3 Ekim 2017 Salı

Hayat, kitaplardan daha çok şey katar (mı?)

Sizlerden özür dileyip kitabın nesnesi Schopenhauer’e değinmeden önce kitabın çevirmeni hakkında birkaç söz söyleyerek başlamak istiyorum. Kitap, kitabın çevirmeni Ahmet Aydoğan’ın uzun ve serzenişli bir sunuş yazısıyla başlıyor. “Okumak insana ne kazandırır?” diye soruyor, Ahmet Aydoğan. Genel anlamda okumak, bununla birlikte eğitim sorunu ve çevirmenlik gibi birçok konuya değiniyor. Herkes kendi “ben”inin derdinde diyerek, mevcut eğitim sistemi ile insan yetiştirme şansını kaybettiğimizi yüzümüze vuruyor. Bunu yıllar önce söylemişti belki de evet, fakat bu sözlerin değerinden hiçbir şey kaybetmediğini günümüzde hala devam eden eğitim için sistem arayışlarını hatırlayarak, ‘ne yazık ki!’ rahatlıkla anlayabiliriz diye düşünüyorum. Şunu da rahatlıkla söyleyebiliriz ki Ahmet Aydoğan, Arthur Schopenhauer’in sadece kitaplarını çevirmemiştir; ruhunu da Türkçemize kazandırmayı başarmıştır. Kendisi felsefi derinliği ile birlikte sadece bir çevirmen değil aynı zamanda bir düşünürdür.

Ünlü Alman filozofu Schopenhauer… Onun hakkında bir sürü söylenti var, bir sürü dedikodu var. Özellikle günümüzde, kendisini feminist olarak adlandıran birtakım insanların hışmına uğramakta bu filozof. Sebebi ise Aşkın Metafiziği adlı kitabında yazdığı şeyler. Fakat siz de çok iyi biliyorsunuz ki iyi bir okur, fikirlerle ilgilenir. Fikirleri kendisine uyanları okuyanlardansanız, sizi çok kitap okumaktan ziyade, çok ama çok düşünmeye teşvik eden Arthur Schopenhauer’ı sevmeyeceğinizi, size baştan garanti ederim. Burada Schopenhauer’ı uzunca anlatmak istemiyorum. Hepimiz bilgi kaynaklarına çok rahat ulaşabildiğimiz için bunu size bırakıyorum.

İçeriğe fazlaca değinmeden, birkaç alıntı ve ilgimi çeken bölümler ile kitap hakkında fikir vermek istiyorum.

Yürümek için baston ne ise düşünce için kalem de odur, fakat nasıl ki insan en kolay bastonsuzken yürürse, en kusursuz biçimde de elinde kalem yokken düşünür. İnsan ancak yaşlanmaya başladığında bir baston kullanmayı ister, (baston artık onun için bir yük değil, bir yardımcıdır) kalem de böyledir.

Bir yazarın üslubundaki kusurları araştırmaktan geri durmamalıyız, böylelikle biz de kendi üslubumuzda aynı hatalara düşmekten sakınabiliriz.”

Dikkatsiz özensiz yazan bir yazar daha başından kendi düşüncelerine kendisinin çok değer vermediğini ispat etmiş olur.

Okumak kişinin kendi kafası yerine başka birisinin kafasıyla düşünmesidir.

Ruh zenginliği yegâne hakiki zenginliktir, çünkü diğer bütün zenginlikler beraberinde kendilerinden daha büyük dert ve bela getirirler.

Schopenhauer’ın okumak hakkındaki düşünceleri beni hayal kırıklığına uğrattı diyebilirim. O, çok okumanın, düşünmeye, düşünebilme kabiliyetimize zarar verdiğini söylüyor. Ne kadar çok kitap okursak o kadar çok başkasının aklıyla düşüneceğimizi söyleyip kitaplardan ziyade dış dünyanın, gerçek hayatın kişiye daha çok şey öğreteceğini de ekliyor. Kitaptaki şu sözleri, dediklerimi doğrulayıcı nitelikte:

Dolayısıyla bir insan, bu ikameye alışkanlık kazandırmaması ve böylelikle önünde duran meseleyi gözden kaçırmaması için; daha önce yürünmüş yolları yürümeye alışmamak ve yabancı bir düşünce yolunu takip ederek kendisininkini unutmamak için çok fazla okumamalıdır. Daha da önemlisi bir insan salt okumak uğruna gerçek dünya ile bağlantılarını koparmamalıdır: Bir kimseyi kendi kendisine düşünmeye yönelten saik ve haleti ruhiye çoğu zaman kitapların dünyasından ziyade gerçek dünyadan gelir. Bir kimsenin önünde gördüğü gerçek dünya iptidailiği ve gücüyle onun düşüncesinin doğal konusudur ve düşünen bir kafayı başka her şeyden daha kolay uyarabilir.

Schopenhauer, kitabının bir bölümünde o dönem isim vermeden yazılan eleştiri yazılarını ve bilhassa yazarlarını çok ağır bir şekilde eleştiriyor. Ben o satırları okurken bu isimsiz eleştirileri günümüzün sosyal medyasındaki adı sanı bilinmeyen sahte hesapların namı diğer trolleri düşündüm. Bu tür işlere öncü olanlara ise Arthur şunu söylüyor: “Ben kendi hesabıma isimsiz bir eleştiri barakası yerine kumarhane veya bir kerhane işletmeyi tercih ederim.

Şüphesiz bunun gibi birçok fikri, günümüz ile kıyaslayabiliyorsunuz.  

Yusuf Karakurt
twitter.com/sanatkemkum

2 Ekim 2017 Pazartesi

Çizgileri kanatlandıran adam: Hasan Aycın

Yatay çizgiler, dikey, elips, düz, kıvrımlı ve helezonik çizgiler.

Hasan Aycın, çizgileriyle konuşan, mürekkebiyle can suyu veren ve ışkın atan çizgilerin fidanların akabinde kök salmasıyla öz maddesinden hareketle manaya evrilen çizgilerin babası denilse yanlış olmaz sanırım.

Çizgileri her biri bağımsız ve bütünlüklü birer imgedir. Çizgiyle iletişim kurabilmemiz için başka şeylere ihtiyacımız yoktur. Çünkü çizgiler hayattan koparılmış birer ayrıntı ya da görüntü değildir. Devamlı olarak hayatla bir ilişki içindedir. Zaten bir imgeyi anlıyor, ona belli bir anlam yüklüyorsak bu durum, ona bir geçmiş ve gelecek kurmamız, tarihsel birer bağlama oturtmamız demektir. Her çizgi bize, daha önce de böyle oldu, şimdi de böyle oluyor, yarın da böyle olacak gibi bir süreklilik duygusu yaşatır. Zaten Aycın’ın çizgilerini güncel kılan, hep şimdi’ de oluyormuş duygusu uyandıran büyüsü hayatın sürekliliğinde hep aynı kalan öz’le kurduğu organik bağdır.

Cemal Şakar üstat bu şekilde açıklıyor; çizgilerin yalınlığından hareketle bizlere yakından tanıyormuş ve tanınıyormuş hissiyle ulaşan efsunlu bütünleşmeyi.

Aycın’ ın çizgisinde ki kimya, kâğıt ve kalemin sadeliğinden yola çıkmakla beraber en dolambaçlı çizgilerde bile bariz ahengin aklımıza nakşedilmesini “Aycın’ın yapısal doğallığının kaleme kâğıda aksetmesi” olarak yorumlanıyor Cemal Şakar’ın yakın gözlemiyle.

Hasan Aycın’ ın Çizgi’si” kitabını incelemek ve değerini yerli yerine koyabilmek için uğraş verirken, üstadın çizgisinde kaldığını bir müddet cümlesizlikte var olan inceliklerin kelama çözümlenemediğini fark ediyor insan. Çünkü o çizgizar, o siyah beyaz televizyon günlerinde ki renksizliğin kendi hayal gücümüzü geliştirdiği günlerden kalma bir özlemin belki de beyaz kâğıda arı duru renksiz bazısına göre kendi renk âlemimize bırakarak bizi, bize sessizce hayatı anlatan adam. Hayatı mı sadece, inancı, sevgiyi, birliği beraberliği yerine göre de ölümü…

Siyah beyazın sahip olduğu simgesel anlamları da kullanarak sertliği arttıran beyazın saflığı ile siyahın karanlığının mücadelesiydi renklere bezenmemiş çizgileri.

Hasan Aycın, bir kitap dolusu kelime cümbüşüyle anlatılacak meseleyi tek bir sayfada özetleyebildiği için özel bir insan. Özel çünkü Kitapta Sayın Ali Emre’nin detaylı biyografisinde de bahsettiği gibi, o henüz ilk çocukluk döneminde ağır bir imtihan ile tanımış hayatı. Ayakları onu istediği yere götüremeyince, elleri istediği yerleri çizmek için belki de kalemi yoldaş edinmiş 'çitlerin arasından bakan yeşil gözlü çocuk'.

Kim öğreti ona çizmeyi? Kimden ders aldı? Kimdir Hasan Aycın’ın ustası?

Şüphesiz ki en büyük öğretici olan “Rab” den gelen “kun!” emriydi kalemi ruha bürüyen de Hasan Aycın’a çizgiler ile yürümek şöyle dursun, uçmayı öğreten. Pirinç çuvallarının üzerinde çizgiyle hemhal ettiren de “Bocurgat” olmuş gönlünün derinlerindeki derdini biçimlere döktürende ‘O’. Kendi izinde yürümek diyor Cemal Şakar, Çizgizarı anlatmaya başladığı ilk satırlarda. Yıldızlı bir gece vakti yürüyüş istikametinde Rabbi’sinin olduğunu bilerek, emin adımlarla karanlığa rağmen yürüyen adamdı Aycın. Cemal Şakar üstadın, Aycın’ın bazı çizgilerini meallemekle beraber onu tanıyor olmanın verdiği muhabbet ile ki bu kitabın her satırına sirayet etmiş; Aycın’ın insani yönleriyle çizgilerinin arasında ki uyumu aktarmış deneyimli kalemiyle. Sayın Şakar değerli sanatkârı mesleki açıdan tanıtmakla kalmamış, onu bize iyi insan samimi Müslüman portresi olarak da anlatmış. Aycın olduğu gibi görünen ve göründüğü gibi olan biri olduğu için çizgilerinde yabancılık çekmiyoruz zira o bizden biri olduğu kadar arkamızı döndüğümüz vakit hançerlenmeyeceğimizi bildiğimiz güven telkin eden ender bulunur bir insan aynı zamanda.

Nesneyle kurulan ilişki öncelikle sanatçının bilinciyle bir anlamda ideolojisiyle ilgilidir. Bu bilinç sanatsal formu da zorlar, kırar, büker, böylece kendine uygun biçimi bulmaya çalışır. Bu anlamda Aycın’ın eşyayla kurduğu ilişki rikkatli, nazik ve özenlidir. Çünkü her şeyi Allah yaratmıştır; dolayısıyla her şey hürmete layıktır. Asıl olan, şeyleri yaratıldığı ilahi takdire uygun olarak kavramak ve uygunluk içinde ifade etmektir. Aksi zulümdür. Bu nedenle onun çizgileri bizatihi kötü, çirkin, fesat yoktur. Fıtri insanın öfkesi ve zaman zaman şaşkınlığı, insanların bozulduğu, tahrip ettiği düzene yöneliktir. Onun derdi; her şeyi ait olduğu bağlama oturtmak ve şeyler arasında kozmik bir ilişki kurmaktır.

Cemal Şakar bu paragrafta Aycın’ın derdini meselesini net olarak özetlemiş. Aycın’ ın çizgilerinde ki sırlı etkileşimi ise şu cümleler ile özetliyor; “çizgilerin anlam-değer yüklü olması sanatçının aynı değerler dizgesine sahip olmasıyla ilgilidir. Bu bağlamda sanatçıların eserleriyle arasındaki otobiyografik mesafe hep tartışılmıştır. Her çizgi onun sahip olduğu anlam-değer dizgesine sonuna kadar bağlıdır. Çizgilerle sanatçı arasındaki otobiyografik mesafesizlik nedeniyle neredeyse Aycın’ la çizgisi arasında özdeşlik duygusu yaşarız. Sanki çizgideki figür Aycın’ın kendisidir. Bu münasebetle olayın tam merkezindeymişiz gibi bir hisse kapılırız. O an, oradadır ve olanlara şahitlik eder; çözümler, yorumlar ve yargıda bulunur. Çizgileri hep bu yargının sonucudur.

Öğreticiliğin esaslarından hatta özüdür belki de insana, talebeye, mahlûkata ayna olmak. Sır sanatta kendisini görmesini sağlamaksa eğer, Aycın’ın kaleminde var olan bu aksisedayı görmemek mümkün değil. Saygıdeğer ustanın sessizliğindeki çığlığı duymamak için sağır olmak gerek.

Cemal Şakar’ın kaleminden Hasan Aycın’ın Çizgisi kitabı işte tam da bu yüzden okunmalı. Görmekte ve duymakta umarsız olabilir insan yahut gönül gözü keskinliğini yitirmiş olabilir. Böyle zamanlarda Şakar gibi usta kalemler mevzuyu alır, çok yönlü olarak detaylandırır, bizler için inceler inceltir ve özümsememize yardımcı olur.

Bu değerli eseri okumanız için onlarca sebep sıralayabilirim fakat Cemal Şakar ustanın “Hasan Aycın’ın Çizgi’si” eserinde ki zihin tutkalı vazifesi gören Aycın’a dair “doğallığın çizgilerde ki yansımasından” yola çıkarak yalın bir biçimde diyebilirim ki; Alın ve okuyun bu kitabı çünkü ustalardan öğrenecek çok şey var.

Dilek Erdem
twitter.com/Dilek_Erdem_

29 Eylül 2017 Cuma

Kaybolan şehir ruhunun öyküleri

İstanbul'a, şehre, mahalleye, bozkıra dair kitaplar okumayı seviyorum. Bu kitaplar arasında beni hayal kırıklığına uğratanlar da var, içimdeki şehir sevgisini körükleyenler de. Yalnız şu önemli: Şehir romanları ve hikâyelerinin içindeki konu(lar) çoğu zaman öyle bir seviyeye ulaşıyor ki, şehir sadece bir dekor olarak kalıyor. Bu durum mahalle için de geçerli. Mesela bir taşra romanını okuyoruz ama içinde taşraya dair izler yok ya da eksik. Her şey bir mahalle kahvehanesinden ya da 'oralara' alışmaya çalışan öğretmenden, doktordan ibaret değil, olmamalı.

Boğaziçi Yalıları kitabında Abdülhak Şinasi Hisar, "İhtimal ki hiçbir şey eylül sonlarının bu yumuşak ve ancak bazı tecrübeli kadın gözlerine ve yüzlerine benzetilecek munis günlerinin gönlümüze döktüğü şefkat ve şiir tadına erişemez" diyor. Sonbaharda şehirler, bilhassa kadim şehirler bir başka oluyor. Hakikatle nefsî ihtiyaçların arasındaki mesafe genişliyor; insan, hayatına anlamına yönelik daha çok soru(n) üretiyor, çözüm için yollara düşüyor. Bir uyanış hâli bu. Nitekim Nuhan Nebi Çam da kitabına güzel bir isim seçmiş: Uyanma Bildirisi.

Öykülerinde İstanbul'un silinmiş yüzünü, esasen de İstanbul'un aslını konu edinmiş bir yazar Nuhan Nebi Çam. Bu yüzden şehir onun metinlerinde bir dekor olarak değil, 'görülmesi gereken yer' olarak duruyor. Buhurizâde Mustafa Itrî'nin segâh ilahisi ile başlayan yolculuğunda bir yandan şehrin 'görünmeyen' izlerini canlandırıyor okuyucuya, bir yandan da akıp giden zamanın yok eden, ruhsuz, metal ve otomatik yanlarını irdeliyor. Kimi zaman hüzünle yürüyor, kimi zaman da öfkeli bir şekilde koşturuyor. Tüm bunları yaparken de hakikatle olan bağlantısını sorguluyor, bir hasreti tüttürüyor göğüs kafesinde. Hakikat lezzetini, hakikat aşkını tatma, tadabilme hasreti:

"Beni ansızın İstanbul tanırdı. Gözlerimden bir şeyler okurdu. "Ah, evet... Yine o ruh hâli." derdi. Sakallarım bir karış uzardı. Virdimi hiç aksatmazdım. Tevekkül içinde beklerdim. Sarhoşlarına sokağına takılırdım. Sarhoşların ve unutabilenlerin. Şeyhsiz kaldığım zamanları düşünürdüm. "Üstadım böyle buyurdu." diyenlere imrenirdim. Ustasız, hocasız kalırdım. Bir sahilde, dalgaların coşkunluğunda, ruhumu dinlerdim." [sf. 12]

Uyanma Bildirisi, anlatı acaba yazarın kendisi mi yoksa bilinmez, çözülmez bir karakter mi diye düşündürüyor sayfaları boyunca. Bazen bir göl martısı olarak ortaya çıkıp Ferîdüddin Attâr'a sitem ediyor onu da halkasına almadığı için. "Süleyman Peygamber'in sırdaşı ve postacısı olan hüthüte giden, ona yalvar yakar "Bizi padişahımıza götür." diyen nadimler arasına beni katmadın ya. Alacağın olsun." der. Bazen de bir deniz martısı olur, özünü kaybetmiş, çevresine zaman zaman huzursuzluk veren bir martıya. Oysa ondaki bu hâl, şehirle doğrudan alakalı bir hâldir:

"Deniz martısı olmak oksijenin kaynadığı derin ormanlardan mahrum kalmaktır. Huzur, nerede ki? Metropolün akşamı akşam değil, sabahı sabah. Bir caddedir. Trafik ansızın kilitlenir. Bağrışlar, küfürler, isyan çığlıkları. Olanları yukarıdan, bir sokak lambasının tepesinden seyretmek iyi hoş da, bu insanlar çok ateşli. Kendilerini, duruşlarını, hayat alanlarını kirlettikleri gibi bizim sınırlarımızı da ihlal ediyorlar. Bu şehri de bozdular..." [sf. 23]

Kitaba ismini veren öykü, bir arayışın hikâyesi. İnsan yığınını "milyonlarca kol" olarak betimlemiş yazar. Onca karanlık içinde bir bakkalın camlarından sızan aydınlığı da 'muhakkak' anlatıyor. Sonra okuyucuyu 'uykunun ağırlığı'yla birlikte bir güzel rüyaya çekiyor. Fatih Türbesi, Amiş Efendi, fena, bir hırka, bir lokma, ideal aşk, Kur'an'dan ayetler, meşreb-i melamet...

Sesin ahenkli olanıyla, yani müzikle başlayan kitap müzikle sürüyor. Bazen batıdan bazen doğudan örneklerle. Anadolu topraklarından çağıldayan ve fakat şimdi aramızda fersah fersah uzaklık olan irfan, bazen bir öykünün sonunda kendine yer buluyor:

"Kays'ın Leyla'yı anlatırken "Onun semtinde yaşayan bir köpekle karşılaşsam, gözlerini, yanaklarını sulu sulu öperdim." deyişi yok mu? Beni siz çıldırttınız, siz: Aymaz adam, sokaklarda işsiz güçsüz gezen İstanbul'un ahalisi. Ve özellikle sen, Süheyla... Şimdi ellerim ceplerimde, kederli başım. Yollarda yürümeye görevliyim." [sf. 58]

Uyanma Bildirisi'ndeki en sarsıcı hikâyelerden biri Fatiha Tefsiri. İsmiyle, cismiyle, kurgusuyla, okuyucuyla arasına yerleşen o duygu bağıyla olağanüstü. En güçlü sokak lambasının altında İbnü'l-Arabî'den Füsûsü'l-hikem okuyan bir karakter var karşımızda. Bir iç huzursuzluğunun şehir içi nöbetini gördüm bu hikâyede. Kendimi kattım okurken ve bu katışımda hiç sırıtan bir şey olmadı. Çünkü biz şehir ahalisi, çok yakınız öyküde anlatılanlara. Kimimiz var'ı arıyor, kimimiz yok'u, hiçliğin peşine düşmek kimsenin aklına gelmiyor, gelmez. Bu öyküde Ahmed-i Hani'nin bir şiiri de var, "Ey gönül sahiplerinin gönüllerinin sevgilisi / sensin gönülleri kendine doğru çeken" demiş şair. Metinler içinde bir nefes oluyor. Böyle çok şiir var kitapta nefes niyetine; Yavuz Bülent Bakiler, Cahit Zarifoğlu, Necip Fazıl...

Bilge Kültür Sanat tarafından neşredilen Uyanma Bildirisi, Nuhan Nebi Çam'ın öykücülüğüne 'parıldayan bir yeni' olarak katılmış. İstanbul'un bir ruhu vardı. Bunu söyletiyor sanki...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Bizim tuhaf modernleşmemizin romanı

Cevdet Bey ve Oğulları, Orhan Pamuk’un Nişantaşılı bir ailenin ‘üç kuşak hikâyesini’ anlattığı, Milliyet Yayınları Roman Armağanı ve 1983 Orhan Kemal Roman Armağanı ödüllerine sahip ilk romanıdır. Yirmi iki yaşında yazmaya başladığı bu romanı Orhan Pamuk, yirmi altı yaşında bitirmiştir. Bu sebeple o günün edebiyat çevresi, “Olur mu canım, babası yazmıştır.” gibi sözler söylemekten geri durmamıştır. Bu açıdan bakıldığında da cüretkâr bir ifadeyle Cevdet Bey ve Oğulları, kişiye roman yazma ilhamı ve isteği veren bir kitap olarak karşımıza çıkıyor.

Romandaki karakterlerin derinlikleri veya sığlıkları, zamanın akıp gidişi karşısında insanın umursamazlığı ve hayatın gelip geçiciliği karakterler üzerinden çok usta bir şekilde işlenmiştir. Okuyanı da düşündürmeye teşvik eden bir kitap. Ki en basit bir misalle bir karakterin acısı veya ölümü, okuyucuda kişinin kendi yakınını kaybetmişcesine üzüntü yaratabiliyor. Mekan tasvirlerinde, Orhan Pamuk, o zamanlar genç yaşına rağmen oldukça başarılı bir anlatım sergilemiş. Bu bağlamda Meşrutiyet döneminden, ta yetmişlere kadar İstanbul’un bilhassa Nişantaşı ve çevresinin nasıl değiştiği, devletin yönetildiği Ankara’nın bohem dolu sokakları ve aile hayatı ve Kemah’ın uçsuz bucaksız toprakları ve güzellikleri de okuru sıkmadan ama bir ayrıntı uzmanlığı ile sade ve akıcı bir biçimde anlatılıyor.

Bu romanda aslında her tip insana dair bir eleştiriye rastlamak mümkündür. Dönemin burjuva insanlarının yaşadığı modernleşme heyecanından tutun da batı özentiliği, cumhuriyetin hiç de düşünüldüğü gibi devletin işleyişinde net değişmeler getirmediği, kadın-erkek ilişkileri ve arayışları, “hayatta ne yapmalı?” gibi felsefi sorular, yeni gelen kuşakların geçmişe olan kayıtsızlığı ve karakterlerin yaşadığı kişisel bunalımlara kadar birçok duygu çok iyi anlatılmıştır. İkinci kez okunmayı hak eden bir romandır.

Karakterlerden ayrı ayrı bahsetmek istemiyorum. Çok fazla detaylı bilgi verip heyecanınızı söndürmek istemem. Orhan Pamuk hakkında ön yargısı olanlar için, Cevdet Bey ve Oğulları bir an önce alınıp okunması gereken bir kitap. Benim de her Türk okurunda olduğu gibi Pamuk ve kitapları hakkında çok fazla ön yargım vardı. Fakat bizler sanata ve edebiyata yönelik bakmalıyız diye düşünüyorum. İçeriğe isteyen katılır istemeyen katılmaz. Bu sebeple, çokça düşünerek, yeri geldiğinde yadırgayıp karşı çıkarak, bazen katılarak, bazen gülerek bu kitap okunmaya, Işıkçı ailesi ise tanınmaya müsaittir.

Kitaptan alıntılar:
- Türkiye'de resim yapmak insanın bağıra bağıra konuşması gereken bir ülkede dilsizliği seçmek gibi bir şey.
- Eğer denge denen şey hayatın akışına kendini bırakmaksa... Eğer kolay mutlu olmaksa denge, biraz dengesizleştim galiba...
- Niye aramızdaki ayrılıkları büyütüyorsun?
Büyütmüyorum! Bu sağlam bir beraberlik olsun istiyorum. İlkesiz, eleştirisiz bir birlik hemen çözülmeye mahkumdur!
- Eskileri bir bütün içinde sanmak, eskiler kadar eski bir yanılgıdır.
- ...Üstelik bizim memlekette dik başlı olmak, kendi kendine karar vermek hoş bir şey değildir ki! İnsan her zaman daha iyi bilen, daha iyi düşünen birine kendini emanet etmeli, birisine bağlanmalı, bir inancı benimsemeli.
- ...Cumartesi saat bire doğru Nişantaşı meydanı cıvıl cıvıldı. Trafik tıkanmıştı. Caddenin ortasında bir polis elini kolunu sallıyor, düdük çalıyordu. Bir troleybüsün boynuzu telden kurtulmuş asfalta doğru eğilmişti. Açılan kapıdan şoför çıkıyor, üniformalı iki lise öğrencisi ona bakıyordu. Karşı kaldırımda çingeneler sepetleriyle dizilmiş çiçek satıyorlardı. Dolmuş durağının ince sesli değnekçisi birisine sesleniyordu. Ayakkabı boyacılarının üçü de müşteri bulmuştu. Galiba fazladan, bir de bekleyen müşteri vardı. Şık bir kadın cumartesi alışverişinden dönüyordu. Mini etekli bir genç kız bir butik’in vitrinine bakıyordu. Nişantaşılılar için belediye tüzüğünde gösterilenden daha beyaz ekmekler satan bir kaçak ekmekçi sepetin üzerine örtüsünü sermiş troleybüsün boynuzuna bakıyordu. Yanında tombalacı vardı. Köpekli bir kadın önlerinden geçiyordu…
- Şunu bil ki, devlette yükselmek için çalışkanlık ve zeka kadar, hatta daha çok, çevre ve ilişkiler önemlidir.

Yusuf Karakurt
twitter.com/sanatkemkum

28 Eylül 2017 Perşembe

Her örfün ve âdetin mutlaka bir manası var

İnsan, dünyaya geldiği andan itibaren başkalarıyla birlikte yaşar, toplum dediğimiz şeyin bir parçasını oluşturur. Yapmasına izni olan şeyler ve yapmamasını gerektiren şeyler vardır. Bunların bir kısmı yazılı kurallarla, kanunlarla, yasalarla bellidir. Bir kısmı ise yüzyıllardan beridir sözlü olarak insanlar arasında bilinen ve uygulanan kurallardır. İnsanlar arasında sözlü olarak doğmuş, büyümüş, gelişmiş ve yaşamaya devam etmiş kurallardır. Örf, anane, adet, gelenek, görenek, töre gibi kelimelerle adlandırılan bu kurallar “Halk Hukuku”nu meydana getirirler.

Hukuk ve hukuk tarihi ile ilgili pek çok kitap olsa da 'Halk Hukuku' konusunda yazılmış eser sayısı oldukça azdır. Yrd. Doç. Dr. Aysun Dursun'un hazırlamış olduğu ve Ötüken Neşriyat tarafından kültür dünyamıza kazandırılan Türk Halk Hukuku, alanındaki önemli bir eksikliği gidermeye aday bir eser. Hali hazırda Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi'nde Yardımcı Doçent Doktor olarak akademik hayatına devam eden Aysun Dursun'un 2014 yılında hazırladığı doktora tezinin yeniden gözden geçirilip, değerlendirilmiş hali olan kitap, bir doktora tezinin bilinen handikaplarını üzerinde taşımaktan çok uzak. Pek çok akademik çalışmada görülen kakofoni şık bir şekilde atlatılmış. Temiz ve duru bir Türkçe eserin tamamında kullanılarak okuru kolayca metinde tutan bir dil kurulmuş.

Hukukun temel kavramları ve kaynaklarını anlatarak başlayan eser Dünya ve Türk hukuk sistemleri tarihinin muhtasar anlatımını yaparak okuru metne hazırlıyor ve daha sonra Türk Halk Hukukunu iki bölümde inceliyor.

Birinci bölümün adı “Özel Hukuk İle İlgili Örf ve Adetler”. Bu bölümde aile hukuku, doğum, çocuğa ad verme, sünnet, evlenme (kız kaçırma, görücü gitme, kız isteme, nişan, çeyiz serme, düğün, evlat edinme, boşanma) ile ilgili örf ve adetlerin ne olduğu, hangi yörelerde nasıl farklılıklarla uygulandığı örnekler verilerek detaylıca anlatılıyor.

Her örfün, âdetin mutlaka bir manasının olduğunu da birçok kez daha anlamış oldum bu kıymetli çalışmayı okurken. İlk aklıma gelen örneği vermem gerekirse, günümüzde halen sıklıkla yapılan ve adına 'çeyiz serme' denilen bir âdetimiz var. Eserden alıntı yaparsak eğer: “Bu gelenek, bazı bölgelerde kızın evinde, bazı bölgelerde ise düğün sırasında damadın evinde yapılır. Düğün günü, komşu kadınlar, damadın evine çeyiz görmek için davet edilir. Ayrıca 'güveyi donatması' geleneği bağlamında babanın oğluna bağışlayacağı mal, şahitler huzurunda beyan edilir. Bu malların tören havası içinde sergilenmesinin amacı kızın, erkek evine; erkek evinin de kız evine getirdiği malların belirlenmesidir.”. Günümüzde yarım yamalak diyebileceğimiz şekilde devam eden bir âdetin kökünün buradan geldiği anlaşılmaktadır.

İkinci bölümün adı “Kamu Hukuku İle İlgili Örf ve Adetler”. Bu bölümde ise yerleşim düzeni ile ilgili adetler (kışlak ve yaylak düzeni, köy-kasaba-şehir düzeni), toplumsal ilişkilerle ilgili adetler (selamlaşma, ses tonunu kullanımı, kalıp hareketler, bayramlar-törenler-kutlamalar, toplumsal dayanışma, karşılama-ağırlama-uğurlama, yemin) ve ceza hukuku ile ilgili (hırsızlık, cinayet, kan davası, zina) adetlerin ne olduğu, hangi yörelerde nasıl farklılıklarla uygulandığı örnekler verilerek detaylıca anlatılıyor.

Şehirde doğup büyüyenlerin hiç bilmediği ve bilenlerin de belki de şehirde yaşaya yaşaya unuttuğu bir geleneğimiz var, başaklama. Sözü kitaba verecek olursak: “Başaklama, eski Türklerde var olan tarım geleneğini anlatır. Ekin biçildikten sonra demetlere giremeyen ve tarlada kalan başaklar, bunları toplayan yoksul köylülerin hakkı olarak görülmüştür. Başakları toplayan kişilere başakçı, yapılan işe başaklama denmiştir... Başaklama Anadolu'da görülen ve geçerliliğini koruyan geleneklerden biridir. Aydın yöresinde, üretici, ürünü (incir, zeytin, narenciye vs.) aldıktan sonra yoksul kişilerin toplaması (başaklaması) için, bir kısım ürünü tarlada / bahçede bırakır. Tarlada bırakılan ürün ne kadar çok olursa toplumsal saygınlığın ve manevi doyumun o oranda yüksek olduğu düşünülür.

Yıllar boyu kuşaklar arası aktarılan kurallar bütünü olan halk hukuku kişilerin hal ve hareketlerinin şekillenmesinde belirleyici bir rol oynar. Ve halk hukuku doğru işletildiği takdirde, toplumda yapılması gerekenlerin ve yasaklananlarının uygulanmasında adil bir yaklaşım sergileyerek insanlar arasında sağlıklı ve huzurlu bir iletişimin oluşmasını sağlar. Sağlıklı ve huzurlu topluma ulaşmak için resmi hukuk kadar halk hukuku da büyük önem taşır.

Akademisyen/yazar Aysun Dursun, bu eserle yapmış olduğu ve yapmaya aday olduğu şeyleri kitabın sonunda şöyle belirtiyor: “Bu çalışma geniş bir literatür taraması sonucu örf ve adet hukukunun gündelik hayat içindeki işlevselliğini ve geleneğin devamlılığını sağlayan toplumsal kabullerin kültürel, tarihi, halk bilimsel ve sosyolojik temellerini ortaya koymaktadır. Tarih, hukuk, antropoloji, psikoloji, sosyoloji, gibi disiplinler arası pek çok çalışmaya temel teşkil edebilecek bu eserin yeni araştırmalara kapı açması beklenmektedir.

Ali Eyi
twitter.com/alieyi

Saç mı kesmeli, adam mı vurmalı?

Tayfun Pirselimoğlu ismine sinema alanından aşina olduktan sonra fark ettiğim “Berber” romanı, yazarın biyografisine de bakmamı gerektirdi. Senarist olarak tanıdığım Pirselimoğlu’nun yazarlık açısından da hayli verimli olduğunu gördükten sonra (beş roman, iki hikâye, bir anı) böyle bir yazarı nasıl ıskaladığım konusunda kendi kendime söylendiğimi hatırlıyorum.

Berber” yazarın son romanı. İletişim Yayınları’ndan neşredilen ve 252 sayfadan oluşan kitap, 2016 yılında ilk baskısını yaptı. Başkarakteri bir berber, aynı zamanda da birçok kişiyi gözünü kırpmadan vuran bir katil olan “Berber”in başından geçen bir dönemi kronolojik olarak kitapta bulabiliyoruz.

Önce hukuk fakültesinde bir yıl, ardından veterinerlikte bir sömestir, ilaveten edebiyat fakültesinde iki yıl okuyup sonunda hiçbirini beceremeyip baba mesleği berberliğe dönen biri olarak tanımlıyor yazar bize “Berber”i. Hayatını baba mesleğinden ziyade katillikten kazanan kahramanımız, M’den aldığı cinayet siparişlerini sorgulamadan, iyi bir para karşılığı gerçekleştiriyor. Hayatı bu rutinde akarken gelişen olaylar neticesinde kendini, başlarda çok sorgulamadığı, fakat sonrasında hiç hoşlanmadığı bir şekilde N’nin verdiği görevleri yerine getirirken buluyor ve istemediği olaylar neticesinde kendi kıyametini hazırlıyor:

Çaresiz bir halde tam bilemediğim bir menzile doğru gittiğim aşikârdı ve önünde sonunda, soruların huzursuzluğu gelip yakama yapışıyordu. Olanı biteni ayrıntısıyla düşünüp tartma konusunda her gönülsüz girişimim o karanlık odadaki zavallılığımı aklıma getirdiğinden yerini hemen derin bir yeise ve yenilmişlik duygusuna bırakıyordu. Bunlardan sıyrılmam hiç kolay değildi."

Yazar, kitabın “Berber”den sonraki en önemli karakteri olan N’nin normal bir vatandaşken nasıl siyasetin en tepelerine çıktığını, kendi görüşleri çerçevesinde “Berber”in bakış açısıyla açık şekilde anlatır. Hayatın her alanında yer alan liyakatsizliğe, adam kayırmacılığa, sorgusuz itaate değinen Pirselimoğlu, bunları roman içinde eriterek genelde sırıtmayacak bir şekilde okura aktarır. Kitabın belli bir kısmında politik dokundurmaların dozunu artıran yazar, roman havasından çıkmadan ve merak unsurunu kitabın her bölümünde hissettirecek şekilde bunu sağlamıştır:

-Seni MKY’ye koyacağım, dedi.
-Anlamadım?
Gerçekten hiçbir şey anlamamıştım. Sigarasından derin bir nefes daha aldı, sonra ağzından dumanlar salarak,
-Anlamadığını biliyorum, dedi. Önemli değil, hiç önemli değil.
-Nasıl değil?
İfademden bir mana çıkartmaya çalışır gibi beni süzmekteydi. Gözlerimi kaçırdım.
-Siyaset hem zor, hem de kolaydır, dedi.
Ancak o zaman sözünü ettiğinin partiyle, bu kongre hikâyesiyle ilgili olduğunu kavradım.
-Ben gerçekten bu parti şeylerinden… anlamıyorum, diye tekrarladım.
Bu tavrımdan sıkılmış gibi suratını ekşitti.
-Dedim ya önemli değil. Her şey ayarlandı zaten. Senin bir şey yapman gerekmiyor. Sadece yüzüğünü takmayı ihmal etme. Bu kadar. Anladın mı? Bu kadar…

Kitap iki ana olay üzerinden akıyor diyebiliriz. İlki “Berber”in kendi cinayet ve günlük hayatı, diğeri ise Meryem’le olan aşk hayatı. Meryem’le olan hayata daha az ağırlık veren yazar, diğer kısmı oldukça detaylı işlemeyi başarmış. Zaten kitabın sonunda bu iki olay birbiriyle çarpıcı bir şekilde olmasa da birleşiyor diyebiliriz.

Abartılı bir tespit olacak olsa da, distopik özellikler gösteren bir roman diyebiliriz “Berber”e. Yazar, kitapta sürekli olan kasvet halini bir de kar ve kış metaforlarıyla destekleyince zaten anlatılan atmosferi şen şakrak karşılayamıyor okur. Kafkaesk bir tarz var diyebiliriz roman için. Buna bir de karakterlerin birçoğunda olan ‘gizemli hâl’ eklenince, okur kendini sonunun nereye varacağı bilinmeyen bir macerayı takip ederken buluyor. Kitabın ilk başları daha durağanken 69. sayfadan itibaren (gerçekleşen bir olayla) merak düzeyi ve tempo, kitabın sonuna kadar sürüyor.

Roman, merkeze “Berber”i alsa da, çevresindeki birçok kişiyi de detaylı fakat gizemini kaybetmeyecek bir şekilde inceliyor. Baştan sonra kadar “Berber”in bakış açısından anlatılan romanda bazen gereksiz gizem oluşturacak ögelere de yer verilmiş (kast ajansında Meryem’in fotoğrafını görmesi gibi). Fakat bu ve bunun gibi ufak tefek olumsuzluklara rağmen (bazen uzun betimlemeler) rahat bir okuma imkânı sağlıyor yazarın üslûbu bize. Hatta bir oturuşta bitirebileceğimiz bir roman desem abartmış olmam (dili ve merak ettiriciliği sayesinde)

Polisiyeyi, siyaseti, nadiren de olsa gerçekleşen doğaüstü olayları, rüyaları, umursamazca başlayıp bir tutkuya dönüşen aşkı, insan psikolojisini ve birçok unsuru içinde barındıran kitap, olağandan kopmadan birçok şeyin göründüğü gibi olmayabileceğini de gösteriyor bize. Yazar olmakla senarist olmanın çok farklı şeyler olduğunu düşünüyorum. Pirselimoğlu’nun yazarlığın da hakkını verdiği kanaatindeyim.

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

26 Eylül 2017 Salı

Arka sokakların kara hikâyesi

Arka sokak tabiri arsız kentleşmeyle birlikte dönüştü ve niteliğini kaybetti. Orası sanki mahalleden de ayrı, hemen herkesin birbirini tanımak zorunda olduğu, "netameli" olarak görülen yerlerdi. Kendine has bir yaşantısı vardı şüphesiz; kendi güvenliği, kendi üretim-tüketim ihtiyacı. Dedikodularıyla, kavgalarıyla, abi-kardeş ilişkileriyle bir şekilde sürüp giden arka sokaklar, bazı şehirlerde yaşamaya devam ediyor. Kimisi politik imajıyla kimisi de ekonomik vaziyetiyle kendince bir "mücadele" veriyor.

Gerisi Pek Mühim Değil, bazı dergilerde ve fanzinlerde öyküleri yayımlanmış 1992 İzmir doğumlu bir yazara ait: Onur Güzeldiyar. Soyadının tam tersine, bize İzmir'in arka sokaklarındaki bir yaşantıyı, kara bir yaşantıyı sunuyor. Oldukça akıcı, delifişek, gergin ve ara nağmeleri hüzünlü olan bu hikâye, İthaki Yayınları etiketiyle Türkçe edebiyata güzel bir katkı aynı zamanda.

Yaşadığı zaman içinde sürekli kendini yarım hisseden gençlerden örülü bu arka sokaklar. Kendini tamamlamak için türlü arayışlarla her türlü hengameye katılıyor buranın gençleri. Alkole, uyuşturucuya, kavgaya, bağırışa, çağırışa. Son derece gerçekçi olan bu hikâyede Hırsız, Kara, Liseli, Kadife, Dayı gibi sanki hep 'kod adı'yla anılan ana karakterler mevcut. Aralarında öne çıkanlarının derdiyse hep aynı: Bu hayatın saadete yanaşan bir tarafı var mı? Varsa nerede? Neredeyse nasıl ulaşılır? İşte bu sorulara yanıt ararken insanın en sık yaptığı şey, yaşı kaç olursa olsun bellidir: Kendi kendine konuşmak.

"Çok param olmasın, yetecek kadar olsun, huzurum olsun, birazcık mutluluk istiyorum lan, vallaha çoğunda bile gözüm yok, birazcık ya, birazcık işler yolunda gitsin, biraz insan arasına karıştığımda utanmayayım artık. Eli yüzü düzgün çocuksun aslında. Evet öyle diyorlar. Sorun ne peki? Bilmiyorum. Merak etme sırf sen değilsin bu cehennemin günahkârı, herkes kendince sıkıntıda." [sf. 63]

Arabeskin ve türkülerin olmadığı arka sokakları düşünmek imkânsızdır. Duvarlarında "Semtimizde havalimanı yok fakat pilotumuz çok", "esrarlı gözler", "ne kadar polis varsa bir o kadar da müptezel var" gibi yazıların duvarlara çöktüğü arka sokaklar bu hikâyenin dinamosu. Müzik bazen yüksek sesle ve arkasında "baba yorgun" yazan bir arabadan, bazense alçak tonda bir evin penceresinden süzülüyor mahalleye. "Tatlı dillim güler yüzlüm ey ceylan gözlüm", "bunca yıldır daldan dala konarsın, yuva yap bir dala kal gayrı gönlüm", "gelenden geçenden haber sorayım, Zahide'm bu hafta oluyor gelin", "akar can özümden sel gizli gizli" dizeleri eşliğinde meczup mu yoksa bilge mi olduğu anlaşılmaz abilerin sohbetleri de sarsıyor gençlerin kalbini.

"Ne yapayım oğlum Sokrates'i, ben felsefe okumuş mezun olmuş bir güzelden bahsediyorum... Böyle omuzlarına dökülen siyah saçları olsun, kakülü olsun kaşlarına düşen, kucağına yatırsın beni uzun uzun felsefe tarihini anlatsın, Spinoza'dan girsin Kant'tan çıksın, ben hiçbir şey anlamayayım Kant'ı anlattığında ama belli de etmeyeyim tabii, sonra o Hegel'i anlatırken gülümseyeyim, o sırada saçlarımı okşasın, hoşuma gitsin, Aristo'ya gelince sıra söveyim, ağzımdan çıkan küfrü yutmak istermiş gibi öpsün ağzımı, o Aristo deyince benim aklıma Marakeş'te sıkıntılar içinde kıvranan İbn-i Rüşd gelsin, ona sıkılmayı ve astronomiyi anlatayım böyle..."
...
"Bu İbn-i Rüşd denilen adam niye sıkılıyormuş peki?"
"Gözden düşmüş yeğenim... Gözden düşmüş..." [sf. 98-99]

Bıyık bırakmanın konuşma âleminden susma âlemine bir terfi, her bakanın gözüne çarpan bir ünlem olduğu "gençlik" zamanlarına uzakları çok seven adamların dâhil olmasıyla, hikâyedeki stres artıyor. O bildiğimiz, bol vicdan sosuna bulandırılmış ve merhametin köpür köpür kaynadığı metinler değil, kapışmaların ve hayata tutunmanın tüm gerçekçiliği okunuyor sayfalardan. Sanki 'kavgadan yeni çıkmış' gibi yazmış Onur Güzeldiyar.  Gençlikle intiharın arasını fazla açmamış ama intiharı bir kaçış olarak da betimlememiş. Sanki geride kalanlara bir hakaret, son bir söz niyetine, neredeyse tüm karakterlerinin içine bir intihar duygusu serpiştirmiş. Bazen bu duygu, hayal dünyası oluvermiş.

"Anne ben hayal dünyasında yaşıyorum galiba!"
"Olsun oğlum, orası da Allah'ın bir yeri sonuçta..."

Aşırı "dertten neşeli" olanlar, sevdiği kızı göz göre göre "kaçıranlar", sıkıntıyı şişelerle, ıstırabı "dumanı bol" gecelerle savuşturanlar, dostluklar, ayrılıklar, abiler, kardeşler, borçlar ve alacaklar... Bir "insan olma/kalma mücadelesi" belki de bu hikâye...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Bir intihar yazarı: Stefan Zweig

“Ne bilim, ne felsefe, ne de beşeri sevgiler insan ruhundaki boşluğu dolduramazlar.”
- Pascal

“Yargı kesin: Acı duymak ruhun fiyakasıdır.”
- İsmet Özel, Esenlik Bildirisi

Edebiyat alanında sözü geçen yazar, şair veya eleştirmenlerce sık sık belirtilen, artık bir kanun haline gelmiş bir yargı vardır: İnsan ruhunun inceliklerini, açmazını, derinliğini, kirini ve alçalmışlığını en iyi anlatan yazar Dostoyevski’dir. Evet, bir yere kadar bu yargıya katılıyorum; fakat iş o raddeye geliyor ki, ‘Dostoyevski’den başka bu durumu gerçekçi ve başarılı bir şekilde eserlerine yansıtan yazar yoktur’a dayanıyor. İtiraz ettiğim konu burada devreye giriyor. Dostoyevski’yi anlatmaya gerek yok. Dostoyevski Dostoyevski’dir. Fakat Dostoyevski’den sonra, yirminci yüzyılda, insan ruhunun karanlık yüzünü başka yazarlar da oldukça başarılı bir şekilde eserlerine yansıtmıştır. Benim favorim ise Stefan Zweig’dır.

Henüz, siparişi yargıçlar tarafından verilmiş bu hayattan ne koku, ne yankı, ne de boya taşımamı yasaklayan belgeyi imzalamama yaklaşık on ay vardı. Vatanımın güzide bir sınır ilinde askerliğimi Rehberlik ve Danışma Merkezi’nde yedek subay psikolojik danışman olarak yaparken, bana tahsis edilen odada, ilk zamanların verdiği –ben neredeyim- buhranla elime belki de o zamanlar için en yanlış yazarın en yanlış kitaplarından birini almıştım: “Amok Koşucusu”. Kendi psikolojimi daha düzeltememişken diğer askerlerin psikolojik sorunlarıyla ilgilenme aşamasına geçmem gerekiyordu; fakat bir taraftan da o anlarda hissettiklerimi birilerine anlatmam gerekiyordu. Elime aldığım kitap ise tam tersi bir şey yaptı. Benim ne hissettiğimi daha ilk öyküden başlayarak seri yumruklar halinde üzerime yolladı: “Oda boştu, havasız gibiydi, kendisini hiç kimsenin istemediği bu yalnızlık içinde o da kendisini bomboş hissediyordu, boş, yararsız, tükenmiş ve yıpranmış; neden burada olduğunu ve neden buraya geldiğini anımsaması için biraz zaman geçmesi gerekiyordu. Günden ne bekliyordu ki titrek, ağır adımlarıyla sessizliği durmadan kat eden saatine böyle huzursuzluk içinde bakıyordu.

Stefan Zweig’in “Amok Koşucusu” adlı öykü kitabı, yazarın kendi ruh dünyasını belki de en çok açıkladığı kitap. Karısıyla birlikte “artık bu dünyada durmanın bir anlamı yok” diyerek Brezilya’da intihar eden yazar, Can Yayınları etiketiyle basılan, 7 öykü ve 191 sayfadan oluşan bu eserindeki her öyküde intihar temasını işliyor. Fakat sonunu bilmemize rağmen konuyu intihar aşamasına öyle ustalıkla getiriyor ki, intihar eden veya etmek üzere olan bir insanın psikolojik dünyasını bütün saydamlığıyla okura hissettiriyor. Hatta bazı öykülerin sonunda kahramanlar intihar etmese, -abartarak söylüyorum- ‘oldu mu bu kadar buhrana intihar etmemek’ diye düşünebiliriz bile. Yazarın intihar kavramına son derece vakıf olduğunu ve bu kavramın bilimsel yönünü de bildiğini düşünüyorum. Sonunda kendi intiharını da gerçekleştirerek pratik açıdan da bu durumu tamama erdirmiş diyebiliriz. Zweig, kitabın ilk öyküsü olan “Bir Çöküşün Öyküsü” adlı hikâyesinde, cafcaflı ve hareketli bir hayattan sessiz sakin bir hayata geçmeye çalışan kadının hikâyesini anlatırken en net hisleri yaşatıyor bence. Kendi açımdan da kitabı okuduğum zamanlarda hissettiklerimi en iyi yansıtan öykü, bu öykü olmuştu. Sayfaları açtığımızda insanı çarpan, yaşadığı ânı sorgulatan, hissedilen şeylerde bir karmaşıklık sezdiren bu öykü, Zweig’in iç dünyasını en iyi anlatan öykü kanaatimce. Hatta kitaba adını veren ve kitabın en uzun öyküsü olan “Amok Koşucusu”ndan bile önde görüyorum bu açıdan. Kitabın adı “Bir Çöküşün Öyküsü” olsa daha kötü olmazdı: “Ama burada gün ne kadar da uzuyordu. Saatler de tıpkı insanlar gibi ağır adımlarla ilerliyor gibiydiler, onları hızlandırmanın çaresini de bulamıyordu. Ne yapacağını bilemiyordu, içindeki sesler susmuştu, yüreğindeki neşeli müzik, kurma anahtarı kaybolan bir oyuncak saat gibi durmuştu. Her şeyi denedi, kitaplar getirtti ama en keyifli kitaplar bile sanki yalnızca birer yazılı kâğıttı. Üzerine bir huzursuzluk çökmüştü, yıllardır aralarında yaşadığı insanların özlemini çekiyordu. … istediği bir tek şey kalmıştı: Gece ve iyi haberleri alacağı sabaha kadar çekeceği deliksiz, düşsüz bir uyku.

Öykülerinde, başlarda mutlu olan insanların gitgide çöküşe doğru gitmesini büyük bir açıklıkla işleyen yazar, ölüm temasının insanda gerçekleştirebileceği hissizliğe de zaman zaman vurgu yapıyor. “Ölenle ölünmez” sözünü “Amok Koşucusu” adlı öyküsünde kendine göre açıklayan yazar, kaybettiğimiz kişileri unutuyor olabilmemizi sorguluyor: “Bir tek… bir tek şeyi aklım almıyor… nasıl oluyor da insan böyle anlarda yanındakiyle birlikte ölmüyor… nasıl oluyor da insan ertesi sabah uykudan uyanıyor, dişlerini fırçalıyor, kravatını takıyor… benim hissettiklerimi yaşayan biri nasıl oluyor da yaşamaya devam edebiliyor, onun soluğu, uğruna mücadele ettiğim, ruhumun bütün gücüyle elimde tutmak istediğim o ilk insan nasıl da elimden uçup gitti… nereye bilmem ama gitgide hızlanarak gitti, bense o hasta zihnimde bu insanı, bu tek kişiyi alıkoyabilmek için hiçbir şey bulamadım…

Zweig’in kitap içindeki “Amok Koşucusu” öyküsü, bazı değerlendirme yazılarında içerdiği bazı unsurlardan dolayı tenkit edilmişti. Özellikle siyahi insanlar için ırkçılık olarak addedilebilecek ve onları aşağılayabilecek şeyleri hiç çekinmeden öykülerine yansıtması en çok eleştirilen konulardan biriydi. Bu tür düşüncelere hak vermekle birlikte, yazarın kişiliğinden ziyade ortaya konan eserin değerlendirilmesi kanaatindeyim. Emrah Serbes’in dediği gibi edebiyat tarihi şahane şeyler yazmış berbat adamlarla dolu. Bir de “Zweig’ın düz yazıları iyi, kurmaca eserleri aynı başarıda değil” diyenlere hiç katılmıyorum. Zweig, kurmaca eserlerinde insan psikolojisini ve insanın karanlık yüzünü en iyi anlatan yazarlardan biri. Özel hayatının ve düşüncelerinin türünün bunu değiştireceğini sanmıyorum.

Dil konusuna da değinecek olursak; Stefan Zweig’in daha önce herhangi bir kitabını okuyan biri için değişen bir şey yok. İlk kez okuyacaklar içinse şunu diyebilirim ki, bu kadar akıcı bir anlatım ve sade bir üslûp her yazarda olan bir şey değil. Üstelik psikoloji gibi ağır bir konuda dili bu kadar rahat kullanabilmesi Zweig’in neden yirminci yüz yılın en iyi yazarlarından biri olduğunu gösteriyor.

Kitaptan bazı alıntılar:
- Ama saatler çok inatçıydı, söverek, yalvararak, altın vererek onları hızlandırmak olanaksızdı, uykulu adımlarla turlarını tamamlıyorlardı.
- Odaya yavaş yavaş akşam doldu, ama o akşamı hissetmedi. Çünkü akşam ağırdan alır. Öğle zamanı gibi küstahça pencereden içeri bakmaz, duvarlardan karanlık sular gibi fışkırır, tavanı boşluğa doğru kaldırır, her şeyi yavaş yavaş alıp sessiz sularının içine karıştırır.
- İnsan gençken yalnızca başkalarının hastalanıp öleceğini düşünür.
- İnsan her şeyini kaybederse, elindeki son şeyi kaybetmemek için umarsızca mücadele eder.
- Tanrı’nın ilkel kulları gülmeyi, yani duygularını sevinçle ve özgürce dışa vurmayı bilmezler.

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

25 Eylül 2017 Pazartesi

Saadet Yurdu'nda neler var, neler eksik?

Alev Erkilet'e göre ‘Saadet Yurdu' tarlaların arasındaki kıvrımlı yollardan geçilerek ulaşılabilen balıkçı / çiftçi / zanaatkâr / tüccar yerleşkesidir. Bu yerleşkede yaşayanların ‘ellerinin ürettiğinden başkası yoktur.'

Yazar çocuk, yaşlı, kadın da dahil olmak üzere belde sakinlerinin tamamını kazançlarını emekleriyle elde eden kişiler olarak konumlar. “Kadınlar evde, tarlada, hayvanların başında, çocukların yanındadır.” (sf. 143) ifadesiyle geleneksel toplumsal yaşamda ‘kadın işi' olarak kodlanan işleri yeniden kadınlara tahsis eder. Ancak bu konuda bir sınır getirilemeyeceğini, ‘akıllı ve hesap bilir' kadınların deniz kıyısındaki ağaçlı bir bahçeyi kiralayıp çay bahçesi yapabileceklerini, pasta ve börek satabileceklerini tahayyül eder.

Kiralamadan bahsettiğine göre toprak, mülkiyet düzenine tabidir. Oysa kira, emek değildir. Bu hayalde ayrıca üretilen ürün / emtianın pazar problemi hesap edilmemiştir. Diğer taraftan ‘akıllı – hesap bilir kadın' vurgusu, tarla ve hayvan bakımı emeğinden ayrılmanın bir ölçüsü olarak ileri sürülmüştür. Niçin akıllı kadınlar ‘tarla – bostan işi'yle aralarına mesafe koymaktadır? Yazar okul – üniversite eğitimi sistemine de karşı değildir. Başka şehirlere giderek bu eğitimden geçen gençlerin geri döneceği ve yerleşkedeki çocuklara bilgileriyle konut yapımı ve tarımsal faaliyetlerde rehberlik yapacakları öngörülür. Bu varsayımla birlikte emek-kazaç teorisini yıkan ‘öğrenci' zümreye ruh üflemiş olur.

Erkilet'in yerleşkesi tarım / hayvancılık / zanaatkârlık / ticaret gibi meslekî mensubiyetlere dayanmaktadır. Sıklıkla balıkçılıktan örnek verildiğinden yerleşkenin sahil kasabası olarak kurgulandığı söylenebilir. Bu haliyle ütopyada bozkır ve step yaşamına uzaklık hissedilir. Yazar “Balıkçılar daha ziyade erkekler arasından çıksa da, onun dışındaki faaliyetler genellikle ailece ve imece usulü yapılır.” (sf. 143) der. Bu, aslında mesleklerin cinsiyetçi özüne de teslim olmayı ifade etmektedir. Ayrıca ‘imece' vurgusu kolektif bir emek örgütlenmesi olduğuna göre bunun idarî bir temeli olmalı değil midir. Örneğin Köy Kanunu'nda ‘imece' düzenlenmiştir. (442 S. Kanun Madde 15; Madde 44).

Kasaba halkı üniversiteli bir kızlarının anlattıklarından öğrendikleri Batılı bir filozoftan etkilenerek otomobil kullanmamaktadır. İşyerleriyle evleri arasında yürüme mesafesini koruyacak bir şehir planlaması yapılmıştır. Yazara göre “Rızkı insanlar değil emeklerinin karşılığı olarak Allah verir.” (sf. 144). Bu tasavvurda bebeklerin rızkının anneleri vesile edilerek ‘emeksiz' verildiğini hesaba katmayan bir kusur ya da ‘emek övgüsü' bulunmaktadır.

GDO'lu tohum kullanmaz. Petrol şirketlerine, tohum şirketlerine ve otoyolları yapan siyasal topluma karşı ‘özgür' bir ekonomik varoluş modeli gerçekleştirirler. Fakat ütopyada su, elektrik, gaz yani enerjiye bağımlılık hakkında bir öneri verilmez. Tüketime karşı bilinçlidirler, israf etmemeye azamî dikkat ederler. Marangozlar, terziler, balık ağlarını onaranlar, evlerde ortaya çıkan arızaları tamir edenler bir meslek zümresi olarak korunur. Bilgilerinin kaynağı ise garip şekilde Batılı teorisyenlerdir. Buradan Erkilet'in ütopyasında kızlara Batılı teorileri yerli zeminlere taşımak adına bir misyon yüklediği de çıkarılabilir. Kız öğrencilerin cinsiyetçi olarak konumlandığı bu ütopyada ‘balıkçı erkek' ile ‘aydın-öğretmen-düşünür kadın' dikotomisi ‘Saadet Yurdu'nun merkezine oturtulur.

Yazarın ütopyasında ‘ev' de bir tür ‘mabed' konumundadır. Paranın ve sermayenin ev üzerindeki tasallutuna bu beldede izin verilmediğinden çok katlı konut ideolojisine yakalanılmamıştır. Hz. Ömer'in düsturuna uyarak ‘evinin üstüne üç - dört kat çıkan' yerleşke mensubuna hoşgörüyle bakılmaz. Ancak bu teorik bağlanma yaptırımsızdır. Burada çözüm ‘toplumsal eylem' üzerinden karşılanmaya çalışılır: “Halk plajı olarak kullanılan bakımsız arazinin parsellenip bir inşaat şirketine satılmasına ve bir konut alanının özel plajı haline getirilmesine bütün ahali birleşip karşı çıkmışlardı (…) Aynı tepkiler, balıkçıların yanaştığı küçük limanın marina yapılmak istenmesi sırasında da gösterilmişti.” (sf. 145). Bu ifade nedeniyle yazarın ütopyasının küresel kapitalizmden uzak bir beldede oluşmadığı da söylenebilecektir. Zira bir beldede ‘halk plajı' uygulaması zaten o beldede deniz kıyısının mülkiyete konu edildiği anlamına gelmektedir. Diğer taraftan bu beldenin marina yapılacak kadar kıymetli, bir toprağa sahip olduğu da anlaşılmaktadır.

Erkilet'e göre ‘sahillere erişim hakkı' insanlığa kapatılamaz. Yazar bu yaklaşımıyla da Batılı ‘İnsan hakları' teorisini Batı dışı bir toplumsal ütopyaya yerleştirir. Bu yurdun sakinleri aidiyet hissettikleri dinin ‘Medine' uygulamasından yani Sünnet'ten ilham almamaktadır. Fakat bazı kavramlarda yine de Kur'an'a yer verilir.

Beldenin sakinleri kapitalizme ahlâkçı bir itiraz yükseltmekte ve ‘ekmeğin' emekten kaynaklanan gelirle elde edilmesini öne çıkarmaktadır. Tabiatla da uyumludurlar ve avlanma yasağına uyarlar. Ancak avlanma yasakları aslında balıkçıların denizi balık fabrikası gibi görmelerinin yani seri imalat düşüncesinin neticesidir. Demek ki belde sakinleri denizi sömürmektedir. Bunun ise ahlâk iddiasını zayıflatacağı ortadadır.

Yazar metninin sonlarına doğru Necm 39. ayeti zikreder ve teorisinin dinî referansını da açıklamış olur. Saadet Yurdu'nda kimse başkasının emeğinden geçinmemelidir. Herkese özgürlüğü verilmeli, herkes çalışmalı, komşusu açken tok yatılmamalı, zekat verilmeli, sıla-i rahim yapılmalı, kimse sokakta kaderine terk edilmemelidir. Hayvanlar da insanların emaneti altındadır.

Her evde olmasa da insanların evlerinde inek, tavuk, keçi, koyunları bulunur; evler kadar estetik hayvan barınakları tasarlanmıştır. İnsanlar evlerinin önünü süpürmektedir (demek ki belediye teşkilatı yoktur); hayvanlara (kedilere, köpeklere) payları verilmektedir.

Bu yurtta denetim başkaları için değil, kişinin kendisi içindir. Toplum sözleşmesiyle oluşmuş bir toplum değildir. Esas olan herkesin kendi kaderi hakkında karar alabilmesidir. Fakat toplumu ilgilendiren kararlar ortak alınmalıdır. Bu nedenle iş yaparken imeceye başvurulduğu gibi, karar alma durumunda işleri ‘şura iledir.' Fakat bu ütopya Saadet Yurdu'nun sakinleri arasında anlaşmazlık çıktığında kararların nasıl alınacağını, belde dışından gelen saldırıları polissiz bir toplumun nasıl bertaraf edeceğini vermez.

Ütopya yargı düzeni de kurmamakla büyük bir eksiklik içerir.

Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi

24 Eylül 2017 Pazar

Mânâdan konuşmak ve mânâyı bilmek

"Yol, hakiki insan tabiatının tekâmül ettirilerek zuhurundan başka bir şey değildir."
- Tu Weiming

İslâm felsefesi, tasavvuf, Fars edebiyatı üzerine dünyanın sayılı uzmanlarından biri William C. Chittick. İmza attığı otuzun üzerindeki tercüme ve telif eserinden bir kısmına Kaknüs, İz, Litera ve İnsan Yayınları vesilesiyle Türk okuyucular da istifade edebildi. Düşünce dünyasındaki yoğun Muhyiddin İbnü'l-Arabî ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî etkisi aşikâr olan Chittick aynı zamanda bu büyük mutasavvıfların eserlerini İngilizce'ye çevirmiş ve yine bu eserlere dair birçok makale kaleme almış bir profesör.

Ömer Çolakoğlu'nun dilimize kazandırdığı Kozmos'un Hakîkati; alt başlığında belirtildiği gibi ilm-i kâinat, ilm-i nefs, yani İslâm kozmolojisi üzerine yazılmış metinlerden oluşan bir kitap. Chittick bu kitabında da daha evvelki çalışmalarında defaatle vurguladığı 'o bariz mesele'den hiç uzaklaşmıyor: "Bana öyle geliyor ki, her şeyden önemlisi insanın kâinattaki yerinin anlaşılması. Bu hedefe ise kimse Tanrı’yı anlamadan ulaşamaz."

7 bölüm ve 194 sayfadan oluşan kitabın muhtevası oldukça zengin. Chittick, günümüz Müslümanlarının irfandan, gelenekten ve 'akleden kalp'ten artık çok uzaklaştıklarını henüz ilk sayfalardan itibaren oldukça doğru bir üslupla aktarıyor. Bu uzaklaşmanın dini yaşama anlamında büyük bir kesintiye sebep olduğunu ve yakınlaşma sağlanmadıkça dinin yaşanabilir yönünün yeniden kazanılamayacağını belirtiyor: "Yaşayan bir irfân geleneği olmaksızın hiçbir din, neşv-ü nemâ bulmak bir yana, hayatta dahi kalamaz. Bu hususun üzerinde ciddi şekilde durulmalıdır. Bu gerçek, kendimize bazı soruları sorduğumuzda daha bir berraklık kazanmaktadır: İrfani geleneğin varlık sebebi neydi? Toplumda nasıl bir amaca mebni olarak iş gördü? Nihâî amacı neydi? Diğer bir deyişle: İnsanlar neden düşünmelidir? Neden kendilerine söylenenlere körü körüne inanmamaları icap eder?.. Bir insan tekdüze düşüncesini makbûl tefekkür seviyesine yükseltmek için yapması gereken, düşünme eyleminin ta kendisidir; yani, neticelere ödünç fikir kırıntılarıyla değil, bizzat kendi fikir çilesi ve mücâhedesi ile varmalıdır. Tecrübe sahibi herhangi bir öğretmen dahi bunu kâmilen bilir." [sf. 21-22]

İrfan geleneğinin Müslümanlarının yaşam biçimlerindeki etkin rolünün kaybolmasıyla birlikte düşünce dünyalarının gözle görülür biçimde ikiye bölündüğünü, bölünmüş olan bu bölümlerden en büyüğünün ise 'modernitenin tanrıları' tarafından ele geçirildiğini belirtiyor: "Tanrı, hayata anlam ve istikâmet veren şey iken dünya, birçok tanrıdan anlamlar devşirme gayretinde. Şiddetini gittikçe artıran bir teksîr süreciyle tanrılar adede gelmeyecek derecede çoğaldı ve neticede insanlar kendi nefslerine hitap eden tanrılara kulluk etmekteler." [sf. 30]

Chittick, kitabın neredeyse başından sonuna kadar, tüm metinlerde özellikle ilim ve düşüne mevzuları üzerinde okuyucuyu hiddetle kendine getirmeye çalışıyor. Düşüncenin, düşünmenin ve düş kurma eyleminin insan hayatından uzaklaştıkça bezginliğe, tembelliğe ve taklitçiliğe varan bir geri dönüşe sebep olduğunu anlatıyor. Oysa ona göre asıl geri dönüş, akıl yoluyla "irfanî ilim" üzerine olmalı. Bugün insanların fıtratlarıyla ilgili yaşadıkları temel sorunu cehâlet ve gaflet bataklığına garkolmaları olarak gören Chittick, bu iki bataklık yüzünden asıl geri dönüşe imkân kalmadığını söylüyor. Hem de gayet güzel söylüyor: "Nefs, cehâlet karanlığında kaldığı ve Hakk'a karşı gâfil olduğu sürece kendi fıtratını bilemez ve bu yüzden de olması gerektiği gibi ona "akıl" denemez. Önce hakiki Rabbânî menşei olan fıtratını ortaya çıkarıp Âdem'e öğretilen bütün esmayı idrâk etmelidir. Ancak o zaman ona kâmil mânâda "akıl" denir ki artık bu cevher, bi'l-kuvveden bi'l-fiil haline gelmiştir." [sf. 49]

Akl-ı bi'l fiil, kendi içtenliğini açığa çıkartma yolundaki idrak kapılarını aşıp, kendi fıtrî kemâline erince gerçekleşen bir şeydir. Felsefe bunu "kurtuluş" olarak görüyor yahut saadet. Yani asıl saadet ya da saadete ulaşma hâli için "insanın kendini keşfetmesi" denilebilir. Bu keşif sürecine dair Chittick şöyle söylüyor: "Gelenekten yetişme irfan talebi, her şeyi bilmenin peşinden gittikçe kendi nefsindeki tevhid hakikatini ve dünyayla olan organizmal rabıtasını bulur. Fakat modern biliminsanı, her şeyi kuşatan teorilerin günün birinde her şeyi açıklayacağını iddia etmesine rağmen, ne kadar veri peşinde koşarsa o nispette dağılma, tutarsızlık ve kopukluğa sürüklenir." [sf. 164]

Batıda, hadi açıkça söyleyelim Avrupa'da ve Amerika'da sufi öğretisine dair ilgi gittikçe artıyor. Buna bazı ciddi gazeteciler de dahil oluyorlar ve önemli makaleler yazıyorlar. Bryan Appleyard, bu isimlerden belki de en önemlisi. Manchester doğumlu bu İngiliz gazeteci, "Understanding the Present: Science and the Soul of Modern Man" adlı çok önemli eserinde kendine has üslubuyla doğunun sesini yankılamış aslında. Chittick'in sık sık başvurduğu bu kitaptan bir paragraf:

"Bilimsel bilgi temel itibariyle paradoksaldır. Paradoks, bilimin "hakiki" dünya hakkındaki bütün "doğrularının" en bariz bozulma ve tahrifat üzerinde yükselmesidir. Anlaşılabilir bir kainat yaratacağız derken kendimizi en koyu ve en bariz bir aşırı sadeleştirmeye kurban ettik. Anlayan ve bilen mekanizma olan insan nefsini hariçte bıraktık."

Kozmos'un Hakîkati'nin son bölümü 'mana arayışı' üzerine. Bu bölümde bilmenin türleri, özne ve nesne, dünya görüşü, zât, mânâ gibi dışarıdan bakıldığında oldukça 'karışık' başlıklar mevcut. Yazarın meziyeti burada ortaya çıkıyor. Anlatmak istediklerini olduğu gibi anlatıyor, elbette öğrendiği ve hatta öğrettiği kuramsal ifadelerle. Tevhidin bir kişide öncelikle 'bebek seviyesinde ve adı konmamış bir sezgi hâlinde' olduğunu söyleyen Chittick, menkul bilginin bu bebeği uyandıracağını ve zaman içinde daimi tefekkürle adım adım idrâkin kuvvetleneceğini söylüyor son cümlelerinde.  Eğer nefs, kendisini mutlak ve sonsuz nûrun bir yansıması olarak görürse yol açıktır. Yola sezgi ve fıtrî algıyla çıkan nefs, nihayet vücûd, ilim ve şuur yoluyla saadet kapısına ulaşır.

Netice-i kelam: "mânâdan konuşabilmek için bir kişi başlangıçta kendine bir zemin oluşturamazsa hiçbir zaman hiçbir şeyin mânâsını bilemeyecektir."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf