14 Nisan 2017 Cuma

Turgut Cansever mimarsa şimdikiler ne? Şimdikiler mimarsa Turgut Cansever ne?

Modernliğin ülkemize ve tüm dünyaya getirdiği en büyük felaketlerin başında, beton yığınlarına hapsettiği evlerimiz ve ruhlarımız geliyor. Bu öyle bir şey ki, sadece evlerimizle veya şehir hayatıyla sınırlı kalmıyor, bireylerin halet-i ruhiyelerini de kökünden sarsıyor. Betonlaşmanın, yanlış şehirleşmenin getirdiği çarpıklaşma, insanın dünyaya bakış açısını da tümden sarsıyor, köreltiyor, yüzeye indirgiyor. Modern şehir adı altında bize öğretilen yüksek binalar, plazalar, gökdelenlerle bize öğretilmeyenler arasında neler döndüğünü Turgut Cansever’den öğrenmek isteyenler için bu kitap biçilmiş kaftan. Beşir Ayvazoğlu tarafından Cansever’le muhtelif zamanlarda yapılan beş tane mülakatı içeren bu kitap, Türkiye’nin çok daha düzenli bir şehir olabilecekken nasıl bu hallere geldiğini yüzümüze çarpıyor.

Timaş Yayınları’ndan ilk baskısını 2012’de, ikinci baskısını 2016’da yapan kitap, aslında bundan çok daha fazla baskıyı hak ediyor. Mimariyle alakası olsun olmasın her Türk vatandaşının okumasının elzem olduğunu düşünüyorum bu konuşmaların. Çünkü Cansever’in konuşmalarında sadece bina, yapı, ev, yol gibi mimari-mühendislik terimleri değil; ahlak, vicdan, liyakat vb. gibi birçok konuda herkesin ilgilenmesi gereken kavramlar bolca geçiyor.

Eser, kaynakça ve indeks hariç 162 sayfadan oluşuyor. Bunun 125 sayfası, bilge mimarla yapılan konuşmalardan oluşurken geri kalan kısmı Beşir Ayvazoğlu’nun Turgut Cansever’in sanat felsefesi ve babası Hasan Ferit Cansever hakkında yazdığı yazılardan oluşuyor. Beşir Ayvazoğlu önsözde bilge mimar için “Güzel, sağlıklı ve kullanışlı bir mimarî çevrenin oluşumu için, o çevrede yaşayacak olan insanların katılımını temel prensiplerden biri olarak gören Cansever Hoca, çevreyi koruma sorumluluk ve şuurunun ancak böyle doğabileceğine inanmıştı. Derdi ki: İnsan, çevrenin oluşumuna katılabilirse, onu daha fazla güzelleştirmek ister, böylece zaman içinde mimarîyi fark ederek anlamaya ve tadına varmaya başlar, onunla yaşar, onu geliştirir. Hatta birlikte gelişir. Batı’da mimarî başta Katolik kilisesi olmak üzere çeşitli güçler tarafından bir güç gösterisine dönüştürülmüş, devâsâ yapılar sadece Ziya Paşa gibi yabancıları değil, o ülkelerdeki insanları bile ürkütmüş ve yönlendirmiştir. Bunu fark eden totaliter rejimler de devâsâ yapılarla insanları ezmenin, ufalamanın yollarını aramışlardır. Dev şehirlerin dev ölçekli yolları ve binaları arasında küçülüp yok olan insanın, çevrenin oluşumundaki sorumluluğunu unutması kaçınılmazdır” diyor. Yazarın, bilge hoca hakkındaki bu sözleri, aslında Cansever’in, mimarînin merkezine neden insanı yerleştirdiğini ve neden her şeyi insan için düşündüğünü bize özetliyor.

Kitabın birinci bölümünde Turgut Cansever’in çocukluğu ve gençlik yılları hakkında malumat sahibi oluyoruz. Ayvazoğlu, yönelttiği sorularla bilge mimarın kendini açmasını sağlamış ve geçmiş yıllardan bilgileri okurun önüne sermiştir. Bu bölüm Turgut Hoca’yı tanıtan önemli bir bölümdür. Çünkü Turgut Cansever ülkemizde çok bilinen ve maalesef hak ettiği değeri verilen biri değildir. Hele genç nesil, bu değerli şahsiyetten tamamen bihaberdir. Ancak eline şu veya bu sebeple bu kitap geçmiş biri için ilk bölüm Turgut Cansever’i tanımak için doyurucu bilgiyi okura veriyor. Nerede doğduğu, yaşadığı yerler, ilk gençlik yılları vb. Örneğin bilge mimarın resme meraklı olduğunu, 15-16 yaşlarında daha çok resimle iştigal ettiğini ve ilk resim sergisini bu yaşlarda açtığını bu bölümde görüyoruz. Aynı zamanda bu bölümdeki bilgiler sayesinde, Cansever’in yaşadığı yerler hakkında, o yıllara özgü bilgilere de ulaşabiliyoruz. Özellikle şuurumun burada teşekkül ettiğini, yaşanacak bir şehrin nasıl olması gerektiğine dair ilk fotoğraflarını zihnime Hisar sokaklarında koşup oynarken yerleştiğini söyleyebilirim dediği o zamanki Bursa’yı tarif etmesi, bende derin bir hayıflanmaya ve üzüntüye sebep oldu. Eski dokusundan neredeyse hiçbir şey kalmayan, yüksek yüksek binalara boğulan bu güzel, bu yeşil(!) şehri Cansever Hoca “…Tipik bir Bursa evinde oturuyorduk. Dört beş odanın yan yana dizildiği uzun bir hayat, bir bahçe… Bursa o zaman şiir gibi bir şehirdi. Buna rağmen babam ‘Bursa’yı ne hale getirmişler!’ diye isyan etmişti. Çünkü onun eski Bursa’sı bizim eski Bursa’mızdan daha güzeldi. Sokaklarında su kanalları vardı, bu kanallarda şelâleler oluşur, etraf su sesleriyle dolardı. Yeşilin her tonunun köpürdüğü bir şehirdi Bursa, bir şehircilik hârikasıydı. Aydın Germen’in Amerikalı bir arkadaşı Bursa’yı görünce, ‘Dünyada şehir denebilecek iki şehir vardır; biri Floransa diğeri Bursa… Floransa bile, Bursa’nın yanında iç karartıcı, karanlık, pis bir şehir!’ demiş.” şeklinde anlatıyor.

Kitabın ikinci bölümünde İstanbul’u görüyoruz. "Dünden Bugüne İstanbul" adlı bu söyleşide İstanbul’un geçmişteki; Romalılar’daki, Bizans’taki ve en çok Osmanlı’daki ve elbette ki Cumhuriyet dönemindeki durumundan bahsediliyor. Yapılan yanlış tercihlerden, kullanılan malzemelerin kalitesizliğinden, İstanbul’un bir sanat şehriyken nasıl ticaret şehrine dönmesinden, İstanbul’luğunu kaybetmesinden ve birçok konudan bahsediliyor. Cansever Hoca, merkeze her zaman insanı koyduğu için bu bölümün en ilginç kısmı, halkın ve mimarların o zamanlarda istemedikleri bir yapı için muktedirlere nasıl karşı durduklarını anlattığı bölümdür. Şu anda, insanlarda olan bıkkınlık ve estetik zevksizliğin yerinde o zamanlar nasıl bir estetik görüş olduğunu hoca şu şekilde açıklıyor: “… Yeni Camii’nin inşasından hemen sonra Sultanahmet Çeşmesi’nin inşa edilmesi üzerine, İstanbul mimarları ve yapı esnafı iki üç gün saray etrafında nümâyiş yaptılar. Hünkârın bu zevksizliği İstanbul halkına reva görmeye hakkı yoktur diyorlardı. Takriben, altmış sene sonra, III. Selim, Kanunî’nin Sinan’a inşa ettirdiği Üsküdar (Kavak) Saray’ını yıktırıp yerine Selimiye Kışlası’nı inşa ettirmeye karar verdiği zaman İstanbul halkı yine ayaklanmıştır. … Ancak tabiî ayaklananlar gerici addediliyor, Selimiye Kışlası’nın yapılması ise ilericilik…

Bu bölümde Menderes hakkında da bazı bilgilere ulaştırıyor bizi Cansever. O zamanki politik ortamı da bize tanıtıyor kısaca. Menderes’in de mimarî açıdan birçok hatası olduğunu söylüyor; fakat bazen iyi niyetinden kaybettiğini bazen de çevresindeki kişiler tarafından kandırıldığını belirtiyor. Tarihî eserlerin göz göre göre sırf rant için, daha çok bina için, daha çok kötülük için yıkılmasına kimsenin ses çıkarmamasına, beş yüz yıllık ağaçların sırf yol geçecek diye kesilmesine siyasilerin olur vermesine karşın halkın nasıl karşı çıktığını, direndiğini belirtiyor. Bu bölümde aklıma Doğu Karadeniz’deki ve ülkenin muhtelif birçok yerindeki ‘yeşili katletmeler’ geldi. Daha çok rant için, para için insanoğlunun, daha doğrusu politikacıların her şeyi göze almaları demek ki o zamanlarda da aynıymış.

Kitabın üçüncü konuşması, "Tutumlu Kent’ Üzerine". Cansever Hoca, mimarîye sadece bina, taş, yol üzerinden bakmıyor. Her açıdan düşünüyor. Bu her açının içinde de ekonominin olması kaçınılmaz. Evlerin nasıl daha ekonomik yapılacağını ve kullanacağını bize harika tespitleriyle veriyor. Kitabın her sayfasını okurken Cansever Hoca’ya niye bilge dendiğini anlıyoruz. Elbette bu bilge mimarın, bu düşüncelerle dikey mimariyi savunması da beklenemez. Vatandaşların, daha insani ölçülerde, bahçeli, tek veya iki katlı evlerde yaşayabileceğini, üstelik herkese fazla fazla yer olduğunu kitabın her anından hissedebiliyoruz. Tabi ki bunun için devlete çok önemli işlerin düştüğünü de Turgut Cansever bolca belirtiyor. Konuşmalarında, dünyanın önde gelen çoğu mimarıyla etkileşim halinde olduğunu bildiren ve onlara atıfta bulunan Hoca, önce ülkemizin, daha sonra da dünyanın kurtarılabileceğini ve umudun hiçbir zaman bitmemesi gerektiğini belirtiyor: “Aslında, bakın, dünya sathı çok büyüktür. Biz bu hesabı yaptık. Frank Lloyd Wright’ın yaklaşımı çok daha insanîdir; 1940’larda gündeme getirdiği bir proje var: Broad Acre C,ty (Geniş Akrlı şehir); aşağı yukarı üç beş dönümlük arazi içinde evler. Düşünce şu: Ulaşım artık önemli bir problem olmaktan çıktı; o halde insanları üç-beş dönümlük araziler içerisinde evlere yerleştirebiliriz. Bu kadar arazi, bir ailenin geçinmesine imkân verecek tarım faaliyetini gerçekleştirmeye yeter. Sonra fark ettik ki Alanya tam böyleymiş. 1960’larda Alanya için bir proje müsabakası açıldı. Bu müsabaka sonunda kale Alanya’sıyla ufkî Alanya’nın böyle beş dönümlük arsalarda narenciye geliriyle çok müreffeh yaşayan bir küçük şehir olduğu keşfedildi. Frank Lloyd Wright diyor ki: ‘Bütün dünya nüfusunu rahatlıkla arz üzerine yerleştirmek mümkündür.’ Aydın Germen’le bir gün oturup bir hesap yaptık: Ankara civarında kuzey-güney istikametinden bir çizgi çekiniz ve Ege Denizi’yle bu çizgi arasındaki dağları da ova farz ediniz; her evin beş dönüm bahçesi olması kuralını da uygulamak suretiyle bütün dünya nüfusunu bu alana yerleştirmek mümkündür.

İnsanı kurban etmemek için koyunu kurban etmek nasıl çok önemli bir genel davranışı ortaya koyuyorsa, bugün de insanı kurban etmemek için yeri geldiğinde otomobili kurban etmeyi düşünmek gerekir tutumlu kent için” diyebilecek kadar insanı merkeze alan, bugünün insanlarından, mimarlarından (ya da mühendis mi demeliyim) tamamen farklı bir bakış açısından dünyaya bakan, amacı para değil daha güzel, estetik ve herkesin insanî koşullarda yaşadığı bir ülke olan Cansever Hoca’yı anlamamak için elimizden geleni yapıyoruz, maalesef ki daha da yapacağız gibi görünüyor. Turgut Cansever’in anlattığı o güzel ülke, çok gerilerde kalmadı aslında. Fakat bu kadar kısa süre içinde nasıl bu hale geldik, nasıl bu kadar barbarlaşıp canavarlaştık, nasıl bu kadar para hırsına büründük, insanın aklı almıyor. Ülkemizi sevmiyoruz. Herkes sevdiğini söylüyor; ancak kimse sahip çıkmıyor. Bahsettiğim 15 Temmuz gibi ekstrem durumlar değil. Biz bir yerden sahip çıkıyoruz ama beş yerden ülkemize gedik açıyoruz. Bu hale gelince de geri dönüşü çok zor olan yollara giriyoruz. İnsan varsa her zaman umut da vardır; ama ‘insan’ kalabilen kaç kişi var: “Avrupa’daki korumacılık şuurunu çok iyi anlatan bir örnek vermek isterim. Varşova şehrinin imar planını hazırlayan Prof. Skibniewsky anlatmıştı. Almanlar çekilip Ruslar’ın Varşova’yı istila ettikleri sırada, enkaz içinde, mağaramsı yerlerde yaşayan otuz bin insan varmış, üç ayda bu otuz bin kişi üç yüz bin kişi olmuş. Kışın bu insanlar birkaç kilometre yürüyerek donmuş nehrin buzunu kırıp kovalarla su taşıyorlarmış. İki sene hiçbir şey yapılmamış. Yalnızca bir şey yapılmış: Varşova Kalesi’nde ahşap bir mahalle var. Almanlar kaleyi bombalayınca bu mahalle de yanmış. Yanan binaların parçalarını söndürmek için bütün güç kullanılmış; söndürülemeyenleri Varşovalı gençler üzerlerine yatarak vücutlarıyla söndürmüş ve bu parçaları Varşova’nın sığınaklarında muhafaza etmişler. İnsanlara yer kalmamış, ama bu parçaları sığınaklarda muhafaza etmişler. İki sene sonra bu parçalar taşınarak Varşova Kalesi yeniden inşa edilmiş. Bir insanın yaşadığı şehri, yaşadığı ülkeyi sevmesi budur.

Kitapta ilgimi en çok çeken mülakat son ikisi olan "Mevcut Yapı Stoku" ve "Çözüm, Türk Evinde"dir. Cansever’in özellikle bu konular hakkında konuştukları, olayın vahametini bize gösteriyor. Müthiş bilgili biri Turgut Cansever Hoca. Zaman zaman dediklerini anlayamayabilir okurlar. Çünkü üst perdeden konuştuğu olabiliyor. Zaten bunu kitabın önsözünde Beşir Ayvazoğlu da belirtiyor.

Kitabın sonunda Ayvazoğlu’nun Turgut Cansever ve babası Hasan Ferit Cansever hakkında yazdığı yazılar bize Cansever ailesini, görüşlerini ve yaptıklarını doyurucu bir şekilde tanıtıyor. Yoğun bir bilgi içeren bu okumadan sonra diyebilirim ki, kitapta bir tane bile boş satır yok.

Turgut Cansever mimarsa şimdikiler ne? Şimdikiler mimarsa Turgut Cansever ne?

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

7 Nisan 2017 Cuma

Çelişkileriyle ve dile gel(e)meyenleriyle Türk muhafazakârlığının bir çözümlemesi

"Türkiye'de yıkım, şehirlerin yıkımı Demokrat Parti ile başlamıştı. Dolayısıyla muhafazakâr kesim kendisinin bu haliyle ne kadar yıkıcı bir etki yaptığını, yani ne kadar da çok Amerika öyle olmadığı halde Amerikanvari düşündüğünün bence artık farkına varmalıdır."
- Abdurrahman Arslan, Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm

Kendine sürekli geçmişten yeni tarihî argümanlar çıkaran, karşıt siyasî görüşlerle hesaplaşan, karşılaştırmalar yapan ve maçı daima 'kazanan', din dilini kullanarak aslı astarı belli olmayan bir adalet anlayışıyla ahlâkı göz göre göre perde arkasına saklayan, STK'lar vasıtasıyla toplum mühendisliğinden, yazılı/görsel/sosyal medya vasıtasıyla da algı yönetiminden oldukça kuvvetli biçimde yararlanan ve hatta bu hizmet için maaşlı elemanlar çalıştıran, özellikle kalabalık cemaatlerle çok sıkı ilişkiler kuran, ciple teravihe giden, havuzlu/güvenlikli sitelerde oturmayı kendine "bunca yıllık mazlumluktan sonra" hak olarak gören ve daha bir çok tuhaf stratejiyle yolunu (her iki anlamda da) bulan bir muhafazakârlıkla karşı karşıyayız son 15 yıldır. Bunca tuhaflığa rağmen doğru düzgün eleştiri ve düşünce kitabının raflarda olmaması ayrı bir fecaat. Abdurrahman Arslan, Fırat Mollaer ve Hasan Aksakal kanaatimce en gerçekçi yorumları yapan isimler. Bu isimlerin dışında sayılması gerekenler de vardır muhakkak ama hak geçmesinden imtina ederek kitabın içine dönmeyi daha münasip buluyorum.

2011'de "Aydınlanma" Çağından "Karanlık" Yüzyıla: Politik Romantizm ve Modernite Eleştirileri, 2013'te Türk Cogitosu ve Modern Türkiye’de Politik Yaşam, 2015'te Türk Politik Kültüründe Romantizm isimleriyle neşredilen kitaplarında, politika - romantizm - modernizm üçgeninin iç ve dış açılarını bana kalırsa doğru bir dille ve en önemlisi de doğru kavramlarla irdelemiş bir isim Aksakal. Şubat 2017'de Alfa Kitap etiketiyle Türk Muhafazakârlığı: Terennüm, Tereddüt, Tahakküm kitabı raflara çıktı, akabinde meraklısından 'uzmanına' okundu, sevildi, önerildi. Kitabın kapağında yer alan 'asla dokunulmaz' muhafazakârlar, mevzuya ilgisi olmayanlar için bile 'call to action' oldu. Çivi gibi bir giriş yazısıyla başlıyor kitap. Durumun vahametini ortaya seriyor Aksakal: "2007 Cumhurbaşkanlığı seçiminin arifesinden bu yana yaşadığımız şu uzun on yıl zarfında muhafazakâr okur-yazar çevreler için günlük politik gelişmelere ilişkin köşe yazıları Osmanlı'da bir vezirin başına gelenlere değinmeden, günlük hadiseler Ahmet Hamdi Tanpınar'ın roman karakterlerine atıf yapılmadan, bayramlar Yahya Kemal Beyatlı'nın bir şiir okunmadan konuşulamaz oldu. Siyasetçiler olur olmaz yerlerde Necip Fazıl ve Mehmet Âkif'ten mısralar okuyup Mevlânâ'nın büsbütün turistikleşen Şeb-i Aruz merasiminde saf tutmakta yarış ediyor. Diyanet çocuklara tecavüzü, kadınlara sistematik şiddeti, doğa katliamlarını, kul hakkını, iş ve işçi güvenliğini konuşamaz hâle ge(tiri)lirken, her cuma camiler Alp Arslan'dan, Yavuz Selim'den tarih dersleri vaaz etmekte. Son birkaç yılda Milli Eğitim Bakanlığı'nın ders kitapları Steinbeck'i, Pir Sultan Abdal'ı, Yunus Emre'yi sansürlerken, ortalık ebru ve ney kurslarıyla doldu. Tiyatro sahnelerinden Hamlet, Faust, Sefiller gibi en temel klasikler dahi çıkarılırken, tartışmaların seviyesi, Shakespeare'in aslında Müslüman olup olmadığına kadar indi(rildi)."

Aksakal, kitapta neden daha evvel yayımlanmış yazılarını bir araya getirdiğini açıklama nezaketi göstermiş. Yazarın samimiyeti okuyucu için önemlidir. Özellikle eleştiri türü kitaplarda yazar safını türlü sebeplerle pek belli etmez. Üst bir dil kurarak meseleleri ve değerlendirmeleri o dil doğrultusunda inşa eder ve anlatır. Bu durum kavram izahını zorlaştırır oysa. Aksakal, günümüz entelektüellerini kendince iki grup misali vererek ayırıyor. Bir tarafta Süleyman Seyfi Öğün, Nuray Mert, Tanıl Bora, Ahmet Çiğdem ve Nâzım İrem yer alıyor. Diğer tarafta ise Beşir Ayvazoğlu, İskender Pala, Dücane Cündioğlu, Mustafa Armağan ve Yusuf Kaplan. Şöyle diyor yazar: "Hemen hepsine aşina olmakla ve yer yer atıf yapma gereği duymakla birlikte safımın birincilerden yana olduğunu, ancak mümkün olduğunca kendi sesimle konuşmaya gayret ettiğimi de belirtmek isterim."

"Giriş: Eleştirel Bir Çerçeve" başlıklı yazıdan sonra Avrupa-Merkezcilik ve Türk-Merkezcilik hakkında bir değerlendirmesi var yazarın. Burada özellikle kendi tarih, toplum ve sanat anlayışımızdaki bilgi eksikliğinin, şehir efsanelerinin ve klişelerin etkisini kıyaslamalı olarak okura sunuyor. Nâmık Kemal Üzerinden karşı-aydınlanma ve Osmanlı düşüncesi üzerine bir değerlendirme yaptığı yazısında, Kemal'in dayanaklarını masaya seriyor: "Toplumsal bir hareketlenme için büyük, inandırıcı bir güce gerek duyulduğunu söylerken, tutunulabilecek çok az somut gerçeği vardı ve bu yüzden aradığını enerjiyi geçmişten, maneviyattan, kahramanlardan ve halkın gücünden çıkarmaya çalıştı."

İbrahim Şinasi ile Cemil Meriç'in medeniyet anlayışları üzerine ele aldığı yazı, özellikle yüz yıl öncesi ve yüz yıl sonrası bağlamında oldukça derinlikli bir metin. Medeniyet kavramına dair "ilk sözü söyleyen Türk aydını" Şinasi Efendi ile "aynı kavrama dair en bilinen sözü söyleyen Türk aydını" Cemil Meriç'in oldukça zıt fikirlere sahip olmalarına rağmen "Avrupa'yı çağdaşları arasında en iyi tahlil edebilen serazat akıllar" olarak değerlendiriyor.

Yahya Kemal'in muhafazakâr dünyadaki itibarı üzerine ele aldığı yazıda Hasan Aksakal özellikle Müslüman camianın hiç üzerinde durmadığı yahut durmak istemediği meseleleri kendi süzgecinden geçiriyor. Bu yazıda oldukça ilginç yorumlar var, üzerine yeniden ve yeniden yazılar kaleme alınabilir, yeni değerlendirmeler yapılabilir ve en önemlisi de yeni araştırma malzemeleri için kollar sıvanabilir. Burada kanaatimce genç araştırmacılara çok iş düşüyor. Şöyle diyor Aksakal: "Türklüğü, Tanpınar'ın yazdıklarına bakılırsa hiç de gönüllü olmadan, İslamla sentezleyen yolun yapıcılarından biri olması, Yahya Kemal'i Tek Parti-sonrası dönemin kahraman kültür adamlarından biri olarak yeniden üretmiştir. Gerçeğin bu olduğu yönündeki kendinden emin tavrı benimseyenlere, "Beyatlı, çeyrek yüzyıllık Tek Parti iktidarının inkılâpçılık adına yaptıklarına, kamuoyunda pek çok tartışma yaşanırken, üstelik 'içeriden', hatta kendisine sunulan bürokratik ve edebi pozisyonlar itibarıyla bir o kadar da 'yukarıdan' tek bir yüksek sesli eleştiri getirmiş midir?" diye sorulabilir."

Kitabın tadını kaçırmamak için bundan sonraki bölümlerdeki Peyami Safa ve Necip Fazıl incelemelerinin ve eleştirilerinin oldukça yerinde olduğunu düşünerek geçiyorum. Bu iki isimin hemen peşinden gelen "1945-1950 Arası Dönemin Panoraması: Tek Parti Yönetimi Sonrasında Türk Muhafazakârlığının Yükselişi" başlıklı yazı, tamamlayıcı nitelikte. Hasan Aksakal'ın ayrıca Fuad Köprülü'nün "Türk Edebiyatı Ders Notları" ve Mehmet Efe'nin "Mızraksız İlmihal" adlı cemaat eleştirisi üzerine de 'görüntüyü netleştiren' metinleri de yine önemli. Özellikle Efe'nin kitabının yeniden basıldığını ve tekrar tekrar okunması gerektiğini, günümüzün 'atmosferini' demir leblebi kıvamında yaşanmış öykülerle idrak edebilmeyi sağladığını söylemem gerekiyor. Kitabın son yazısında nihilizm gölgesinde muhafazakârlık yanılsamaları üzerinde duruyor yazar.

Hasan Aksakal'ın sorduğu gibi; bakalım tünelin sonundan gelen ışık çıkışın habercisi mi yoksa karşıdan hızla gelen trenin mi? 'Toplumsal bir berzah' dönemi yaşadığımız bir gerçek, yazarın dediği gibi. Onun kadar karamsarım fakat iyimser hiç değilim. Son olarak, yazarın sosyalbilimler.org'da verdiği mülakatta yer alan, çok basit ve etkili bir çözüm önerisiyle bitirmek isterim: "Zaten asıl mesele Türk yeni-muhafazakârlığının artık böyle şehirli suretlere, ağırbaşlı düşünce insanlarına değil de, nevzuhur tiplere, ganimet avcılarına teveccüh göstermesinde değil mi? Hepimiz gayet iyi biliyoruz ki, bugün siyasi irade sözde tarihçi, güya filozof, iliştirilmiş köşe yazarı, saldırgan Twitter fenomeni tiplerden o en bilindik on tanesini vitrinden kaldırsa Türkiye’nin gerilimi yarı yarıya azalacak. Küfürler ederek naralar atanların yerine biraz da kadim bilgelikten konuşanların sesi duyulacak. Türk muhafazakârlığının saplandığı yerden çıkabilmek için buna gerçekten ihtiyacı var."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Ruhu ağrıyan bir adamın portresi

"Hepimiz bir şey bekleriz. Mesela ben, hayatım boyunca bir şeyler bekleyip durdum, bütün hayatım boyunca sanki tren istasyonunda bekler gibiydim, bütün zaman boyunca sanki yaşadığım hayat gerçek değildi de bir tür bekleyişti."
- Andrei Tarkovsky

Umutla umutsuzluğun birleştiği anlarda hayat, birçok kez manik-depresif bir hal alabilir. Yaşanan olaylara duygu-durum bozukluğuyla bakmanın zorluğu, tam olarak umutla veya tam olarak umutsuzlukla bakmaktan daha zordur. Her an değişen ruh durumları, insanda mengeneye sıkışmış bir ruh ortaya çıkarır. Ruhsuzluğun getirdiği dinçlik veya hassaslığın getirdiği kırılganlıktan daha zordur bu tür durumları yaşamak. Hayatının büyük bir bölümünü bu şekilde geçiren bir insanın yaşama bakışı, elbette ki böyle olmayan bireylerden farklı olacaktır. İnsanı bu duruma getiren birçok sebep sayılabilir; terk eden bir baba, iki çocuğuyla ne yapacağını bilmeyen ve yüzü bundan sonra çok az gülecek bir anne, mülkiyetin ve eşyanın vermiş olduğu sıkışmışlık hissi, hayatın içinde tüm realistliğiyle duran “gündelik sözlerimiz arasında geçecek kadar kaba” ölüm, bekleyişler, arayışlar arayışlar ama bulamayışlar... Tarık TufanVe sen Kuş Olur Gidersin”de bunların kitabını, hikayesini yazıyor. Temelde olan bir hikaye ve yer yer denemelerle birleştirdiği yazılarıyla bir insanın yaşadığı ‘halleri’, duyguları veya hissizliği kalbinden hissederek kelimeleri sayfalara gönderiyor. Bir Tarık Tufan kitabı okurken gözümün önüne, elinde sigarasıyla uzaklara bakan, aklından bütün yenilgileri atmış ama ruhu ağrıyan bir adamın portresi geliyor. Bütün yenilgileri tatmış, acıları duymuş ama artık köze dönen ruhunun içinde yaşayan bir kaybetmiş (ya da kazanmış).

Ve Sen Kuş Olur Gidersin, Profil Kitap’tan yayımlanan bir roman. Ancak romandan yer yer farklı özellikler de gösterebiliyor. Özellikle başlarda sık sık, sonralarda ise daha az yer almakla beraber bazı bölümler yazarın bakış açısından ve asıl olaydan kopmadan bir deneme gibi sunulmuş okura. 125 sayfadan, 1 önsöz ve 25 bölümden oluşuyor. Okur, okumaya ilk başladığında bir deneme kitabı okuyor sanabilir kendini fakat sonrasında başkarakterin annesinin ölümüyle başlayan asıl olay, roman kısmını bize aktarıyor. 25 bölümün çok büyük kısmı başkarakterin bakış açısından anlatılıyor ancak 17. bölüm karakterin sevdiği kızın bakış açısıyla (Lola); 18. bölüm kardeşinin bakış açısıyla; 19. bölüm babasının bakış açısıyla ve 24. bölüm de kitabın sonlarında yanında işe girdiği kafesçi Muzaffer Amca’nın bakış açısıyla yazılmış. Bu şekildeki anlatım tarzı kitaba bir tempo katmış. Hatta yazar, kitabın ortasından sonra değil de, başlarda da bu yöntemi denese daha iyi olabilirdi. Annesinin bakış açısından da bir bölüm eklenebilirdi. Tarık Tufan, roman türünde yazdığı kitaplarında karakterlerinin psikolojik durumlarını başarılı bir şekilde detaylandıran bir yazar. “Hayal Meyal” kitabında da, “Şanzelize Düğün Salonu”nda da bu durumu görebiliyoruz. Bu kitapta da, babasının evi terk etmesiyle beraber başlayıp, annesinin ölümüyle devam eden süreçte karakterin yaşadığı psikolojik durumu ve yalnızlığı başarılı bir şekilde betimliyor yazar: “İnsanların yüz ifadelerine biraz dikkatli bakınca birçok şeyi gizlemenin, ya da en azından bir şey yokmuş gibi davranmanın zorunlu olduğunu düşündüm. Birçoğu ‘Bu herife nerden yakalandım?’ der gibi bakıyordu. Kimi, sıkılgan bir şekilde etrafına bakmayı tercih ederken kimisi de, ilgili görünmek için ben konuşurken başını sallayıp üzgün bir hal takınıyordu. Hiçbiri de ‘Bunları dinlemeye tahammülüm yok. Başının çaresine bak. Ne halin varsa gör’ türünden şeyler söyleme cesareti gösteremedi. Böyle düşündüklerini adım gibi biliyordum. Neden durup dinliyormuş gibi yapıyorlardı o zaman? Sanırım bana ihtiyaçları vardı o zamanlar. Henüz düşmemiştim ve tutunduğum yerde olmak için sahip olduğum birçok şeyi feda edebilecek insanlar tanıyordum.

Tarık Tufan’ın romanlarında her zaman gözümüze çarpan bir şey vardır: umutsuzluk ve daha da önemlisi bu umutsuzluğun içinde çırpınan bireyler. Mutlu insanlar, işleri yolunda giden karakterler pek bulunmaz yazarın kitaplarında. Arayışlar ve bulamayışlar, insanın içinde kopan fırtınalar, kavuşamamalar her zaman bolca bulunur. İnsanların iki yüzlülüğünü, kokuşmuşluğunu, sahte sevgilerin içinde kendini birilerine beğendirme çabalarındaki insanların zavallılığını, toplumda hiç konuşulmuyor gibi yapılan ama en çok konuşulan konuların insanlara verdiği hazzı yazar sanki otobiyografisini anlatır gibi aktarıyor okura. Bir bilgim yok ama ben bu kitabın tamamen olmasa bile kısmen otobiyografik ögeler barındırdığını düşünüyorum: “Düşüş hikayeleri gizliden gizliye hoşumuza gider. İflas etmiş iş adamları, geneleve düşmüş kadınlar, evden kaçmış gençler, terk edilmiş çocuklar, intihar etmiş adamlar sohbetlerimizin gizli keyifleridir. Herkes bildiği en hazin düşüş öyküsünü anlatmakla geniş sohbet ortamlarında ayrı bir statü elde eder. En acı hikayeyi biliyor olmak ayrıcalığıyla, ufak ayrıntılara girerek anlatır durur. Başkalarının düşüşleri, anlatılması en kolay hikayelerdir nasılsa. Gazeteleri okumaya üçüncü sayfadan başlamayı alışkanlık edinmiş bir toplumun bu gizli zevki, acıları her geçen gün biraz daha sömürüyor, kendileri için eğlenceye dönüştürüyor. Yeter ki başkalarının başından geçmiş olsun. Yeter ki kendi evlerine uğramamış olsun.

İnsan Tamamlanmamış Bir Cümledir
Yazarın her kitabında olduğu gibi bu kitabın dili de okuru kitabın içine çekiyor. Anlaşılır cümlelerle kitabını oluşturan yazar, süslü tasvirlerden genelde kaçınsa da bazen betimlemelerin yoğunluğu okumayı ağırlaştırıyor. Bunu Tufan’ın her kitabında gördüğümüz için yazarın tarzı olarak kabul edebiliriz; ancak benzetmeleri biraz daha az kullanması, kitabın akıcılığını daha da artırırdı. Öyküleyici anlatımın betimleyici anlatımla harmanlanmış hali de okur için artı bir özellik. Konu olarak da çok bilinen, toplumda her zaman karşılaştığımız bir olayı işleyen yazar bunu kendi tarzıyla ortaya koyunca okuması keyifli, ancak düşündürücü, insanın kalbine tesir eden bir kitap çıkmış ortaya. Özellikle babasının evi terk ettiği bölümü sanki yaşamış gibi işlemiş satırlarına. Kitapta tempo özellikle 31. sayfadan sonra artmaya başlıyor. Yukarıda da yazdığım gibi, o sayfaya kadar genellikle deneme tarzında giden kitap bundan sonra daha çok romana evriliyor.

Tarık Tufan yazar olmasaymış iyi bir sosyolog veya psikolog olabilirmiş. Bu ikisi farklı alanlar olsa da Tufan, ikisinden de ne kadar iyi anladığını bu kitabında net bir şekilde göstermiş. Zaten sosyoloji ve psikolojiden anlamadan roman yazılmaz ama Tufan’ın tespitleri bunları iyi bir şekilde bildiğini gösteriyor. İnsanın kendini tamamlama isteğiyle ilgili yazdığı şu satırların bunun kanıtı olduğu kanaatindeyim: “Hevesleri, beklentileri, erteledikleri, kursağında kalmış kelimeleri, kaçırılmış bakışları, gizledikleri, bitirilmemiş mektupları, susuşları ve istemsiz veda edişleriyle tamamlanmamış bir cümledir insan. Son anda binmekten vazgeçtiği bir otobüs, suskun kalınmış bir telefon araması, sinemada yanında duran boş koltuğa bakış… Tamamlanmamış bir cümledir insan. Yalnızlığıyla bile bir araya gelemeyecek kadar ıssız… Bütün bunlara rağmen hayat, yine de anlamlı bir cümle kurabilme isteğidir. İnsanın kendini tamamlayabilme isteği… Zaman içinde aşınmış, her şeye kırgın bir ruhun kendini onarabilme çabasıdır.

İnsan Hep Yarındır
Tarık Tufan’ın karakterleri kitaplarında bazen ya da her zaman bir bunalım halinde. Düşünceli, dalgın, her an kötü bir şey olabilecek korkusu ya da sorunlardan kaçmaya çabalayan bireylerin çıkmazları birçok kez karşımıza çıkıyor. Bu durumun ortaya çıkardığı ‘erteleme’, karakterlerde kendini gösteriyor. Fakat bu erteleme, tembellikten ziyade sorunları karşılama güçlerini kendilerinde bulamadıklarından kaynaklanıyor. Oldukça duyarlı olan bu bireylerin halini Tufan, kitabın sonlarında açıkça ortaya koyuyor. "İnsan Hep Yarındır" başlığıyla sunduğu bölümde karakterin ve kitapta esen havanın bir özetini çıkarıyor okura: “Yarın kelimesi bende büyülü çağrışımlar uyandırdı hayatım boyunca. Yaşadığım her günün acısını ve umudunu yarına erteledim. Ertesi gün olduğunda her şeyin yerli yerine oturacağına ilişkin bitimsiz beklentiler büyüttüm içimde. Nefes aldığım ölçüde yarınlar bitmiyordu. Bu kadar geniş bir yarının hiçbir zaman gelmeyeceğini elbette biliyordum. Buna rağmen bu duygu hiç eksilmedi dünyamdan. Yaralarım yarın iyileşecek! Oyuncağım yarın alınacak. … Yarın bugünden iyi olacak. Yarın bugünden iyi olabilir. Yarın ya da bugün… Bitimsiz yarınlar sayesinde gün boyu sırtımda taşıdığım yükleri bir kenara bırakıp uyuyabiliyordum.

Karakterin psikolojisinin sağlam bir şekilde okura aktarıldığı, olay örgüsünün düzgün verildiği iyi bir kitap Ve Sen Kuş Olur Gidersin. Tek eksiği, biraz kısa kalmış. 30-40 sayfa daha bu kalitede yazılabilseydi tam bir tamamlanmışlık olabilirdi.

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

5 Nisan 2017 Çarşamba

Türk'ün nefreti Hakk'tan olur

Yılmaz Özakpınar hocanın "Kültür ve Medeniyet Üzerine Denemeler" kitabını (Ötüken Neşriyat) okuyorum. Neredeyse 20 yıl önce yazılmış bu kitapta ahiret yurduna kavuşmuş Mümtaz Turhan, Erol Güngör, Osman Turan gibi nice büyük ismin emekleri ve düşünce dünyalarıyla birlikte Türk milliyetçiliğinin coğrafyalar ve gönüller ötesi bir duruş, tavır olduğuna yine kani oldum. Üstelik bu görüşü sağlamlaştıran ispatlar ve fikir sistemleri, yeni pencereler, şüphe yok ki okuyanın farklı alanlarda araştırma yapmasına ve yeni fikirler geliştirmesine sebep oluyor. Sürekli büyüklerden bahsetmek veya onların özlü sözlerini paylaşmak bize hiçbir şey katmıyor. Bize, bilhassa da gençlere düşen onların fikirleri üzerinden yeni fikirler ve en önemlisi de çözümler üretmektir. Aksi halde o büyük isimler birer fani olarak tarihin tozlu raflarında kalıyor ki bu hepimizin üzerinde vebaldir ve hatta vefasızlıktır. Onları yâd ederken kurdukları temel üzerine inşa faaliyetinde bulunmazsak varlığımızı ne ile geliştirebiliriz?

İşte İskender Öksüz hoca da böyle mühim bir şahsiyet. Zaman zaman gazetelerin görüş sayfalarında meselelere tamamen Türkiye menfaatleri doğrultusunda ve geniş bakış açısıyla yazılar kaleme alıyor. Bu yazıların en güzel tarafları kolay okunabilir olması. Hoca bir profesör, lakin akademik dilin ağırlığından sıklıkla uzak fakat oldukça derinlikli bir şekilde yazıyor. Ağustos 2016'da Panama Yayıncılık tarafından neşredilen Türk'üm Özür Dilerim de bu tip yazılarından oluşuyor. 260 küsur sayfalık kitap, beş bölümden oluşuyor: 1) Millet: Bizim gözümüzle biz. 2) Türk'üm özür dilerim: Onların gözüyle biz. 3) Fikir savaşları - GONGO'lar: Onların gözüyle dünya. 4) Tek yol! Sapıtma rotası. 5) Kültür... ve çeşitleri.

Kitabının girişinde İskender Öksüz çok net bir biçimde yazdıklarının tarafsız olmadığını şu şekilde söylüyor: "Ben bir Türk milliyetçisiyim ve bu kimliğimle daima Türkiye'nin lehine olanları bulup çıkarmak, aleyhine olanları da teşhir etmek gayretinde oldum. İsterseniz son cümledeki "Türkiye" yerine "Türklük" de diyebilirsiniz ama birincinin yararına olan zaten ikincinin de yararınadır ve bunun tersi de doğrudur."

Adından da anlaşılacağı gibi, hocanın sık sık ironik dil kullandığı bir kitap Türk'üm Özür Dilerim. Mesela "Türkleri Türkiye'den kovmanın faydaları" başlıklı yazı, mizahın nasıl zekice ve hakikice kullanılacağına çok kuvvetli bir örnek. Hoca "Türkleri bu topraklardan sürüvermenin yolları"ndan bahsederken 'kazanılacakları' da şöyle anlatıyor: "Böylelikle o kadar problem birden çözülür ki... Kıbrıs diye bir mesele kalmaz; dünya da biz de rahat ederiz. Avrupa Birliği'ne girmek de bir hamlede hallolur. Hatta bakarsınız Avrupa Birliği bize girer. Ermenistan sınırı açıldıydı, kapandıydı da biter. Karabağ umurumuzda olmaz. Sahi belki "ben Türk'üm" diyenleri Azerbaycan'a yollarız. Oradakiler kendilerine Türk diyor ya. Biz de birkaç yıl sonra topuna birden "Azeri" deriz. Bu fantezi tabii.  (İnşallah öyledir.) Fakat o kadar fantezi olmayan bir yol daha var. Eğer Türkiye'de yaşayanların aslında otuz kırk etnik gruptan ibaret olduğuna, bir milletten bahsedilemeyeceğine, etnik grupların üstünde, millet değil, olsa olsa "vatandaşlık", yani bir pasaport bürokrasisi bulunduğuna insanları ikna etmek. Böylelikle millet gider, kavga biter. Türkiye ulus devlet değil, bir etnik mozaik olur. Dubai Havaalanı'nın transit salonu gibi bir şey.". Son olarak bu yazının son derece saçmalık kokan ve büyük bir tehlike içeren epigrafını da belirtmemiz gerekiyor: "Farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovulldu. Bu aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi." (Recep Tayyip Erdoğan, AKP Düzce İl Kongresi, 23 Mayıs 2009)

Seneler geçti ve "her türlü milliyetçiliği ayaklar altına alan" AKP iktidarı Türk adını tarihin tozlu raflarına gömmek için soda şişelerinden bakanlık tabelalarına kadar, hatta köy isimlerine kadar birçok 'revizyona' girişti. Çünkü adı çözüm olan fakat çözülüşten farkı olmayan süreç bunları gerektiriyordu. Seneler geçti ve Türkiye demek yerine Anadolu, Türk demek yerine Türkiyeli gibi rezaletin daniskası öneriler de yapıldı. Filistinlileri katletmekten bir an için vazgeçmeyen İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres, TBMM'de konuşma yaptı ve alkışlandı. Tarihe geçen günler yaşandı. Seneler geçti ve millet olmanın faydaları ve kıymeti üzerine hiçbir ciddiyetli çalışma yapılmadı. Hatta "internet çağında ne milleti kardeşim" diyen insanoğulları türedi. Bu konuyla ilgili İskender Öksüz'ün son derece önemli, bilimin farklı alanlarından örneklerle kuvvetlendirilmiş önemli yazıları da yine kitapta yer alıyor. Millet kavramanın yok olma yolunda gittiğini, zaten bu kavrama pek de ihtiyacın olmadığını 'kanıtlamaya çalışan' batılı yazarlara "Siz önden buyurun" diyor İskender Öksüz ve şöyle devam ediyor:

"Şimdi onların tek raylı tarihi, milletlerin ve millet devletlerinin yok olacağını göstermektedir. Daha önce diyalektik maddecilik de bunu gösteriyordu. O sizlere ömür oldu ama milletin yok olacağında ısrarları sağ ve sağlıklıdır. Heyecanlandıklarında şu "itibarlı işim tek raylı tarih" akıl yürütüşleri şöyledir:

Tamam! Edison ampulü buldu. Siz daha milliyetçilik yapın bakalım!
İnsanoğlu aya çıktı siz hâlâ millet devleti diyorsunuz!
Ohooo, İnternet ortalığı sardı, siz daha millet diye ısrar edin...

Henüz rastlamadım, fakat muhakkak şöyle bir karşı konulmaz akıl yürütme daha vardır: Kuantum çağında ne milleti kardeşim!

Nedense milletten ve millet devletinden ilk vazgeçmesi gereken de bizizdir. Ne diyelim? Rahmetli üstat Ahmet Kabaklı'nın sıkça söylediği gibi: Allah selamet versin."

Eline geçen her fırsatta Necip Fazıl şiirleri okuyup Mehmet Âkif edebiyatı yaparken İstanbul'un kadim siluetini paramparça eden muhafazakârlar yahut hocanın deyimiyle siyasî ümmetçiler, eğitimi, daha doğrusu müfredatı da parçalarken İskender Öksüz kısa mesaj nesline de uyarılar yapıyor. Paragraf sorusu görünce topukları üstünde kaçan nesli doğru anlamanın ve onlara doğru anlatmanın formüllerini de veriyor. Kanaatimce şu soruyu da hem eğitimcilere hem öğrencilere ve hem de -belki de- müzik üzerinden önüne gelen herkesi tekfir eden sözde âlimlere soruyor: "Itrî'yi, Yahya Kemal'i, mübarek Rumeli'nin kaybını, Milli Mücadele'yi nasıl çoktan seçmeli hâle getirebilirsiniz? Siz getirdiğinizi sanıyorsunuz, değil mi?"

Güzel ülkemiz, kötü entelektüelleriyle de meşhur. İşin garibi o entelektüeller de sürekli Cemil Meriç'in "aydın tarafsız olmaz, tarafsızlık namussuzluktur" sözünü paylaşıp duruyor. Gerçi çoğunun tarafı belli. Belediye kültürcülüğü, festival rantçılığı neredeyse o taraf. İskender hocanın 'entelektüel namusu' üzerine yorumları çok önemli: "Entelektüel namusu, popüler bazı lafların tekellüm ve tekrarı değildir. Entelektüel namusu, ülkeniz aleyhinde konuşmak da değildir. Entelektüel namusu, kucağınıza bırakılan iddiaların her biri için, kökten, "Gerçekten öyle mi?" diye sormak, bu sorunun cevabını bilmeden konuşmamaktır. Bu sorunun cevabını öğrendikten sonra da, cevap hâkim kanaate ters de olsa, susmamaktır. Biraz daha gelişmiş entelektüel namusu, düşüncelerinizi kucağınıza bırakılan iddialarla sınırlamayıp, "Bunlar mı konuşmalı, peki şu ötekiler niye konuşulmuyor?" diye sorgulamaktır."

Artık zenginleştik, hatta ciddi bir İslamî burjuvazi de söz konusu. Teravihe ciple gidiyoruz, kurbanımızı dokuz taksitle kesiyoruz. Bir de utanmadan bunlara şükrediyoruz. İrfanı kaybeden insanımız krediyle aldığı evinin eşiğinden besmeleyle geçmekten de imtina etmiyor. Çözülme bu mudur? Cevabını hocadan okuyalım: "Cipler bugün, eğer arazide kullanmıyorsanız, israf ve gösteriştir. Başınız açıksa da öyledir, kapalıysa da öyledir. Altın takmayacağım diye gümüş alyans takıp sonra şehirde cipe binmenin izahı yoktur. Zaten İstanbullu, Antepli, Kayserili, Ankaralı veya oraların köylüsü, bunu yapmaz; ar eder, edep eder. Ama onların İstanbul'a göçmüş torunları yapabilirler. Çözülme budur."

Netice-i kelam bir de bunların yanında sürekli Anadolu irfanına dönüşten bahseden akademisyenlerimiz, şairlerimiz var. Bu nostaljik arkadaşlara da birkaç sual etmek bana düşmez demiyorum ve soruyorum: Neyle döneceksin kardeşim? Fast-food lokantalarınla mı? 35 yıl borcunu ödeyeceğin evinle mi? Itrî'yi tekfir eden hocanla mı döneceksin Anadolu irfanına? Allah'ın evinde hutbeye çıkıp siyasî metin okuyan blue jean'li imamınla mı? İrfanı hangi Anadolu'da bulup da döneceksin? Krediyle anası ağlamış çiftçinin, madende ölümlerden dönmüş işçinin kan kustuğu Anadolu'da mı? Geç güzel kardeşim. Anadolu irfanı bitti. O çeşmeden artık su akmaz. Döneceksen Türk irfanına dön. Asırlardır vuruyorlar, ölmüyor, ayakta.

Bu yazının son cümlesi ne olmalı diye düşünürken, kitabın son cümlesi imdadıma yetişti: Nefretinize mukayyet olunuz.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

3 Nisan 2017 Pazartesi

Nefretin çirkinleştirip çerçevelediği bir dünyada: Yalnızız

Son iki yüzyılda tüm gelişimini bilimin ölçülü ve katı kuralları dairesinde arayıp duran insanoğlu, bu mücadelenin eseri olarak 30 yıl içerisinde iki kez topyekûn savaşa durdu. İnsanlık, ilerleyeceği yola mantığını ve tasnifini esir alan bilimle mi yoksa içinde taşıdığı ruhun sınırsız tahayyülü ve hissiyle mi devam edecek?

Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının en sofistike yazarlarından Peyami Safa, hikayelerinin birçoğunda olduğu gibi Yalnızız isimli romanında da, 20. yüzyılın başında medeniyet, fikir ve kültür çekişmeleri arasında bırakılan Türk toplumunun ruh halini kendine konu ve dert ediniyor.

Aslında Peyami Safa’nın bu en karakteristik romanı, tahlil etmek için oldukça ilginç bir eser. Çünkü bizatihi bu eser, adeta bir tahliller silsilesi. Bu silsilenin başını da Peyami Safa’nın kendi fikirleriyle ruhunu üflediği eserin başkarakteri Samim çekiyor.

Hikâye, klasik Türk edebiyatı okuyucularının aşina olduğu türden bir “konak” hikâyesi. Konaktaki karakterlerin ve birbirleriyle olan ilişkiler ağının dönemin ahlak normlarını aşan dikkat çekici hali, Peyami Safa’nın bu alandaki yozlaşmaya dair bir eleştirisi olarak okunabilir.

Okumak isteyenler için bu eserin hikâye kısmını karanlıkta bırakmayı tercih ediyorum. Bu incelemede bahsedeceğim ve kanaatimce eseri okunur kılan esas unsur; yazarın Samim karakteri üzerinden insanlığın son iki yüzyıldaki terakkisine ve benliğinin ruhsal teşekkülüne dair yaptığı tahlil ve yorumlarıdır.

Hikâye boyunca Samim, ilerlemeyi sadece fen ve çağdaş bilimde arayan insanoğluna gerçek ilerleme alanı olarak bizzat insan ruhunu işaret ediyor. İnsanlığın son 30 yıl içerisinde iki büyük dünya savaşına sürüklenmesinin sebebi olarak tüm mantığın ve tasnifin bilimin katı ölçülerine dayandırılmasını gösteriyor. Bu şartlarda ideal bir dünya düzenine ulaşmaktan bahsedilemeyeceğini hikaye boyunca çeşitli tartışmalar boyunca anlatan Samim, asıl ilerlemenin insanın kendi ruhsal alanında yapacağı atılım ve revizyonla mümkün olacağını savunuyor.

Esasen Peyami Safa tüm eser boyunca Samim üzerinden derin, uzun, fakat okuyan herkesin empatisine oldukça açık tiratlarıyla bir ütopyayı betimliyor. Bu ütopyanın ismi Simeranya.

Simeranya, Samim’in hayalinde kurduğu ve yaşattığı ideal bir diyar. Orada tüm mücadele, tüm yaşayış, tüm hayat uğraşıları insanların ruhunun ihtiyaçları üzerinden vuku bulur ve yine tüm faydayı insan ruhuna sağlar. Simeranya’da eğitim de, sanat da, sağlık da insan ruhunun hem ürünü hem üreticisidir.

Peyami Safa, Samim aracılığıyla kurduğu bu ütopyayı insanoğlunun gelecek asırdaki mefkûresi olarak betimliyor. Üst üste iki dünya savaşından çıkan yorgun, tedirgin ve yönünü kaybetmiş insanlığın geleceği için 1940’ların ortasından ta bir asır sonrasına kanca atıyor. Peyami Safa bu idealini hikayenin sonunda bir manifesto gibi haykırıyor;

Bırak şu maddeyi, boğ şu ölçü dehanı, doy şu matematik ve fizik tecessüsüne, kov şu kemiyet fikrini, dal kendi içine, koş kendi kendinin peşinden, bul onu, bul kendini, bul ruhunu, bul, sev, bil, an, gör, kendi içinde gör Allah’ını. Kendine dön, kendine bak, kendine gel. Ortaçağ papazında haklı olarak ayıpladığın dar kafalılığın anlayış sınırlarını daha fazla darlaştıran beş duyu idrakinin kapalı dünyası içinde kalma!

Peyami Safa, Yalnızız’da yine Samim aracılığı ile ikili ilişkiler üzerinden insan benliğini tahlil etmeye çabalıyor. Ona göre her insan; biri asıl, saf ve savunmasız, diğeri sahte fakat saldırgan iki alt benliğe sahiptir. Bu iki benliğin mücadelesi, insanın tüm davranışları, hissedişleri, yönelişleri üzerinde belirleyici olmaktadır. Bu iki alt benliğin mücadelesi, hikâye boyunca Meral karakteri üzerinden trajik bir akışla izleniyor.

Yalnızız, bir solukta okunacak bir romandan ziyade, Peyami Safa’nın çağın üstünde bir idealistlikle yarattığı dünyasını sindire sindire anlamamız gereken bir fikir deryası olarak karşımıza çıkıyor. Hikaye içerisinde karakterlerin birbirleriyle olan ilişkilerini alışılmış reaksiyonlarla değil, derin ruhi tahlillerle açıklayan Peyami Safa, okuyucusuna üzerine düşünmek için oldukça fazla fikri malzeme sunuyor.

Peyami Safa’nın hikâyecilikle fikirciliği ustalıkla harmanladığı, birini diğerine tercih ya da birini diğeri için kurban etmek hatasına düşmediği bu romanını metropolün materyalist fırtınalarına tutulmuş zihinlerin şifası için tavsiye ediyorum.

Murat Çınar
twitter.com/muratcnr

30 Mart 2017 Perşembe

Bir kitabın ismi ancak bu kadar yazarını işaret edebilir

Bir dostum kendini ele güne karşı borçlu hissetmemek için nasıl çözüm bulduğunu anlatıyordu. “Kimsenin bana iyilik yapmasına müsaade etmiyorum” diye özetlemişti bu dostumuz kendini minnet duygusundan korumanın yolunu. Minnet etmek insanı borçlu kılar. Karşısındaki insanda minnet duygusu oluşturmak ise yapılan iyiliği hükümsüz hale getirir.

Kimseye minnet etmeyen kişi aynı zamanda kimseye karşı taviz vermek, eğilmek ve yamulmak gibi omurga sorunları da çekmemiş olur. Minnet iyilik yapılanın boynunun borcudur. Bu borcun ağırlığı kişinin boynunu her gün biraz daha aşağıya doğru eğer.

Olursa şayet Allah’a karşı olmalıdır minnet ve de minnettarlık.

Önünde eğilmeye layık bir tek o vardır çünkü. Minnet duygularımızı harekete geçiren kişilerin karşısında Nesimî gibi söylemek lazım: “Har içinde biten gonca güle minnet eylemem / Arabi Farisi bilmem, dile minnet eylemem / sırat-ı müstakim üzre gözetirim rahimi / iblisin talim ettiği yola minnet eylemem.

Minnetsiz insanlar iyilik dilencisi değildirler. Erdemlerini menfaatleri karşılığında unutup değiştirmezler bu yüzden.

Şairlerin çoğu minnetsiz insanlardır.

Bir başka deyişle, minneti az mihneti çoktur şairlerin. Ne devlet kapısında beklerler ne de devletlu halkasında esas duruşa geçerler. Yağız Gönüler boşuna kitabına bu ismi vermemiş: "Minnet Eylemem". Bir kitabın ismi ancak bu kadar kitabın yazarını işaret edebilir. İkinci şiir kitabını çıkaran Yağız Gönüler edebiyatı ortamlardan bağımsız minnetsiz hayatına yoldaş edinenlerden. "Kırılınca Klarnet"te kendine özgü bir ses ve söyleyiş yakalayan Gönüler, ikinci kitabında da bu ses ve söyleyişin çıtasını yükseltmeyi başarmış. “Beyazları iliklenmiş gibiyim” diyen bir şair yolun bundan sonrasını bir başına kaybolmadan gidebilir demektir.

Yağız Gönüler tasannu ve artistliğe tenezzül etmeyecek, yolunun üzerine düşen alkışlara minnet etmeyecek denli hayatı kolaylaştıran dizeler yazıyor.

Hayat şiiri yormadığı gibi şiir de hayatı daha bir kolay kılıyor şu dizelerde: “Kaylule / Evine kat çıkan sahabeye selam vermeyen Resulün / Genellikle orta katları tercih eden utanası ümmeti / Kenefin hemen bitişiğinde ayakta duş yapan / Bir de evinde bereket arayan / Östrojeni ve testosteronuyla karar veren."

Yağız Gönüler’in "Minnet Eylemem" kitabında yer alan şiirler tek söyleyiş şiirleri. Yanlış saymadımsa şayet 31 şiirden oluşuyor. Bu sayı aynı zamanda 1986 doğumlu şairin yaşına tekabül ediyor. Her yaşa bir şiir düşüyor kitapta. Kendime yakın bulduğumdan mıdır nedir, Yağız Gönüler’in şiirlerinde en iyiyi bulmakta hep güçlük çekmişimdir.

Önceki kitapta da bu duyguyu yaşadım. Diğer şiirlerinden bağımsız bir tercih yapacak olursam, zarımı Yağız’ın "Akşam Ekmeği" şiirinden yana atabilirim. Hele yeni doğmuş oğul gibi şiirin son iki minik dizesini: "Oğlum oldu, uyandım / Akşam ekmeğine inandım."

Sevgili okur, şayet sen de minnetini mihnete çevirenlerden isen, akşam ekmeğine de inanmışlığın varsa hiç durma bu kitabı oku. Nerede mi bulabilirsin? Hemen söyleyeyim: Minnet Eylemem, Yağız Gönüler, İzdiham Yayınları, Ana Yayın Dağıtım, Cağaloğlu.

Hüseyin Akın
twitter.com/huseyinakin_
* Bu yazı daha evvel Millî Gazete'de yayımlanmıştır.

Batının Türklükle Müslümanlığı ayırma çabası hiç bitmeyecek

Bir zaman evvel Etyen Mahçupyan’ın Türkiye Cumhuriyeti Başbakan Başdanışmanı olarak atanmasından sonra Ebubekir Kurban’ın bir hatırlatması çınladı aklımda. Mahçupyan Türklükle İslamlığın birbirinden ayrılması gerektiğini ve bunun gelecek adına iyi bir şey olduğunu beyan etmişti bir vakit evvel. Gelecek kimin geleceği, iyi kimin iyisi? Bir sürü soru(n)lar…

İsmet Özel’in “La İlâhe’nin La’sı” başlıklı bir yazısı vardır. Bu yazı 2001’de Yeni Şafak’ta, 2001 ve 2003’te Millî Gazete’de yayımlandı. Daha sonra Şule Yayınları tarafından basılan “Başbaş Başbaşa Başabaş” adlı kitapta da yer aldı. Bu kadar önemli bir yazı mıydı? Sadece ilk cümlesi bunu ispat edebilir: “Bizi cehennem ateşinden kurtaracağına inandığımız söz “la” ile bir olumsuzlamayla başlar.

Önce Mahçupyan’a bu görüşü sebebiyle, sonra da Jenny B. White’a “Müslüman Milliyetçiliği ve Yeni Türkler” adlı kitabındaki Mahçupyan’a yakın görüşleriyle kocaman bir “La” demek gerekiyor. Çünkü dedikten sonra ben yine “La İlâhe’nin La’sı”ndan bir alıntıyla cevap vermek istiyorum: “Türklük benimsenen bir nitelik olarak söz konusu edildiğinde, tutulması vacip olan tarafın “gayri Müslim” taraf olmadığı aşikârdır. Gayr-i Müslimliğin Türklükle bağdaşmayacağı bedihidir. Hiçbir olayı, hiçbir değişimi, Müslümanlık lehine ve fakat Türklük aleyhine sonuç vereceği mülahazasıyla değerlendirmemiz mümkün değildir. Ters yönden gidilirse de yol kapalı. Yani herhangi bir olayın cereyan tarzının, herhangi bir değişimin gerekçesinin, Türklük için iyi; ama Müslümanlık için kötü sonuç vereceği de söylenemez. Söylenecekse La İlâhe’nin la’sı ancak tarihe ve topluma ilişkin gerçeklerin yükü altına girilerek söylenebilir. Türklük, ayrı; Müslümanlık ayrı diyenler, gerçekte hangi tarafı tuttuklarını saklamak isteyenlerdir.

İletişim Yayınları tarafından ilk baskısını Kasım 2013’te, ikinci baskısını da Şubat 2014’de yapan “Müslüman Milliyetçiliği ve Yeni Türkler” kitabı, Jenny B. White’ın Türk kimliğini bir yere oturtabilme gayretinin eseri. Yazar Türkiye’ye sadece oturduğu yerden (Amerika) bakmıyor, Türkiye’ye gelip bir takım cemaatler, örgütler ve insanlarla oturup konuşup tartışıyor. Bu kimseleri önceden planlayıp seçtiği kesin. Çünkü tüm bu söyleşileri yahut anketleri aynı kapıyı çalıyor: Türklük ayrı, Müslümanlık ayrı. Özellikle bazı tarikatlara bağlı kimselerin “Türklük umurumda değil, Müslümanım bu yeter, Türkiye’de doğmasam da olurdu, hem de güzel olurdu” sözlerini üstünü yağlaya ballaya aktarıyor White. Daha evvel yazdığı “Para ile Akraba: Kentsel Türkiye’de Kadın Emeği” (İletişim, 1999) ve “Türkiye’de İslamcı Kitle Seferberliği: Yerli Siyaset Üzerine Bir Araştırma” (Oğlak, 2007) ile birlikte bu kitabın da Amerika’da çok farklı disiplinlerde eğitim görmesine rağmen Türk toplumunu tanıttığı söylenen derslerde okutulduğunu belirtmek gerekiyor. Kitabın en ciddiye alınabilir tarafı bu. Çünkü sekiz bölüme ayrılan kitapta Amerikalı bir antropoloğun “İslam ve Millet”, “Korku Cumhuriyeti”, “Misyonerlik ve Başörtüsü”, “Melezlik Yasak”, “Cinsiyet ve Millet: Peçeli Kimlik”, “Tercihler ve Topluluk: Mavi Saçlı Kız” gibi popülerleşmiş fakat klişe yumağı haline dönüşmüş konular hakkında yazıları var. Her ne kadar açılışta İbn-i Haldun’un Mukaddime’sinden (1377) yapılan “İnsan atalarının değil, geleneklerin çocuğudur” gibi göz kamaştıran bir alıntı yer alsa da, giriş konusu olarak 2008’de Kırşehir’de yirmi lise öğrencisinin kendi kanlarından Türk bayrağı yapmaları seçilmiş. Kitabın hemen hemen her bölümünde bu konuya işaret edilerek bir taraftan anti-milliyetçilik diğer taraftan da anti-islamcılık yorumları yapıyor Jenny B. White. Ancak öğrencilerin bu eylemden iki ay evvel PKK ile çatışırken şehit olan yirmi askerimizden ne kadar etkilendiği, neden etkilendiği hakkında pek bir şey yok. Kitap hakkında çok küçük bir örnek olsa dahi bu not, yazarın milliyetçiliği irdelerken kemalizm ve başörtüsü arasındaki zikzaklardan sayfalar boyunca yararlanmasına (destek aramasına) sebep oluyor. Kitapta bölümler ilerledikçe Türk milletini neredeyse sadece oy kullanırken “harekete geçen” bireyler olarak gören White, hem AKP’yi hem de seçmenini milliyetçi-muhafazakâr olarak değerlendiriyor. Kitabın başlarında anti-kemalist olarak takdim edilen Erdoğan ve ekibinin gezi olaylarından sonra kemalistleştiğini vurguluyor. Bunu yaparken de Edhem Eldem’in 16 Haziran 2013’te New York Times’a verdiği (Turkey’s False Nostalgia) röportajından, son derece yerinde olan bir tespiti seçerek yapıyor: “Erdoğan’ın askerî vesayete karşı yıllardır sürdürdüğü başarılı mücadelesinin ardından onların yöntem ve stratejilerini canlandırdığını görmek rahatsız edici… Öncekilerin ordu eliyle yaptığını, şimdi o polis eliyle yapmaya çalışıyor.

Gallup’un 2013 yılındaki araştırmasına göre Türklerin % 35’i yaşam koşullarını “sefil” olarak nitelendiriyor. Bu oran, 2012 yılında ulaşılan % 18’in neredeyse iki katı. White, AKP seçmeninin büyük bir kısmını İslami burjuvazi olarak görerek, bu anket sonuçlarıyla birlikte yeni Türk milliyetçi kimliğinin İslami burjuvaziden ibaret olacağını düşünüyor. AKP’nin seçimiyle birlikte devlet ve ulus tanımlarının çok değiştiğini söylerken, bilhassa Ezgi Başaran’la yaptığı mülakatta bu durum açıkça görülüyor: “AKP bugün çoğunluk demokrasisi uyguluyor. Nedir bu? Biz kazandık, dolayısıyla siz bizim dediğimizi yapacaksınız. Beğenmiyorsanız bir dahaki sefere kendi hükümetinizi seçersiniz.”. Bu yorumuyla birlikte kitapta da görüleceği gibi White’a göre AKP tepeden inme, otokratik ve şiddet eğilimli bir yönetim anlayışına sahip. Sosyal mühendislik adı altında insanların yaşamlarına karışması, farklı kavramlarla yeni değerler yaratması, çıkabilecek her türlü kaos ortamına derhal “dış güçlerin oyunları” fikrinin bulaştırılması, süregelen statükoya karşı eleştirileri ise “ekonomik düzelme, halkın gelişen refahı ve güzelleşen şehirler” ile def etmesi cabası. Dikkat edilirse kitabın adından farklı olarak yoğun bir AKP eleştirisi de mevcut. 2013’te Princeton Üniversitesi’nin yayımladığı (Muslim Nationalism and the New Turks) bu kitap “Yeni Türkiye işte böyle olacak” dedirtmek için var gibi. Yüksek lisansını Hacettepe Üniversitesi’nde yapan White’ın hem milliyetçilik yaklaşımı çok eski ve klişe, hem de kitabın tarihi arka planı yok. Kavramlar, bugün Türkiye’de siyasilerin ağzından çıkanlar kadar eksik, sıkıcı ve klasik. White’ın Türkiye’de ve AKP’de gördüğü yeni milliyetçilik anlayışı, nüfusu aynılaştırma çabasında olan, tıpkı Osmanlı’nın “Pax Ottomana” stratejisi gibi her kültürü kendi içinde eriten bir yapıya sahip. Bunun dışında sınırların ihlali, namus, ahlak gibi kavramlarla birlikte Türklerin tabularının(?) hep aynı kaldığını düşünüyor. Laf arasında Türklüğü İslam’dan ayıran insanlarla yaptığı söyleşileri ise sık sık geçiriyor. 24 Haziran 2013’te Van Havaalanı’nın penceresinden gördüğü, halkın balkonlarına astığı Türk bayrağını İslam’la bağdaştırmıyor. “Ben burayı muhafazakâr bir çevre olarak düşünmüştüm” diye şaşırarak anlatıyor. Bayrağı sadece Kemalistlerin, ulusalcıların resmi tatillerde kullandığından ve İslamcıların bayrağı çok da önemsemediğinden bahsederek kitabını sonlandırıyor. Yani kitaba nasıl başlıyorsa öyle bitiriyor. Bayrağın sık kullanımını çok milliyetçi görüyor, fakat bir tarikat mensubunun “Türk olsam ne olur, olmasam ne olur, Müslümanlık yeter” demesinin yeni bir milliyetçilik anlayışı olup olamayacağını sorgulamakla derin bir araştırma yaptığına inanıyor.

White, İstiklâl Marşı’nı pek umursamamış gibi görünüyor. Kim bilir belki o da Kurt Vonnegut’a göre “Saçma sapan sözlerden ibaret olan” kendi ulusal marşlarındaki bayrak sentezini saçma buluyordur. Bu tip yazarlara bayrağın namus olduğunu söylemek ne kadar gülünç bir milliyetçilik anlayışı olacaksa, 1916’ya kadar Mekke Kalesi’nde dalgalanan bayrağın da Türk bayrağı olduğunu hatırlatmak o kadar “Osmanlıcılık” olacaktır. Oysa Osmanlı da Selçuklu da Mekke ve Medine’ye gelebilecek olası bir zarara misliyle karşılık vermek için Selçuklu ve Osmanlı idi. Kâbe’sinin hakkını gözetmeyen bir milliyetçilik tutumunun olsa olsa Orta Asya ile Kemalizm arasında bir “Ka’be Arab’ın olsun, Çankaya bize yeter” sakızından başka bir şey olmayacağını White’a hatırlatmak gerekir. Zira Türkiye “yeni” falan da değildir; dinine de, tarihine de, vatanına da, milletine de partisiz sahip çıkabilecek çok eski bir halka sahiptir. Türkiye’nin gücü mâzîdedir, yeni ve güçsüz olan sadece “Yeni Türkiye” kavramı ve sürekli yenileştirilmeye geliştirilmeye dolayısıyla yok edilmeye çalışılan karman çorman bir milliyetçilik söylemidir.

White’a “Eski Türkiye”nin eserlerine kulak vermesini hararetle öneririm. Çünkü orada Türk’ün diniyle dilinin ne kadar beraber olduğu apaçık ortadadır. Mesela Eşrefoğlu Abdullah Rûmî “Seni sevmek benim dinim imanım / İlâhi, dîni imandan ayırma” demiş. Sonra bu söz bir Hatay türkümüzde “Şu karşıki dağda kar var duman yok / benim sevdiğimde din var iman yok” diye yer edinmiş. Türk de tıpkı dili gibi yalın, temiz ve acımasız olduğundan “Dinden imandan habersiz olmak” diye bir atasözü bırakmış bu topraklara.

Yağız Gönüler

28 Mart 2017 Salı

Devlet ve doğadan koparılan insan

Modern devlet ve onun icbar ettiği yönetim anlayışı, hiç şüphe yok ki insanın yaşama biçimini de değiştiriyor. Bu değişiklik; yönetilenin yani insanın doğadan kopmasına ve dolayısıyla hem bedenini hem de ruhunu unutmasına yol açıyor. Henry David Thoreau’nun (1817-1862) küçük ölçekli fakat iri taneli iki makalesi olan “Sivil İtaatsizlik” ile “Yürümek”, Aykut Örkop’un çevirisi ve Zeplin Kitap etiketiyle Eylül 2014’te okuyucuya takdim edildi. Thoreau’nun 1854’te yayınlanan başyapıtı Walden, Amerikan düşünce tarihini etkilemesini biraz da Sivil İtaatsizlik (CivilDisobedience, 1849) makalesine borçludur. Zira bu makale, ödemeyi reddettiği vergi sebebiyle Thoreau’nun hapishanede geçirdiği bir gecede yazılmış, çok sonra Gandhi’nin dahi en büyük ilham kaynaklarından biri haline gelmiştir. Thoreau’nun fikirlerinden etkilenen isimler arasında Tolstoy ve Martin Luther King de zikredilebilir, keza eserlerinde bilhassa devlet ve yönetim anlayışlarında yazarın bu makalesinden feyz aldıkları dikkatli okuyucuların yakalayabileceği bir husus.

İki bölüme ayrılan kitabın ilk bölümü Sivil İtaatsizlik adlı makaleyi oluşturuyor. “En iyi devlet, en az yöneten devlettir” düsturunu içtenlikle kabul ederek makalesine başlayan Thoreau, bu cümlenin ikinci kısmını “hiç yönetmeyen devlettir” şeklinde değiştirerek, insanoğlunun buna her daim hazır olduğuna ve sahip olması gereken devletin de bu olduğuna kanaat getiriyor. Amerikan devleti üzerinden eleştiri yaparak tüm devlet rejimlerini ciddiyetle eleştiren yazar, devletin tamamıyla halk için çalışabileceğini, amiyane tabirle huzur vermesinin şart olduğunu ve insanın yaşamına asla karışmaması gerektiğini anlatıyor. Devletlerin insanları rahatlıkla ve başarıyla aldatabildiğini, hatta tüm insanlığı kendi çıkarları uğruna nasıl kullanabileceğini henüz o yıllarda gösterdiğine inanan yazar, “doğru ve yanlışın ne olduğuna çoğunluğun değil, vicdanın karar vereceği bir devlet var olamaz mı?” sorusuyla, bir vicdan devletinden söz eder. İnsanın da vicdanını kaybetmemesi gerektiğini ve fakat bir kanun koyucuya da vicdanını teslim etmemesi gerektiğini söyler: “Daha önce defalarca söylendiği üzere, bir kurumun vicdanı yoktur; ancak vicdanlı insanların oluşturduğu bir kurumun vicdanı olur.

Thoreau’nun tezlerinden biri; kanuna karşı duyulan yaygın ve aşırı saygının, tüm bu kanunların insanın yaşamını altüst edecek bir niteliğe bürünmesine sebep olduğunu yönünde. Kanunların insanı azıcık dahi olsa iyi biri haline getireceğini düşünmeyen yazar “en iyi niyetliler bile kanuna duydukları saygı yüzünden, her gün türlü adaletsizliğe alet olurlar” diyerek aslında günümüz dünyasındaki faili meçhul cinayetlere ve polis şiddetine de dikkat çekiyor. Bu adaletsizliğin iyi bir insanı dahi devlet tarafından düşman görülmesine götüren bir yol olduğunu savunan yazar, bilgeliğin ve soyluluğun formülünü kendince şöyle özetler:

“Ben soylu biriyim, varlıklı olamayacak kadar
Başkasının yaveri olmayacak kadar soyluyum
Ya da yararlı bir hizmetkâr ve araç olmayacak kadar
Yeryüzündeki herhangi hâkim bir devlete”

Bugün hiçbir insan Amerikan devletine karşı düzgün bir şekilde davranamayacağını söyleyen yazar “köleliğin devleti” olarak gördüğü bu politik organizasyonu bir anlığına dahi olsa kendi devleti saymaz.Jean Baudrillard, “Sessiz Yığınların Gölgesinde” adlı eserinde oy kullanma mekanizmasının ve medyanın büyük bir simülasyon olduğunu yazar. Henry David Thoreau da bu fikri yüz yıl evvelinden şu şekilde belirtmiş kitabında: “Oy vermek, içinde birazcık ahlak bulunan, doğru ve yanlışla, ahlaki sorularla oynayan bir oyundur; tıpkı dama veya tavla gibidir ve doğal olarak bahis de bu oyuna eşlik eder… Akıllı bir insan, doğru olanın gerçekleşmesini şansın insafına bırakmaz ya da çoğunluğun kudretiyle gerçekleşmesini dilemez. İnsan yığınlarının eylemlerinde çok az erdem bulunur. Çoğunluk, olur da köleliğin kaldırılması yönünde oy kullanırsa; bu, köleliğe karşı ilgisiz olmaları ya da kaldırılacak pek az bir kölelik kalması nedeniyle olur. O zaman köle olan yalnızca kendileri olur. Sadece, kendi oyuyla kendi özgürlüğünü temin edecek kişinin oyu köleliğin kalkmasını hızlandırabilir.

Bir yasa, eğer bir insanı başkasına yapılan bir haksızlığın aktörü yapıyorsa, “yasaları çiğneyin gitsin” der yazar. “Bırakın hayatınız bu makineyi durduracak bir karşı sürtünme olsun” diyerek de pasifliğin hiçbir şey getiremeyeceğini belirtir. İnsanın yapması gereken her şeyden önce lanetlediği bir mekanizmanın, haksızlığın, adaletsizliğin aktörü olmamasıdır. Bunun için de önce insanın ellerinin temiz olup olmadığını kontrol etmesi gerekir zira kirli ellerle bir şeyi temizlemeye çalışmak, kirli olanı tüm alana yaymayı kolaylaştıracaktır. Haksız ve adaletsiz bir yönetim anlayışı karşısında insanın söyleminin de sert, keskin ve tavizsiz olması gerektiği yazarın temel üslup düşüncesidir. Zira “insan ancak kıymet bilen ve hak eden ruhlara karşı nezaket gösterir” ona göre.

Thoreau, hapishane serüveninden bahsederken hiç gocunmaz ve “İnsanları adaletsiz bir şekilde hapishanelere tıkan bir devletin hükmü altında yaşayan adil bir insanın bulunması gereken tek yer”de olduğunun bilincinde, fikirlerini aktarmaya devam eder. Özgür bir insanın, köle-devletinde onuruyla bulunabileceği tek yer olarak düşündüğü hapishaneden, insan ve para konusunda da çağımızı çok ilgilendiren fikirlerini sunar: “Eğer para kullanmadan yaşayan insanlar olsalardı, devlet onlardan para talep etmek konusunda tereddüde düşerdi… Para bir insanla arzuladığı nesneler arasına girdiğinde, o nesneleri o insan adına alır ve bunu başarmak da büyük bir erdem değildir… Araç dediğimiz şeyler arttıkça, yaşamın olanakları orantılı olarak azalır. Bir insanın zengin olduğunda kendi kültürü için yapabileceği en iyi şey, yoksulken tasarladığı planları gerçekleştirmeye çalışmasıdır.

Hz. Ebu Hureyre’den (r.a) naklolan bir hadis-i şerifte Resul-i ekrem (a.s); “Üç kişi vardır ki, Allah (c.c) kıyamet gününde onlarla ne konuşur, ne onlara nazar eder, ne de onları günahlarından arındırır, onlara elim bir azab vardır… Sırf dünyevi bir menfaat için bir imama biat eden kimse; öyle ki, dünyalıktan istediklerini verirse biatında sadıktır, vermezse sadık değildir.” buyurmuştur. Bu hadisi burada nakletmemize sebep olan Thoreau fikirlerinden biri de insan ile iktidar arasındaki ilişkiye dair:

“Ailemiz gibi davranmalıyız ülkemize
Eğer bir an olsun yabancılaşırsak ona
Onu onurlandıracak olan sevgimize ve gayretimize
Riayet etmeli ve ruhumuza öğretmeliyiz
Vicdan ve inanç meselesini
Ve uzak durmalıyız çıkarcılık ile iktidar arzusundan”

Kitabın ikinci bölümünü, yazarın “Yürümek” adlı makalesi teşkil ediyor. Devletin insanla toprak arasına nasıl girdiğini sorgulayan Thoreau, bu makalesinde özellikle insanın bir bedene ve ruha sahip olduğunun farkında olmadığını düşünüyor. Buna sebep olan etkenleri de mekanikleşme, kentleşme ve elbette otomobil olarak sıralıyor. İnsanın kendi doğasından uzaklaşır uzaklaşmaz öleceği, bütün iyi şeylerin yabani ve özgür olduğunu belirten yazar günümüz otomobil çağına sesleniyor: “Günümüzde otomobil, bedeni milyonlarca insan için neredeyse gereksiz hale getirmiştir.” (Mustafa Kutlu’nun şu teklifini de unutmayalım: Otomobilleri sokaklardan atmalıyız.)

Yürüyüş bir insan için temel ihtiyaçtan da öte. Lakin günümüzde yürüyüş yollarını bir kenara bırakalım, maalesef parklar, bahçeler, ormanlık alanlar insanların ulaşamayacağı yerlere sıkışmış vaziyette. İnsanın yürüyüp nefes alacağı bölgeye gidene kadar kullandığı araçlar, çevreyi görüntü anlamında yoruyor, biyolojik anlamda ise sömürüyor. Çevre kirliliği, aşırı yakıt tüketimi ise cabası. Ağır iş koşullarını unutup, insanın tefekküre muhtaç oluşunun farkına varması ve kendi halinde bir yaşama olan açlığını karşılamasını yürüyüşe bağlayan Thoreau bu konudaki fikirlerini şöyle dile getiriyor:

- Yürüyüşçü zaman açısından zengindir, saatlerini harcama lüksüne sahiptir. Kendi saatlerinin efendisidir.

- Yürüyüşçü yürüyüş sırasında dünyaya bakışını derinleştirir, bedenini yeni koşulların içine sokar.

- On gün birisiyle yürümek, on yıl onunla birlikte yaşamak demektir. (Burada Lütfi Bergen’in “Dostluk, yürürken belirginleşen bir şeydir” sözünü de hatırla(t)mak gerekiyor.)

David Le BretonJean-Jacques Rousseau ve Robert Louis Stevenson gibi büyük yürüyüşçüler arasında sayılan Henry David Thoreau insanlara “bir deve gibi yürümelisiniz” çağrısını yapıyor. Devenin yürürken uzun uzun düşünen tek hayvan olduğunu belirtiyor.

Resul-i ekrem (a.s) yürürken yorulduğu zaman adımlarını uzun atar, böylece hem yorgunluğu azalır, hem daha çok yürüme keyfi alır, hem de daha lezzetli bir tefekkür ânı yaşarmış. Öte yandan Yunus Emre’nin (k.s) de “Ben yürürem yane yane / aşk boyadı beni kane / ne akilem ne divane / gel gör beni aşk neyledi” zikrini hatırlamamız mümkün.

Yürümek” adlı makalesinde yazarın yürüyüş esnasında çevreyi betimlemesi, doğayı yorumlaması ise okuyucu için ayrıca bir keyif. Şimdiki zamanda dahi yaşamaya vaktimizin olmadığını, geçmişi hatırlamaya mecalimizin kalmadığını acı bir şekilde o yıllardan seslenen yazar; akıp giden hayatın bir ânını bile kaybetmemiş olan kişinin bütün ölümlülerden daha fazla kutsanmış biri olarak görülmesi gerektiğini söylüyor.

Yaşadığımız bu utanç ve tiksinti veren çağı bir madene benzetiyorum. Ama emek olmayan, ter olmayan, dürüstlük olmayan, kapkara bir madene. Bu madende hepimiz ne ürettiğini bilmeyen azgın birer tüketici ve doyasıya borçlu bir işçi gibiyiz. Çalıştıkça aldığımız nefesi ânında borç olarak geri veriyoruz. İçimize yaşamın tadını, kanaati ve şükrü çekemiyoruz. Çile çekiyoruz bu madende. Hiç aydınlanmayan bir maden bu çağ. Kendi bataklığımızda kendimizi batırıp sürünüyoruz.

Çok umutsuz olabilir lakin bu çağda ben dünya sistemi ile yürüyüş üzerine düşünemiyorum. Ne zaman düşünmeye çalışsam aklıma bir Neşet Ertaş türküsü gelip oturuyor, hiç de yerinden kalkmıyor:

“Yürü durma yürü yolundan olma
Eğlenip bir yerde kalmayan dünya
Zaten ben garibim anadan doğma
Garibin gönlünü bilmeyen dünya.”

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Dönemecin sonunda bizi bekleyenler

İnsanın içi ve dışı hakkında sayfalarca yazı yazılabilir. Benim içim ve dışım hakkında ise söyleyecek tek sözüm var. Testinin içindeki neyse dışındaki o değildir: testinin içi akışkandır, dışı bu akışkanlığı zapt etmek için taş kesilmek zorundadır.

Testi dâhil her nesneye, olaya başka bir açıdan, başka bir gözle bakmaya çağırır yazar Ayşegül Genç. “Taş kesilmek zorunda” olanların ezberini bozacak hayli şaşırtıcı satırlar arasında dolaşırken Ölü Serçe Dönemeci’nin sırrına ermeyi teklif ediyor Genç.

Tuhaf şey ölürken güneşle konuşmak… Yatay duran geveze bir günebakana dönüşüyorum.

Bir filolog titizliğinde dua etme usûlüne işaret eden karakter, korkuyla hayatını gözden geçirme talimleri ediyor.

“Bilmek bazen yatılı gelen misafir gibidir.” 

Nasıl sahici ev sahibi olunacağına dair, ipuçları yakalamak isteyenlerden söz ediyor Genç.

Eksik ibadetlerden, öbür dünyadan, kocaman saraylar umanlardan, “bir mıh kadar sabit, bir çivi kadar güdük bir hayatı” sırtında taşıyanlardan bahsediyor. “İmtihan bitti" noktasını irdelerken, bu noktadan öncesini Meryem, Sümeyye, Leyla, Halit diyor. Filistin, çekilen acılar, İskender, edilen dualar, merhamet, intikam, aşk, direniş, işkence derken; terörizmle romantizm arasındaki ilişkiye parmak basıyor. Bir kız çocuğunun gözünden namazlarını hiç aksatmayan bir ablanın naif resmini çiziveriyor bu romanda. Farklı, çarpıcı, hareketli bir anlatımla Ölü Serçe Dönemeci’nde yazar Ayşegül Genç okuru farklı mecralara davet ediyor.

Oysa gerçek âşık gizlidir! Hakiki âşıksan podyumda yürür gibi dolaşmazsın! Dışın virane gibi görünür ama içindeki köşkün en yüksek burcunda kim oturur kimseye söylemezsin! Derdi de şifayı da ayırt etmek aklına gelmez. Bu yüzden seni dertsiz sanırlar.” 

Şüheda ile nasıl âşık olunacağını anlatırken, ‘ifşa edilmeyen’ bir durumun altını çiziyor romanda. Hakiki âşık olunma, yoluna baş koymuşlardan dem vuruyor. Herkesin başaramadığı, incelikler isteyen bir yolculuk bu: “İşsiz değil, kariyersiz değil, okulsuz değil. Annesiz! Şu bir zamanlar küspe olan toprağa başımı gömsem anlayabilir miyim bunu, kızıl köpüklü ırmaklara atsam kendimi anlayabilir miyim? Vallahi hayır, anlayamam! Bir çocuk ölümü ters lale gibi nasıl taşınır derununda?

Gösterişten uzak, samimiyete giden yolu anlatıyor romanında. Durmaları durdurabilenlere sesleniyor adeta: “Sülalesinde var olan yetimi gurabayı görmeyip de yetimhaneleri turistik geziye çıkmış gibi gezen insanlarla, hayır-hasenat işlerini hafta sonu aktivitesine dönüştürenlerle meselem.

Yazar, kitabının ilk baskısını 2013 yılında olan Ölü Serçe Dönemeci, ikinci baskısını 2016 yılında Okur Kitaplığı ile gerçekleştirdi. Anlatı, deneme ve roman türündeki eserleriyle Ayşegül Genç, gelecek vadeden kalemlerden. Roman okurlarına itinayla sesleniyor.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

27 Mart 2017 Pazartesi

Bir gencin en tekinsiz zamanları

Anlatmak” niçin yetmiyor, anlatıyor olmayı niçin yetersiz görüyoruz ki fazladan misyonlar bekliyoruz anlatılardan? Hâlbuki dışarıdan yüklenmiş görevler anlatıyor olmayı zedelemekle kalmıyor anlatılana da zarar veriyor bir noktadan sonra. “Sanat, sanat içindir; sanat toplum içindir” gibi iyiden iyiye klişeleşmiş, bir tekerlemeye dönüştürülmüş ikilemden bahsetmiyorum. Benim ifade etmeye çalıştığım anlatmanın merkezi öneminin bir kenara bırakılıp biçimsel denemelerin bir amaç haline gelmesinin hikâyenin “insansızlaştırılmasına” sebep olması. Evet, yepyeni biçimler ortaya konabilir ama “insansız” kalmak bir yanıyla da “hikâyesiz” kalmaktır. Emine Batar, yepyeni bir biçem denemiyor ve yine de ortaya yepyeni bir kitap koymayı başarıyor. Çünkü yenilik sadece “biçeme” ilişkin bir nitelik değildir. Yeni bir karakter de olabilir, varolan karakterlerden kurulan yeni bir ağ da edebiyat için yeniliktir. Mesela Don Kişot'u dönemi için yeni kılan devam edegelen şövalye romanslarını yepyeni bir ironi ve hikâye ile anlatmasıdır. Yenilik, Don Kişot için sonraki yüzyıllarda da bitmeyen bir özellik olmuşsa bu, yazıldığı döneme cevap vermekten ibaret bir eser olmasından kaynaklanır ki bu elbette farklı bir yazının konusudur.

Gelelim Emine Batar'ın “Islıkla Çağrılan”ına… Sıcak, samimi, nümayişsiz ve çarpıcı bir kitap “Islıkla Çağrılan”. Evet, kimi atraksiyonlarla göz boyamıyor kitap boyunca. Yalınlıkla basitlik arasındaki farkı net bir şekilde gösterebileceğimiz bir kitap olmuş Emine Batar'ın uzun hikâyesi.

Bir gencin en tekinsiz zamanlarını anlatılıyor “Islıkla Çağrılan”. Ergenlik zamanını. Büyüdüğü ama olgunlaşmadığı, bütün dengelerinin bozulduğu dönemi. Yoksul bir ailenin tek umudu olan; zeki, duyarlı, yetenekli ama sorunlu bir delikanlı. Kitap yüzeyde sıradan görünen kişilerin başına gelen hiçbiri fevkalade olmayan olayları anlatıyor. Ancak öyle bir anlatıyor ki ister istemez kendini okutan bir hikaye olarak karşımıza çıkıyor “Islıkla Çağrılan”. Hikâyeyi okutan asıl “” dilde ve üsluptaki akıcılık ve yalınlığı sebebiyle ilk bakışta fark edilmeyen derinlik. Evet, biz okurlar hep bulanık sularda derinlik vehmediyor, berraklığı kimi zaman sığlık, yüzeysellik sanıyoruz. “Islıkla Çağrılan” ise bu evhamı tekzip eden bir metne sahip.

Kitabın yürürlüğe koyduğu tek tekzip de bu değil. Kitap konu itibariyle bıçak sırtı bir denge üzerinde ilerliyor. Kolayca “kötü” yazılmaya elverişli bir temaya sahip. Zira herkesin bir şekilde içinden geçtiği ergenlik dönemi; duygusallığa, nostaljiye, pişmanlığa veya suçlamaya düşerek kolayca kötü hikâye nesnesine dönüşebilir. Kötü ana-babalar, anlaşılmayan masum gençler metinde cirit atar ve metin okurun gözlerinin önünden geçip gider. Emine Batar, bunların hiçbirini yapmıyor.

Ne mi yapıyor? Öncelikle vurgulamam gerekir ki “Islıkla Çağrılan”, bir suçlama yahut savunma kitabı değil. Dengeli bir anlatımı var. Ne genci pohpohluyor ne de ana-babayı şeytanlaştırıyor. Okurla karakterler arasına eleştirel bir mesafe de bırakıyor. Okur hiçbir karakterle yüzde yüz özdeşleştirmiyor kendisini, tamamen de yabancılaşmıyor. Bütün bunlar Emine Batar'ın yazarlık hanesine eklediği artılar.

Emine Batar kendisiyle internette www.edebistan.com sitesinde yapılan bir röportajda söylediklerini “Islıkla Çağrılan”ın esbabı mucibesi olarak görmek mümkün. “Genellikle küçük insanların öykülerini anlattım. Küçük yaşantıların içinde büyük acılar, yalnızlıklar, kırgınlıklar vardır. Nereye gitseniz benzeriyle karşılaşırsınız. Parasını almaya çalışan işçiyi, ezber yapamayan çocuğu, ailesini özleyen genci, önemsenmeyen bir kızı, hiç aşık olamamış bir kadını… Aşina olduğumu anlatmak bana daha sahici geliyor. Yaşamak siyasettir zaten. Siyaseti belli bir düşünceye, belli bir zümreye ait bir kelimeymiş gibi görmeyi kabul etmiyorum.

Aile, okul, gencin bir süre çalıştığı marangozhane… Mekânlardan ziyade diyaloglarla ilerleyen; yüzleşmelere, iç ve dış muhasebelere yer veren bir kitap “Islıkla Çağrılan”. Gencin yazdığı şiirler, hikâye içinde laf olsun diye değil akışı güçlendirsin diye tasarlanmış mısralar. Her mısra, metnin bulunduğu kısmında anlatıma katkıda bulunduğu için orada yer yer alıyor.

Yazı boyunca kitapta anlatılan olaya dair bir ipucu vermemeye çalıştım. Çünkü her ne kadar sürprizli bir hikayesi olmasa da kitaptaki “edebiyat tadını” bu metne dâhil edemeyeceğim için beyhude bir çabaya girmemeye çalıştım. Ancak bu noktada, bir okur olarak şahsi tecrübemi ifade edebilirim. Emine Batar'ın okuduğum ilk kitabı “Islıkla Çağrılan” idi ve kitap bana ilk iki kitabını da alma isteği uyandırdı. “Islıkla Çağrılan”ı okumak hayatıma bir yazar daha katmış oldu böylece.

Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal