17 Aralık 2017 Pazar

Akademik tarihçiliğimiz ne durumda, nereye gidiyor?

Herodot'la birlikte başladığı kabul edilen tarihçilik, hem tarihçiler nezdinde hem de tarih bilimi çerçevesinde birçok farklı yöne evrilmiştir. Sınıfların ve kurumların hâkimiyetinde yön verilmiş olan tarihçilik aydınlanma dönemine kadar bazen hanedanlıkların bazen de hükümdarların kontrolünde devam etmiştir. Zaman zaman bu kontrole dini çevreler de dâhil olmuştur. Fransız İhtilali'ne dek tarihçilik için "kentli entelektüel ve okumuşların çabalarıyla kurumsal bir konum elde etme yoluna girmiştir" diyor Ahmet Şimşek. İhtilalden sonra ise bilhassa ulusçuluk fikrinin etkisiyle Şimşek'e göre "her baskın topluluğun diğer topluluklar üzerinde bir tür egemenlik kurarak gerçekleştirdikleri yeni iktidar/devlet formu, sonrasında bu forma uygun bir ulus inşa etme çabaları" söz konusu olmuştur.

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren özellikle Almanya, Fransa ve İngiltere üniversitelerinin kürsülerinde artık "profesyonel" tarihçiler görünmeye başlamıştır. Oxford ve Sorbonne kürsülerinde tarihin bir anlatı mı yoksa bilimsel bir eylem mi olduğu tartışılmıştır. I. Dünya Savaşı'nda tarihçilerin kendi ülkelerini ve devlet politikalarını objektiflikten oldukça uzak bir konumda savunmaları, tarih ilmine de tarihçilere de tabiri cazise zeval getirmiş, "inandırıcılık" ciddi anlamda sarsılmıştır. II. Dünya Savaşı'nın soğuk savaş iklimi, bir kez daha tarihçilerin kendilerine "çeki düzen" vermelerine imkân sağlamış, 1950'lerden sonra bu "mesleğin" ciddiyeti iyice belirginleşmiştir. 20. yüzyıldaki tarihçilik anlayışını en çok etkileyen ise Annales Okulu olmuştur: "20. yüzyılda tarihçilik alanında etkileri hala devam eden önemli bir çıkış, Annales Okulu olarak anılan dergi merkezli yapılanmadan gelmiştir. Annales Okulu, temelde büyük adamların, kronolojik olgu koleksiyonunun ve siyasi tarihin etkililiğini kökten eleştirmiş, halkın (sıradan insan) sosyo-ekonomik tarihini, genelde nicel verilerle (objektif ) sunmayı teşvik etmiştir. Profesyonel tarihçiliği en fazla etkileyen bu okul, yekpare bir yaklaşımı olmamakla birlikte disiplinler arası tarih çalışmalarını teşvik etmiştir." [sf. 12]

Türkiye'deki tarihçilik tartışmaları gündeme en çok II. Meşrutiyet'in ardından girmiştir. Hüseyin Daniş, Mehmet Akif, Ahmet Naim, Ahmet Mithat Efendi, Efdalüddin, Ahmet Hikmet ve Hamdullah Suphi gibi isimlerin yer aldığı encümenin hazırladığı rapor sonucunda, Darülfunun mektebinde ilk kez bir tarih-coğrafya programı ortaya çıkmıştır. Şimşek'in hatırlattığı gibi I. Dünya Savaşı yıllarında Almanya’dan gelen Lehmann Haupt (Eskiçağ Tarihi), Mordtmann (Tarih Metodolojisi), E. Unger (Arkeoloji ve Eski Paralar) Türkiye’deki tarihçiliğin gelişmesine akademik katkı sağlamışlardır. Milli mücadele yıllarında ise Darülfünun tarih bölümünden Ahmet Refik, Şemseddin Günaltay, Abdurrahman Şeref Efendi, Ağaoğlu Ahmet, Yusuf Akçura gibi hocalar yeni kurulan Türk devletinin kültür ve eğitim politikalarında birçok projeye destek olmuşlardır. Türkiye'de "milli tarih"in inşa edildiği yeni dönem aynı zamanda romantik dönem olarak da adlandırılır. Bu dönemde Türk milliyetçiliğinin tarihçilik alanında büyük bir etkisi olmuş, zaman zaman muhalif tarihçiler tarafından bu durum şiddetle eleştirilmiştir.

Günümüzde tarihçilik hakkında en çok tartışılan konu "kişisel ikbal" uğruna yürütülen işler, onaylanan tezler ve kolayca hediye edilen unvanlardır. Şimşek şöyle yazıyor: "Türkiye’deki tarihçilere yönelik kamuoyunda gelişen güvensizliğin önemli kaynaklarından birinin son zamanlarda çeşitli TV programlarındaki bazı tarihçilerin konuşma ve iddialarının olduğu ortadadır. Neredeyse her gün arz-ı endam eden, isminin önünde Dr., Doç. ya da Prof. yazan bu akademisyenlerin “kişisel ikbal uğruna” bazı tartışmalı konularda tarih metodolojisinin tamamen dışında bir yaklaşımla, kaba ideolojik tespit ve yorumlarda bulunmaları, kamuoyunda tarihe ve tarihçilere duyulan güveni büyük ölçüde zedelemiş görünmektedir." [sf. 19]

Türkiye'de yürütülmekte olan "her şehre bir üniversite" projesiyle tarih bölümleri ciddi anlamda kalabalıklaşmakta, niceliğin artışıyla niteliğin iyice düştüğü görülmektedir. İlber Ortaylı'nın uzun zamandır uyarılarda bulunduğu bu konu, plansızlığın eğitim alanında ne gibi olumsuzluklara sebep olduğunun da göstergesidir.

Ahmet Şimşek ve Alaattin Aköz'ün editörlüğünde ve Kronik Kitap etiketiyle neşredilen Türkiye'de Akademik Tarihçilik, alanında ciddi emekler vermiş isimlerin önemli metinlerini barındırıyor. Şimşek önsözünde "anlama" merkezli olan bu metinlerle birlikte "umudumuz, tarihyazımı çalıştayları ve ondan neşet bulan bu tarz kitaplarla, Türkiye’deki tarihçiliğe yeni soluklar getirmek, çalışmaların daha nitelikli ve zengin olması için katkı sağlamaktır" diyor. Kitap, Zafer Toprak'ın Türkiye'deki akademik tarihçilik üzerine çıkardığı bilançoyla başlıyor. İlhan Tekeli, akademik tarihçilik üzerine beklentilerden bahsederken, Hakan Kaynar "akademi yeniliğe engel mi?" diye soruyor. Mehmet Ö. Alkan'ın resmi tarih tartışmalarının neresinde olduğumuza dair yaptığı önemli sorgulamadan sonra İbrahim Turan akademik tarih yazımıyla tarih ders kitabı yazımı arasındaki farkları ortaya seriyor. Proje temelli tarih çalışmalarının neden ve nasıl olduğunu Mehmet Yaşar Ertaş, tarihçiler ve TÜBİTAK projelerini ise Arif Bilgin anlatıyor. Son olarak Yunus Koç, defteroloji çalışmaları üzerine bir değerlendirme yapıyor.

Çalıştay bildirilerinin akabinde bazı tarihçilerin yaptığı değerlendirmeler de kitabın sonunda yer alıyor. Toplantıya ilk kez katıldığını belirten Ahmet Yaşar Ocak'ın değerlendirmesindeki şu noktalar çok önemli: "Kültür ve zihniyet tarihçiliği benim için son derece önemli. Ben bunu defalarca da söyledim. Özellikle Ömer Lütfi Barkan ve Halil İnalcık’ın karizmatik şahsiyetleri ve yaptıkları çalışmaların parlaklığı karşısında Osmanlı tarihçiliği alanında, -epeyce hakikaten başlangıcından bugüne kadar olan neticeleri düşünürsek-, bayağı bir mesafe alındı. Çok büyük hizmetler yapıldı. Fakat Türk tarihçiliğinin, Türkiye tarihçiliğinin, öyle diyelim, bana göre en zayıf noktası, kültür ve zihniyet tarihçiliği noktasıdır."

Türkiye'de Akademik Tarihçilik, bu alanda ihtisas yapmak isteyenlerin yanı sıra tüm tarih meraklılarının da başvurması gereken bir kitap. Çünkü kimler tarihçilik yapıyor ve nasıl yapıyor sorusunun önemli karşılıkları olmalı bizde. Bilhassa bu mesele için kitap önem arz ediyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Çağdaş japon edebiyatının Kobo Abe’si

Geçtiğimiz yaz deniz kenarına tatile gidebilen kitap okurunun -özellikle kadın okurların- sosyal medya hesaplarında ilginç bir kitap fotoğrafı arzı endam etti. Arka planda çoğunlukla kum (sahil) olmak üzere deniz, şezlong ve tabii ki fotoğrafın odak noktası ‘Kumların Kadını’ adlı kitap.

Sanırım en önemli vurgu kadınsı imgelerin de bu fotoğraflarda kendine yer bulmasıydı. Özelikle kadın okuyucuların yaptığı bu paylaşımların nedenini, kitabın ismindeki cazibe ve o an bulundukları yerin zihinlerde tekabül ettiği anlamla mezcedildikten sonra ortaya çıkan imaj ile kendilerini özdeşleştirmelerinden olsa gerek. Bu değerlendirmede konu edindiğim ikinci meseleyi bu durum oluşturuyor. Daha açık söylemek gerekirse, demek istediğim, bir kumsalda Kumların Kadını kitabıyla fotoğraf paylaşanların verdiği mesaj ile kitabın konusunun veya daha ileri gidersek kitabın verdiği mesajın ne kadar örtüştüğü meselesi. Kitaba dair derinlemesine bir okuma gerçekleştirildiğinde, görülen şey ile okuyucunun burada ortaya koyduğu şey arasında uçurum olduğudur. Kitapta sistem eleştirisi olarak ele alabileceğimiz durumu, gerçekte kişinin farklı bir düzlemde ele alarak imaj devşirmeye vardırması olarak göze çarpıyor. Buradaki en önemli nokta, kitabın popülariteye dönüşmesi doğal olarak hikâyesini de tüketim malzemesine dönüştürüyor olmasıdır. Dolayısıyla, yapılan negatif sistem eleştirisi sisteme pozitif bir katkı sunarak sirkülasyonun devam etmesine katkı sağlıyor ve mesaj etkisiz hâle geliyor. Elbette bu kadar ciddi bir okuma gerçekleştirilmesi şart değil. Hikâyeyi oku, eğlen ve geç tarzı bir anlayış da iş görür. Yalnız böyle bir okumada anlatının kendisi boşlukta kalırken finali kesinlikle anlamsızlaşıyor.

Yukarıda değinmeden geçtiğim ilk mesele dönersek, kitapta asıl anlatılanın ne olduğu meselesidir. Aslında bu mevzu kitabı okuma isteğim ile de ilgili diyebilirim. Kumların Kitabı adlı eserin yazarı çağdaş Japon edebiyatının önemli yazarlarından Kobo Abe (1924-1993). İnternet üzerinde kitabı araştırırken daha önce aynı adla Turkuvaz Yayınları’ndan çıkmış olduğunu fark ettim. Fakat benim Kobo Abe’yle tanışmam daha da öncesine dayanıyor. Sanırım iki binli yıllardı ve bir şekilde elime geçen Remzi Kitabevi’nin yayınladığı Kutu Adam adlı eser kendisiyle ilk karşılaşmamdı. Muhtemelen konjonktür ve yaştan dolayı üzerinde çok fazla durmadan okuduğum içerik kadar -muhtemelen yine yaştan dolayı- yazarın ismi de epeyce ilgimi çekmişti diyebilirim. Aklımda bu kadar net kalmasının da bu sebepten olduğunu düşünüyorum. Bugün Kutu Adam’ın baskısı yok ve denk gelirse sahaf fiyatı da biraz fazla. Umarım Kobo Abe’nin bu harika eseri en kısa sürede yayınlar ve keyifle okuruz. Elbette bu kez içeriği didikleyen derinlemesine bir bakış açısıyla.

Yıllar sonra Kobo Abe’yi tekrar görünce Kumların Kadını da acaba -aklımda kaldığı kadarıyla- Kutu Adam gibi sıradışı bir eser mi diye düşündüm. Okuyunca gördüm ki gerçekten de öyle, sıradışıydı. Yukarıda değindiğim birincil mesele işte bu sıradışılık ile ilgili diyebilirim.

Monokl Yayınları’ndan çıkan yüz seksen dört sayfalık eserin çevirisi Barış Bayıksel’e ait. Özenli çeviri sayesinde akışta sorun ya da anlam karmaşası olmadan okunuyor. Roman sıradan bir girişle başlamasına rağmen giderek gizemli bir hâl alıp okuyucuyu meraklandırırken modern kent insanının sahip olduğu gerilimi hissettiren anlatım insanı içine çekiyor. Bunun dışında hem yazarın yaşamanı, yaşadığı dönemi ve içinde yaşadığı kültürü dikkate aldığımızda hem de eseri katmanlı bir bakışla okuduğumuzda söz konusu gerilimden kaçışın bugün artık pek değil hiç mümkün olmadığını görüyoruz. Bu bağlamda, Kumların Kadını’ndaki hikâyeyi salt kurgu veya soyut bir mit olarak ele almanın biraz kolaycılık olacağı düşüncesindeyim. Derinlemesine okuma tercih ve tavsiyemin temel dayanağını da bu kanaat oluşturuyor. Bu kanıya varmamın esas nedeni, başkarakterin (Cumpei Niki) kitabın girişindeki profili ve yaşadığı ruhsal gerilim diyebilirim. İşlenen tarih itibariyle modern bir dönemi ele alan hikâye, günümüz insanın da uzak olmadığı bir hayat akışı ve anlayışı etrafında şekilleniyor. Modern hayattan kopamamakla birlikte modernizmin getirdiği yaşam biçiminden uzaklaşmak isteyenlerin sık sık başvurduğu rahatlama yollarından biri ara ara kendini doğaya ‘salmaktır’. Bu yöntem Cumpei Niki’nin de başvurduğu bir yöntem. Fakat Niki sadece doğaya açılmıyor ayrıca yakaladığı böceklerden koleksiyon yaparak hayatına doğadan bir şeyler taşıyor. Elbette modernizmin yapısına uygun olarak doğal olanın biçimini değiştirip yapay bir formda yapıyor bunu. Roman, yoğun, yorucu ve donuk iş hayatından bulduğu fırsatı bu amaçla değerlendirmek isteyen Cumpei Niki’nin yola çıkışıyla başlıyor. Yabancısı olduğu bir bölgede böcek peşinde iz sürerken farkında olmadan -bir anlamda kaybolduğu- kumlu bir alana gelen ve zamanın bir hayli ilerlediğini fark eden kahramanımız, karşılaştığı bölge insanlarının yanında geceyi geçirdikten sonra yoluna devam etmeyi düşünüyor. Yardımcı olmayı kabul eden insanlar tarafından bir kadının –ki kitaba ismini veren kadın- yaşadığı eve götürülüyor ve böylece Cumpei Niki’nin kumlarla mücadelesi daha doğrusu kumlardan kurtulamamasının hikâyesi başlıyor. Kurtulamaması kısmı ‘spoiler’ olarak ele alınabilir fakat kitabı tümüyle okumadan karar vermemek gerekir. Aksi durum yanıltıcı olabilir.

Cumpei Niki geceyi geçirmek üzere tek başına yaşayan bu kadının olduğu eve getirilmesiyle birlikte kumlarla kaplı bölge hayattan soyutlanıyor ve gerçeklikten kopmaya başlayan hikâye daha çok psikolojik bir savaşa dönüşüyor. Getirildiği evden, kadından ve kumlardan kurtulmak isteyen Cumpei Niki verdiği savaşında bir türlü başarılı olamıyor. Söz konusu savaş sadece hikâyenin kahramanın değil okuyucunun da savaşı oluyor. Öyle ki, Kumların Kadını’nı okurken insanın ağzında kum geziniyor, zihnine kum doluyor sanki. Kum tanesine dönüşen harfler kelime ve cümlelerle savruluyor. Paragraflar kum öbeği sayfalar kum tepesi olmaya başlıyor ve okunan her bir sayfa üzerinize biriken kum yığını oluyor. Uçsuz bucaksız kum yığını içindeki Cumpei Niki’nin çaresizliği okuyucunun merakını kamçılayarak okumaya mecbur bırakıyor adeta. Okuyucuda yardım etmek için müdahale etme isteği oluşuyor lakin sanki kumlar buna da engel oluyor. İlginç bir çaresizliğin içinde buluyor insan kendini.

Roman son derece akıcı ve kendi içinde gömülen bir yapısı var. Dış dünyadan soyutlamasının yanı sıra kendi içinde giderek derinleşen ve büyüyen bir üslup ve anlatım mevcut. Dolayısıyla kesinlikle bir kumdan kale değil. Gelişen olayları, hikâye ve/veya anlatımdan soyutlayarak tahmini ya da alternatif bir ileriyi okuyuculuk olarak ele almak mümkün olmuyor. Yazarın anlatımına sadık kalmak zorunda bırakılan okuyucu bu anlatış doğrultusunda yol almak zorunda kalıyor. Dolayısıyla okuyucu açısından metne dair sürpriz çıkışlar olamıyor. Teknik olarak okuyucuyu etkisiz bırakan metinde hissedilen tahmin edilemez bir meraktan ibaret. Bu açıdan biraz zorlayıcı bir okuma gerektiriyorsa da psikolojik roman okumayı sevenlerin keyif alacağı kesin. Finalin, okuyucunun alışık olduğu ya da umduğu şekilde bitmemesi insanı burkuyor ama bir yandan da hikâyenin anlamlılığını korumak adına bu bitiş de güzel dedirtiyor.

Olumsuz anlamda en bariz eleştirim, kitabın isimlendirilmesine neden olan karakterin hikâyede çok fazla etkin olmadığı diyebilirim. Daha net ifade etmek gerekirse, Cumpei Niki’nin o an için iç gerilimlerinde önemli bir yeri olmasına karşın çektiği ıstırabın temel nedeninin söz konusu kadın olmadığı görülebiliyor. Zaten gerek hikâye gerekse sonucu açısından kadının net bir belirleyiciliği yok. Cumpei Niki’nin ruhsal yapısının zaten acı çekmeye müsait olduğu en baştan beri ortada olan bir şey. İsim itibariyle, ilk intiba olarak kadın ve/veya aşk eksenli bir anlatım beklentisi oluşabilir lakin ortada ‘başka’ bir hikâye var. Bu bağlamda isim belirlenmesinde kullanılan yan karakter pozisyonundaki kadın karakter fazla öne çekilerek rolü büyütülmüş izlenimi veriyor. Dolayısıyla hikâyenin temelde anlattığı ile kitabın ismi aynı anlam dünyasında buluşamıyor. Bir diğer eleştirim, modern dönemde geçtiği aşikâr olan hikâyedeki bölgenin neden bu denli soyutlandığı. Mekânda yaşayanların dünyayla bir şekilde iletişim kurduğu, ilişki içine girdiği anlatılıyor/anlaşılıyor lakin tecrit edilmemesine rağmen dünyanın Cumpei Niki’nin bulunduğu mekânla etkileşime giremiyor oluşu zorlama bir anlatıma dönüşüyor. Olayın geçtiği 1960’ların Japonya’sında mevcut şartlarda ulaşımın yanı sıra yaşama koşullarının iyileştirilmesini sağlayacak imkânların neden göz ardı edildiği merak konusu oluyor. Bu haliyle söz konusu yadsıma mantıksal bir gedik olarak tüm okuma boyunca okuyucuya eşlik ediyor. Daha da net söylemek gerekirse tasvir ve duygu yoğunluğu açısından oldukça başarılı olduğunu düşündüğüm eser kurgu açısından bazı sorunları aşamıyor.

Son olarak, kitaptan bağımsız olmakla birlikte kitabın yazarı Kobo Abe’nin Japon edebiyatının Kafka’sı olarak nitelendirilmesi konusunu değinmek istiyorum. Böyle bir nitelemenin sadece gereksiz değil ayrıca anlamsız olduğu kanaatindeyim. Popüler edebiyat dünyamızdaki iğreti Kafka fetişizmini bir kenara bırakırsak, Kafka’yı Kafka yapan dinamikler ve eserlerindeki anlatım gücü bambaşka özelliklere sahip. Etnik ve dinsel kimliğiyle ‘yaşamak zorunda olduğu’ zaman ve mekânın yanı sıra ailevi, siyasi ve toplumsal meselelere rağmen ‘insani’ kalma çabası bu dinamiklerin en önemlileridir diyebiliriz. Okunmak için değil sadece yazmak için yazmış olan Kafka’nın birçok eserini, yakın dostunun “yazılarımı yok et” vasiyetine uymaması sonucu tanıyoruz. Esasında Kafka’nın eserleri gerçek gücünü de salt okunmak için yazılmamış olmasından alıyor desek yanılmış olmayız. Kafka ne demek istiyorsa onu direkt söyleyen bir yazar ve en önemlisi anlatısında okuyucusuna alan bırakıyor. Kafka okurken çoğunlukla hayıflanıyor ve yeri geldiğinde sevinemeseniz bile haklı bulabiliyorsunuz. Kobo Abe’nin anlatımı ise daha fazla metafor ve belirsizlik içermekle kalmayıp okuyucuya da alan bırakmıyor. Anlatımın tüm açılımlarıyla yazarda olduğu metin okuyucuya yorumlama ihtimali bile taşımıyor. Kafka okuyucuları onun eserlerindeki kahramanlarla yan yana durabiliyor hatta bir yerden sonra okuyucu karakterle özdeşleşebiliyor lakin Kobo Abe’nin kahramanları kendilerinden başka kimse olmayacak özelliğe sahip. Okuyucu Kobo Abe’nin eserlerindeki görüntüyü sadece izlemekle yetiniyor. Tüm bunların yanında muhtemelen üslubundaki (-ki Kutu Adam, Kumların Kadını ve Kanguru Defteri’nde bol miktarda görülen) karamsar anlatım ve hikâyelerindeki metoforik yaklaşım nedeniyle Kobo Abe’ye bu yakıştırma yapılıyor lakin en çok benzerliğin olduğu Dönüşüm’deki metaforik anlatım üzerinden bile böyle bir benzetme ve niteleme çok doğru görünmüyor. Oldukça güçlü bir kalem olan Kobo Abe’yi Kafkalaştırmak sadece Kafka’ya değil Kobo Abe’ye de haksızlık olur diye düşünüyorum.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

13 Aralık 2017 Çarşamba

Kapitalizmin henüz yenemediği tek doğal güç: uyku

"Pek çokları uyumanın gerçeğe sırtını dönmek ya da kendisine sırt çevirmek olduğunu sanırlar. Gerçekte tam tersi olur. Uyumak insanın kendi içindeki en uç noktalara, bilincinin dipsiz kuyularına, insanın bilmek istemediği her şeyi, en çok korktuğu her şeyi, aşırı sevdiği her şeyi gelişigüzel yığdığı, kendi kafasının karanlık mahzenlerine inmektir. Uyumak yaşamın bilinmeyen yanını görmektir."
- H.F. Blanc, Uyku İmparatorluğu

Kesintisi olmayan bir yaşamın tam içindeyiz. Sadece bir şeyle uğraşmıyoruz, 'şimdi ve burada' olamıyoruz, özümseme denen harikulade duygudan uzaklaştıkça geçiciliğin hâkimiyeti karşısında boyun eğiyoruz. Varlığımızı anlamlandıracak her şey; dinlemek, anlamak, okumak, yazmak, seyretmek gibi eylemlerin kaybı bizde çok ciddi bir varoluş sancısına sebep oluyor. Bu sancıdan geriye kaygılar âleminde boğulmak kalıyor. Tam bu sırada imdadımıza yetişmesi gereken uyku, yorgun bedenimizi bir yere sermekten başka bir ifade bulamıyor yaşamlarımızda. Uykuyu sadece uyumak olarak görüyoruz. Oysa uykunun, uyanıklıkla ciddi bir alakası var.

21. yüzyılda zaferi iyice belirginleşen kapitalizm, insanlığın elindeki en doğal savunma aracı olan uykuyu satın aldı. Onun yerine çeşitli aygıtlar koydu. Uyumak için dahi enerji harcamamız gerekiyor. Hatta para vermemiz gerekiyor. Bir şeylerden vazgeçmemiz gerekiyor. Uyumak günü 'son ve mecburi' etkinliği hâline dönüyor. Böylelikle uyanamıyoruz ve türlü bedensel ve ruhsal hastalıklarla boğuşmanın arkasında bunların yattığına inanmıyoruz, inanmak istemiyoruz. Jonathan Crary işte tüm bunları kapitalizm eşliğinde yorumluyor kitabında: 7/24 - Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu. Eylül 2015'te Metis Kitap tarafından neşredilen bu 125 sayfalık kitap bir solukta okunurken insanı her sayfasında öfkelendiriyor. Hatta bu öfke yeniden düşünme imkânına bile fırsat vermiyor. Crary ne kadar yoğun bir saldırı altında olduğumuza çok gerçekçi bir biçimde yaklaşıyor. Okuyucuyu köşeye sıkıştırmadan, öğüt vermeden birçok hakikati sıralıyor.

"Uyku yoksunluğu insanı aşırı bir âcizlik ve itaate sürükler, böyle bir durumda kurbandan anlamlı bir bilgi almak imkânsızdır, çünkü her suçu üstlenip bir sürü şey uydurabilecek bir haldedir. Uykunun esirgenmesi bir dış kuvvetin benliğe el koyması, bireyin ayrıntılı olarak hesaplanmış biçimde paramparça edilmesidir" diyor Crary. İnsanların sanalla gerçekliği birbirine karıştırmasından en şiddetli biçimde yararlanan kapitalizm, diğer yandan da reklamcılık, pazarlama ve güvenlik stratejileri yoluyla da uykuya, uykulara saldırıyor. Tüm bunlara rağmen Crary'e göre ne yaparlarsa yapsınlar uyku bütün stratejileri geri tepiyor. Uykuya karşı hiçbir saldırı sistemi tam manasıyla işleyemiyor. 'Küresel şimdiki zaman' içinde bir aykırılık ve 'kriz mahalli' olarak nitelendiriyor uykuyu. Bir türlü sömürülemiyor uyku: "Buradaki o müthiş, akıl almaz gerçek, uykudan değer namına bir şeyin elde edilemeyeceğidir."

Uykuya dair düşünürlerin fikirlerinden de bahsediyor Crary. Kimileri uykuyu birçok şey için çok büyük bir engel olarak görürken kimileri de yaşamın anlamına dair bir çok şeye gidilecek yolun uykudan geçtiğini belirtmiş: "Locke için uyku, Tanrının insanlar için amaçladığı öncelikler olan çalışkanlık ve rasyonelliğin kaçınılmaz da olsa acınası bir kesintiye uğrayışıydı. Uyku, Hume'un İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme'sinin daha ilk paragrafında, bilgi önündeki engellere örnek olarak humma ve delilikle aynı kefeye konur.... Schopenhauer, bu hiyerarşiyi tersine çevirip insan varoluşunun "hakiki özünü" sadece uykuda bulabildiğimizi ileri süren nadir düşünürlerdendi."

Uykunun satın alınan bir şey hâline gelmesi (ya da düşmesi) insanın uyanık zamanlarına dair de bir şeyler işaret ediyor. Uyanık olduğumuz her an hayatımızı işgal eden türlü donanımlar (başta televizyonlar ve akıllı telefonlar var elbette, onlar yeni uzuvlarımız) uykuya geçiş sürecimize de dâhil oluyor. Dolayısıyla uykularımızdan alıyor. Zamanın değerini hissedilemez kılıyor. Oysa uyku yıkılmaz bir hatırlatıcıdır, durup tekrar düşünmedir: "Uyku bir beklemenin, duraksamanın hayatımızdaki tekerrürüdür. Erteleme zorunluluğunu ve her ne ertelenmişse onun gecikmeli devamının ya da yeniden başlayışının zorunluluğunu bildirir. Uyku bir teskindir, kişinin uyanıkken içine düştüğü ağların "sabit sürekliliği"nden kurtuluştur. Uykunun bir faaliyetsizlik ve faydasızlık durumuna girmesi için ağlardan ve cihazlardan kopmayı gerektiği gayet açıktır. Uyku bizi sahip olduğumuz veya ihtiyaç duyduğumuz söylenen şeylerden başka yerlere götüren bir zaman biçimidir."

Kapitalizmin günümüzdeki en büyük araçlarından biri sağlık. Sağlık sektörü. Bu sektörde haplar, silahlardan çıkan kurşunlar gibi yaralıyor insanı, kimilerini de öldürüyor. Çağın en çok satan haplarının insan psikolojisiyle ilgili olması şaşırtıcı mı? Değil. Buna bir de uyku haplarını ekliyor istatistikler. Uyku hapları birçok insan için hazine konumunda. Onlar olmadan uyku da olmuyor. Peki onlar olunca, sahiden uyunuyor mu yoksa vücut ve zihin, felç geçirtilip sadece bedensel bir dinlenme mi sağlanıyor? Hiç şüphesiz. Uyku hapları, hakiki uykuyla olan irtibatı hepten koparıyor.

"Hepimize kendimizi şekillendirme işi verilmiştir ve biz de görev bilinciyle bu sürekli kendimizi yeniden icat etme ve girift kimliklerimizi yönetme talimatına uyarız" der Crary ve Zygmunt Bauman'ın ifadesini hatırlatır: bu bitip tükenmez işleri geri çevirmek gibi bir seçeneğimiz yoktur. Henüz 18. yüzyılda "Tanrı bizi at gözlüklerinden ve Newton'un uykusundan korusun" demiş William Blake. 20. yüzyılın en şahane kitaplarından Gösteri Toplumu'nun yazarı Guy Debord ise her tür gösterinin, toplumun uyku isteği dışında hiç bir şey ifade etmediğini söyler. Şu hatırlatması da gayet yerindedir ve akıldan hiç çıkarılmaması gerekir: "Eski kitaplar ve eski binaların mirası dışında kültürde ya da doğada, modern endüstrinin araç ve çıkarları doğrultusunda dönüştürülmemiş ya da kirletilmemiş hiçbir şey kalmamıştır."

Kapitalizmden geriye sadece o kaldı. O hala saf dışı bırakıl(a)madı ve insanın bin bir oyununa rağmen yenilmiyor. Doğallığını korurken, insanı da koruyor. Kimilerine dost, kimilerine düşman. Kimilerine göç, kimilerine güç. Uyku...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Geleceği inşa etmek

Pınar Yayınları’ndan çıkmış ve Mehmet Kürşad Atalar’a ait Düşüncenin Okullaşması adlı 136 sayfalık eser, yazarının deyişiyle “geleceğin dünyasını inşa etmek için yegâne alternatif olan İslam’ın çağa söyleyecekleri” olduğunu fark ettirme çabası içeriyor. Bunun salt bir iddiadan ibaret olmadığını belirten yazar meseleyi “inanç ekseninde yeni bir dünya önerisi” olarak ele aldığını belirtiyor. Dolayısıyla eser, yine yazarın deyişiyle “bir manifesto niteliği taşıyan ilk bölümün ilk yazısı” etrafında şekillenen bir paradigma önerisi bağlamında hayati bir noktaya işaret ediyor. Kitap içeriğinin temel çerçevesini İslam’da hakikat düsturunun hâkimiyet idealinden önce gelmesi, modernite bilgisi ve tahlili, modernitenin kavramları ve bu kavramların İslami kavramlarla analizinin yapılabilmesi olarak belirleyebiliriz. Eser iki bölümlü on bir başlık ve dizinden oluşmakla birlikte kitabın tamamı ilk bölümde değinilen düşüncenin okullaşması olgusunun etrafında şekilleniyor.

Düşüncenin Okullaşması adlı kitap bir anlamda müellifin önceki eserlerinden olan Düşüncede Devrim adlı çalışmasının devamı niteliğinde diyebiliriz. Yazar, düşüncenin okullaşması olarak kavramsallaştırdığı olgu üzerinde uzun süre emek sarf etmiş ve yazdığı yazıları, katıldığı konferans ve seminerler çalışmalarını bu kitapta ele almış. Amacını, ortaya attığı “düşüncenin okullaşması” olgusunu/inancını/iddiasını yaygınlaştırmak olarak tanımlayan yazar, üzerinde çalıştığı konuyu Doğu-Batı karşılaştırmasıyla derinleştirerek değerli bir çözüm önerisi sunuyor. Sunduğu çözüm önerisi girişiminde İslam ve modernizm olgusunu meselenin tam ortasına koyarak aslında farklı ve elzem bir paradigma oluşturma ihtimalinin bu iki olguyla yüzleşmekten geçtiğinin altını çizen yazar, tüm bu çalışmaları yapabilmek için de modernizmi her yönüyle bilmenin zorunluluğunu belirtiyor. Özellikle Müslümanlar için bu durumun keyfi bir arayış veya entelektüel bir tatmin çabası değil dinin önerdiği hayat biçimi bağlamında bir zorunluluk olduğunu beyan eden yazar, bir şeye karşı koyabilmenin tek yolunun karşı koyulmaya çalışılan şeyin ne olduğunu bilmekten geçtiğini söylüyor. Fakat günümüz Müslümanlarının modernite hakkında yeterince değil neredeyse hiçbir bilgisinin olmadığı gerçeğini eklemeyi de ihmal etmiyor. Meseleye tersinden baktığımızda ise gördüğümüz şey çok daha ironik bir hâl alıyor. Müellifin sunduğu çözüm önerisi bağlamında, Müslümanların müntesibi oldukları din ile ilişkilerini de düşündüğümüzde söz konusu ironi hüzünlü ve acı dolu bir yazgıya dönüşüyor. Yazara göre bu durumun çözümü de anlamsal haritalandırmaya dini konu ve kavramlardan başlamaktan geçiyor ve Müslümanlar ancak ciddiyetle dinlerini öğrendikten sonra moderniteyi de öğrenerek söz konusu çabanın içine girebilir.

Eserde, mevcut durum itibariyle Batı paradigmasının üstünlüğü belirtilerek bu üstünlüğün nasıl sağlandığı ortaya konulmaya çalışılmış. İzlenilen yol ve yöntemlerin neler olduğu vurgulanarak üstünlük bağlamında benzer bir dönem yaşamış olan İslam dünyasının bilimsel ve kültürel olarak ilerlemesindeki dinamikler belirtilmiş. Tarihsel süreç içinde Müslümanların dünyanın diğer toplumlarından daha ileri medeniyet ve bilim seviyesine ulaşmasındaki etkenler üzerinden düşüncenin nasıl okullaştığı ve sonrasında bu metodolojinin kaybolmasıyla Müslümanların bu yönünün atıl hale gelişi, çabaların akim kalışı ve söz konusu anlayışın yozlaşarak körelişinin nedenleri üzerinde durulmuş. Yine tarihsel süreç içerisinde bilimsel ve kültürel olarak Müslümanların gerisinde olan Batı toplumlarının zamanla bu durumu nasıl aştıklarına değindikten sonra iki durumu karşılaştırmalı olarak analiz eden yazar, Doğu’nun düşünceyi savsakladığı yerde(n) Batı’nın düşünceyi nasıl ele aldığını, sıkı sıkıya sarılarak el üstünde tuttuğunu ve sonucunda neden “ilerlediğini” belirtmeye çalışmış. Tabii ki buradaki ilerleme kavramı birçok açıdan değerlendirilebilir ve aslında insanlık adına son derece vahim sonuçlara yol açtığı söylenebilir. Evet, bu doğru olabilir fakat müellifin meseleyi ele alışı itibariyle bu durum otomatikman konu dışında kalmaktadır. Dolayısıyla mevcut şartlarda ilerleme kavramının niteliğinin analiz edilmesinin zorunluluğu saklı kalmakla ile birlikte hâlihazırdaki siyasi, ekonomik, toplumsal, kültürel ve özellikle de bilim ve teknolojide söz sahibi olma noktasında Batı lehine ortada olan üstünlüğün altı çizilmektedir. Doğru ya da yanlışlığı farklı açılardan tartışılabilecek bu üstünlük ontolojik yapıyı dumura uğratan epistemolojik üstünlüktür ve ilkesel olarak bakıldığında uzun bir zaman diliminde büyük bir çabayla elde edilmiştir. Tarihsel süreçte görüldüğü üzere eleştirel yaklaşımlar da yine kendi içinden çıkmasına karşın bir şekilde eleştirileri de bünyesine dâhil ederek yoluna devam etmiştir. Kısacası bundan sonra da mevcut paradigmayla yapılacak eleştiri veya eylemler kendiliğinden etkisiz hâle gelecek olması bir yana Batı dışındaki toplumlara da bir fayda sağlamayacaktır.

Çalışmasında İslam’ı belirleyici olarak seçen Mehmet Kürşad Atalar bugün ve gelecekte Müslümanların söz sahibi olabilmelerinin yolunun İslami düşüncenin okullaşmasından geçtiğini söylüyor. Aslında çok tartışılan bir isim olan Gazali örneğini veriyor ve yeni bir Beyt’ül Hikme benzeri bir yapının kurulmasının zorunluluğunu belirterek bu süreç için de evvela şahsiyetlerin oluşması gereklidir diyor. Yazara göre İslami düşüncenin yeniden oluşturulmasının ardından Batı felsefi düşüncesi (epistemolojisi) bu yeni bilgiyle tahlil edilmelidir. Dolayısıyla, eğer Müslüman âlemi ortaya bir varlık koymak istiyorsa dinlerini çok iyi bilmelerinin yanı sıra moderniteyi de dinleri kadar iyi bilmeleri gerektiğinin tekrar tekrar altını çiziyor yazar. Buradaki moderniteden kasıt modernizmin ortaya koyduğu yaşam tarzı olan laiklik ve sekülerlik ile birlikte Rönesans’tan reformlara, hümanizmden pozitivizm ve rasyonalizme, liberalizmden sosyalizme, devrimlere, postmodernizm denen ucubeye ve nihayetinde kapitalizme kadar saçaklı bir paradigmanın tamamıdır. Elbette burada unutulmaması gereken, paradigmaya, yerel inançlar, mitler, siyasi, toplumsal ve kültürel yapı ve uzun bir dönem oldukça belirleyici olan Hıristiyanlık da dâhil edilmelidir.

Yazarın, ‘İslam ve moderniteyi bilme ve karşılaştırmalı analiz etme zorunluluğu’ fikrinde son derece haklı olduğunu belirtmek gerekir. Zira konunun kitapta ele alınış biçiminden hareketle, Müslümanların sadece modernizmi değil dinlerini de iyi bilmedikleri sonucu çıkıyor ortaya. Bu iki bilinmezliğin arasında kalan bireyler/toplumlar ellerinde derme çatma ne varsa ya modernizme saldırıyor veya en baştan baş edemeyecekleri ön kabulüyle karşı tarafa teslim oluyor ya da çoğunlukla bu düşünce dünyasından çok uzak biçimde insani eğilimleriyle hareketle ve kendi isteğiyle sisteme dâhil oluyor. Bu davranış biçimlerinin tamamı alternatif oluşturacak yeterliliğe sahip olamamasından dolayı mevcut paradigma içinde kalmaya mahkum olduğundan herhangi bir fayda da içermiyor. Tam bu noktada eğer alternatif oluşturulacaksa diyor yazar, mevcut durumda tek alternatifin İslam olduğunu ekleyerek yeni bir paradigma oluşturulmasına ihtiyaç duyulduğunu ve bu ihtiyacı gidermek için de her şeyden önce düşüncenin okullaşmasının şart olduğunu metodolojik olarak ortaya koymaya çalışıyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

8 Aralık 2017 Cuma

Saray ve beğeni toplumuna karşı bir ömür: Mozart

"Bütün dahiler göklere uzanır, 
Mozart ise gökten inmiştir."
- Albert Schweitzer

Yıllar evvel Business Channel'da yaklaşık iki saat süren bir Mozart belgeseline denk gelmiştim. O zamanlarda, büyük sanatçıların psikolojileri üzerine okumalar, araştırmalar yapıyordum. Birçoğu ciddi anlamda psikolojik rahatsızlığa sahipti ve sanatlarının ardında bu rahatsızlıklar yatıyordu ya da sanatlarını ortaya koydukça rahatsızlıklar belirginleşiyordu otoritelere göre. Kendi anılarında bunu dile getiren sanatçılar da bir hayli fazlaydı. Ancak "In Search of Mozart" adlı bu belgeselde ilginç bir metin vardı zihnimde kalan: "Bu çapta bir büyüklük genellikle beraberinde her çesit psikolojik rahatsızlığı da getirir. Mozart'da bu söz konusu değildi. Herhangi bir hastalığı yoktu, otistik değildi. toplumdan soyutlanan bir deha değildi. Muazzam bir yetenekti ama aynı zamanda son derece normal bir psikolojiye sahipti."

Bu normallik ne derece doğallıktır, üzerine çok bir şey yazılıp söylenmedi. Mozart'ın hayatına dair metinleri okuduğumuzda saray hâkimiyetinde gelişen sanat ortamından rahatsız olduğunu, birilerine yaranmak uğruna sanatını icra etmekten utanç duyduğunu ve babasıyla arasındaki ilişki sebebiyle kendini bir türlü gerçekleştirememesi gibi ciddi meselelere rastlıyoruz. Norbert Elias, ölümüne kısa bir süre kala yazdığı "Mozart: Bir Dâhinin Sosyolojisi" kitabında hem bu meselelerin arka planını kaşıyor hem de o zamanın toplum-sanat-saray ilişkisini irdeliyor. Alfa Yayınları tarafından neşredilen kitap 200 sayfa ve oldukça akıcı bir üsluba sahip. Yeşim Tükel'den dilimize çok temiz bir armağan diyebiliriz.

İki bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde Elias, Mozart hakkındaki sosyolojik gözlemlerini aktarıyor. Bu bölümde saray müziğini yakından tanıyoruz ve "talimatla" eser ortaya koymanın neler kazandırdığını yahut kaybettirdiğini görüyoruz. Buradan da Mozart'ın "bağımsız sanatçılık" idealini keşfetmeye doğru yöneliyoruz. Elias iki tabir kullanıyor: Zanaatkârların sanatı ve sanatçıların sanatı. İlki, saray burjuvazisinin ortaya koyduğu sanat. Arz ve taleple şekilleniyor. Konuya göre 'üretim' yapılıyor. İkincisinde ise sanatçı eserini piyasaya seriyor. Kendine ait bir alan oluşturuyor. Sanatını severken, sanatının başkaları tarafından da sevilmesini istiyor. Özellikle imkân-imkânsızlık ve insanın içindeki sanatçıyı gösterme anlamında Elias'ın kritik gözlemleri dikkat çekici. Mozart böyle bir atmosferde büyüyor. İlk öğretmeni ise babası. Dolayısıyla babası tarafından Mozart'ın gençlik sonrasına kadar yoğun bir tahakkümü var. Nerelere gitmesi gerektiğini, ne çalması gerektiğini, sarayla iyi geçinmesi gerektiğini en başta maddi kaygılarla babası tarafından yapılan uyarılardan öğreniyor. Ancak dinlemiyor, dinlememek için elinden geleni yapıyor. Sık sık kaçmaya çalışıyor. Zor durumda kalsa dahi sadece kendini, kendi sanatını göstermek istiyor. Elbette zaman zaman babasının hiddetinden çekinip ısmarlama işlere girdiği de oluyor, bundan dolayı çok pişmanlık yaşadığı da. Ortaya iki farklı toplum içinde yetişmeye çabalayan bir sanatçı çıkıyor. Mozart, 'sanatçıların sanatı'ndan yana tavır ortaya koyuyor.

"Saray toplumlarında, hemen herkesin ekmeğini düzenli bir işten kazandığı toplumlardan farklı olarak, geniş anlamda "sanat"ın, dar anlamda da müziğin farklı bir işlevi ve buna uygun olarak da farklı bir karakteri vardı. Sanatlardaki beğeyini belirleyen, iktidar sahiplerinin uzlaşımlarıydı. Müziğin öncelikli işlevi tek tek insanların, kişisel duyumlarını, acılarını ve sevinçlerini dile getirmek veya onlara seslenmek değildi; başlıca işlevi daha çok, egemen sınıfın zarif hanımefendi ve beyefendilerinin hoşuna gitmekti." [sf. 122]

İkinci bölümde işte bu tavrı ve akabinde gelişenleri okuyoruz. Babasına ve sarayın sanat üzerindeki baskısına isyan edip Viyana'dan Salzburg'a geçen Mozart, birçok maddi ve manevi sorun yaşamasına rağmen ayakta kalıyor. Üzüntülerini, yorulmalarını hiç abartmadan, yaşadığı her şeyden sanatına yeni tohumlar üretiyor. Meyvelerini toplamak için hep sabrediyor. Elias'ın deyimiyle bağımsızlığını evlilikle tamamlıyor. Elbette babasının hiç istemediği bir evlilikle. Çünkü babası onun saraya yakın biriyle evlenmesini istiyor, böylece ilişkilerinin canlı kalacağını ve çok para kazanarak sanatını icra edebileceğini söylüyor. Mozart ise tıpkı sanat konusundaki tavrıyla seçiyor eşini. Kendisine ve sanatına karşı anlayışlı olabilecek, onu tanımaya çalışacak, onunla 'ne yaşanacaksa' onu yaşayacak birini.

Mozart'ın 'sanat derdi' kaybetmek veya kazanmak değildi. Üstelik oyunu kurallarına göre oynamak da istemiyordu. İstediği sanatı yaparken bu sanatı gerçekten 'duyanlara' hitap etmek, ona yetiyordu. "Artık yetişkin bir insan olmaya başlayan Mozart, kaybeden veya kazanan insanlarla alay etmektedir. Giderek daha da öne öıkan ve kısmen de ürkütücü olan bu mizah anlayışı, hayatın kıyısından geçip gitme, hiç oynamadığı için ne kaybedebiliyor ne de kazanabiliyor olma duygusuyla belli ki yakından ilgilidir" şeklinde yorumluyor bu durumu Elias. Mozart bu duygularla papalıktan aldığı unvanı hiç bir zaman kullanmadı. Hayatı boyunca "Şövalye" olarak kendini tanıtan ve öyle anılmak isteyen Christoph Willibald Gluck'un tam tersine, "Şövalye Mozart" olmayı reddetti. Saraylı aristokrasiyle ne kendisini ne de sanatını asla özdeşleştirmedi. Sanatını hayatı gibi yaşıyor ve icra ediyordu: içten ve samimi. 14 Kasım 1777 tarihinde babasına yazdığı mektupta şöyle yazar:

"Tüm günahlarımın ve ahlaksızlıklarımın farkındayım ve bunları içtenlikle kabul ediyorum; bunları daha sık itiraf edebilme umudunu içimde taşıyarak, başlangıçta günahlarla dolu olan yaşamımı düzeltebilme gücünü kendimde bulmaya çalışıyorum; mümkünse, Tanrı'ya bağışlanmam için yalvarıyorum; mümkün değilse de fark etmez, çünkü zaten oyun devam ediyor." [sf. 143]

Mozart ismini ve sanatını genişletirken babasıyla arasındaki iletişim de ciddi kriz sinyalleri verir. Mozart artık onun tahakkümünden sıyrıldığını, babasının çok yanlış şeylere önem verdiğini mektuplarında dile getirir. 19 Mayıs 1981 tarihli mektubunda "İtiraf etmeliyim ki, mektubunuzun hiçbir yerinde babamı bulamadım!" diyecek kadar uzaklaşır babasından. Onun merhametini, sevgisini, ilgisini daima olumlu bulur ancak sanat ve yaşamın birbirini izleyen yapısında babası onun için artık bir hiç hükmündedir. Elias bu vaziyeti şöyle yorumlar:

"Daha yakından bakılacak olursa, Mozart'ın babasından kopuşu şaşırtıcı bir hamledir. Bir sanatçının gelişiminin insanın gelişiminden ayrı olmadığını kendimize ve başkalarına açıkça göstermek istiyorsak, Mozart'ın erginleşme ve bireysel uygarlaşma süreçlerinin bu veçhesi üzerinde biraz düşünmek kaçınılmazdır. Müzik uzmanları müziği çok iyi anlasalar bile insanı pek anlamayabiliyorlar, dolayısıyla zihinlerinde özerk bir yapak oyuncak bebek, gelişimini içkin olarak yaşayan bir "dâhi" tasarlıyorlar. Ne var ki böyle yapıldığında, müziğin kendisine ilişkin yanlış bir kanıya destek sağlamaktan öteye gidememiş oluyoruz... Mektuplarından anlaşıldığı kadarıyla Mozart için babasının kendi yanında olduğunu bilmek büyük önem taşıyordu. Attığı adım tüm geleceğine yeni bir yön vermişti; bunun bilincindeydi. Üstelik bu adımı, babasından akıl almadan atmıştı. Hayatında yeni bir şeydi bu. Tepkisel davranmıştı, ama aynı zamanda başka türlü değil, ancak böyle davranabileceğinin de son derece farkındaydı." [sf. 165-166-167]

Günümüzde bile "iş bulmadan işten ayrılma" öğüdü geçerliliğini sürekli artırırken, Mozart saray çevresinden kopuşunda "yedek" bir işe ihtiyaç duymadı. Sanatına güveniyordu güvenmesine ancak bu hem yaşı hem de evliliği açısından risk taşıyabilirdi. O ise toplumu çok iyi okumuştu. Nerede ne yapılacağıyla değil, hangi havayı nasıl estirmesi gerektiğiyle ilgilendi daha çok. Sonunda da unutulmaz oldu. Bu sürecin nasıl işlediği ve ne tür engellerden geçtiği Elias'ın kitabıyla farklı bir boyut kazanıyor, Mozart hatırlanır kılıyor. Kitap da dünya sanat ve müzik tarihi açısından değerli bir durum kazanıyor.

1791'de Da Ponte'ye yazdığı mektupta "Çalışmaya devam ediyorum çünkü beste yapmak beni dinlenmekten daha az yoruyor" diye yazmış Mozart. Yazının başına dönersek, bir psikolojik etki aranacaksa belki de bu "çalışarak dinlenmek" üzerine düşünmek gerekir.

Mozart, çalışarak yaşamış ve ölmüş büyük bir sanatkârdı. 35 yıllık ömründen bir Mozart çıkarabilmesinin ardında yatan sır ise çok açıktı: kendince çalışmak. Hakkında bir rivayet anlatılır. Doğru veya yanlış ancak yaşamıyla ne kadar alakalı: Ders verdiği küçük bir kız, bir gün ona "bir türlü beste yapamıyorum, nasıl yapacağım?" diye yakınır. "Sabret" der Mozart. Bunun üzerine küçük kız "ama siz 6 yaşında bile opera bestelediniz!" diye itiraz edince Mozart şöyle söyler: "Ama ben kimseye nasıl beste yapacağımı sormadım."

Elias'a göre Mozart, 'saraya kitlenmiş' bir topluma rağmen bağımsızlık çabası güderek borç içinde yaşamış ve öyle ölmüştü. Dolayısıyla başarısızdı. Öte yandan en çok tamamlamak istediği bestesi yarım kaldı, varoluş sancısıyla birlikte hayata veda etti. Bu trajediden geriye ise unutulmaz besteler ve tekrar tekrar araştırılması gereken bir yaşam öyküsü kaldı.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hangi İsrailiyyat?

Din, insanın hem dünyasını hem de ahiretini imar etmesi için vardır. Bunun için de başlıca yol inanmak olarak ele alınır fakat işin özüne baktığımızda bunun en geçerli yolunun anlamak, daha geniş bir çerçevede söylersek, anlayarak inanmak, anlayarak yaşamak olduğunu görürüz. Zira anlamak farkında olmayı, bilmeyi, öğrenmeyi, çaba sarf etmeyi, ortaya irade ve emek koymayı gerektirir. Gerçek anlamda yaşamak da ancak böylesi bir eylem ve duyguyla ortaya konulabilir. Bunun dışında, taklitçi bir anlayışla hareket etmek ise dini, inanmayı ve anlamayı ciddiye almamak anlamına gelecektir. Bu satırlardan elbette inanmak kavramı küçümsenmemekte, aksine anlamak kavramının değerinin hakkının verilmesinin gereği vurgulanmaktadır. İnanmak bir yazgı ise anlamak bir seçimdir, inanmak bir zorunluluk ise anlamak bir sorumluluktur. Yazgı zorunluluk, seçim sorumluluk doğurur.

İnsanlık tarihine baktığımızda anlamak olgusu inanmak olgusuyla ile at başı gider ve -ne yazık ki- çoğu zaman birbirine zıt gibi gözükür ya da öyle aksettirilir. Meseleye inanmak tarafından bakan birçok ilim, irfan ehli tarafından, inanmak için anlamanın gerekmediği daha doğrusu yetkin olmadığı, tersinden söyleyişle yetersiz olduğu dolayısıyla inanmanın akıl odaklı olmak yerine kalp temelli olduğu üzerine basa basa söylenir. Bir gelişim aşaması olarak tanımlanan bu sürecin sonunda ‘gerçek’ anlama gerçekleşecektir! Diğer yandan bu mistik tutum sözünü ettiği aşamaları ne kadar geçtiği, ne kadar başarılı olduğu toplumsal ve tarihsel hafıza ile malumdur. İnanmanın akıl yerine salt kalp odaklı olduğunu düşüncesinin bir mantık hatası üzerine inşa edildiğinin idrakine varılmak ise elbette istenilmez. Oysa ilahi olana teslimiyeti dibine kadar ortaya koyduğunu düşünen bu tutum tarafından ileri sürülenlerin bir karşılığı olması için öncelikle anlamak icap etmesi gerekir. Tarihsel açıdan bakıldığında din alanında dirsek çürütmüş kişiler için kendileri veya kendilerinin dışındakiler tarafından dinin sözcüsüymüş gibi davranmaları bir ‘hak’ görülmüştür. İlahi metnin anlaşılmasından ziyade inanılması bağlamında otorite olmak gibi bir ayrıcalığa kavuşmuş olan bu kişiler, inanmanın kendilerinin anlattıkları şekilde anlaşılması gerektiğini hatta inanılmasının yeterli olduğu ve anlaşılmasına bir gerek olmadığını belirtmişlerdir. Oysa uygulanabilmesi için bu basit sözcük dizilimi bile anlaşılmaya muhtaçtır.

Din ve inançların tümü gibi İslam ve dolayısıyla İslam’ın kaynağı olarak kabul edilen Kur’an ve sünnet ile bir anlamda onların açılımı olan tefsir ve hadisler de bundan nasibini almıştır. Bu yazının amacı elbette bu kavramları karşılaştırmak, kıran kırana analiz etmek, kavga ettirerek birini diğerine yedirmek değildir. Müntesibi olmam hasebiyle bir talebesi olmaya cehdettiğim İslam dinini ve kültürünü tanımak, öğrenmek, bilmek ve anlamak ve yaşamak isteğimin bir sonucu olarak İslam’ı bu kavramlardan ayrı düşünemem. Dolayısıyla İslam dininden tecrit edemeyeceğimiz bu kavramlar tarih boyunca -ve bugün devam ettirildiği şekilde- yeterince kavga ettirildiğini düşünmekteyim. Kaldı ki görünüşe göre bu kavga gelecekte de sürecektir. Dikkat çekmek istediğim nokta, din, anlayarak inanmayı mı, inanmak için anlamaya ihtiyaç duymamayı mı önceler meselesidir. Bu durum ise salt bu kitap değerlendirmesi yazısını aşmakla birlikte bağımsız bir aşamayı içerir.

Bu kısa girizgâhtan sonra, sözü edilen aşamaya bir katkı olması dileğiyle, değerlendirmede bulunacağım kitabın künye ve içeriğine geçebiliriz. Son yıllarda inanç ve tefekkür ekseninde önemli bir boşluğu doldurduğunu basımını üstlendiği kitaplarla kanıtlayan OTTO Yayınları tarafından yayınlanan ve orijinal ismi "el-İsrailiyyat fi’t-Tefsir ve’l-Hadis" olan eser hadis profesörü olan Enbiya Yıldırım tarafından Türkçeye, "Tefsir ve Hadiste İsrailiyyat" olarak tercüme edilmiş. Kitap, Mısır doğumlu ve el-Ezher Üniversitesi’nde doktorasını yaptıktan sonra farklı Arap ülkelerindeki üniversitelerde tefsir ve hadis dersleri vermiş olan Muhammed Hüseyin Ez-Zehebi’ye (1915-1977) ait. Kitabın başındaki yazar ile ilgili bilgilendirmeden hâlâ çözümlenememiş bir cinayete kurban gittiğini anlıyoruz. Bize göre yazarla ilgili bir diğer önemli bilgi ise Hanefi mezhebine mensup olduğunun belirtilmesidir. Zira kitaptaki yazara ait karşılaştırma ve yorumları değerlendirirken bu değininin önemli olduğunu kanaatindeyim.

İki yüz sekiz sayfadan oluşan eser giriş ve sonuç kısmı hariç altı bölümden oluşuyor. İlk bölümde israiliyyat kavramının kökeni ve anlamına dair izahla başlanarak israiliyyatın İslam literatürüne nasıl girdiğine ve akide üzerindeki tehlikelerinin neler olabileceğine değiniliyor. İkinci bölümde israiliyyatı rivayet etmenin İslami açıdan ne anlama gelebileceğini değerlendiren müellif üçüncü bölümde israiliyyat rivayet etmede öne çıkan isimlere, dördüncü bölümde ise tefsirlerde geçen israiliyyat rivayetlerinden örneklere yer veriyor. Son derece kısa tutulan ve gereken önemin verilmediği izlenimi oluşturan son iki bölümden beşinci bölümde (üç sayfa) tefsirlerde yer verilen israiliyyat için müfessirlerin mazeretlerine değinirken altıncı bölümü (bir sayfa) daha da kısa tutan müellif hadis kitaplarındaki israiliyyat ile ilgili düşüncelerine ver veriyor. Sonuç bölümünde ise müfessirlerin tefsir hazırlarken dikkat etmesi gerekenlerin neler olabileceğine dair düşüncelerini aktaran yazar mevcut israiliyyatın ve etkisinin ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlerle ilgili tüm Müslüman ülkelerine çağrıda bulunarak çözüm önerileri sunuyor.

Konu itibariyle oldukça kapsamlı olduğunu düşündüren eser kitabın sonlarına doğru biraz hayal kırıklığına neden oluyor diyebiliriz. İsimlendirmede tefsir ve hadislerde bulunan israiliyyat olarak verilmiş fakat eserde daha çok tefsirlerde yer verilen israiliyyat örneklerine değinilerek konuyla ilgili hadis alanı çok fazla ele alınmamış olduğu görülüyor. Oysa daha ilk sayfalarda dinin kaynakları konusunda tipik Sünni, gelenekselci bakış açısıyla birinci temel kaynağın Kur’an’ın olduğunu belirtikten sonra ikinci bir kaynak olarak hadisi zikreden müellif bu sözlerini aynı görüşü savunanların ortaya koyduğu ayetleri aynı şekilde yorumlayarak ve yine aynı grupların öne sürdüğü hadislerle destekleme çabasına giriyor. Ayrıca müellifin ‘sahih hadisin’ Vahiy olduğu yönündeki görüşü hadis ile ilgili görüşlerinin özeti olarak belirtmek isterim. Kitap içinde çok fazla çelişkiye düşen yazar, hadis konusunda bir yandan içinde oldukça fazla israilliyyat barındırdığını söylerken bir yandan da hadislerin -başta Buhari olmak üzere- önde gelen muhaddisler tarafından israiliyyattan büyük oranda temizlendiğini belirtiyor. Hemen arkasından hadislerin daha da temizlenmesi gerektiğinin altını çizerek ve birçok yerde güvenilir İslam büyükleri adına hadis uydurulduğunu ekliyor. Hadis konusunu iddiasının temel delillerinden ve dayanaklarından birisi olarak belirleyen yazarın, konu üzerine çok durmadan geçiştirdiği görülüyor. Açıkçası bir konuya bu denli önem veren bir bilim insanının bu konuyu daha çok ele almasının bir gereklilik olduğunu düşünüyorum. Zira kitabın geneli içinde yer yer değinilen hadis konusu yazar tarafından yüklenen misyon itibariyle yetersiz kalıyor. İslami düşüncenin pek çok ileri gelenin yaptığı gibi müellif de Müslümanların iç karartıcı durumunun başlıca müsebbibi olarak düşman belirleme kolaycılığına girişiyor. Müslümanların iman ve ilim dünyasına kastetmiş sapıklardan dem vurduktan sonra bazı Müslümanların da bu sapıkların oyunlarına geldiğini ve zaaflarına yenik düştüklerini belirttiği tutumunu eser boyunca görmek mümkün. Müslüman âlimlerinin bu duruma müdahale ettiğinin altına çizen yazar israiliyyat konusunda gerekli uyarı ve düzenlemelerin yapılmasını rağmen yine de israiliyyatın engellenemediğini belirtiyor. Ne yazık ki Müslümanların neden bu kadar pasif, zaaflı ve kandırılmaya müsait olduğuyla ilgili hiçbir açılıma yer vermiyor yazar.

Kitapta, göçler ve savaşlar nedeniyle farklı kültürlerin karşılaşması ve etkileşime girmesi tefsir ve hadislerde yer alan israiliyyatın sebepleri arasında gösteriliyor. Bu etkileşimin kökenlerinin Cahiliye Dönemi’ne dayandığı ve sonraki dönemde de artarak devam ettiği, Arap-Yahudi etkileşiminin yanı sıra diğer inançlar, toplumlar ve kültürlerle de bu etkileşimin olduğu ama Arap-Yahudi etkileşiminin daha fazla olmasının İsrailiyyat olarak adlandırılmasına neden olduğunun altı çiziliyor. Özellikle Cahiliye Dönemi sonrası Müslümanlığı seçen Yahudi din adamlarının bu konuda etkisinin çok fazla olduğu belirtilerek kelam, tefsir, hadis ve tarih gibi disiplinlerin çok fazla etki altına girdiğine değiniliyor. Bunu engellemek için Müslüman âlimler tarafından farklı yöntemler geliştirildiği ama yeterince başarılı olunamadığı da ekleniyor.

İsrailiyyatın yayılmasındaki bir başka sebep de insanların hikâye tarzı anlatılan şeylere olan ilgi ve merakı olduğu belirtiliyor. Ayrıca, özellikle bazı müfessirlerin Kur’an’da yer alan ama detayına yer verilmeyen kıssaların detaylarını öğrenmek için israiliyyata başvurduğunun altı çiziliyor. Müellifin en bariz çelişkilerinden biri de bu durum ile ilgili. Örneğin, aynı düzeydeki israiliyyatın kullanımında olur verdiği müfessirlerin israiliyyatı ele alma biçimini müspet karşılarken onaylamadığı müfessirlerin israiliyyatı ele alış biçimini zararlı buluyor. Müspet bulduğu müfessirler için hüsnü zanda bulunarak din açısından sorunlu yanları olsa bile gerçeği öğrenme ve aktarma gayreti olarak açıklayabiliyor. Oysa menfi bulduğu müfessirlerin aynı şekildeki aktarımını direkt reddediyor. Birçok yerde israiliyyatın hurafe kaynağı olduğunu belirtmesine rağmen müellif, hadise atıfla anlatılmasında mahsur görmediğinin altını çiziyor. İlgili hadis doğrultusunca belirlenen yönteme göre dine uygun olanların alınacağı, uygun olmayanların reddedileceği, dinin bir şey demediklerine karşı suskun kalınacağını belirten yazar ne yazık ki bu belirlemenin ölçütünü, sınırlarını, yöntemini ortaya koymuyor. Bu ve benzeri açılımlarında müellifin ortaya koyduğu görüşler üzerinde bağlı olduğu mezhebi yapı ve fikri geleneğin etkisi olduğu açıkça görülüyor. Müellif birçok defa gereksiz ve din adına faydası olmayan detay olarak belirttiği israiliyyat için yine birçok defa Kur’an’da yer alan kıssaların detayını ve hakikatini öğrenmek ve aktarmak isteyen müfessirlerin başvurduğu yol olarak tanımlıyor. Yazar burada düştüğü çelişkiyi, eğer bu detaylara ihtiyaç olsaydı Kur’an’da yer verileceğini ekleyerek adeta taçlandırıyor.

Yukarıda da değinildiği gibi hadisten ziyade tefsir alanındaki israiliyyatı ele alan kitap için genel bir değerlendirme yapmak gerekirse, fazlaca tekrara ve çelişkili açılımlara yer veren müellifin kafası hayli karışık gibi. Konuya ve olaylara pek gerçekçi olmayan romantik, duygusal, korumacı ve savunmacı bir bakış açısıyla yaklaşıyor. İsrailiyyat konusunda hadisi tefsirden daha temiz bulmasını muhaddislerin titiz çalışmasına yoruyor lakin yine de temizlenmesi gerektiğini belirtmesine karşın Vahiy’den sonra en sağlam kaynağın hadis olduğunu da görüşlerine ekliyor. Ve belki de en ilginci, belirli bir dönemi kutsayan tipik gelenekselci bakış açısıyla meseleleri kişiselleştirmekten geri durmayarak savunduğu düşüncenin önemli saydığı isimleri koruma ve aklama yolunu seçiyor. Yazarın yöntemine dair teknik açıdan en önemli tespitlerden birisi de, konuları fikir temelinde ele almaktan ziyade meseleyi kişiselleştirerek boğuyor oluşu diyebiliriz. Birçok defa israiliyyatın hakkında ‘sakıncalı ve zararlı olan din için işe yaramayan detaylar’ değerlendirmesi yapmasının yanında israiliyyatın aktarılmasının gerçeği ve Kur’an’daki kıssaları anlamayı sağladığını belirterek tasvip ettiği rivayetçiler için yol açıyor.

Bu kadar olumsuz eleştiriden sonra kitapta hiç mi iyi bir şey yok denilebilir. Elbette öyle olmadığını, verilen emek ve çabayı yadsımadığımı söylemek isterim. Tam aksine eseri son derece değerli ve faydalı bulmamın kanıtı olarak hakkında değerlendirme yazmaya çalıştığımı belirterek İslam tarihi ve kültürü açısından belirli bir bakış açısının fotoğrafını çekme açısından oldukça fazla istifade ettiğimi söylemeliyim. Zira eleştirinin sınırları içerisinde üslubumun daha iyiyi bulma adına bir sorgulama ve yöntem olarak değerlendirilmesi gerektiğine inanıyorum. Sonuç itibariyle yer yer tefsirlerde gördüğümüz israiliyyattan örnekler bulunan eseri konuya ilgisi olanların merakla okuyacağına ve kitabın birikimlerine katkı sağlayacağına eminim.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

7 Aralık 2017 Perşembe

Korku, neşe ve hüzün dolu uzun bir hikâye

“Korku mantıktan daha kuvvetlidir.”
- Yunan Atasözü

"Korku kimi zaman ayaklarımıza kanat takar, kimi zaman da ayaklarımızı yere çiviler."
- Montaigne

Mahir Ünsal Eriş, son kitabı “Dünya Bu Kadar”dan iki yıl sonra okurları yeni bir kitapla selâmladı: Öbürküler.

Bu kitap her ne kadar roman kategorisinde gösterilse de, Öbürküler'in uzun bir hikâye olduğunu düşünüyorum ben; eminim birçok okur da böyle düşünecektir. Karakarga Yayınları etiketiyle yayımlanan kitap, 136 sayfadan oluşuyor. Fakat içinde ara ara illüstrasyonlarla da karşılaştığımız kitap, “Bu Yarısı” ve “Öbür Yarısı” adlı iki ana bölümden ve bu bölümlerin içindeki ikişer yan bölümden oluşuyor. 1960 darbesinden birkaç yıl sonrasını konu edinen hikâyede aynı olayları iki farklı yönden bize gösteren yazar, okunması kolay, merak unsurunu canlı tutan, sürükleyici bir dil ve anlatımla kitabını sona erdiriyor.

Kitabın asıl kahramanları Fevziye Hanım ve Fahrettin Bey. Üç çocuğuyla birlikte, eski arkadaşı ve milletvekili olan Esat Mümtaz Bey’in zoraki şekilde ikna etmesiyle Niğde’deki Sümerbank müdürlüğünü bırakıp İstanbul Beşiktaş’taki yeni görevine gitmek için yola çıkan Fahrettin Bey’e ve Fevziye Hanım’a ilkin bir otobüste rastlıyoruz. Önce Ankara’ya, oradan da ekspres tren ile Haydarpaşa’ya giderken Fahrettin Bey’in ne ile karşılaşacağının bilinmediği bir tedirginlik ile başlıyor hikâye. Bir nevi taşradan İstanbul’a göç diyebiliriz bu duruma. Yapacağı iş belli olduğu hâlde yeni bir ortam, yeni bir şehir, yeni tedirginlikler getiriyor Fahrettin Bey’e ve bu çekirdek aileye. Özellikle bir işte çalışmayan Fevziye Hanım açısından bu tedirginlikler ve ikilemler hat safhaya ulaşıyor: “Fevziye korktu. ‘Ne işlere kalkıştık ya Rabbim,’ diye geçirdi aklından. Artistlerin, mecmualarda gördüğü siyah-beyazdan renklendirilmiş ışıltılı yüzlerin, seslerini radyodan, simalarına gazetelerden aşina olduğu şarkıcıların sokaklarında dolaştığını bildiği bu şehirde olmak elbette acayip, hatta doğrusu cazip geliyordu. Ama bunun için azıcık aşım Kaygusuz başım yaşayıp gittikleri dünyadan, kurulu ev düzenlerinden, konudan komşudan, büyüdüğü sokaklardan, çarşıdan pazardan vazgeçmeye değer miydi? … Acaba komşuluk da var mıdır buralarda? Kapısını çalıp bir fincan kahve, iki kaşık pirinç unu isteyecek insan, ‘Ben pazara kadar iniyorum, senin kız benim bebelerin başında duruversin bir iki saat,’ denecek bir abla bulunur muydu? … Ne biçim olacak, kim bilir. Vazgeçmek de kabil değil artık. … Kökünden sökülmüş bir ağaca benzetti halini kendi kendine. Toprağından kopmanın mahzun serinliğini duydu o gece, yer döşeğinde.

Öbürküler, Türk Edebiyatı’nda Ömer Seyfettin’in "Perili Köşk"ünü, biraz da Bahaeddin Özkişi’nin "Sokakta"sını (özellikle ev ve mahalle sembolleri açısından) andıran bir hikâye. Kişilerin fiziksel ve psikolojik tasvirleri, konuşma şekilleri, kullanılan kelimeler yerine göre korku ve tedirginlik verecek şekilde işlenmiş Eriş tarafından. Özellikle kitabın ilk kısmındaki yan karakterlerin bu açıdan işlenişi oldukça başarılı.

Hikâye, Fahrettin Bey ve ailesinin onlar için ayrılan köşke yerleşmeleri ve garip garip olayların olmasıyla devam ediyor. Bir cumhuriyet insanı olan Fahrettin Bey ile daha çok geleneği temsil eden eşi Fevziye Hanım, bu olaylarda, kendilerinden beklenen tepkileri veriyorlar diyebiliriz. Özellikle Fahrettin Bey bu olayların cinlere, perilere bağlanmasına hurafe deyip geçerken eşinin korkmasını da göz ardı ediyor. Fakat sonunda o da hem içinde yaşadığı sosyal hayatı hem büyük kentteki insan ilişkilerini sorgulamaya başlıyor: “Öte taraftan mağazada da işler hiç umduğu gibi seyretmiyordu. Bir kere çok kalabalıktı ve çalışanların hepsi kendisinden eski oldukları için, Fahrettin’in müdür muavinliğini kimsenin dikkate aldığı yoktu. Müdür de pek hoşlanmamıştı kendisinden. Birkaç hatırlı tanıdığın birbirine ricasıyla tayin edildiğinden, müdür bu emrivaki işi şahsına rağmen gerçekleşmiş görüyor, Fahrettin’i her fırsatta, mesai arkadaşlarının yanında ezmeyi, kinaye yoluyla laf dokundurmayı marifet sayıyordu. Üstelik selam sabah vermekten gayrı kimsenin Fahrettin’le ahbaplık ettiği yoktu. İstanbul, Niğde gibi değildi. Burada herkes kendi âlemindeydi. Niğde mağazasında çalışanların hepsi ya konu komşuydu, ya mahalleden ya okuldan arkadaşıydı. Burada el olup kalmıştı. Fahrettin’in de hevesi sönmüştü İstanbul’dan yana.

Hikâyenin sürprizini kaçırmamak için ikinci bölüme daha yüzeysel değinmek gerekir diye düşünüyorum. İkinci bölüm, Fahrettin Bey ve ailesinin Arnavutköy’de oturacağı köşkün hikâyesinden başlıyor ve 6-7 Eylül olaylarına kadar gidiyor. Derinlemesine olmasa da, Rum bir doktora ait olan köşk üzerinden bir eleştiri de getiriyor Eriş burada. Köşkün hikâyesinden sonra Fahrettin Bey ve ailesinin köşke gelmesinin kesinleşmesiyle oluşan sürece değiniyor yazar bu bölümdeki Beter Ali ve Kasım Bey üzerinden. İlk bölümde gerçekleşen garip olayların çözümlemesini bu bölümde gerçekleştiriyor ve mantıksız bir nokta bırakmamaya çalışıyor. Bu bölümün baş kahramanı Beter Ali. İlk bölümde Fahrettin Bey’e köşkün anahtarını verirken karşımıza çıkıyor ve ikinci bölümde ise hikâye onun üzerinden gidiyor. Olayların çözümlenmesini Beter Ali karakteri üzerinden gerçekleştirmiş yazar. Bu bölümde mizahî unsurlarla da karşılaşıyoruz. Özellikle peri gibi şeylerle açıklanmaya çalışılan ilk bölümdeki olayların ardındaki gerçeği öğrenmek okurun yüzünde bir tebessüm bırakacaktır.

Kitapla ilgili birkaç eleştiri de yazıp yazıyı sonlandıralım:

Kitabın başında bütün bu olayların olmasına vesile olan, Fahrettin Bey’i bin bir ikna ile kurulu düzeninden koparıp İstanbul’a getiren Esat Mümtaz Bey’e bir daha hiç değinilmemesi bir eksiklik bırakıyor hikâyede. Fahrettin Bey, köşkte olan o kadar garip olayı hiç mi anlatmadı dostu Esat Mümtaz Bey’e? Veya İstanbul’dan gitme kararını verirken hiç mi söylemedi? İstanbul’da kaldıkları süreç içerisinde hiç mi konuşmadılar? Bu gibi soruların oluşmaması için arada da olsa Esat Mümtaz Bey hikâyeye dâhil olsaydı, kitabın bu eksikliği büyük oranda giderilirdi.

İkinci eleştirim ise, kitabın ikinci bölümündeki olayların çözüm kısmında bir olayın açıklanmamış olması. Bir sabah işe gitmek için evden çıkan Fahrettin Bey ve onu yolcu eden eşi Fevziye Hanım merdivenlerin üzerinde parçalanmış hayvan cesedi görüyor ve ürküyorlar. Her olayın mantıklı bir sebebinin olduğunu, kitabın ikinci bölümünde bize gösteren yazar, burasını niçin es geçmiş anlayamadım? Yoksa o köşk, perili olabilir mi demek istiyor?

Bu iki eleştiriyi göz ardı edersek, Mahir Ünsal Eriş çok güzel bir hikâyeyle karşımıza çıkıyor. İlginç bir konuyu iki farklı pencereden anlatarak fantastik bir hikâye olmaktan çıkarmış ve ucunu açık kalmayacak şekilde sonuçlandırmış. Kitabın üçüncü tekil kişi bakış açısı ile yazılmış olması ise bu hikâyeye daha geniş açıdan bakmamızı sağlayan önemli unsurlardan.

İllüstrasyonlu kitaplara her zaman ön yargıyla yaklaşsam da bu kitap özelinde sevdiğimi söyleyebilirim. M. K. Perker’in çizgileri oldukça iyi. Kararında, düzgün bir renklendirme ve çizgiyle oluşturulan illüstrasyonlar kitaba ilgi çekicilik katmış. Hatta kitabın seviyesini bir seviye yukarı çekmiş de demek mümkün.

Mahir Ünsal Eriş, bu ülkenin insanlarını, endişelerini, acılarını, sevinçlerini, kısaca bu ülkeyi en iyi gözlemleyen ve anlatan yazarlardan biri. Değişik bir konu seçerek de bunu başarabilmiş olması takdir edilecek bir durum.

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

6 Aralık 2017 Çarşamba

Efsaneden gerçeğe Osmanlı tarihinin kritik meseleleri

"Karındaşım Hızır ile ‘ilm-i ledünnîde Kostantiniyye’nin fethin istihrâc kılmışdık, kal’a feth olunduğu gün karındaşım Hızır ‘abâ-pûş velîler ile ‘askerin önünce hisâra girdiler, kal’a feth olunduktan sonra Hızır karındaşımı gördüm, kal’a divârı üzerinde oturmuş, ayaklarını salmışdı."
- Menâkib-i Akşemseddîn

Türklerde tarih, 'yazıcılık'tan ziyade 'anlatıcılık'la süregelmiş olduğundan; efsane, destan, rivayet, hikâye, masal üzerine oldukça ciddi bir birikim mevcut. Bunların yazılı alana geçmesiyle birlikte ciddi bir kaynak problemi de yaşanmaya başlamış. Anlatılanların ve yazılanların ne kadar doğru olduğu hâlâ tam manasıyla açıklığa kavuşmuş değilmiş. Bu kadar ciddi bir sorun ortadayken, tarih biliminin popüler kültüre malzeme üreten bir hizmetçi konumuna indirgenmesi de geri dönüşü olmayan çıkmazlara sokuyor okuyucuyu. İlkokul öğrencisi nasıl efsanelerle büyüyorsa, üniversite öğrencisi de kaynak tespiti yapmadan yıllardır anlatılanları farklı yorumlayarak bir şey elde etme çabası güdüyor.

İşte bu tip durumlarda hakiki bir tarih yazıcısının devreye girmesi gerekiyor. Ülkemizde bu sorumluluğu yüklenmiş ve tüm dünyada kabul görmüş tek isim ise hiç şüphesiz merhum Halil İnalcık hoca. Kronik Kitap tarafından yeniden neşredilen (ilk baskısı NTV Yayınları tarafından 2015'de yapılmıştı) ve böylece önemli bir açığı gideren Osmanlı Tarihinde Efsaneler ve Gerçekler, İnalcık hocanın son araştırmalarını bir araya getiriyor. İlk baskının tükenmesiyle tarih okuyucularının ve araştırmacıların sürekli arar hâle geldiği kitap 272 sayfadan oluşuyor ve kuruluştan Türk Tarih Tezi yıllarına kadar birçok özel konuya temas ediyor.

Merhum İnalcık'ın kuruluş yıllarına dikkati malum. Hoca elbette bir şeyleri işaret ediyordu ve bu genç tarihçilerin, araştırmacıların da dikkatini çekiyordu. Ancak gelin görün ki dikkate değer meselelere eğilen tarihçilerimizin sayısı hâlâ bir elin parmağını geçmiyor. Osmanlı Tarihinde Efsaneler ve Gerçekler'de hocanın yazdığı makalelerde yoğunlaştığı şahıslar tarihimizde ne çok efsane vakanın ve gerçek mevzunun yer alabileceğinin göstergesi: Çaka Bey, Ertuğrul GâzîOsman Gâzî, Orhan Gâzî, Ahmedî, Çelebi Mehmed, Sultan II. Osman, Kösem Sultan, Sultan I. İbrahim... Bu isimlerin yanında diğer meseleler ve kronolojik gelişmeler ise şöyle: Türkmenler, Rumlar, İzmir'in fethi, mitolojiden gerçeğe kuruluş dönemi, İznik kuşatması, Sakarya seferleri, kuruluş dönemi Müslümanlık - Hristiyanlık tartışmaları, Kosova Savaşı, iktidar yolunun geçtiği Bolu dağları, İstanbul kuşatmasındaki kritik üç gün (20-21-22 Nisan 1453), İstanbul'un fethi ve deniz mücadeleleri, Boğazlar'ın 800 yıllık tarihi, iç savaş dönemi (1623-1632), Avrupa'da Protestanlığın yayılışı, Türk Tarih Tezi... Burada hocanın önsözde belirttiği bir meseleyi, kitabın önemine binaen sunmak gerekiyor: "Çeşitli konuları ele alan bu araştırmalarımın bir kitap halinde özgün fotoğraflarla bir arada basılması dolayısıyla kitaptaki fotoğraflar, araştırmalara özgünlük kazandıran değerli kanıtlar sunmaktadır. Bir örnek olarak, Osman Gâzi tarafından Sakarya seferinde ziyaret edilen Beştaş Zaviyesine ait beş antik taşı tespit eden fotoğraf, tarih literatürü için ciddi bir katkıdır."

Türkmenler ve Rumlar başlıklı makale her ne kadar kısa gibi görünse de Türk tarihçilerinin bazı hazırlıksız yaklaşımlarını ortaya seriyor. Burada İnalcık, Rum nüfusunun Osmanlı idaresinde yüzyıllarca varlığını korumasını bir olgu olarak nitelendiriyor. Bilhassa İslâmlaşma konusunda hocanın önemli yorumları var: "İslâmlaşma, gerçek bir kültürleşme, Türk toplumu ile kültürce özdeşleşme sonucunu vermekteydi. Rumeli’de Müslüman olma, Türk olma anlamına geliyordu. Gâzîlerin, Hristiyan kadınlarla evlenmek için büyük arzu duyduklarına dair birçok kayıt var. İslâm dini bunu bir hayır saymıştır. Esir Hristiyan kadınlardan doğan çocuklar hür sayılır. İznik fethinde Orhan, gâzîleri dul Rum kadınlarla evlenmeye teşvik etmiştir. Tarihçi, Gregoras, Orhan’ın İznik fethinden bir nesil sonra İznik bölgesinden geçerken nüfusun Rumlardan, mixovarvaroi ve Türklerden ibaret olduğu gözlemini yapmıştı.13 Rum analardan doğan çocuklar mixovarvaroi, Selçuklu yüksek sınıfında ve orduda önemli bir rol oynuyordu.14 Bizans kaynakları, özellikle fethin ilk zamanlarında Türk nüfusunun azınlıkta olduğu dönemde bu gibi evlenmelere geniş ölçüde rastlandığını belirtir. Toplumun her düzeyinde tespit olunan bu evlenmeler, Vyronis’e göre Rumların Müslüman toplumu ile kaynaşmasında “çok önemli” bir rol oynamıştır. Rum eşlerin ve onlardan doğmuş çocukların Türk halk kültürünün oluşmasındaki rolü küçümsenemez. Danişmendnâme, Saltuknâme ve Tevârih-i Âl-i Osman’da Bizans halk hikâyelerine, Yunan mitolojisine ait metinleri bu evlenmeler açıklar. Gayrimüslimler, şehrin pazar kesiminde Müslümanlarla eşitlik içinde faaliyette bulunmakta, klasik dönemde loncalarda onlarla birlikte oturup çalışmakta, eğlenmekteydiler. İstanbul ve Anadolu’da Rum nüfusunun Osmanlı idaresinde yüzyıllarca varlığını koruması bir olgudur." [sf. 19]

İnalcık'ın tespitlerinden, Çaka Bey'in ve öteki Türk beylerinin Ege ve Marmara Denizi bölgelerinde faaliyette olmasını Bizans tarihçisi Vasiliev Bizans için kritik bir dönüm noktası sayar: "Çaka, o zaman en önemli rolü oynamıştır. Çaka’nın Batı Anadolu’yu alarak Bizans’ın geçim ambarını ele geçirmesini ve Konstantinopolis tehdidini tarihçiler Bizans için ciddi bir tehlike sayar.". Bizanstinist Uspenski'ye göre de İmparator Alexios Komnenos’un durumu Bizans İmparatorluğu’nun son yıllarındaki durumunun yanında şehrin Osmanlı Türkleri tarafından kuşatılması durumu ile ancak açıklanabilir.

Son Araştırmalarla Ertuğrul Gâzî'nin Gerçek Hikâyesi'nde İnalcık önce Ruhî Tarihi'ndeki Ertuğrul'u okuyucuya tanıtıyor. Daha sonraysa düzeltmeler yapıyor ve araştırılması gereken noktaları belirliyor. Bu noktalarından ilkinden sonuna kadar hocanın coğrafyayı ve coğrafî araştırmaları ne kadar önemsediği ortaya çıkıyor. Çok önemli bir tespit: "Ertuğrul, daha doğrusu onun ataları, aşîretleriyle Sürmeli-Çukur (Aras nehri vadisi) veya “Ermeniyye” taraflarında dolaşıyor, Azerbaycan’a olan Moğol akınları sonucu Anadolu içlerine göç etmek zorunda kalıyorlar." [sf. 33]

Mitolojiden Gerçeğe Osmanlı'nın Kuruluşu makalesi, bize 'tarihi bir efsane'nin nasıl doğduğunu ve nasıl da millî mitolojinin bir parçası hâline getirildiğini anlatıyor. Hocanın devam eden makalelerinde seferlerden din tartışmalarına, çağdaş kaynakların nasıl ele alınması gerektiğinden coğrafi yolların tespitine kadar birçok hassas konu, bu ciddiyetle ele alınıyor: efsaneden gerçeğe acil geçiş... Burada çağdaş kaynak demişken Ahmedî'nin özel bir şair olduğunu da vurgulamak gerekir. Süleymanşâh’ın ölümünden (1388) sonra boşta kalıp bir velinimet aramaya koyulurken şu dizeleri tarihimize armağan etmiştir:

"Uc’dan Uc’a araduk bu ‘âlemi 
Bulamadık ehl-i kerem bir âdemi 
Kimi kerem-ehli kimi ölmiş durur
Kimi yoklukdan nihan olmuş durur."

Ahmedî'nin I. Kosova Savaşı'na dair yazdıkları karşısında Neşrî "Savaşı tüm ayrıntılarıyla anlatmaktadır" demiştir. İnalcık'ın yorumu ise şöyledir: "Savaş Ahmedî gibi bir göz tanığı tarafından tarafsızlıkla anlatılmıştır. Burada uzun metni aynen vermiyoruz. Ancak şu ayrıntı savaşın sonucunu belirtmek bakımından önemlidir: Osmanlı ordusunun sol kolu bozulmuştu. Düşman “heman soldağı tîrendâzların üzerine hücum idip onları döndürüp göğüse uğradı, safları yara yara geçip arddağı Pazar halkını kıra kıra bırakdılar, leşkerin ardı mîşe idi, küştelerle doldu, amma bol yağ ve pirinç yeri gani kıldı, katırlar ve atlar ve yükler birbirine dolaşıp sedd oldu, kaçamadılar, kırıldılar, şehîd oldular. Kâfirler dahi sol kolu tamâm sındırıp dururlardı... Niceler can verdi... Küffârın şevketi ziyâde olup cenge germiyyetleri nihayette oldu. Bayezîd Han sağ kolda kuhmânend ayrılıp vekarla sakindi; gördü ki iş ayrıksı oldu, az kaldı ki leşher-i İslâm münhezim ola, heman bozavuncular çağırmağa başladılar ki: Hay gâzîler ne durursuz kâfir sındı, kaçdı dediler... Heman Bayezîd Han şevketle kâfire Yıldırım gibi yetişib... nâra urub tokundu, filhâl kâfir askerine urdu”. Diğer ordu kolları da karşı saldırıya geçtiler ve düşman kaçmaya başladı." [sf. 97]

İstanbul Kuşatması'ndaki kritik üç günü Halil İnalcık, 'göz tanığı' Tursun Beg'in ve Nicolo Barbaro’nun gözlemleriyle değerlendirirken o dönem düzenlenen meşveret meclislerine dair de tarihimiz için yüksek önemde tespitler aktarır. Fethin en kritik noktalarına temas eden İnalcık'ın üzerinde durduğu konular bir tarih okuyucusu için iştah açıcı ve ilham verici. "Fetih, yalnız Sultan Mehmed’in eseridir" der hoca ve şöyle devam eder: "Baştan aşağı tarih, insanoğlunun bir dramıdır. Tarihin trajik bir noktasında Sultan Mehmed ve Bizans’ın son imparatoru Konstantin müthiş bir dram yaşamışlardır. Bugün tarihçiler, bu dramı anlamak için onların yaşadıklarını öğrenmeye çalışmalıdır." [sf. 122]

II. Osman'ın katlini İnalcık, daha önce okumadığımız kaynakları irdeliyor ve kendi tekniğine göre yorumluyor. Burada hep yaptığı gibi edebiyattan da yararlanıyor. Mesela bir taraftan II. Osman için yazılmış "Bir şâh-i âlîşân iken şâh-i cihâna kıydılar / gayretlü genç arslan iken şâh-i cihâna kıydılar" dizelerini hatırlatırken diğer taraftan katlin akabindeki tepkileri şöyle anlatıyor: "Asıl tepki Anadolu’da kendini gösterdi. Anadolu’da sekban ve sarıcalar, İstanbul’da iktidarı zapteden kapıkullarına karşı ayaklandı. Abaza Mehmed Paşa emrinde isyan bayrağını kaldırdılar. Bu isyanı bastırmak devleti yıllarca uğraştırdı. Abaza Mehmed Paşa Anadolu sekbanlarıyla Erzurum Kalesi’nde İstanbul’un gönderdiği ordulara yıllarca karşı koydu. Bu mücadeleyi bazı tarihçiler (İ. H. Danişmend ve Mustafa Akdağ) Anadolu Türklüğünün, İstanbul’a hâkim devşirme kapıkullarıyla mücadelesi şeklinde yorumlarlar." [sf. 172]

Kösem Sultan'ın iktidarı ele alacak kudrete nasıl ulaştığı ve yönetim stratejileri belgeler eşliğinde işlenirken, Sultan I. İbrahim'in hal'i ve katli, akabinde Kösem Sultan'ın ölümü gibi tarihimizin en çok efsaneye sahip olan sayfalarının gerçekleriyle devam eden kitap, Osmanlılar ve Avrupa'da Protestanlığın Yayılışı ve sonrasında Türk Tarih Tezi başlıklı makaleyle son buluyor. Bu son makale, hocanın 20-24 Eylül 2010 tarihleri arasında Ankara’da toplanan 16. Türk Tarih Kongresi’ndeki açış konuşmasından derlenmiş. Halil İnalcık'ın şu yorumları oldukça dikkat çekici: "Osmanlı Devleti’nde kanunlar hâkimdir. Defter ve örfi kanunlar olmasaydı bu imparatorluk 600 yıl devam edemezdi. İmparatorluğu yürüten etkin bürokrasidir. O zaman Avrupa’da böyle bir defter sisteminin örneği yoktu. Osmanlı İmparatorluğu’nu 600 yıl boyunca bu kadar geniş bir alanda, çeşitli kavimler üzerinde idareci durumuna getiren bu bürokratik sistemdir... Böylece 70 yılımı bu arşivlerde çalışmaya verdim. Bugün dünyada artık Türk tarihçilerin görüşleri izleniyor." [sf. 265]

Osmanlı Tarihinde Efsaneler ve Gerçekler, Halil İnalcık'ın tarih okuyucularına ve tarihçilere bir armağanı olarak değerlendirilebilir. Bu kitabın birçok konuda açtığı yol üzerinde ilerlemek ciddi çalışmalar ve elbette cesaret istiyor. Hocanın dediği gibi Türk tarihçileri kendilerine yakışan ciddiyeti ve samimiyeti göstermek zorunda. Okuyucular ve araştırmacılar da artık bunu bekliyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

4 Aralık 2017 Pazartesi

Hayal perdesi daima açık bir halk bilimci

İnsanları tanımak ve onların yaşam öykülerinden hareketle kendimizle yüzleşmek… Biyografi ya da otobiyografi kitapları okurken kişi aslında hiç farkına varmadan uzun bir yolculuğa çıkar. Hem mekân hem de zaman değişir birdenbire. Dünyaya; hayatını seyre daldığımız kişinin gözleriyle bakar; yaşadıklarını kalbiyle duyumsarız. İşte bir yolculuk bileti daha… Ülkenin siyasi çalkantılarla boğuştuğu bir dönemde bilim yapma uğraşında olan ve adı ülke sınırlarını aşmış bir halk bilimcinin hayatına, İlhan Başgöz’ün yaşamına kesilmiş bir bilet var şimdi elimizde...

Sivas’ın Gemerek ilçesinde, cumhuriyetin ilan edildiği yılda 1923’te doğan İlhan Başgöz, hayatının mihenk taşlarını, akademi öyküsünü, düşün dünyasını etkilemiş olayları ve kişileri zarif üslubuyla sunuyor okuyucularına. Gemerek Nire Bloomington Nire, yazarın çocukluk ve gençlik anılarıyla açıyor perdesini. Eserin her bölümüne sinen genç cumhuriyetin eşsiz kokusunu neredeyse tüm cümlelerde buram buram duyumsuyorsunuz.

Halk bilim(folklor) bizde ilk defa Ziya Gökalp, Ziya Paşa, Rıza Tevfik Bölükbaşı ve Fuat Köprülü tarafından tanımlanmaya ve tanıtılmaya başlandı. Halkın, her türlü ananevi kültürünü, geleneklerini, inançlarını ve ritüellerini araştıran folklor, DTCF’de Pertev Naili Boratav’ın açmış olduğu kürsüde ilk defa akademi dünyasına girdi. Boratav’ın ve Wolfram Eberhard’ın öğrencisi olan İlhan Başgöz; Nasreddin Hoca, Köroğlu, saz şairleri ve bilmeceler gibi önemli alanlarda çalışmalar yaptı. Yapmış olduğu tüm bu çalışmaları ve edindiği geniş bilgi birikimini, hayat hikâyesini okurken de görmek mümkün. Halk mimarisi, çocuk oyunları, masallar, saz şairleri kitapta karşımıza çıkan kimi folklor ögeleri arasında yer alıyor.

İlhan Başgöz, halk kültürüne olan ilgisinin küçükken Gül Nene’den dinlediği masallarla başladığını belirtiyor. Indiana Üniversitesi Folklor Bölüm Başkanı Richard Dorson ile bu masalları paylaştığı ve Rose Anny adıyla bu masalların yayımlandığı bilgisini de öğreniyoruz. Halil İnalcık onun için: “Boratav’ın açtığı değerli folklor araştırmaları çığırını yürütüyor.” demiştir.

Başgöz’ün satılarında; Mustafa Kemal Atatürk’ün Sivas’ı ziyaret ettiği günü büyük bir özlem içerisinde okuyoruz. Yazar, Atatürk’ün Sivas Lisesi’ne girişi sırasında kendisi için özel olarak serilen kırmızı halıdan yürümek yerine; taşların üzerinden geçtiğini ve sınıfa Sabiha Gökçen’in ardından girdiğini yazıyor. Cumhuriyetin; büyük bir savaşın ardından muazzam bir eğitim hamlesine giriştiğini aktaran Başgöz, kendisinin de cumhuriyet sayesinde okuyabildiğini belirtiyor. Lisedeki öğretmenlerinden Şükrü Elçin ve Necdet Sancar ile ilgili anılarını okurken okuyucularını gülümsetmeyi de ihmal etmiyor.

Başgöz; Ahmet Yesevî ile ilgili Türkmenistan’da katıldığı bir toplantıda, Türkiye’yi temsilen gelenlerin konuşmaları sırasında kendisinin adını bile duymadığı kimi şeyhlerden övgüyle söz ettiklerini ancak Atatürk’ün adını hiç anmadıklarını belirtiyor. Sonunda dayanamayıp oradakilere şu sözleri söylüyor: “Hepinizin gururla söz ettiğiniz bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin kanla ve ateşle kurulmasında, büyük bir liderin rolü vardır. Adı Mustafa Kemal Atatürk’tür. Birbirinizle anlaşmış gibi bu büyük adamın adını bile anmadınız. Onu atlayarak cumhuriyetimizle Orta Asya Türklüğü arasında bir bağ kuramazsınız, bu zincir kopuk kalır. Ben bunun nedenini öğrenmek istiyorum. Lütfen biriniz izah edebilir misiniz?”. Bu sözlerden sonra kimseden bir ses çıkmaz.

Amerika, Sovyetler, İran, Azerbaycan ve nihayet Türkiye’ye yeniden dönüş… Ülkesine döndükten sonra Van Yüzüncü Yıl Üniversitesinde ders vermeye başlaması ve Van’da herkesin “Hoca, Amerika’dan gelmiş.” diyerek başladıkları cümleleri ve yaşadığı olayları keyifli bir dille sunuyor okuyucularına.

Yaşar Kemal’in vefatının ardından yazmış olduğu yazıyı ve Yaşar Kemal’in Başgöz’e 1972 senesinde gönderdiği mektubu da kitabın son sayfalarında büyük bir edebi yolculuğa çıkarak iki dostun arasındaki samimi ifadeler eşliğinde okuma imkânına sahip oluyoruz. Başgöz, eserini Can Yücel, Kemal Tahir, Aziz Nesin başta olmak üzere birçok dostuyla ilgili ilginç anılarla ve anekdotlarla tamamlıyor.

Başgöz, otobiyografisini yazarken Yunus Emre’nin dediği gibi “Bir ben vardır bende benden içeri.” dizelerini anımsadığını belirtiyor ve cümlelerini yazanın içindeki gizli bir ben olduğunu dile getiriyor… Hayal perdesi kapanırken okuyucusuna, hazan mevsiminin sadece tarlalara değil kendi hayatına da uğradığı söylüyor ve Karagöz’ün vedası ile ayrılıyor sahneden: “Her ne kadar sürç-i lisan ettikse affola, bir dahaki oyunda yakanız elime geçerse vay halinize vay! Ustamızın adı Hıdır, elimizden gelen budur.

Yolculuğun sonunda kim bilir belki de bir kez daha gitmek istersiniz Başgöz ile yaşadığı mekânlara… İşte o anda Gemerek ile Bloomington arasındaki mesafeyi yakınlaştırır ve hayal perdesini ömür perdeniz kapanmadan asla kapamamaya ant içersiniz...

Ömer Ünal
omerunalturkce87@gmail.com

1 Aralık 2017 Cuma

Gerçeğin ruhuna çağıran, Anadolu'nun sır katibi

"Sanat, bir insanın muktedir olduğu en iyi şeyi, yani inancı, aşkı, güzelliği ya da istediği ve umduğu en iyi şeyi güçlendirir. Yüzme bilmeyen bir insan suya atladığında vücudu -kendisi değil-, kendini kurtaracak içgüdüsel hareketler yapmaya başlar. İşte sanat da suya atılmış bir insan bedeni gibidir, insanlığın manen boğulmasını engelleyecek bir içgüdüdür. Sanatçı, insanlığın manevi içgüdüsünün temsilcisidir."
- Andrey Tarkovski, Mühürlenmiş Zaman

Hekim, yazar, senarist, oyuncu. Tüm bu meslek kolları, görünenin aksine görünmeyen taraflarıyla özeldir aslında. 'Görünmeyen taraf'ta insanın insana şifa olabilme umudu vardır. Hekim, hastasını önce bir hasta olarak değil de insan olarak gördüğünde şifaya doğru bir yolculuk başlar aslında. Yazar, yazdığının içine samimiyetini gömdüğünde, okuyucusunun da kulak kabartmış, gözlerini açmış bir biçimde bir kelimeyle harekete geçebileceğini düşündüğünde karşılıklı beslenme başlar aslında. Senarist; popüler kültürün istediğini bir kenara bırakıp asıl anlatmak istediğini tüm gerçekçiliğiyle ve elbette dehasıyla ortaya döktüğünde unutulmaz olmaya başlar aslında. Hangi kuşaktan olursak olalım, bizim için en unutulmaz oyunculukların ardında insanı 'en yakından oynayan' özellik yatmaz mı? Oyunculuğun teknik sınırlarının dışında bir de insan yanı vardır ki izleyiciyle arasındaki mesafeleri yok eden, kavurucu yakınlık kurduran iletişim biçimi de budur aslında.

Ercan Kesal, işte bu meslek kollarına her zaman insanlığı() damıtmış, insanın biricikliğinin farkında bir insan olarak vazifesini bilmiş; dostluğuyla, kalemiyle, zekasıyla ve mizacıyla çoktan unutulmaz olmuş bir isim. Anılarında, romanlarında, düz yazılarında bu hâli yakalayan her kişi, 'er kişi'nin ne ve kim olduğunu yakından görebilir. O sanki bir telefonla hemen yanıbaşımızdadır. En bunaldığımız anda aklımızdan geçip; bir cümlesiyle, bir hareketiyle ruhumuza iyi gelendir. "Aslında...", yukarıda bahsetmeye gayret ettiğim 'görünmeyen taraf'ı anlatan bir söyleşi kitabı. Kesal'ın çeşitli zaman aralıklarında verilmiş ve Tanıl Bora editörlüğüyle okuyucuyu için gayet doğru bir sıralamayla İletişim Yayınları'nca neşredilmiş oldukça hassas bir kitap. Kasım 2017'de okuyucuyla buluşur buluşmaz 2. baskısını yapması da bu hassasiyetin karşılık bulduğunun mütevazı bir göstergesi. Kitabın isim babası ve sunuş yazısının sahibi Tayfun Pirselimoğlu. "Gerçeğin ilhamına sarılmak" başlıklı giriş söyleşisini gerçekleştiren isim Doğuş  Sarpkaya. Bu başlık, Ercan Kesal'ın emeklerini belki de en doğru biçimde ifade eden başlık olabilir, naçizane.

Sanat ve Hayat, Edebiyat, Sinema başlıklı üç bölümden oluşuyor "Aslında...". Rakam olarak en az söyleşi Sanat ve Hayat'ta, en fazla söyleşi ise Edebiyat'ta.  Kendisinden bahsederken az ve öz konuşmayı tercih ediyor Kesal. Kaleminin konuştuğu sahadan bahsederken samimiyeti iyice belirginleşiyor. Okuyucu onun derdini özümsüyor, hatta kendine dert ediniyor. Zaten edebiyatın en asil iklimi de burada tütüyor: dert açarken bir başkasını da o derde katmak, onu da dert sahibi yapmak, 'dertdaş' olmak. İki Keklik namıyla bilinen türküde söylendiği gibi: "İki keklik bir dereden su içer / dertli de keklik dertsizlere dert açar."

Hekimliği dışındaki her emeğinde alaylı olmasının kattığı karakteristik bir tavrı var Kesal'ın. "Ketlenmekten, hizaya getirilmekten, terbiye edilirken ıslah edilmekten kurtuldum. Kırgız atları gibiyim. Kırgızlar yerleşik yaşamlarında sahip oldukları atları yılda bir kez bir ay kadar dağlarda başıboş gezen yaban atlarının arasına sürerler. Yaban atlarla hemhâl olan atlar döndüklerinde eski uysal, sinik ve pısırık hallerini atmış, çok daha canlı, hareketli ve zaptedilmez olmuşlardır" diyor bu alaylılığın kazanımını anlatırken. Oyunculuğunda beslendiği kaynakları ise şöyle açıklıyor: "Gözlem, okumak, dinlemek ve tefekkür. Oyuncu senaryoda yazılmayanı oynayandır. Söz taşıyıcısı değildir. Karakteri taklit etmek yerine o olmayı becerebilendir. Bu yüzden hayattan, kitaplardan ve anılarımdan besleniyorum."

Sanatın birçok alanında yer almasına rağmen, "gerçek hayat, sanatı yener" diyor Kesal. Bu yüzden mühim olan, hangi sanat dalıyla uğraşılırsa uğraşılsın gerçeği bozmadan, eğip bükmeden, onun üzerinde oyunlar oynamadan, olabildiğince sade bir şekilde göstermek. İster kâğıda, ister beyazperdeye. Bu gerçekçilik ve yanında  onu besleyen samimiyet, her söyleşiden yeni bilgi akışları sağlıyor. Mesela bir taraftan Lütfi Akad'ın 'zoom' özelliğini ahlâki bulmadığı için sevmediğini öğrenebiliyoruz, diğer taraftan Kesal'ın klarnete olan sevdasını. Hem toplumsal hem bireysel çok güzel anektotlar arasında sayfalar akıp gidiyor. En güzeli de şu yaşadığımız zamanda Türkçeyi önemsizleştirme çabası gibi ağızlara sakız olmuş 'aynen' kelimesini silip atıyor söyleşiler. Onun yerine 'aslında'yı koyuyor. Asıl ve asil olanı, gerçeğe ve samimiyete en yakınını, itirazı: "Vasat ve ortak bir kitle kültürü hâkim kılınmaya çalışılıyor. Hepimiz, birbirine çok benzeyen bireyler hâline getiriliyoruz... Farklılıklarımızı fark etmemizdir aslında itiraz etmek. İtiraz ettiğiniz zaman yeni renkler ortaya çıkar. Bizse sadece siyah ve beyazın olduğu yerlere doğru götürülüyoruz. İtiraz etmek kıymetlidir; insanın özsaygısıyla alakalı bir şeydir. Sessizce kabul etmek bence bu dünyayla iletişimini kopartmış ve artık bu dünyayla meselesi kalmamış insanlara ait bir tavır." [sf. 69]

Baba olmayı çoğu psikolog 'erkeğin yetişkinliğe geçişi' olarak nitelendirir. Kesal da böyle düşünüyor. 47 yaşında baba olduktan sonra, yani oğlu Poyraz'dan sonra başka birisi olduğunu, hayatla başka bir ilişki kurduğunu belirtiyor. İki türlü ilişki. İlki, "çocuğum var artık ölebilirim" duygusu. İkincisi ise "onun büyüdüğünü görmek için daha çok yaşama" isteği. Bariz ve doğal nedenler yani.

1989'dan sonra bir süre Kâğıthane'de, 1997'den itibaren de Okmeydanı'nda yaşamış Kesal. Hekimliğini ve yaşantısını buralarda sürdürmek ona mahalle ve mahalleli kavramları konusunda derinlemesine düşünme imkânı sunmuş. Siyaset mekanizması, halkın ortak hareket ettiği meseleler, iktisadî vaziyet, geçmişin izinde geleceğe bakış, 'vaziyet'in yorumlanması ve elbette kentleşmeyle birlikte hayatımızdan çıkıp giden her şey hakkında fikirlerini belirtiyor. Şöyle bir ikazı var mesela: "Sürekli kimliklerin altını çizmeyin. Bunu yaptığınızda onların akılları karışıyor, sınıfsal kimliklerini unutuyorlar. Kime, nasıl ve ne şekilde karşı çıkacaklarını bilemez hâle getirilebiliyorlar." [sf. 89]

Eduardo Galeano'nun "ne sahte bir tevazu ne de yüksek bir kibir" lafı, Ercan Kesal'ın tehlikeli bulduğu iki şeyi ifade ediyor. Ona göre en temel mesela vicdan. Şiir bu anlamda vicdan kapılarını her seferinde yeniden açan, zorlayan bir yer edinmiş kendisinde. Burada Metin Erksan'ın "Unutmak vicdansızlıktır; unutmak ihanettir" sözünü hatırlatıyor. Bilgiye değil bilgeliğe iman edilmesi gerektiğini vurgularken, hekimlerin de kendilerinin potansiyel hastalar oldukları bilmeleri gerektiğini söylüyor. Tam burada da Bertolt Brecht'in şiirindeki, işçinin hekime sorduğu soruya başvuruyor: "Ciğerimdeki lekeyi soruyorsun lakin evimin duvarındaki lekeyi hiç sormuyorsun!"

"Beni yaşarken kendisine iki şey hayran bırakmıştır; biri üzerimizdeki gök kubbe, öteki ise içimizdeki vicdan." der Immanuel Kant. Ercan Kesal'ın metinlerinde, söylediklerinde ve oyunculuğunda gök kubbenin ve vicdanın tüm gerçekçiliğiyle tebarüz ettiğini söylemek abartı değil tam aksine 'hakkın teslimi' olur. Biz biraz da kimseye hakkını teslim etmediğimiz için bu hâldeyiz. En çok hukukun bahsedildiği 'ortam'larda en çok hukuksuzluğun yapıldığı zamanlardayız. Bu durumda hak, haklılık ve hakkaniyet belki romanlarda kendini buluyor, bazı karakterlerde ve hikâyelerde. Ercan Kesal da Anadolu'nun asırlık sesini bir'liyor eylemlerinde: "Dünyanın kendine dair bir hafızası var. İnsanlık hafızasının en önemli mecrası da Anadolu. Ben Anadolu'ya çok güveniyorum. Bu coğrafya mutlaka kendi çözümünü bulup üretecek. Anadolu'nun ferasetine olan inancımı hiç kaybetmedim. Sokaktaki akıla, binlerce yılın kültürel birikimine ve insanlığın hafızasına güveniyorum." [sf. 216]

Eleştirinin en az yaratıcılık kadar önemli olduğu zamanlardan geçiyoruz. Ancak bir taraftan da bu kavramların önemsenmemesi için elinden geleni yapan kitleler de mevcut; sanatta, sporda, siyasette, her yerde... Eleştiriyi muhtemel ki başka travmalarıyla karıştıran bir takım grupların öfkesi her yeri kirletiyor. Eleştireni ötekileştirme, etiketleme, karalama ve hatta yok etme revaçta. Bu kirli tezgahın oyununu bozacak en büyük hamle şüphesiz bu topraklardan, Anadolu'dan, 'o ruh'tan çıkacağından kimsenin şüphesi yok, Ercan Kesal da böyle düşünüyor ve kendini ifade ederken vaziyet karşısına takınılacak tavrı da işaret ediyor: "Ben okuyucuya hatırlamayı hatırlatıyorum... Çünkü unutmanın günümüzdeki karşılığı alışmak. Karşı çıkmamayı da beraberinde getiriyor zaten doğal olarak. Hatırlamayan insan alışıyor, alışan insan karşı çıkmıyor." [sf. 255]

Dilimizin derdimiz olduğu bir şekilde şairler, yazarlar, oyuncular ya da yönetmenler tarafından ifade edilir. Ancak biz onların çoğunu pek de dert sahibi görmeyiz. Sahiden gördüklerimiz çok nadirdir. Ercan Kesal işte bu toprakların 'nadirattan' insanlarındandır. Bu toprakların sahici tarafındandır, yani asıl'ındandır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf