6 Ocak 2017 Cuma

Cin mi peri mi yoksa psikolojik bir vaka mı?

Düşlerinin ve yazılarının farklı olduğuna inandığım güzel insanlar var şu dünyada. Onlardan biri de Mine Söğüt. İlk tanışmamız Deli Kadın Hikâyeleri ile olmuştu, Tüyap Fuarı’nda ikinci bir kitabını daha alayım diye YKY standına uğrayınca dayanamadım, ne var ne yoksa topladım. Elimdeki yeni kitapları eritmeye de Söğüt’ün ilk kitabı olan Beş Sevim Apartmanı ile başladım. Ne de iyi yaptım.

Bir psikanaliz romanı mı demeliyim bu anlatı için, bir korku romanı mı yoksa fantastik bir kurgu mu, emin olamıyorum. Zira okurken yer yer tüylerim ürperirken bazen de “hadi canım, öyle şey olur mu hiç?!” dedim. Ama kitabın beni en çok etkileyen kısmı da bu oldu sanırım; gerçeküstü ögelere psikolojik bir altyapı sunuyor olması. Böylece sizin “neden olmasın ki” sorusu ile bu gerçekdışılıklara mantıklı zeminler yaratmanız sağlanmış oluyor. Sanırım en doğru özet kitabın kapağında, kendi adında “Rüya Tabirli Cinperi Yalanları” denerek yapılıyor. Peki, Beş Sevim Apartmanı ne anlatıyor?

Pürtelâş Mahallesi’nde beş katlı tuhaf bir bina; Beş Sevim Apartmanı. İçinde yaşayan birbirinden tuhaf beş insan... Bir de doktor Samimi. Her biri kendi cinli perili masalının içinde kaybolmuş, benliklerini kaybetmiş birer psikolojik vaka. Evet evet, doktor Samimi de öyle. Zaten her şey onun deneyiyle başlıyor. Otuz yaşında nihayet hissettiği aşkı, sevdiği kadına itiraf etmesi durumunda hayatını mahvedeceklerini ilan eden cinlerin ve perilerin, otuz yaşına kadar sadece rüyalarında görse de Samimi’nin en yakın dostlarının, yokluğunu ispat etme isteğiyle. Bu yaratıkların yokluklarına inandırırsa dünyayı, onların da insanlar üzerindeki karşı konulamaz etkilerinin kaybolacağına olan inancıyla. “Ama önce kendi inancını dağlayacaktı.” Samimi ve hikâye işte böyle başlayacaktı.

Anlatıda önce Beş Sevim Apartmanı’nın ve bu apartmanın sahibi Huriye Hanım’ın tuhaf hikâyesini öğreniyoruz. Doktor Samimi’den öncesini yani. Onunla değil, öncesinde de zaten ilginç olan bir bina bu. Bir türlü erkek çocuk doğuramayan, doğan tüm çocuklarına Sevim adını veren, bununla kalmayıp baktığı kedileri de kız olsun erkek olsun Sevim diye çağıran, beş Sevim’ini de toprağa veren ve kendisi de bir gün bu alemden üzerinde kedilerle göçen Huriye Hanım’ın binası. Doktor Samimi de bu hikayeyi öğrendiğinde cinlerin oyunu olmasından şüpheleniyor zaten. Kim bilir o binaya belki de “onlar” tarafından çekildi, öyle değil mi? Biz kafamızdaki soruları bir kenara bırakalım şimdi.

Beş katın tümünde Doktor Samimi’nin biraz hile ile biraz da tanıdıkları vasıtasıyla ruh sağlığı hastanelerinden getirttiği beş kimsesiz hasta ikamet ediyor. Yoksa cinlerin perilerin oyununa gelmiş, kafaları karışmış insancıklar mı demeliyiz onlara? Nasıl çağırırsak çağıralım onları, biz tek tek bu katlara konuk oluyor, hastaların “zannettikleri” hayatlarını, sonra gerçekte ne yaşadıklarını, ne durumda olduklarını öğreniyoruz. Kendini cüce sanan bir katil, seksen yaşında sanan bir genç kadın, intihara meyilli Yusuf, cinsel kimlik sorunu ile boğuşan Elif, babasız dünyaya gelmiş ve babasını cinperi sanan Melike… Ve tabi tüm bu dairelin en alt katında, kazan dairesinde ikamet eden Samimi.

Bu beş karakterin hikayelerine girip çıkarken aralarda da Doktor Samimi’nin günlüğünü düzenli bir şekilde okuyoruz. Cinperilere karşı nasıl bir savaş verdiğini görüyoruz günlüğün her sayfasında ve o da aklının sınırlarının zorlandığını hissediyor her geçen gün. Bu sırada okuyucu olarak bizler de sürekli bir soru işaretiyle karşı karşıya kalıyoruz: Doktor Samimi gerçekten cinli mi yoksa o da nevrotik bir hasta mı? Cevap çok gecikmiyor, kitabın sonunda bu sefer de Samimi’nin gerçek hikayesini okuyoruz. Son derece şaşırtıcı gerçek neymiş, öğrenmek için kitabı alıp okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Belki sonrasında ilk başta yazdığım sorunun cevabını siz bana verirsiniz: “Bir psikanaliz romanı mı demeliyim bu anlatı için, bir korku romanı mı yoksa fantastik bir kurgu mu, emin olamıyorum.

Not: Işıklarınız açıkken okumanızı öneriyorum :)

Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler

5 Ocak 2017 Perşembe

İlk Türk metinlerine titiz bir bakış

Geçmişi olmayanın geleceği de olmaz” deyimi meşhurdur. Lakin biz bu deyimi sık sık dillendirmemize rağmen hakkında pek düşünmüyor ve gereğini de yerine getirmiyoruz. Anadolu’daki bin yıllık varlığımızın başlıca belgeleri olan Selçuklu döneminden günümüze ulaşan mezar taşlarından haberimiz yok. Bırakın bin yılı, bir asır önce vefat etmiş dedemizin mezar taşını dahi okuyamıyoruz. Kaldı ki bizim Anadolu’ya gelmeden önce de köklü, muazzam bir tarihimiz var ve o tarih hakkında bilgimiz çok yüzeysel düzeyde. İki elin parmak sayısı kadar araştırmacı ve akademisyen bu konular üzerine kafa yorup ürün çıkarıyor. İhtimal ki çalışmalarını çok kısıtlı imkânlarla ve bin bir türlü fedakârlıkla yapıyorlar.

Orhun Yazıtları’nı zaman zaman duyarız. Ders kitaplarında belki haklarında bir paragraf yazı görmüşlüğümüz vardır. Hepsi bu kadar!

Orhun Yazıtları, Bengü Taşları, Orkun Kitabeleri ve Orkun Abideleri şeklinde de adlandırılır. Biz bundan böyle Bengü Taşları olarak zikredeceğiz. Bu anıt kitabelerin, Göktürkler'in dil ve edebiyatları konusunda bilinen ilk Türkçe yazı olmaları nedeniyle tek kaynak olma özellikleri vardır. Bir çeşit siyasi hatırat, tarih ve beyanname niteliği taşımaktadırlar. Dilbilimciler tarafından Türk edebiyatının ilk şaheseri, hitabet sanatının muhteşem örneği ve yazı dilinin ilk belgeleri olarak kabul edilirler. Daha sonra zikredeceğimiz gibi yazıtlar farklı bilim dallarına da ışık tutmaktadır. Kül Tigin Yazıtı 732, Bilge Kağan Yazıtı 735, Bilge Tonyukuk Yazıtları ise kesin olmamakla birlikte 720’li yıllara tarihlendirilir. Bengü taşlar günümüzde Moğolistan sınırları içerisinde kalır.

Türk Kağanlığı ve bengü taşları hakkında ülkemizde yakın zamana kadar maalesef önemli sayılabilecek özgün çalışma pek yoktu. Yapılan çalışmaların çoğu birbirinin benzeri ve Batı menşeli idi. Ancak son dönemlerde bazı olumlu gelişmelere ve sevindirici haberlere de şahit oluyoruz. İşte bu alanda önemli bir boşluğu dolduracağına inandığımız ciddi bir akademik çalışma ve kaynak eser: “Türk Kağanlığı ve Türk Bengü Taşları” Kitap, Dergâh Yayınları’nın 700. yayını olarak neşredildi. Umarız yayınevi bu tür çalışmaların devamını getirir. Bu hizmeti ile takdiri hak ediyor. Çalışma, Türk dilinin önemli bilim adamlarından Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun’a ait. Müellif, Türk dili üzerine yaptığı titiz araştırmaları ve yayımladığı onlarca eseriyle biliniyor.

İçeriğinin yanı sıra kâğıdı, baskı kalitesi, kapak tasarımı ve titiz editör çalışması ile de eser göz dolduruyor. 760 sahifeden oluşan çalışma 11 sayfalık “söz başı” yazısıyla başlıyor. Üç ana bölüme ayrılmış. Birinci bölümde Türk kağanlığının tarihi, alanla ilgili geniş çaplı literatür taraması yapılarak derinlemesine inceleniyor. İkinci bölümde bengü taşlarının edebi, tarihi, siyasi, sosyolojik vb. bakımdan kapsamlı bir şekilde değerlendirilmesi yapılıyor. Bölüm sonunda 13 sayfalık zengin bir bibliyografyaya yer verilmiş. Üçüncü bölümde ise üç metnin resimlerle birlikte okunması yapılıyor. Bu bölümde yazar bütün yönleri ile tek tek bengü taşı fotoğraflarına, özgün biçimde yazımına, transkripsiyonuna ve aktarmalara (açıklama) yer vermiş. Son bölümde ise 127 sahifeden oluşan notlar, sözlük ve dizin yer alıyor.

Söz başı” yazısında Ercilasun, çalışma hakkında tafsilatlı bilgiler veriyor. Eserin hazırlanmasında izlenen yolu ve yöntemi arı, duru anlaşılır bir dil ile okuyucusuyla paylaşılıyor. İşte o yazıdan bir bölüm: "Tunyukuk, Köl Tigin, Bilge Kağan... Türk tarihinin, VIII. yüzyılın ilk yarısında yaşamış üç büyük ismi. Fakat Türk tarihinde o kadar çok büyük isim var ki! O hâlde bu üç ismi diğer büyüklerden ayıran özellik nedir? Bu üç isim, tarihte milyonlarca Türk'ün kullandığı, bugün de milyonlarca Türk'ün konuşup yazdığı ve hiç şüphesiz gelecekte de yine milyonlarca Türk'ün kullanmaya devam edeceği dilin bilinen ilk temsilcileridirler. İlk defa bu üç isim adına Türk dilinde yazılı anıtlar dikilmiştir ve bunlardan ikisi, Tunyukuk ile Bilge Kağan, bu anıtlardaki Türkçe metinlerin müellifleridir. Bir gün, daha eski metinler bulunabilir. Fakat daha eskileri bulununcaya kadar Türkçenin en eski metinleri bunlardır. 1893 yılı sonlarından, 122 yıldan beri bu böyledir…"

Müellif çalışmasının diğer çalışmalarla arasındaki farkı da izah ediyor. İşte bu ayırt edici özelliklere bir misal: “Anıtlardaki metinlerin, yazılı Türk edebiyatının ilk örnekleri olduğu da daima vurgulanmıştır. Ancak konu üzerinde duranlar, metinlerdeki birkaç edebi özelliği belirtmekle yetinmişler; üslup üzerinde kısaca durmuşlar; fakat metinlerin kompozisyonu üzerine hiç eğilmemişlerdir. Ben ‘Bengü Taşlar ve Edebiyat’ bölümünde metinleri edebi açıdan ele alanların değerlendirmelerini verdikten sonra üç metnin kompozisyonu ve üslubunu ayrıntılı olarak inceledim. Bu bölümde bir şey daha yaptım: Köktürk tarihinin ve bengü taşların modern edebiyata yansımasını gösterdim.

Eser, Türklerin bizzat kendileri tarafından yazılmış ilk metinleri incelemesi açısından tartışmasız çok önemli. Bunun yanı sıra Türklerin tarihine ve dönemin önemli olaylarına değinerek tarih, edebiyat, Türkoloji ve sosyoloji gibi pek çok disiplini ilgilendiren konulara gelecekte ışık tutacak mahiyette. Bengü taşlarla ilgili edebi, tarihî, sosyal incelemelerin yanında arkeolojik çalışmalara, bilimsel toplantılara, çalıştaylara ve edebi değerlendirmelere yer vermesiyle de kapsamlı bir çalışma olma özelliği taşıyor. Konu üzerine bugüne kadar yapılan araştırma ve çalışmalarla ilgili kısa da olsa bilgilerin verilmesi, izahatlarda bulunulması eserin kıymetini hiç şüphesiz daha da artırıyor.

Mesleğine âşık bir bilim insanının yarım asırlık bilgi, tecrübe, azim ve gayretinin meyvesi ile karşı karşıyayız. Müellif, eserin meydana çıkması ile ilgili duygusunu sevgiliye kavuşmak yani vuslat olarak açıklıyor. O, bu çalışmasını bir vefa ve aidiyet duygusu ile hitama erdirmiş ve görevini tamamlamış. Elbette eserin yayınlanmış olması ve dolaşıma çıkmış olması önemli. Fakat hak ettiği teveccühü, ilgi ve alakayı da görmesi gerekmez mi? Böyle kıymetli bir çalışmanın hak ettiği ilgiyi görerek çok daha farklı alanlarda benzer kıymetli eserlerin çıkmasına vesile olacağına inanıyoruz.

Bengü Taşları; aynı zamanda kültürümüze, tarihimize, kısacası medeniyetimize dair her ne varsa topyekûn sahip çıkmamız gerektiğine yönelik bir uyarı ve işaret fişeği anlamı da taşıyor.

Nidayi Sevim
twitter.com/nidayisevim
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.

Yola düşenlerin hikâyesi

Küçük kız ağlamadı. Ölüme göl kadar derin ve duru bir kederle baktı. Kocaman kara gözleri, bu kederi atlatmayı öğrenmekten başka çaresi olmadığını söylüyordu.

Göçmek, kök salmaktan mahrum olmak anlamına mı gelir? Yoksa göçebe, polen taşıyan arı misali, gittiği yere kokusunu, tadını, tohumunu ekerek yol alan, tüm mekânların daimi misafiri midir? Yola revan olanların hikâyelerinde her daim beni çeken bir şeyler bulurum ve onlara eşlik ederken derin düşüncelere daldığım, kendi içimde başka kapılar açtığım anlar olur. Okur, Benden Öte’yle birlikte yol alırken kimlik, göç, göçebelik, Batı, aidiyet, sorumluluklar, hissizleşme gibi birçok temel kavram üzerine uzun uzun düşünme ihtiyacı hissedebilir.

Roman, okura bir nasihat ile açılıyor: “Bu romanda mekân ve doğa, en az karakterler kadar dikkat çekici, derinlikli ve imgesel ögelerle sarmalanıp avuçlarınıza konuyor. Başlamadan önce Nanga Parbat, Ultar, Karakurum dağlarına, Kunhar ve Saiful Muluk göllerine kısaca bakmanızı tavsiye ediyoruz.

Romanın ilk sayfalarından itibaren, girişteki bu nasihatin ne kadar önemli olduğu anlaşılıyor. Okur, kitaptaki karakterlerin hikâyeleriyle birlikte Pakistan’ın dağlarının, göllerinin, mağaralarının sakladığı hikâyeleri de öğreniyor. Benden Öte, pekâlâ, kökleri Pakistan’da gömülü, gövdesi Amerika’da yeşermiş bir adamın, Nadir’in ötede kalan kimliğinin izlerini bulma hikâyesi olarak da okunabilir. Nadir, bu yolculukta yalnız değil; sanki dağılan her bir parçasını temsil ederlermiş gibi, birbirini tamamlayamayan 3 ruhla, İrfan, Farhana ve Wes ile ne ummayı bulduğunu bilmeden yola revan oluyor.

Romanın yazarı Uzma Aslam Khan, çok küçük yaşlardan itibaren edebiyata merak salmış, lisans eğitimini Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde tamamlamış, metinlerinde ufak detaylar aracılığıyla derin mesajlar vermeyi tercih eden bir yazar. Örneğin, romanda Batı’nın Pakistan’a ve genel olarak kendi dışında kalan coğrafyalara olan yerleşik bakış açısı, Farhana karakteri üzerinden eleştiriliyor. Ancak bu avaz avaz bağıran ve öfkeli bir eleştiri değil: naif, sakin ve olgun. Nadir ise bilmediği bir toprakta, tanımadığı sulardan içerek büyümüş. Uzma Aslam Khan ile Nadir’in büyüme hikâyelerinin ortak noktaları bilinmez ancak hem yazarım hem de karakterin hayatla başa çıkabilmek için kendilerine birer sığınak yarattığını biliyoruz: edebiyat ve fotoğraf. Fotoğraf makinesi, Nadir için hayatla, diğer insanlarla ve kendisiyle arasında önemli bir sınır. Makine hem sığınak hem yuva hem koruyucu bir kalkan gibi; makinenin merceği, onu tüm tanıklıklardan ve yüklerden sakınır gibi.

Benden Öte, karakterler arası dengeleri ve denge değişimlerini takip eden, okuduğu kitapla birlikte başka bir coğrafyayı, oradaki insanların hikâyeleri aracılığıyla tanımaktan keyif alan ve yola devam etme tereddüdü yaşamayan okur için bir hayli çarpıcı bir roman. Okuru bol olsun!

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal

4 Ocak 2017 Çarşamba

Hayata dair bir keşif kitabı

"Bir insanın hayata adım atar atmaz kendisini içinde bulacağı maskeli balo hakkında haberdar edilmesi son derece önemlidir."
- Arthur Schopenhauer

Birçok kavramın tanımlaması üzerine okumalar yaparken karşımıza yığınla örnek çıkabiliyor. Mesela tarih nedir, tasavvuf nedir, şiir nedir, para nedir... Bu soruların bir hatta birden daha fazla birçok cevabı olabiliyor. Misaller verilirken sayısız isimden istifade edilebiliyor, onların verdiği tanımlardan yola çıkarak yeni tanımlar inşa edilebiliyor. Ancak hayat öyle mi? Hayat nedir diye sorduğumuz zaman aldığımız cevapların hiçbiri bizi tatmin etmiyor. Sanki bir şeyler hep eksik kalıyor. Yeterli cevabı alamamak çoğu zaman insanı mahzun bile edebiliyor. Birhan Keskin, Fakir Kene'de "Hayat bazen katırlara sümbül vermek filandı", rahmetli Ahmet Erhan "Bir yüzüm ayrılığa, bir yüzüm hayata dönük / bu gün de ölmedim anne", İsmet Özel Sevgilim Hayat'ta "Yüzümü değiştir, dağlı bir anlatım bırak / sen / her hafta oğlunu leğende yıkayan hayat" dizelerini söylerken neyi anlatmak istiyorlardı? Kim bilir? İşte sorun da burada. Kimse bilemiyor.

Ama ârifler öyle değil.  Onlar hayat üzerine konuşurken hem şairane hem de bir hoca etkisiyle, karşısındakilere uzun zaman saklayacakları bir mektup bırakıyorlar. O mektup dönüp dönüp tekrar okunuyor, okundukça yeni anlamlar bulduruyor sahibine. Böylece hayat yeniden anlamlanıyor. Zaten geçmişte de günümüzde de sorunun büyüklüğü oradaydı: hayatın manasında. İşte zamanın mutasarrıflık, valilik, müderrislik, profesörlük yapmış yöneticilerinden ve ehl-i irfan âlimlerinden olan Mehmed Ali Aynî'ye iki hanım, Kâmran Anıl ve Selma Kırcan "Hayat nedir?" diye sormuşlar bir zaman evvel. Fasılalar hâlinde cevap verirken Aynî, mülkiyede hocaları olan Recaizâde Mahmud Ekrem (edebiyat) ve Mizancı Murad (tarih) tarafından beslenmiş üslup ve anlatım kuvvetiyle tabiri caizse döktürüyor.

İsmail Dervişoğlu'nun hazırladığı Büyüyenay Yayınları tarafından neşredilen "Hayat Nedir?", diziniyle birlikte 173 sayfa. Birkaç bölüme ayrılan kitapta evvela Mehmed Ali Aynî'nin hayatı, eserleri ve "Hayat Nedir?" kitabının ortaya çıkış öyküsü yer alıyor. Sonrasında Aynî, "Bayan Kâmran Anıl ve Selma Kırcan'a Açık Mektup" diyerek kitabın meselesini anlatıyor. Önsöz niyetine ise hayattan bezginlik, şark edebiyatının zararlı tesirleri, kötümserliğin sebepleri gibi konular yer alıyor.

"Hayat Nedir?" sualini birinci bölümde üç faraziye üzerinden cevaplıyor Aynî: Animizm, vitalizm ve determinizme yahut fizikoşimik doktrin. İsimleri korkutucu gelmesin zira üslup son derece akıcı, yalın. İkinci bölümde "Hayatın bir gayesi var mıdır? Yoksa hayat manasız ve aldatıcı bir şey midir?" sorusu masaya yatırılıyor yazar tarafından. Bu sorunun cevapları günümüzde de birçok depresyon hastasının aslında bu hastalığa 'yakalanma' sebepleri. Hayattan neyin beklendiğini bilememek, hayata bir anlam yükleyememek. Aynî'den okuyalım: "Ne istiyordum? Hayat için ne düşünmek ve bunu nasıl kullanmak lazım geleceğini bilmek istiyordum. O hâlde gözümü eşyaya, şahıslara, hadiselere karşı kapayıp içime, ruhuma bakmalıyım."

Üçüncü bölümde Aynî, dinî ve tasavvufî ilmini irfanını ortaya koyuyor. Ledünni bilgiler bakımından hayatın gayesini, hikmetini ve sırrını açıklıyor. Burada Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin düşündükleriyle öğütlerinden yararlanıyor.  Aynî, ilk basamağı maddî ve ahlakî mutlak bir temizlik, istikamet ve iffet olan, cismanî sıhhatin muhafazasını tavsiye eden
leddünni metodun kaidelerini şöyle sıralıyor:

1. İnsanın, kendisinin kâinatın silsilesi içinde bir halka gibi olduğuna inanmasıdır.
2. Kendi fiilleri gibi düşünce ve duygularının bütün kâinat için aynı ehemmiyeti haiz olduğuna zahip olacak [bir zanna kapılan, bir fikre uyan] kadar ruhen mücahede etmesidir.
3. İnsanın hakikî mahiyeti, cismanî kalıbında değil bâtınî varlığında olduğunu bilmesi lâzımdır.
4. Bir defa girişilmiş olan işte devam ve sebattır.
5. Kendi vücudunu Hakk'ın bir ihsan ve nimeti bilerek şükür etmektir.
6. Bütün insanları ve bütün mahlûkları sevmeyi öğrenmektir.

Dördüncü bölümde "Yaşamak iyi midir, fena mıdır?" suali cevap bulurken beşinci bölümde "Hayatı sevmelidir" öğüdü çerçevesinde bir yol izleniyor. Altıncı bölüm, ölüm. Dolayısıyla konu oldukça derin ve kitabın en fazla sayfaya sahip bölümü de ölüm oluyor. Burada Aynî, Epikuros, Epiktetos, Marc Aurele, Descartes, Tagor gibi düşünürlerden, Kur'ân-ı Kerîm'den, hadislerden yararlanıyor. İntihar düşüncesi, içki düşkünlüğü ve küûl hastalığı üzerine de tespitlerini söylüyor.

Yedinci bölümde saadet üzerine düşüncelerini aktarırken, saadet yolunda akıl ve hikmetin hizmetlerini de anlatıyor. Mesud olmanın nasıl mümkün olabileceğini kısa ifadelerle, soruları yönelten hanımlara aktarıyor. Sekizinci bölümde Mehmed Ali Aynî, kendi öğütlerini veriyor. Buradaki beş öğüdünü kısaltmak suretiyle şöyle sıralayabilirim:

1. Her şeyden evvel sıhhati korumak için faydaları tecrübe ve ilimle sabit olmuş kaidelere riayet etmelisiniz.
2. Hiçbir gün boş ve tembel durmayarak mutlaka bir işle meşgul olmalısınız.
3. Ev işleri ve muayyen vazifelerin yapılması bittiği vakit kitap okumalıdır.
4. Hiçbir mahlûk yalnız yaşamıyor. Fakat insan bu ihtiyacı diğer hayvanlardan ziyade duymaktadır. Bundan dolayı adliyenin mahkûm ettiği caniler için vereceği cezaların en ağırı onu tek başına bir hücreye kapamak oluyor. Öyle, bir insanla konuşmaktan menedilen ve kendi kendine bırakılan bir mahkûm aç bırakılmadığı hâlde, o metrukiyete [terk edilmişlik] dayanamıyor, ya ölüyor, ya çıldırıyor.
5. Bahtiyar olmak isteyen bir kimse, her vakit, kendisini kontrol etmelidir. Eskiden bu işe nefsî muhasebe derlerdi.

Dokuzuncu bölümde bilgimizin azlığı, değersizliği ve son bir öğüt yer alıyor. Gerek batı gerek doğu felsefesinden çok önemli bilgileri bünyesinde toplayan Mehmed Ali Aynî, 14 Ağustos 1944'te bitirdiği mektuplarını "bütün büyüklerimizin tavsiye ettiği gibi kaza ve kader sırrını akıl menşurundan görmeyi denememenizi size hem tavsiye eder ve hem hayatta nasibiniz olan işiniz ve gücünüzle kalp sükûnu ve vicdan huzuruyla uğraşmanızı akıl, dirayet ve basiretinize bırakıyorum" diyerek bitirir.

İlk baskısını Nisan 2013'te yapan "Hayat Nedir?", her zamanda ve her şartta okundukça insanın hayatı olumlu taraflarıyla sorgulayıp yeniden anlamlandırma yapabilmesi için bir keşif kitabı niteliğinde.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Aşk ile adımları atmak, aşkla yolculuğa çıkmak

Büyüyenay Yayınları, kurulduğu günden bu tarafa medeniyetimizin klasikleri haline gelmiş hazine mesabesindeki kitapları yayınlıyor. Yanıbaşımızda bütün hızıyla akıp giden güncelliğe inat unutulmuş, unutturulmuş ya da görünmez hale gelmiş eski ama hiçbir zaman eskimeyen, değerini kaybetmeyen, insanı söyleyen, insana söyleyen kitaplar… İnsanlığın ortak değerlerini, erdemi, merhameti, adaleti… İşte bu hazinelerden biri de Şeyh Sadi-i Şirazi’nin Beş Meclis ve Akıl ve Aşk Risalesi

Şeyh Sadi-i Şirazi, önemli şair ve İslam âlimlerinden. İran’ın Şiraz şehrinde doğmuş. Hem medrese eğitimi almış ve hem tasavvuf… Nizamiye medreselerinde eğitim görmüş. Ömrünün büyük bölümü ilim tahsil etmekle, öğrenci yetiştirmekle ve bildiklerini insanlara anlatmakla geçmiş. Döneminde Müslümanların Moğollara ve Haçlılara karşı mücadelesine katılmış ve savaşmış. Hatta bir keresinde Haçlılar’a esir bile düşmüş. Aynı zamanda birçok İslam beldesini gezmiş. Macar asıllı müsteşrik, Türkolog, seyyah Arminius Wambery, Sadi-i Şirazi hakkında şu tespitte bulunuyor: “Sadi yalnız İran’da değil, Asya’nın, Afrika’nın Müslüman milletlerin yaşadığı kıta ve ülkelerin hepsinde saygıya mazhar olmuş bir şairdir. Tarzı beyanının ölümsüz tazeliğini Avrupa ilim toplulukları çoktan beri teslim etmişlerdir.

Beş Meclis Ve Akıl Ve Aşk Risalesi hacim olarak küçük bir kitap. Ama içeriği, anlamı, fiziki hacminin kat kat üstünde. “Beş Meclis” beş ayrı yazıdan oluşuyor. Bir vaaz esnasında ya da minberde söylenmiş sözlerin yazıya aktarılmış hali. “Akıl ve Aşk Risalesi” ise kendisine sorulmuş dokuz beyitlik sorulara cevap olarak yazdığı risale. Ayrıca İran asıllı gazeteci ve yazar, Servet-i Funun edebiyatçıları arasında yer alan, Arapça, Farsça, İngilizce ve Fransızca bilen, Galatasaray Lisesinde Farsça öğretmenliği, Darulfünunda Farsça ve İran Edebiyatı hocalığı yapan Hüseyin Daniş’in Şeyh’le ilgili uzun bir yazısı da kitapta yer alıyor. Şeyh Sadi’yi tanımak açısından önemli bir yazı.

Beş Meclis” tabiri caizse taklidi imandan tahkiki imana yükselmenin doyumsuz lezzetini anlatıyor. İbadetlerin Allah korkusundan ya da kıyamet günündeki azaptan kaçmak için değil; Allah’ın her an bizi gördüğü, bizden haberdar olduğu bilinciyle yapılması gerektiğini söylüyor. Akılla Allah’ı tanımayı, kalple Ona bağlanmayı söylüyor Şeyh Sadi. Kalbin Allah’a ait olduğunu ve Onun yerinin de kalpte olduğunu… Aşk ile adımları atmayı, aşkla yolculuğa çıkmayı öğütlüyor.

Din nasihattir derler. Nasihat aynı zamanda samimiyet demektir de. “Beş Meclis”te hem ilim var, hem irfan var, hem de sonuna kadar samimiyet. Anlatılanlar ya da anlatılacaklar küçük hikâyelerle ve beyitlerle süsleniyor. Metin kuruluktan, sıkıcılıktan kurtarılıyor. Şeyh gönül diliyle konuşuyor, samimiyetle… Dünyanın geçiciliğinden, fenalığından söz açıyor. Dünyayı şamdana konulmuş bir muma benzetiyor. Şamdandaki mum geceleyin herkesi etrafına toplar. Etrafı aydınlatarak hükümranlığını ilan eder. Tâ ki sabah gelinceye kadar… Fecr-i sadık geldiğinde mum bütün güzelliğini, çekiciliğini yitirir. Işığının bir anlamı olmaz. Güneş âleme nurunu ve ışığını yayınca mumun bir kıymeti kalmaz. Aynı şekilde dünya hayatı da, dünyadaki saltanat da bu mum gibidir. Herkes, evlad-ı iyal, insanın etrafına toplanır. Ancak ecel-i sadık geldiğinde, ölüm gelip fani hayatın ışığını söndürdüğünde dünya saltanatının bir anlamı kalmaz. En gerçek olan ölüm geldiğinde yalan dünyanın gerçekliği sönüp gider. İşte burada gerçek olana hazırlık yapmak gerekir. İman ve takva… Ve ihlas…

Şeyh, sohbet konularıyla alakalı ayetlere de ver veriyor. Rivayetlere göre kendisi mutasavvıf olmayan Şeyh Sadi, tasavvuf ulularının menkıbelerini de kitapta bolca anlatıyor. Onlardan gerekli dersleri çıkarmamız konusunda uyarısını yapıyor. Cüneyd-i Bağdadi, Bâyezid-i Bistami, İbrahim Ethem, İbrahim Havvas, Bişr-i Hâfi gibi büyüklerin tecrübelerini aktarıyor.

Beş Meclis” kitabı yüzyıllarca önce yazılmış olmasına rağmen her zaman ve zeminde dikkate alınacak şeyler söylüyor. Elbette bugün için de dikkate alıp üzerinde düşünmemiz gereken noktalara vurgu yapıyor. Dünyeviliğin insanın iliklerine kadar işlediği, kapitalist mantalitenin, din, kültür, ırk ayırmadan her yere sirayet ettiği günümüzde Şeyh’in anlattığı menkıbelere gerçekten ihtiyacımız var. Hipergerçeklik gerçeğin tabiatını da bozdu. Modern zamanlar, gerçeğin yerine ikâme edilen modern zırvalarla, hurafelerle dolu… Hepimizin morale, motivasyona ihtiyacı var. Ruhi bir arınmaya… “Beş Meclis” işte bize bu arınma yolunu gösteriyor. Bazılarımız anlatılanlara geçmişin meselleri, hikâyeleri diyebilir. Bugün insanlık modern hurafelerle, teknik masallarla, ilerlemeci söylemlerle aldanmıyor mu?

Şeyh Sadi, unuttuğumuz, uzaklara sürgün ettiğimiz bütün değerlerin yine içimizde olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Gönül köşkümüzü tarif ediyor… Halk ile yaptığımız her ticaretin zarar, Hak ile yapılan alış verişin her zaman kazanç olduğunu söylüyor. Bir damla gözyaşı ve endişenin Hak Teâla kapısından geri döndürülmeyeceğini de söylüyor. Yani burada halk ile kastedilen ticaret basit günlük ticaret değil. Bunu iyi anlayalım. Elin bize iyi ya da kötü demesi sorun olmamalı. Yapacağımız şeyleri el ne düşünür düşüncesiyle ve endişesiyle değil de Hak ne der endişesini gözeterek yapmak… Aslında bu müthiş bir özgürlük ve özgüven. Gerçekten inanır ve ihlasla hareket edersek bu özgürlük ve özgüvenin sonsuz lezzetini tadarız. Eğer gerçekten iman edememişsek yalan dünya üstümüze üstümüze gelir ve faniliğin kölesi oluruz.

Yazımızı Şeyh’in şu kelamıyla bitirelim:

Ey Civanmert!
Ateş iki türlüdür: Mâişet (geçim) ateşi ve mâsiyet (isyan) ateşi. Mâişet ateşini gökten dökülen yağmurlar söndürür; Mâsiyet ateşini gözden dökülen yaşlar söndürür. Biri alnındaki toprak, diğeri pişmanlıkla dökülen gözyaşı. Alnına toprak, secdede bulaşır; pişmanlık gözyaşları ise Vedud olan Allah’tan korkudan dökülen yaşlardır.

Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.

3 Ocak 2017 Salı

Şaire ne soruldu, şair ne söyledi?

“Sanıyor musun ki, sormadan bir şey öğrenebilirsin. Ve sanıyor musun ki, susup durmakla bilgisizliğin geçer. Yanılıyorsun. Durma sor.”
- Abdülkâdir Geylânî Hz.

“Sorunun konusu değil soru sorabilecek endişelere sahip olmak önemli. İnsanın insanla ilişkisinde karşısındakini nesne olmaktan kurtarması lazım. Sağlıklı, verimli bir ilişki ancak soruyla kurulur.”
- İsmet Özel

Her şeyi anlamak istiyoruz. Dünyada olup biten, ölüm sonrası olacak olan durumları, günlük siyasi olayları, bir şiiri, romanı, karşımızdaki insanı… İnsan olarak -beşer değil- her şeyi anlayıp kendi dünyamızda anlamlandırmak istiyoruz fakat bunu yapmanın birinci kuralı olan soru sorma eylemini yapmıyoruz. Korkuyoruz, bencilliğimize yeniliyoruz, kibrimizden yukarı çıkmıyoruz, sonra da ‘biliyorum’ duygusuna kapılıp bilmediğimizi katmerliyoruz. İnsan olmanın önemli vasıflarından biri olan soru sorma eylemini maalesef ülkece gerçekleştirmiyoruz. Toplum yapımızın da bununla ilgisi çok fazla. Bizde soru soran insan sevilmez. Sorarak, sorgulayarak yaşayanlara bir ‘değişik’ gözüyle bakar okumuşlarımız da okumamışlarımız da. Belli kalıplar dahilinde sorulup alınmış cevaplarla tatmin oluruz. Çünkü büyüklerimize göre daha ilerisine bizim ‘aklımız ermez’. ‘Başımızdakiler’ –her anlamda- düşünmüştür bizim yerimize her şeyi. Biz de başkaları tarafından sorulmuş sorulara verilen veya verilmeye çalışılan cevaplarla hayatımızı devam ettiririz. Modern çağ –özellikle 2000'ler- bilgiye çok kolay ulaşılabilen bir çağ. Bunun getirdiği bir kibir de soru sormamızı engelleyen etkenlerden önemli bir tanesi. Artık internete ulaşamayan kimse kalmadı gibi. Doğru da yanlış da internette. Gençlerimiz soru sormuyor; çünkü saçma sapan sitelerden öğrendikleri bilgileri ‘kutsal’ belleyip her şeyi bildiklerini sanıyorlar. Soru sormayı aşağılık bir durum addedip herkes cevap verme peşine düşüyor. Anlaşmazlıklarımızın, bilgisizliklerimizin birçoğu eksik soru sormaktan ya da hiç soru sormamaktan –BEN bilirim duygusundan- kaynaklanıyor. Okullarımız soru sormayı neredeyse yasaklayan bir eğitim veriyor. Daha ilkokul çağlarında soru sormadan sürekli enformasyona maruz kalan çocuk büyüdüğünde de bunu değiştiremiyor. Neyse ki soru soran muhabirler, gazeteler, dergiler var da bu eksiğimizi gideriyoruz. Daha doğrusu varmış. Artık bunlar da yok. Modern çağ hepsini yedi. Neyse ki bu kitap var elimizde.

Sorulunca Söylenen, İsmet Özel ile 1977-1999 yılları arasında yapılan mülakatları içeriyor. Bu zamanlar arasında önemli görülen birçok gazetenin, derginin ve buralarda çalışan önemli kişilerin İsmet Özel’e yönelttikleri sorularıyla birlikte İsmet Özel’in fikir dünyasına dahil oluyoruz. Birinci baskısını 1989 yılında yapan kitap TİYO’dan ilk olarak 2014 yılında neşredilmiş. 1999’dan 2014’e kadar yeni baskı yapılmadığını görüyoruz. Bunun cevabı İsmet Özel’de; fakat bir okur olarak her yıl baskı yapıp okunması gereken kitaplardan olduğunu düşünüyorum.

Kitapta İsmet Özel’le mülakat yapan yayınlar arasında Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet gibi Türkiye’de bilinen birçok gazete, İslami ya da İslami olmayan birçok dergi mevcut. İsmet Özel’le aynı fikirde olmasa bile İsmet Özel’in ne dediğiyle ilgilenen insanlar şaire birçok soru yöneltmiş ve şairden önemli cevaplar almışlar. İsmet Özel Türkiye’nin en önemli şair ve yazarlarından biri. Durum böyle olunca birçok mülakat kısa soru-cevaplardan çok uzun yazılarla dolu. Bazı sorulara İsmet Özel öyle cevaplar vermiş ki bir deneme konusu olabilecek yazılar çıkmış ortaya. Yanıtlar İsmet Özel’i tanıyanlar için hiç şaşırtıcı değil. Şair lafı eveleyip gevelemeden ne düşünüyorsa ne biliyorsa ortaya koyuyor mülakatlarda.

Mülakatların hepsi belli bir konu üzerinden devam ediyor ama tabi ki özellikle uzun mülakatlarda konu konuyu açıyor ve şairin birçok konudaki fikirlerine vakıf oluyoruz. Kitabın ilk mülakatlarında daha çok ‘şiir nedir ne değildir, gerçeklik ve şiir bağlantısı, Cumhuriyet dönemi Türk şiiri vb.’ gibi teknik konular yer alırken özellikle 1985’ten sonraki mülakatlarda işin içine siyasetin girdiğini görüyoruz. Bazı mülakatlar İsmet Özel’in o dönemde çıkardığı kitaplar üzerine (Bakanlar ve Görenler, Üç Mesele, Tavşanın Randevusu vb.) veya şiirler ve kavramlar üzerine (Of Not Being A Jew, Yahudilik) gerçekleştirilmiş. Fakat şunu görüyoruz ki mülakatların çoğunda edebiyat ve politika bir yerlerden birleşiyor, bu da bize -takribi 1960 ile 1999 arası- zamanın edebi-politik çerçevesini çiziyor. Bunların dışında Müslümanlar ile ilgili hayati tespitleri de buluyoruz bu kitapta Madımak’la ilgili düşünceleri de. Kadın ve aile hakkında çok esaslı mülakatlardan siyasal İslama, Refah Partisi'ne, şairin şiire başlama hikayesine kadar her şey var. Birbirine benzer konulardan tamamen farklı konulardaki mülakatlara kadar konu yelpazesi çok geniş olduğundan bu kitapta İsmet Özel’in hemen her konudaki görüşlerinin mevcut olduğunu düşünüyorum.

Mülakat okumak farklı bir şey. Bir kişinin düzyazısından fikirlerini anlayabiliriz ama bu fikirler hakkındaki detayları mülakatlarda yakalayabiliriz diye düşünüyorum. İsmet Özel’in birçok kitabı mevcut ama şairi hiç okumayan bir insan sadece bu kitabı okusa Özel hakkında etraflı bir fikre sahip olabilir. Bu da kitabın değerini bir kat daha artırıyor. Benim kitapla ilgili tek üzüntüm mülakatların 1999 yılıyla sınırlı kalması. Halbuki İsmet Özel 2000'li yıllarda da mülakat verdi bazı dergi ve gazetelere. Keşke onlar da yer alsaydı da daha kapsamlı bir kitap elimizin altında olsaydı. Neyse ki o mülakatlara tek tek de olsa hala ulaşabiliyoruz.

Yazımı kitaptan şairin İslam’a bağlanması, hümanizm, düşünmek vb. ile ilgili bazı alıntılarıyla bitiriyorum. Bunlar sadece küçük bir kısım. Kitabı okuyanlar bunlardan çok daha fazlasını kitabın içinde bulacaktır. Keyifli değil, fikri açıdan rahatsız edici okumalar dilerim.

İnsan iki şey peşindedir, ya özgürlüğünü arar ya güvenliğini. Aslında birini bulmadan öbürünü sağlaması mümkün değil, özgürlük büyük ölçüde dışa doğru, güvenlik içe doğru bir edimdir. Ben bugün Kur’an’a bağlanmakla varoluşsal güvenliğime kavuştuğum inancındayım. Ancak bu güvenlik noktasından sonradır ki özgürlük elde edilebilir. İslam benim için bir şifadır. Yaralı olmayan veya yarasını tanımayan bu şifadan nasibini alamaz.

Modern çalışma ve yaşama biçimi, insanı bir sene çalıştırıyor ve derhal tatil veriyor. Aslında bu dinin yerine geçmek isteyen yeni bir dinin -hümanizmanın- iddiasıdır. Kendi kutsalını yaratma çabasıdır.

Boyun eğen insanlar köleliği güçlendiriyor, iş kölede bitiyor. Bir gün köle: Hayır ayakkabılarını boyamıyorum dediği anda, fırça kullanmasını beceremeyen efendi çaresiz kalacaktır.

Türkiye’de düşünerek karar verme vakıası ortadan kaldırılmak isteniyor. Düşünerek karar verme ortadan kalkınca yerine ya şartlanarak ya da zorlanarak karar verme geçiyor. Bu ikisini birlikte yapıyorlar. Yani bugün insanlar seçmelerini ya şartlanmalar, ya da mecburiyetleri doğrultusunda kullanıyorlar.

Bir şeyi yeşile boyayınca o İslami olmaz.

..Şimdi araç deyip bazı şeyleri kamufle de edebiliriz. Yani aslında o araçların bizimle olan ilişkisi çok önemlidir. Bu yüzden mesela teknoloji meselesini ciddiye alıyoruz. Çünkü teknoloji nihayet bir amaçtır diyorsa bazıları, hiç de öyle değildir. Teknoloji sonunda insanların hizmetine girmekten ziyade insanları kendi hizmetine sokan bir özellik taşıyabilir. Yani bugün kendi evlerimize bakın, vaktimizin ne kadarı o aletlere hizmetle geçiyor. Onu bir düşünün. Yani o aletler bizim işimizi mi kolaylaştırıyorlar, yoksa biraz da hayatımızı mı belirliyorlar? Yani biz biraz da onlarsız yapamayacak hale mi geliyoruz? Onların dertleri bizim dertlerimiz mi olmaya başlıyor? Onu bir düşünmek lazım.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Filozoflar da yanılır (mı)?

"Doğuştan gelen tek bir yanılgı vardır: Mutlu olmak için burada, dünyada olduğumuzu sanmak."
- Arthur Schopenhauer


"Kişi neyi severse sevsin, neyi yererse yersin, neye inanırsa inansın, neyi inkar ederse etsin, kısaca ne ederse etsin bilerek etsin."
- İhsan Fazlıoğlu

Coğrafyamızın tarihiyle, bilhassa düşünce ve fikir tarihiyle bir türlü buluşamadık. Günümüzde kültür-sanat faaliyetlerinin de bu meseleye dair bir karış yol gidemediği, emek veremediği, katkıda bulunamadığı da ortada. Oysa Avrupa (isterseniz batı diyebilirsiniz) İslâm düşüncesinin Gazâlî, İbn Rüşd, İbn Meymun, Aristoteles, Kindî, Farâbî, İbn Sînâ gibi büyük düşünürleriyle çağlar öncesinden tanışmıştı.

Orta çağda Latin dünyası, İslâm dünyasının düşünürlerinin söylediklerine de yazdıklarına da kıymet veriyor, çoğu zaman 'çaktırmadan' istifade ediyordu. Lakin bunun farkında olan düşünürleri de mevcuttu ve ortaya çıkarmaktan da kıvanç duyuyorlardı. XIII. yüzyılın ünlü teologlarından Romalı Giles, İslâm düşünce geleneğinden haberdar biri olarak, 1270'lerde Errores Philosophorum'u kaleme aldı. Bu eser, çeviri yoluyla Batı'ya intikal eden bu İslâm eserlerinin ve fikirlerinin bir nevî tenkididir, hatta tepki de denebilir. Elbette bu tepki, Hristiyanî bir tepkidir.

Romalı Giles dışında Paris Başpiskoposu Etienne Tempier de birer tenkit yayımlamıştır. 1270 ve 1277 Paris Kınamaları adlı bu eserler de Filozofların Yanılgıları adlı kitabın muhteviyatını kapsıyor. İslâm dünyasından çevrilen eserlerin Batı dünyasında büyük karşılık görmesi ve bunlardan istifade edilmesi, koyu Hristiyanlarda endişeye sebep olmuştu. Kaknüs Yayınları tarafından Özcan Akdağ çevirisiyle neşredilen Filozofların Yanılgıları, hem Romalı Giles'in hem de Etienne Tempier'in tenkitlerini okuyucuyla buluşturuyor.

Romalı Giles tenkitlerinde şu isimleri hedef alıyor: Aristoteles, İbn Rüşd, İbn Sînâ, Gazâlî, Kindî ve İbn Meymun. Augustine tarikatına bağlı olan Romalı Giles, tenkitlerini 'sağlam bir temele' bağlama hevesiyle yanlış bir öncülün pek çok yanlış sonucu doğurduğunu, bu yüzden de söz konusu isimlerin fikirlerinin mutlaka tenkitten geçirilmesi gerektiğini belirtiyor. Özellikle en önce Aristoteles bundan nasibini alır. Mesela bir maddede Giles şöyle diyor: "Aristoteles, zamanın hiçbir şekilde bir başlangıcı olmadığını iddia ederek hataya düşmüştür. Zira zaman, hareketin bir sonucu olarak var olur. Eğer hareketin bir başlangıcı yoksa zamanın da bir başlangıcı yoktur. Bununla birlikte o, zaman meselesinde hususi bir güçlük olduğu kanaatindedir. Çünkü bu an, her daim geçmiş zamanın sonu ve gelecek zamanın da başlangıcıdır. Şu hâlde bir ilk an var olmayacaktır. Bu açıklamaya göre, her andan önce bir zaman olacaktır ve her belirlenmiş bir andan önce de bir an var olacaktır. Dolayısıyla zamanın bir başlangıcı yoktur ve zaman ezelîdir."

İbn Sînâ için yazdığı yanılgı notlarından birinde ise "nefslerimizin en alt derecedeki akıl tarafından yaratıldığını ve ruhlarımızın idaresinin ve nihai mutluluğumuzun da ona bağlı olduğunu söylemekle yanılmıştır" diyor Romalı Giles. Gazâlî yönelttiği tenkitlerden birinde ise şöyle diyor: "O, ruhumuzun mutluluğu elde etmesinin ancak en son aklı (faal aklı) temaşa etmeye bağlı olduğunu dile getirmekle yanılmıştır."

Romalı Giles tenkitlerini yaparken kendi tezleri üzerinden ilerliyor. Böylece onun da tezleri üzerine bir tenkit geliştirilmesi gerekiyor. Kaldı ki bu zamanla yapılmış ve Giles'in tespitleriyle tenkitleri ciddi bir yere varamamış. Aslında onun bu tenkitleri yapmasındaki en büyük sebep, İslâm düşüncesinin batıda çok güçlü yankı bulması ve ilgi görmesi. Bu da haliyle Giles zihnine sahip olan ilim insanlarında şüpheleri, endişeleri, korkuları beraberinde getirmiş. Hristiyan akidesine zarar vereceği endişesiyle Paris Başpiskoposu Etienne Tempier de 1270 yılında 13 önermeden oluşan bir kınama mesajı yayınlar. 7 yıl sonra bu 13 önerinin yetersiz kaldığını düşünerek 219 önermeden oluşan 1277 Paris Kınamaları'nı yayınlar. Hedefinde Aristotelesçi âlem anlayışı, âlemin işleyiş tarzı, Tanrı'nın tikelleri kendi zatlarında bilip bilmediği ve faal aklın birliği gibi meseleler yer alır.

Bu iki kınama metninin de kitaba eklenmesi oldukça yerinde bir fikir olmuş. İlki her ne kadar hızlı, yüzeysel görünse de ikinci kınama metni oldukça derin. Okuyucu, hem batı düşünce dünyasındaki İslâm düşünürlerinin etkilerini görebilir hem de nasıl bir kontra geliştirildiği konusunda daha farklı araştırmalarla yüzleşmek için bir başlangıç yapabilir.

96 sayfalık bu kitapçıkla düşünce dünyamıza önemli bir katkı yapan Kaknüs Yayınları'nı tebrik ediyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf