliyor ve özel tasarlanmış bir yatakla tedavi için bir kaplıcaya gönderiliyor. Kahramanımızın tek başına çıktığı bu yolculuk sırasında karşılaştığı olaylar kendi gerçekliğinde ve onun ağzıyla anlatılıyor. Sanırım bir ek olarak şunu da belirtmek gerekiyor. Eserde fantastik olarak ele alınabilecek anlatımın kendine has bir özelliği var. Gerçek ile gerçeküstü arasında gidip gelen bu özelliği tümüyle fantezi olarak nitelendirmek de doğru olmayabilir. Bu durum en çok kitap bittiğinde anlaşılıyor.

Açıkçası kitaba dair bir kesit sunmak ya da temel bir çıkarım yapmak zor. İçerik ne kadar detaylı ve karmaşıksa sonuç o kadar net. İlk cümlesinden son cümlesine kadar bir bütünlük arz eden hikâye tamamen okunduğunda gerçek anlamını kazanıyor. İşin ilginci ortaya çıkabilecek bir tek anlam dışında herhangi bir anlam da oluşmuyor. Bir Kobo Abe klasiği olarak kurguda ileriyi ya da hikâyenin sonucunu göremiyor ve/veya tahminde bulunamıyorsunuz. Yazar, ne anlattığının anlaşılabilmesi için kitabın tamamını okumak zorunda bırakıyor okuru. Örneğin sıkılan ve bir yerde okumayı bırakan bir okuyucu için bütün hikâye dizlerinde turp filizi beliren bir adam ve onun absürt maceralarından ibaret olacaktır. Oysa kitabın tamamı okunup bitirildiğinde karşılaşılan durum bundan çok daha fazlasını içeriyor. Kobo Abe’nin sadece karamsar olarak nitelemenin eksik kalacağı kendine has, düşünceyi tahrik edici üslubu bu kitapta da fazlasıyla görülüyor. Bu arada, Kobo Abe hayranlarına Monokl Yayınları 2018 yılı için listesinde iki Kobo Abe kitabı bulunduğu haberini vermiş bulunuyor. Sabırsızlıkla bekliyoruz.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Sahi, var mı İstanbul’un bir sahibi?

Orhan Pamuk’un bir bozacının yaşam öyküsüyle birlikte 1960’lardan 2012’ye İstanbul’un yaşadığı kentsel ve toplumsal değişimi anlattığı Kafamda Bir Tuhaflık (Aralık 2014, Yapı Kredi Yay.) kitabı, Duttepe ve Kültepe gibi İstanbul yeni kurulan mahallelerinin hikâyesi anlatılır. Tarif ettiği konumlara uygun olarak Gültepe ya da Seyrantepe dememesinin sebebi gerçeğe ne kadar uygun diye gereksiz tartışmalar açılmasını istememesinin yanında köyden kente göçün, önce gecekondulaşma sonra kentsel dönüşüm adı altında apartmanlaşma aşamalarını anlatırken birçok mahallenin ortak niteliklerini taşıyan birer simge olarak ele almak istemesi olabilir ama kitabı okurken köyden kente göçün, İstanbul’un önce gecekondulaşma ardından apartmanlaşma, sonra kentsel dönüşüm adı altında rezidans ve siteleşme aşamalarını izlerken aklımızın bir köşesinde yanıtını vermediğimiz bir soru durur: İstanbul kimin şehri? Sahi İstanbul’un bir sahibi var mıdır, varsa nerededir? 19 yazarın makalelerinin bir araya getirilerek oluşturulan "İstanbul Kimin Şehri?" adlı kitap, “Şehrin gürültüsünden kaçmak ve kendine ‘güvenlikli’ bir alan inşa etmek isteyenler”in İstanbul’a verdikleri zararın boyutunu ortaya koyuyor. Kitap ortak bir çalışma ve aslında tüm kitap boyunca “İstanbul kimin şehri?” sorusuna yanıt aramıyor ya da bu sorunun cevabını vermeye gayret etmiyor gibi görünse de aslında “Medyanın Kenti”, “Seçkinlerin Kenti”, “Ütopya ve Distopyaların Kenti”, “Gerillaların Kenti”, “Kültür’ ve Sermayenin Kenti”, “Onun Kenti” gibi temellendirdiği alt başlıklar altında İstanbul’un tarih boyunca oluşan kimliğini araştırıyor. Bunu yaparken de değişime ve değişimin kontrolsüz bir şekilde ilerleyişine dur diyememenin çaresizlğini yaşayan şehrin sakinleriyle şehir arasında oluşan kopuşu ve yabancılaşmayı bir çığlık gibi dile getiriyor.

İstanbul özelinde konuşacak olursak, gecekondulaşma yolunda ilerleyen bir şehirleşme, 1950’lilerden bu yana aslında Kemal Karpat’a göre bir devlet politikasıydı. Gecekondulaşma İstanbul’da da o zamanlardan günümüze kadar belediyeler tarafından görmezlikten gelindi. Çünkü devlet, konut alanındaki politikasızlığını gecekondu gibi informal alanlara göz yumarak, ses çıkarmayarak kentlileştirmeyi sağlamayı amaçlamaktaydı. Dilaver Demirağ’a göreyse İstanbul’a göç her zaman kontrol altındaydı ve ancak en nitelikli emek gücü yahut zenginlik yaratıcı tacir ya da atanmış memur bu kente ve kentin çok renkli yaşantısına dâhil olabilirdi.

Kentin köye göre daha çok karmaşıklık içerdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz, şöyle ki kent, köye göre refahın taştığı, görkemi ile gözlerin kamaştığı bir alan olarak karşımıza çıkıyor. Köydeki gönüllülük kentte devletle ileri aşamaya taşınan dayatılan bir iktidarlığa dönüşmekle aslında eğlencenin ihtiyaca nasıl dönüştürüldüğünü daha iyi kavrayabiliriz. Uzmanlar, rakamları çok açık ve net bir şekilde ortaya koyuyor: 2000’li yıllardan bu yana bankada 25 milyarın üstünde parası olan kişi, sadece 25 bin ve zenginler nüfusun ancak yüzde 1’ini oluşturuyor. Hayretle karşılamakta isek de piyasada satılan ürünleri ve açılan işletmeleri de incelediğimizde o çok korkutan tüketimin kent yoksulu fakirler tarafından gerçekleştirildiğini anlıyoruz!

Şehirlerin merkezlerine yakın yerlerdeki varoşlarda bulunan ve “zengin yaşama isteği” ile listenin en başında bulunan Türkiye’nin nüfus olarak en büyük tüketim kitlesi, yatırımcıların dikkatini çekmekle birlikte, şirketlerin satış stratejilerinin başında bulunmakla dikkatleri üzerine çekiyor. Vakti zamanında bowling’in fakir eğlencesi olduğu bir ilçede (Gaziosmanpaşa) Brunswick firmasının Etiler Korukent’te açtığı bowling salonunun, şubelerinin hızla nasıl da açıldığını hatırlıyor musunuz? O zamanlar meşhur zenginleri bile şaşırtan aynı firma, 2000’li yıllarda Malatya, İskenderun, Bursa, Konya, Karaman ve İstanbul Gaziosmanpaşa, Zeytinburnu’nda açtığı yeni salonlarla dolup dolup taşıyordu, bugünlerdeyse her alışveriş mağazasının içerisinde artık bowling salonu bulmak mümkün.

Kentin imkânlarından nemalanmaya çalışan on binlerce kişilik bir topluluk üzerinden konuşuyoruz. Gelir dağılımındaki adaletsizliğe rağmen bir türlü ulaşılamayan zenginlik için durmadan harcama yapma ihtiyacı hissettirilen bir psikolojiyi sorguluyoruz. Cebindeki tüm parasıyla sinemaya gidip canlı müzik dinleyen bir genç, eve dönmek istediğinde, yüzlerce kişiyle paylaştığı metrobüsle, ailesinin kira sorunuyla, hızla yaklaşan taksit borcuyla karşılaşıp gerçek kimlik hatırlanınca; zenginlik duygusunu elde edememenin verdiği komplekse giriliyor, hırçınlaşılıyor. İstanbul’un varoş semtlerinde; sinema, internet cafe, özel hastane, özel okul, marka giyim mağazaları, marketler en popüler işletmeleri oluşturuyorlar. Aylık taksitlerle alınan bilgisayarlar, cep telefonları ve hatta günümüzde ev ve arabalar, kredi kartıyla yapılan alışverişler ayrı bir hava kazandırıyor varoş sakinlerine. Yine araştırmalara göre bu semtlerde kozmetik ürün kullanımında çok yoğun bir artış var. Saç analiz laboratuarlarında bakımlar yapılıyor, solaryum salonları hızla artıyor ve cilt bakımı önemli bir problem oluşturuyor.

Artan nüfusa yerleşim yeri açmakla bir daha geri dönülemeyecek adımların atıldığı İstanbul, kentin yakınlarında ama dışında çok sayıda küçük yerleşim adacıklarının zamanla İstanbullulaştığı dev bir kütleye doğru ilerlerken büyük bir değişim-dönüşüm yaşamaya devam ediyor. Bizans’tan Osmanlı’ya, Cumhuriyet döneminde günümüze İstanbul’un başına gelenler, artık bu şehir sahiplenecek birinin ya da birilerinin kalıp kalmadığına kadar vardı. Ekonomik bağımsızlığını kazanamayan ve küresel sisteme sadece bir tüketici olarak dahil olan her ülkenin başına gelenleri İstanbul’da yaşadı. 1940’lardan 80’lere apartman tarzı yaşam, mahalle düzeninin ve değerlerin çökmesine sebep olurken şehir geçmişte hiç yaşamadığı hâllere büründü; 1990 sonrası siteleşmenin getirdiği kapalılık 2000 sonrasındaki rezidanslaşma süreci, dikine yapılaşma ve gökdelenlerin, plazaların dayattığı yaşam tarzını şehre adeta kabul ettirdi. Eski İstanbul’a dair anlatılanlar artık sadece kitaplarda, çünkü artık Yahya Kemal’in Aziz İstanbul’u büyük dönüşümler yaşadı; bireyciliği ön plana çıkartırken toplumun kültürünü ve alışkanlıklarını da değiştirmeye ve mega bir şehre dönüştürmeye başladı.

Bugün sadece İstanbul’da değil, tüm Türkiye’de topraktan elde edilen rant, en önemli sermaye birikim araçlarından biri olduysa elbette kentlerimiz değişecek dönüşecek değil mi? Bu süreçteki İstanbullular olarak yaşadığımız en önemli sorun, Batı’da toprak bir meta olarak piyasa ekonomisinin bir parçası iken, Osmanlı’dan beri gelen merkeziyetçi devlet anlayışı ve toprak rejimine bağlı olarak toprak mülkiyetinin devletten özel mülkiyete geçmesi ve bu durumla ilgili eşitsiz gelişmeyi engelleyici hukuki bir yapının bulunmamasıdır. Caydırıcı ceza sisteminin de olmayışıyla, kentsel toprağın özel mülkiyete dönüşmesi sürecinde oluşan farklılık rantı ve mutlak rant belli kesimlere aktarılırken buradan elde edilen gelir kamu ve kentleşme yatırımlarına dönüşememekte; halkı sınıflara bölmekte; zamanla çıkar çatışmalarına zemin hazırlamaktadır. Halbuki yapılacak şey en başından itibaren bellidir; toprak rantının bedeli devlet ve yerel yönetimlerin altyapı yatırımları aracılığıyla kamuya aktarılmalıdır.

Her geçen gün o muhteşem geçmişinden ve yerlilerinden uzaklaşan İstanbul, yok olmayacak ama o eski hâline de bir daha dönemeyecek gibi… İstanbullular yok oluyor ama şehir dev bir kütle gibi yaşamaya devam ediyor. Peki, küresel İstanbul’a yapılıp edilenler onu ne zarar verebilir? Tahire Erman’ın da peşinde olduğu soruyu soralım; şehri ayrıcalıklı orta sınıfların ve sermaye gruplarının alanı hâlinden o eski hâline çevirmek artık mümkün değil mi? Rant neden adilce paylaşılamıyor? Rantın kamuya aktarılamaması sonucu şehri parselleyen gayrimenkul firmalarına kim dur diyecek, kapitalizm mi? Tam da işte bu noktada, İstanbul kimin şehri?

Yunus Emre Tozal
twitter.com/yunusemretozal
* Bu yazı daha evvel Arka Kapak dergisinin 20. sayısında yayınlanmıştır.

3 Ocak 2018 Çarşamba

Sağlığın Gaspı için sözlük veya Illich'i anlama kılavuzu

"Hasta için en iyisi, en azıdır."
- Hipokrat

İnsanların daha hızlı ulaşımını sağlamak için ortaya koyulmuş fikirler bugün şehirleri bir trafik keşmekeşiyle yüz yüze bırakmış durumda. Eğitim sistemi bireyi belki bir konuda teknik uzman olarak yetiştiriyor lakin genel bir cahillik seviyesinden yukarı çıkaramıyor. Ulaşım ve eğitim sistemlerine paralel olarak sağlık sistemi de asıl amacının tam tersi şeklinde işleyerek sonunda klinik, sosyal ve kültürel iatrojenezi doğuruyor. Ivan Illich bu durumları “paradoksal amaçbozuculuk” olarak adlandırır ve endüstri toplumunun sağlık sistemine dair yaptığı eleştirisini de bu kavram üzerinden açıklar. Yazar sağlık sistemini birçok yönüyle eleştirse de aslında bütün problemin ana kaynağı “sağlık sisteminin tıplaştırılmasıdır.” “Tıplaştırılma” önce toplumun kimin hasta olduğunu veya hasta olana ne yapılacağına dair karar verme yetkisini hekimlere devretmesiyle başladı. İkinci olarak ise insan vücudunun mekanikleşmiş bir kumanda olarak görülmesinin sonucu olarak “tedavinin kişiliksizleştirilmesi” yani doktorun tanıdıklarına hizmet veren bir esnaftan standardize edilmiş protokolleri uygulayan bir sağlık profesyoneline dönüşmesi baş gösterdi. Bazı hekimler aynı reçeteleri yazan birer makineye dönüştüler. Bununla beraber yapılan hatalar artık ara sıra meydana gelebilecek olaylar olarak rasyonalize edildi. Başka bir deyişle hatalı uygulamalar ahlaki bir sorun olmaktan çıkıp teknik birer soruna dönüştüler. Üçüncü aşama ise sağlık hizmetinin “radikal tekellere” dönüşmesi oldu. Sıradan tekeller piyasayı ele geçirir. Radikal tekeller ise daha ileri giderek özgürlük ve bağımsızlığa da mütecaviz davranarak insanı kendi başına bir şey yapamaz hale getirir. Mekanik bir döl yatağı gibi inşa edilmiş kentlerde fetüsün doğup doğmayacağına kararla başlayan ve bir yoğun bakım ünitesinde reanimasyon sonlanması kararıyla biten “radikal tekeller” oluşturuldu. “Endüstürileşmiş toplumlarda” insanlar edilgen bir yöne itilerek öğrenmeyi, iyilileşmeyi veya kendi yolunu bulmayı değil öğretilmeyi, iyileştirilmeyi veya yol gösterilmesini beklerler. Otomobil olmadan bir yerden bir yere gidemeyeceğini düşünen insan gibi bu tıplaştırılmış sağlık sistemi olmadan hayatın devam ettirilemeyeceği düşüncesinin topluma yerleştirilmesi sağlık sisteminin tıplaştırılmasında son basamak oldu.

Sağlığın Gaspı’nda “klinik iatrojenez” olarak tarif edilen şey sağlık hizmetinin sunulması esnasında veya sonrasında ağrı, hastalık veya ölümün bu hizmetin bir sonucu olarak ortaya çıkması durumudur. Kitabın bu bölümünde İllich modern tıbbın potansiyel yaralarından çok zararı olduğunu ve semptomatik tedavinin sadece bir şeylerin üstünü örtmekten fazlası olmadığını birçok veriyle savunur. Yunanlıların “ilaç” için kullandıkları “pharmakon” kelimesinin tedavi edici veya öldürücü güç manalarından her ikisine de geldiğini hatırlatır. Yanlış, sahte ve miadı geçmiş ilaçların kullanımının, ilaç-ilaç etkileşimlerinin, ilaçların bağımlılık yapıcı, sakat bırakıcı ve mutajenik etkilerinin, antibiyotikler için direnç gelişimi ve süper enfeksiyon durumlarının tedavide faydadan çok zarar getirdiğini savunur. Hekimin “teşhis koyma odaklı” davrandığını ifade eden yazar iddiasını şu çarpıcı örnekle destekler. 1934 de New York ta 1.000 öğrencinin yüzde 61’inin bademciklerinin alındığı görüldü. Geriye kalan çocukların tonsillektomi endikasyonu için değerlendirilmesi sırasıyla üç hekim tarafından yapılması istendi. Bütün bu muayeneler maddi eğilimler yaşanmasın diye ücretsiz kliniklerde yapıldı. Hekimler muayeneyi bitirdiğinde geriye tonsillektomi teşhisi konulmayan sadece beş çocuk kalmıştı. Bu son kalan beş çocuğu ise şehirde muayene edebilecek başka bir doktor kalmadığı trajikomik bir şekilde ifade edilmiştir. İlaçların potansiyel zararlarıyla birlikte Illich yanlış cerrahi müdahaleleri de klinik iatrojnez bölümünde işler.

Francis Bacon önceleri işlevi hastalıkları tedavi etmek olan tıbba iki yeni işlev daha kazandırmıştı: sağlığı korumak ve yaşamı uzatmak. Bu iki yeni işlevle birlikte sağlığın korunması da bir pazarlama aracına dönüştürüldü ve öteki büyük endüstriler gibi sağlık sistemi de ürünlerini talebin sınırsız olduğu yere yani ölüme karşı dirence yöneltti. Eskiden saray hekimleri krallara berberlerin yaptığı hacamattan ötesini yapmazlardı. O zamanki kralların da daha uzun yaşamak gibi bir emeli yoktu. Burjuvanın doğuşuyla ölümde eşitlik sona erdi ve ölümü uzak tutmak için her türlü bedelin ödenebileceği bir çağ başladı. İşte böylece sürekli bakıma muhtaç insan ortaya koyuldu ve tıplaştırılmış yaşam şekillenmeye başladı. Illich’in “sosyal iatrojenez” olarak adlandırdığı şey ise bütün bir hayatın tıplaştırılması sonucunda evlerin artık doğum, hastalık veya ölümün misafirliğini kabul etmeyerek bunlar hakkındaki bütün tasarrufu hastanelere devretmesi, kendi bedenimiz hakkında ortaya çıkan dilin katı bir bürokrasiye bürünmesi ve insanın kendi kendini iyileştirmesi sürecinin kaybolduğu durumdur.

Kültür ağrıyı katlanabilir kılar. Lakin tedavi edilebileceği varsayılan “ağrı” tahammül edilemezdir. Tıplaştırma her kültürde kendine özgü bir şekilde bulunan ağrıyla mücadele programından yoksun bırakır. Sağlık hizmetlerinin gözünü sonsuzluğa dikmesi ve insanlara ütopyayı vaat etmesinin sonucu olarak kişinin ağrı, çaresizlik, yaşlanma ve ölüm gibi olaylar karşısında gösterdiği sabır, dayanışma ve kabullenme gibi tepkileri kısmen veya tamamen kaybolduğu durum ise “kültürel iatrojenez” olarak karşımıza çıkmaktadır. Kültürel iatrojenezis sonucunda “acı” kelimesi esas manasını kaybederek boş bir inancı, sado-mazaşizmi ya da zengin adamın yoksulların yazgısına üzülmesini ifade eder. Acı ve ağrı gibi sabır, kendini tutma, cesaret, tevekkül, sebat ve uysallık gibi kavramların da içi boşalır.

Son olarak kitabın orijinal isminde geçen “Medical Nemesis’e” değinecek olursak; Nemesis Eski Yunan’da intikam tanrıçası. Tanrıların katından çalmaya kalkan kibir sahibi insanları yani insan olmak yerine kahraman olmaya çalışanları cezalandıran bir simge. Modern tıp topluma ait olanı aldı ve kahramanı oynamaya çalışıyor. Sonuç Illich’e göre paradoksal amaçbozucuklukla gelen felaketler.

Kitabı değerlendirirken 1975’te yayınlandığı kesinlikle göz ardı edilmemeli. Tıp etiği ve teknolojik gelişmeler ile alınan yol o zaman için yapılmış bazı eleştirileri günümüzde anlamsız kılıyor. Yine de Illich’in o zaman için çizdiği tıplaştırılmış toplum modeli bugün için fazlasıyla geçerliliğini koruyor. Aradan geçen yaklaşık kırk yıllık süreden sonra Sağlığın Gaspı’nın tekrar yazılmaya ihtiyacı var.

Taha Selçuk
taha_selcuk@hotmail.com

Sığ muhafazakârlık ve sahte uhrevileşme hakkında yaşayan sorgulamalar

İçinde yaşadığımız -bazen sadece yaşamak zorunda olduğumuzu düşündüğümüz için yaşadığımız- bir dünyada, bir devirde mevcudiyetimizi bir şekilde devam ettirmeye çalışıyoruz. Belki insanoğlu her çağda bazen bizimle benzer, bazen de muhtelif sebeplerden yine bizim gibi düşünüp, dertlenip, anlam arayışına çıkmış ve bizim gibi hissetmiştir, kim bilir. Ama yine de ‘var olma’ nimetinin değerini bilmekten uzak oluşumuz, kadim zamanlardan beri yaygın bir hastalığımızdır.

Üzerine haddimizi aşmadan iki kelam etme gayretinde olacağımız kitabında Ömer Lütfi Mete bunu şöyle açıklıyor: "İnsanoğlu 'yok olma' hâlinin tanımlamasını yapamayacağı için, kendisine bağışlanan 'var olma' nimetinin ne denli bir teşekkür gerektirdiğini anlamaktan acizdir." (sf. 64)

İnsan toplulukları her çağda ne kadar başka başka dinlere, felsefi sistemlere, ideolojilere, kültürel normlara göre ayrışmış olsa da pek çoğunda en azından sözde -pratikte değil elbette- huzur, barış, kardeşlik; ezmeden, kırmadan, dökmeden, sömürmeden bir arada, insanca yaşama anlayışı üzerinden hareket etmiştir. Türk’ün İslam’la şereflenmesinden sonra Hoca Ahmet Yesevi’nin gölgesinde filizlenen dervişler Asya’ya, Anadolu’ya, Mezopotamya’ya, Balkanlara kadar kök salan ve İslam’ın tasavvuf felsefesini sadece yaşayarak, bambaşka coğrafyaların insanlarına o güne kadar pek şahit olmadıkları bir şeyleri gösterdiler ve öğrettiler. Peki, neydi bu şeyler? Yaşadığımız devrin ruhi, iç buhranlarına, çatışmalarına, toplum kargaşalarına benzer çalkantılı günlerde insanlığa soluk aldıran huzur, sükûnet, hoşgörü, adalet, yarenlik, birliktelik bilinci hülasaten insanın özündeki iyi ve güzel olan hasletler bütünüydü. Şimdi sadece menkıbelerde okudukça, dinledikçe bir yandan içimizi ısıtırken diğer yandan istemsizce hüzünlendiğimiz bu derviş öyküleri çağımızda birer mit unsuru haline dönüşüp mazi romantizmine mi karıştı? Yoksa somut örnekler hâlâ aramızda, ekranlarda, yazılan birtakım eserlerle karşımızda ve canlı duruyor olabilir mi? Bizler fark edemesek de…

Bize bahşedilmiş ömür kadar vaktimiz var, o kadar yaşayabilir, o kadar iyi/kötü eylemde bulunabilir, o kadar söyleyip, o kadar susabiliriz. Sınırlandırıldığımız zaman ve mekânın bünyesinde konuşup yazabilecek kadar donatılmışız ancak. Dünya bize, biz Müslümanlara göre mahsulümüzü ancak öte âlemde toplayabileceğimiz bir tarla hükmünde. Fakat dinimizin bize dünya hayatında ezile büzüle, sefalet içinde, bir mezellet halinde yaşamamızı emretmediğini de biliyoruz. Yüz yıllar, bin yıllardır nice mürşidlerin, bilgelerin, filozofların dahi hikmetini tam manasıyla kestiremediği yahut açıklayamadığı insana dair iki unsur; akıl ve kalp. Birbirine tezat mı teşkil eder, tamamlar mı birbirlerini? Bazen aklı bazen kalbi mi öncü kabul etmek gerekir, biri diğerinden hep bir adım ileride mi olmalı? Yaradılıştan gelen birtakım müşahhas hasletlerden ötürü, her insanda onu diğerlerinden ayırıp özge bir fert olduran farklılıklarla mı yön bulur kendine bu iki unsur? Ve çoğaldıkça çoğalacak, sordukça ardı arkası kesilmeyecek derine doğru helezonlar çizen sorular zinciri…

Sorular ve sorunlarla yürüyen bir Ömer Lütfi Mete fikir kitabı hakkında söz söylemeye başlarken yine birtakım varoluşsal ve Müslümanca soru ve sorunlarla kurulan bir girizgâhı uygun gördüm. Girizgâhta esasen yazarın şahsına ve kitabın muhteviyatına gönderme yaptığımı da takdir edersiniz. Ömer Lütfi Mete’nin söz konusu ”Aşksız, Zevksiz, Allahsız Müslümanlık” adlı kitabına ilişkin üzerinde duracağım ‘biz’ Ömer Lütfi Mete’nin de içinde bulunduğu, bir düşünce adamı olarak ışık tutmaya çalıştığı en başta kendi ülkesi insanları Türkler ve biz Türklerle beraber her nevi Müslüman topluluklardır. Çünkü Ömer Lütfi Mete’nin üzerinde kafa yorduğumuz bu kitabı, modern zamanlarda Batı uygarlığına mukabil Müslüman kişi ve Müslüman toplumdaki geri kalmışlık ve derinliksiz-sığ Müslümanlık anlayışı sorunudur. Eser, Müslüman’ın geri kalmışlık, yenilmişlik düşüncesi içinde hissettiği aşağılık karmaşası, ruh bunalımları ve benzeri sorunların uzun uzun sorgulamaları ve nihayet çözüm yollarını sunmasıyla devam ediyor. Bu bahis daha ziyade kitabın ilk iki bölümünü teşkil etse de diğer bölümler de doğrudan bu iki bölümle iç içe bir muhtevaya sahip. Eserin 2008 yılındaki basımı ‘Gerekçe’ başlığı altında Ömer Lütfi Mete’nin ön sözüyle başlar. İlk paragrafını aynen alıntılıyorum:

Çağımızın büyük mürşitlerinden Tayyar Baba, ziyaretine gelen dervişine sorar:
-Köyünüzde işler nasıl, değişen bir şey var mı?
-Derviş cevap verir:
-Köyümüze yeni bir hoca geldi efendim.
Hazret gülümseyerek tekrar sorar:
-Müslüman mı bari?
-Efendim öğretmen demiyorum, hoca diyorum, camiye yeni imam geldi…
-Tamam, ben de onun için soruyorum, Müslüman mı?

Yazar şöyle devam ediyor: “Bu küçük öyküdeki keskin eleştiri şüphesiz bütün imamları zan altında bırakacak bir önyargının yansıması değildi. Burada yapılan tasavvufi idrakin özündeki yaklaşımı vurgulamak,…

Eser, içinde yaşadığımız çağın dinamikleri zemine alınarak, Müslüman’ın birbiriyle ilintili ama kendi içinde ayrılan bir kısım soru ve sorunlarına karşılık Gerekçe ve Giriş’ten sonra yazılmış sekiz bölümden müteşekkil. Ve dediğimiz gibi kitabın ilk iki bölümü tamamına lokomotiflik ediyor. Kitap, ilk bölümde vurgulanan ‘biricik hak din İslam’ın mensuplarının geri kalmışlığı’ sorguları ve ikinci bölümdeki ‘akli tevhide yönelişle kalbin terk edilişi’ sorunu üzerine inşa edilmiş. Giriş bölümünde yazar, Kanadalı dünyaca ünlü müzisyen Loreena Mckennit’i İstanbul’da ağırladıkları hatıralarından ve hanımefendiden yola çıkarak bir karşılaştırmayla okurun zihnindeki tabuları sallamaya başlıyor. Takibinde gelen gülyağı-parfüm metaforu ile girilen mesele, varlık-yokluk temelinde gelenek-modern, ilerlemişlik-geri kalmışlık, aklî tevhid-kalbî tevhid gibi mukayeseleri, tartışmaları ile ‘akılcı (rasyonalist) Müslümanlık’ın doğurduğu çağdaş problemlerin, cesur tavır takınan bir düşünce adamının inceliği, işçiliği, hassasiyeti dâhilinde dile getirilmesiyle devam ediyor. Fakat şuna dikkat çekmek istiyorum: Çağdaş Müslümandaki problemlerin düşünen, soran, eleştiren, aklını kullanan, akıllı Müslümanlık anlayışından değil; akılcı, rasyonalist, maddeci, materyalist Müslümanlık anlayışından kaynaklandığını savunuyor yazar. Akıllı Müslüman değil akılcı Müslüman sorunsalı diyebiliriz kısaca. İki anlayış arasındaki ayrımı iyi tespit etmek gerekiyor. Ömer Lütfi Mete, Descartes felsefesinin mottosuna nazire yaparak “Madem sorguladım öyleyse Müslüman’ım” cümlesiyle giriş pasajından birinci bölüme çarpıcı bir farkındalıkla geçiş yapmayı münasip görüyor.

Kitabın bazı sayfalarında okurun çalkantıları, sarsıntıları şiddetlenerek devam ederken kalbî tevhid meselesi gibi doyurucu açıklamalarla ruh zaman zaman bir dinginleşmeye bırakıyor kendini. Derin bir nefesle adeta su, yolunu buluyor. Kalbî tevhid bahsindeki tasavvufi ögeler ve cevaplarla karşılaştığımız vakit, kitabın neden Tayyar Baba’nın hikâyesi ile başladığını daha iyi anlıyoruz. Tevhid meselesinde beklenileceği gibi yazarın tasavvufi boyutu gün yüzüne çıkıyor: “Başka hiçbir şey mesela kâfir-mümin karşıtlığı varlık-yokluk karşıtlığından önde düşünülemez. Öyleyse ‘yok’u ‘var’ edici yalnız tekliği tartışılmayan Allah olduğuna göre var edilen her şeyi tereddütsüz bir şekilde ‘saygın’ bilmek özgün tevhid inancının olmazsa olmazı değil midir?” (sf. 63). Bu cümleler Yunus Emre’nin: “Elif okuduk ötürü / Pazar eyledik götürü / Yaradılanı severiz / Yaradandan ötürü” mısraları için yazılmış bir şerh olarak da okunabilir. Ki zaten Ömer Lütfi Mete kalbî tevhide yönelik örnekler sunarken Yunus Emre, Hacı Bektaşı-ı Veli, Mevlana Celâleddin gibi tasavvuf büyüklerine değinmeden geçmiyor.

Öte yandan imanı yalnızca aklî metodlarla kavramaya ve anlatmaya çalışan akılcı Müslümanlara/Müslüman aydınlara aklî tevhidle tahkiki imana erilmiş olunamayacağının ikaz ve itirazı yapılıyor. Kitaptan hareketle tevhid hakkında şöyle bir hülasa edebiliriz: Tevhid; evet şu şu sebeplerden dolayı Allah vardır ve birdir düzleminde bir matematik değildir; tahkiki imana kalbin ancak Allah’a mutlak yönelişiyle erişilebilir. Ama bu demek değildir ki insan aklını kullanan bir varlık olmasın.

Eserde, biricik hak din mensuplarının yani Müslümanların, biricik hak din mensubu olmayan Batı uygarlığı karşısında dünya muvazenesinde aldığı ve almaya devam ettiği ağır mağlubiyetlerin sebeplerini yine kendilerinde/kendimizde aramamızın gerekliliği savunuluyor. Allah’ın insana rehberlik etmesi için gönderdiği kitabı ve peygamberi idrak etmeye çalışmak yerine, dini, kültürel bir aktarım yoluyla bilinçdışı yaşadığımızın özeleştirisi yapılıyor ve en temel sorunun bu olduğuna dikkat çekiliyor. İdeolojik sığlığa indirgenen, Üstad Necip Fazıl’ın da ifade ettiği gibi ‘kaba, softa’ Müslümanlık olarak tezahür eden bir toplum karakteri doğuyor. Öte yandan Ömer Lütfi Mete iğneyi karşı tarafa batırmayı da ihmal etmiyor: “Ayrıca Batının yükselişinde; Rönesans ve Reform olguları ve bu olguların altında yatan ruhsal ve sosyal dinamikler ile beraber, insanlık dışı yollardan edinilmiş muazzam haram sermaye gibi başka etkenlerin de rol oynadığını göz ardı edemeyiz. Bilindiği gibi Batının macera, arayış ve gelişme aşamalarında ‘Yeni dünyanın keşfi’ ile büyük bir vurgun vurulmuş İnka, Aztek ve Maya mirasları feci şekilde talan edilmiştir. … İnsanlık tarihinin en utanç verici barbarlık uygulamaları Batının imzasını taşır. Bütün bunlardan sonra kalkıp da ‘Batı demokrasi kültürü sayesinde şahlanmıştır’ demek, pek gerçekçi ve namuslu bir değerlendirme olmaz.“ (sf. 162)

Son asırlarda Batı uygarlığı karşısında teknolojik, politik, ekonomik, toplumsal açıdan geri kalmışlığımızın çetin sorgulamaları esas alınarak yazılmış, çözüm niteliğinde birtakım açık ve örtük tavsiyelerden müteşekkil bu kıymetli eserde okuyup, kafa yorduğunuz takdirde istifade edebileceğiniz bazı temel meseleler şöyle sıralanabilir:

* Allah katında biricik hak din mensuplarının hak din mensubu olmayanlar karşısındaki ağır mağlubiyetini nasıl anlamak gerekir? Ve Müslüman fertler için bu durum bir öğrenilmiş çaresizliğe evrildi mi / evrilir mi?

*Müslümanların Batı karşısında kendini kayıplara oynayan bir halde yenik görmesi kişisel ve toplumsal ruhi problemlere dönüşür mü? / dönüşmesi doğal mıdır?

*Hem Müslüman hem çağdaş olunabilir mi? Olunursa nasıl olunur?

*Yukarıdaki meseleler bağlamında Hz. Peygamberin dahi üzerinde kesin hüküm vermediği, ulemanın konuşmakta temkinli davrandığı kader mefhumu.

*Akıl - tevhid ilişkisi.

*Etki edemediği bir dünyada Müslüman’ın tepkiciliği ve edilginliği.

*Türk, Müslüman aydın sorunu.

*Türkiye’de cebri kültür değişimi; sebep ve sonuçları ile ideolojik fanatiklik hastalığı.

*Cihat kavramı.

*İnsan hakları ve İslam.

*İdeolojik İslamcı grupların direksiyon kırdığı ilginç yollar.

*Azgelişmişlik, muhalefet kültürü ve demokrasi.

*Sığ muhafazakârlık ve sahte, yüzeysel uhrevileşme.

*Cahiliye kalıntıları ile modern Batının yarattığı algılar arasında sıkışan Müslüman’ın kadına bakıştaki sorunu.

Bizim için adeta karanlık bir orman hükmünü almaya başlayan bu modern çağın tam ortasında, bugün milletçe ve Müslüman topluluklarca muhakkak üzerinde durup, çözüme ve hakikate doğru yol almamız icap eden meselelerde güzergâhımızı aydınlatacak fikir eserlerinin başında gelen “Aşksız, Zevksiz, Allahsız Müslümanlık: Gerileme Sürecinde İslam’ı Yaşama Sorunu" adlı Ömer Lütfi Mete kitabını okumanızı ısrarla tavsiye ediyorum. Bu yazıyı kaleme alma amacım zaten naçizane yorumlarımı da yer yer serpiştirmek suretiyle bu güzide eserin tanıtımını yapabilmekti. Son olarak; dizi ve sinema filmlerinde yarattığı kendine has kâmil karakterleriyle; ufkumuzu genişleten, zihnimizde ışıklar çaktıran, gönlümüzü zenginleştiren yazılı eserleriyle; bizim neslin ekranlarda görme fırsatına eriştiği derviş ruhlu, güzel bir adam Ömer Lütfi Mete Ağabeyi bu yazı vesilesiyle de sevgi, saygı, şükran ve rahmetle anıyorum.

M. Tuğrul Çolak
twitter.com/mtc_tugrul