31 Aralık 2014 Çarşamba

Eski İstanbul sokaklarında yürümek isteyenlere

“Bu, boza ve yoğurt satıcısı Mevlut Karataş’ın hayatının ve hayallerinin hikâyesi...”

Orhan Pamuk’un son kitabı Kafamda Bir Tuhaflık’ı herhangi bir beklentim olmadan, hakkında hiçbir yazı veya yorum okumadan, çok sevdiğim bir kitapçıdan hızlıca almıştım. Aldığım hızla da okumaya başladım ve hikâyenin içine daldım.

Okuduğum en iyi Orhan Pamuk kitabı olmamakla birlikte bitirdiğimde geride kalan hissi güzeldi; akıcı, zengin ve naif bir roman.

"Kafamda bir tuhaflık var," dedi Mevlut. "Ne yapsam bu âlemde yapayalnız hissediyorum kendimi."

“Ben yanındayken bir daha asla öyle hissetmeyeceksin,” dedi Rayiha anaç bir tavırla. Mevlut çayhanenin camlarında yansıyan Rayiha’nın hayalinin kendisine şefkatle sokulduğunu görüp bu ânı hiç unutamayacağını anladı.


Kahramanımız Mevlut, yoğurt satıcılığından otopark bekçiliğine, elektrik tahsilatçılığından büfe işletmeciliğine pek çok iş yapıyor. Fakat ne yaparsa yapsın, hep, geceleri İstanbul sokaklarında boza satmaya devam ediyor. Mevlut’un hayatı akıp giderken arka fonda sokaklar değişiyor, İstanbul değişiyor, Türkiye değişiyor…

“Ne yazık ki bir şehrin şekli şemali / bir insanın kalbinden çok daha hızlı değişir.” (Bauderlaire).

1969’dan 2012’e kadar Türkiye’de yaşanan her şey yer buluyor kitapta. Olaylar, insanlar, geride kalanlar… Gündelik hayattan ekonomik ve siyasi meselelere kadar neler yaşadığımızı tekrar anımsatıyor. Mevlut’un öyküsünde biraz da memleketin hikâyesini okuyoruz.

“Sokak satıcıları sokağın bülbülleri, İstanbul’un neşesi ve hayatıdır.”

Tabi, en çok da İstanbul sokakları var kitapta. Mevlut gecelerce yürüyor, sur içinde , sur dışında; cumbalı sokaklarda, gökdelenler arasında… Biz de onunla birlikte arşınlıyoruz yolları. O yanık sesiyle, “Boo-zaa” diye bağırdıkça, benim aklım hep Vefa’ya gitti; kim bilir sizi nereye götürecek…

“İnsan şehirde kalabalık içinde yalnız olabilirdi ve şehri şehir yapan şey de zaten bu kalabalık içinde insanın kafasındaki tuhaflığı saklayabilme imkânıydı.”
Hikâye, farklı karakterlerin ağzından anlatılıyor. Bir tek Mevlut’un sesini duymuyoruz; okurken, bunu yazarın özellikle tercih ettiğini düşündüm. Farklı sesleri duyuyor olmak, öyküyü zenginleştiriyor, metni daha katmanlı bir forma sokuyor. Hikaye küçük küçük parçalarla çoğalıyor; gerçeklik ve derinlik artıyor. Pamuk, hayatın da büyük resimden değil, küçük an’lardan ibaret olduğunun altını çiziyor. Orhan Pamuk, okuyucusuna küçük oyunlar armağan etmeyi seven bir yazar. Kafamda Bir Tuhaflık’ta da diğer kitaplarına ve başka yazarlara selam çakıyor ara ara. Ki bu da hoşluk katıyor kitaba.

“Bu dünya konuşsaydı acaba ne derdi?"

Kafamda Bir Tuhaflık, ince ince işlenmiş bir hikâye okumayı sevenlere ve eski İstanbul sokaklarında yürümek isteyenlere iyi gelecek bir kitap.

"Bozacı, iyi ki geldin yukarı." dedi. "Sokaktan sesini işitmek iyi geldi bana. İçime işledi. İyi ki boza satıyorsun, iyi ki kim alacak demiyorsun.”

Mevlut kapıdaydı. Çıkıyordu ama biraz yavaşlamıştı. "Hiç öyle denir mi?" dedi. "İçimden geldiği için boza satıyorum ben."

"Hiç vazgeçme bozacı. Bu kuleler, betonlar arasında kim alır deme. Sen hep geç sokaklardan."

"Ben kıyamete kadar boza satacağım." dedi Mevlut."


Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

22 Aralık 2014 Pazartesi

Sevgili huzursuzluğumuz, ricakeş olursa

"Oysa biz hep bir düş kazasında
Yitirdik arkadaşlarımızı
Karşıdan karşıya geçerken
Eli bırakılan çocuklardık."

- Zafer Ekin Karabay (1975-2002)

"Üç derdim var birbirinden seçilmez
Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm."
- Karacaoğlan (Neşet Ertaş'ın sesiyle)

Efkârlı türküler söylemek en çok da "kendini tanıdığı için çok sonra pişman olan" şairlere yakışır. Efkar da zaten fazla düşünen insanların yaşama pratiğidir ve sigara yakmakla doğrudan bağlantılıdır. "Sen az zamanda çok sigara içenlerin de rabbisin" diyen Bülent Parlak şiirinin edebi ahengi hususunda; "modern Türk şiirinde türküsel söylem" dersem içim rahatlaşacak. Şairin sesinden türkü dinlemiş biri olarak ben bunu sezinliyorum. Mesela Bülent Parlak burada "sezinliyorum" demezdi, "hissediyorum" derdi.

"Ricakeş" kelimesine daha evvel bir şiirde yahut kitap adında rastlamadık. İlk şiir kitabına "Sevgili Huzursuzluğum" adını veren şair, bu kez de kafa açacak, kafa kıracak gibi görünüyor. Adı okuyucuyu yanıltmamalı, rica dolu şiirler yok. Aksine dünyaya minnet etmeyen ve güncelin yıprattığı insanın "artık yeter" ricasını sırtlayan şiirler var. Bir ricakeş gülüşü var kitapta. Hani devlet dairelerinde bir an evvel işimiz bitsin diye yaptığımız gülüş, işte ondan.

Şairin 2010 ve 2014 arasında yazdığı yirmi şiirden oluşuyor Ricakeş. Kapağı, Lozan'dan "Bir yüz sene daha kazandık" diyerek çıkan İsmet Paşa dahil tüm halk düşmanlarını alaya alır gibi tasarlanmış. Hayatının neredeyse tamamına küçük planlar serpiştiren stratejik insanlara küfür gibi gelecektir bu simsiyah, kravatlı kapak. Ricakeş'te yer alan neredeyse her şiirin bir hikâyesi var. Mesela "Tufanım Var, İkizim Yok" şiiri. Bu şiir, Tito dönemi Yugoslavya'sının toplama kampı olan Goli Otok'ta işkence gören Boşnak şair Risto Trifkoviç'i konu edinmiş. "Bir gün pişman olmak için sıraya gireceğiz" diyor şair ve kitabının adına yakışır duruşunu sergiliyor şu dizesiyle: "Anlatsam / yarısında izin alıp gideceğiniz bir hikayedir burası."

Gündemin insanları nasıl meşgul ettiğine ve ne hâle getirdiğine eleştiri babında "Sabah Kalkınca İntihar Etmeyi Unutacak Kadar Dalgın" adlı şiirinde şöyle diyor Parlak: "Yaşamak iyi gelmiyor hiçbir sancımıza / söyleyin / sarsıcı bir sırrı öğrenince / övünerek başkalarına anlatan halk bizim neyimiz olur.". İntihardan devam etmek gerekiyor burada çünkü 13 Eylül 2002'de 27 yaşındayken intihar eden şair Zafer Ekin Karabay için de bir şiir var Ricakeş'te. "Ararken" adlı şiirinde Ekin Karabay şöyle der: "Bileğimdeki vazgeçilmiş intiharın / sokaktaki ıslak tenimi duyumsadım / ve ararken yakalandım / kayıp otobüsünde / kendi resmimi.". İşte Parlak da "İzmarit İçerek Büyüyen Çocuklar" adlı şiiriyle, Karabay'ın genç ömrüne ses vermiş: "Bir çağdan bir çağa geçerken / geride unutulan şaşkınlardık / tabutuyduk üstüne kapanıp ağlanan / dört kızdan sonra bir oğlun."

Şairin ilk şiir kitabı "Sevgili Huzursuzluğum"da yer alan "Sana yeniden dirilmiş annemi seyreder gibi bakardım" dizesi, ikinci kitabındaki "Anne Abartma Ölümü Arada Çık Gel" şiirinde bir karşılık bulmuş gibi: "Halbuki anne / cinayet / uzun uzun baktığımız kızın masasına gelen erkek / değil midir."

Bülent Parlak şiirinde okuyucu, tarihi ögelerle bilhassa Ricakeş'te sık sık karşılaşacaktır. Günümüzdeki sorunların temelini tarihte ararken, hiçbir romantizme kapılmadan şair görevini yerine getiriyor. Yazmasam olmazdı demiyor, yazmasam ölürdüm diyor sanki: "Hıncımın tarihi vardır elbet / vardır elbet erzincanlı bir piyadenin / yıl iki bin on üç, martın dokuzunda / karlofça'yı hatırlayıp / kendini ayağından vurmasının sebebi."

Dile getirdikleriyle hayatı arasında bariz farklılıklar olan insanlara da şairin diyeceği var. "Sen Varken Kapitalizm Neyin Nesiydi Bilmiyorum" şiirinde bu konuda oldukça sarsıcı dizeler bulunuyor. "İnsan harama inanmasa bile / sevmeye inanmıştır her vakit" gibi, "İçimizden gelen bir şeyi yazıyorsak / içimizden gidenlere çare bulamıyoruz demektir / yine de / bankalar şaşırmıyor maaş günlerimizi" gibi ve hatta "Ellerimi senin ellerinle yıkayacaktım bir gülseydin / lüks otomobillere bile inanırdım" gibi.

"Venezüela Hava Yolları" şiirinde Güney Amerikalı bir devrimci bakışıyla kadınları ve gösterişi selâmlıyor Bülent Parlak: "Manikürle başlıyor zenginlik, sona eriyor ölümle / tam ortasında bu iki şeyin bolca feragat etme hakkı vardır / bir kurban derisi en çok tuza yalvarır / kasap, bıçak ve yedi ortak hariç.". Diğer yandan "Arjantin 1453" şiirinde ise bana hemen Hakan Günday'ın Piç adlı kitabını hatırlatan dizeler yakaladım. Önce kitaptan: "Piçler, âşık oldukları kadınların kendilerini kurtaracaklarını düşünür. Oysa hiçbir kadın dünyaya bir piçi kurtarmak için gelmemiştir.". Sonra da şiirden: "Yetimler / diğer arkadaşlarından daha çok âşık olurlar / ve hayatlarını herkesten daha fazla mahvederler / hayatı veren Allah'tır / bağışlayacak olan ve mahvedecek olan da Allah'tır."

Kitabın son şiiri "Evet, İskân" ise İsmet Özel'in 1967'de yazdığı "Evet, İsyan" şiirine atıfta bulunuyor. "Müteahhit çağında yaşıyoruz sevgilim / sana vaat edeceğim ev sıradan değil / göle bakmıyor diye pencerelere küsme / üzme beni tek katlı bir gülüş için / ismet özel hangi cesaretle "evet, isyan" diyerek / başlatmıştı devrimi."

Ricakeş, Bülent Parlak'ın "Sevgili Huzursuzluğum"la birlikte attığı ilk adımı daha sağlam kılmış. Şiirleri sanki daha keskinleşmiş, gürleşmiş. Bu da okuyucuyu sersemletiyor. Sersemlik iyidir, serserilik değil.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

17 Aralık 2014 Çarşamba

AnadoluSol Bakış nedir, ne değildir?

"Geçmişin bilgisi şuurumuzu oluşturmaktadır. Bir Anadolu çocuğu uzviyetiyle otuz veya kırk yaşında olsa bile kafasiyle dokuz yüz yaşındadır. Biyolojik bakımdan otuz, kırk, doksan yaşlarında olabilir. Fakat ruhi bakımdan o, bin yaşındadır. Yani milletin yaşı kadar."
- Nureddin Topçu, Fikir Dünyamızın Yıldızlarından (M. Sılay, Düşün Yayınları, 2010)

Devlet ve Allah – AnadoluSol Bakış” kitabı İslamcı camiada uzun zamandan sonra ilk kez dile getirilmiş bir yaklaşımı ifade etmektedir. Daha önce Nurettin Topçu’nun “Anadolu Sosyalizmi” kavramını kullanmasına benzer şekilde yazar da bu kitapla iki kavramı gündemine alıyor: “Anadoluculuk” ve “AnadoluSol.” Bununla beraber Lütfi Bergen’in “AnadoluSol” terimi ile Nurettin Topçu’nun “toprak reformu” düşüncesinden farklı bir yönelişi ifade ettiği de söylenmelidir. Tımar-Ahi altyapısına bağlı olan yazar Anadolu’da çift hukuk sisteminin şerî temelinin ekonomik olduğuna vurgu yapmaktadır. Lütfi Bergen’e göre yönetici tabakanın muhatap olduğu hukuk sistemi örfîdir ve halkın hukuku ile bağları bulunmamaktadır. Yazarın Nurettin Topçu’dan farklı olarak içeriğini doldurduğu kavram olan “Anadoluculuk” da Üsküdar-Ardahan-Hakkari hattı değil Batı-dışı tüm dünyadır. Yazara göre Anadolu aslında “Anatolia” kavramı olup “Doğu” demektir.

Sosyalist kesimlerde de “Anadolu Sol” kavramı kullanılmıştır. Enis Tütüncü’nün “CHP’nin Mayası-Anadolu Sol” başlıklı çalışması, kavramı “Anadolu hümanizması” perspektifinde ele almakta, Kemalist CHP’nin 6 ilkesi ile Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Mevlana, Ahi Evren’i yetiştirmiş olan “Anadolu kültürü”nü terkibine ulaşmaya çalışmaktaydı. CHP’nin Anadolu Sol’u “fıkıh-nizâm İslâm’ı” dışında kalan bir Anadolu tasavvurunu öne çıkarmakta, İslâm’ı “hümanist, paylaşmacı, irfanca bilgi” değerleriyle yüklü boyutuyla ele almakta ve bu değerlerin halk kültürü olarak günümüzde de yaşadığına vurgu yapmaktaydı. Enis Tütüncü’ye göre; “Anadolu Ulusal Devriminin yaratıcısı, Anadolu ve Rumeli’nin göçmen ve yerli halklarıdır. Mustafa Kemal, bunlara önderlik etmiştir. Bunların tümü için üst kimlik “Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşlığı”dır. Bu kimliğin özü, Anadolu ve Rumeli’nin binlerce yıllık tarihinde yaşamış olan tüm kavim ve uygarlıklardan süzülmüş, Anadolu Hümanizmasının önce insan diyen dünya görüşünde yoğrulmuş, “1923 Aydınlanma Devrimi“ ile birlikte, yeniden çağdaşlık yoluna çıkarılmış olan bireydir” (Tütüncü Enis, Anadolu Sol, 2006). Enis Tütüncü’nün aksine Lütfi Bergen’in “AnadoluSol” kavramına yaklaşımı iktisadî üretim ve nizâm yapısında meşrebî ve mezhebî farklılıkların hatta dinî ayrılıkların flulaşacağı fikrine dayanmaktadır. Yazar, Medine Vesikası’nı imzalayan Yahudi ve müşriklerin de vesikada “ümmet” adı altında birbirine saldırmazlık anlaşması imzalandığına vurgu yapmaktadır. Buna göre Batı kapitalizminin Katolik-Protestan özünün Batı-dışı Hristiyan (Ortodoks vd.), Yahudi mezheplerle kavgasına değinmekte ve bütün Doğu’nun capitalist Batı’nın sömürgesi altına alındığına işaret etmektedir. Bu yaklaşım, “Anadoluculuk” fikrini ve “AnadoluSol” kavramını bugünkü Türkiye’nin dışına çıkarmaktadır.

Lütfi Bergen, “Devlet ve Allah” kitabındaki iddiasını, “Anadoluculuk düşüncesini yeniden güncellemeye ilişkin bir çaba” şeklinde değerlendirmekte ancak “AnadoluSol” kavramını başlığa taşımaktadır. Yazarın sık sık Nurettin Topçu’ya referans vermesi nedeniyle “Anadoluculuk” kavramını kullanarak Topçu geleneğine bağlılığını yinelediği anlaşılmaktadır. Topçu’nun “Anadolu Sosyalizmi” kavramını da Lütfi Bergen, bu kitabında “AnadoluSol” kavramı ile öne çıkarmakta, Anadoluculuğun görmezden gelinen bu yönüne vurgu yapmaktadır. Yazar, kitabın önsözünde, “Anadoluculuk hakkında çok araştırma yapılsa da, bugün bir entelektüel çevre tarafından temsil edilmiyor. Biz gerek İslamcılık eleştirilerimizde ve gerek ise sosyalizan İslâmî hareketlerin düşünsel yaklaşımlarına ihtirazî kayıtlarımızda Anadoluculuk düşüncesinin birikiminden hareket ederek sorular soruyor ve cevap üretmeye çalışıyoruz. Bu kapsamda kimi zaman Nurettin Topçu’nun kavramlarına, “isyan ahlâkı”na da eleştirel baktığımız görülecektir” diyerek Anadolusol’u, “Anadolucu Sosyalizm-Ruhçu Sosyalizm” kavramını kullanan Nurettin Topçu’nun işlediği mecra üzerinde yürüme kaygısı taşıyan bir terim olarak ifade etmektedir.

Kitabın üzerinde önemle durduğu konu İslamcılık düşüncesinin değişik versiyonlarının “positivist” olduğu iddiasıdır. Yazar kitapta sıklıkla İslamcılık eleştirisi yapmakta ancak Topçu mistisizmini örnek almamaktadır. Yazara göre İslamcı yazarlar Müslüman toplumun terakki etmesi konusunda bir sakınca görmediler. Batı’da geliştirilen “Medeniyet’in tekliği” hususuna itiraz etmedikleri gibi Müslüman toplumun “medeniyet içinde” yer alması gerektiğini düşündüler. Yazar, İslamcıları bu yaklaşımları nedeniyle terakkici/positivist görmektedir. İslamcılık düşüncesi, Batı’nın “teknik-bilim- endüstriyel kent” pratiği ile İslâm’ın ahlâkının terkibinin de adıdır. İslamcılığın bu terkibi kurarken (Batı’nın “teknik-bilim- endüstriyel toplum” pratiği ile İslâm’ın ahlâkının terkibi) geleneksel Müslümanlığın bütün kurumsal yapılarına (tekke-vakıf-mahalle-şehir-hane-tımar-dirlik-tımar-pazar-fıkıh toplumu, vs) radikal bir yıkım hareketi geliştirdiğini bilmekteyiz. İslamcı hareketler halkın dinsel meşruiyet olarak gördüğü inanç ve pratikleriyle (tasavvuf, mevlid, türbe ziyareti, ehl-i tarik olma, misvak kullanma, sakal bırakma, vs.) çatışmaktaydılar. İslam devleti fikrini de eleştiren yazar Anadolu’nun İslâmî/şerî sosyal düzeninin tımar, ahilik, adalet/hukuk yapısı, vakıf gibi kurumsallıklarla inşa edildiğini düşünür. Yazar aynı eleştirileri antikapitalist Müslüman öbeklere de yöneltmektedir. Yazara göre kentleşme sürecine karşı koyamayan antikapitalizm de son tahlilde kapitalizmi tahkim etmektedir. İşçi/emekçi kesimlerin asıl müttefiğinin burjuvazi olduğunu düşünen yazara göre sosyalizm Anadolu’nun bin yıllık düzenindeki esnaf/zanaatkâr/çiftçilerin yaşadığı iktisadî nizama mündemiçtir.

Kaynak: heyula.net

12 Aralık 2014 Cuma

Mısır Mısırlılara bırakılmayacak kadar hayatidir

Bilgi, insanın karmaşık dünyasına anlam katmak, yaşadığı dünyaya bakışta sorunsuz alanlar icat etmek ve bu alanlarda söyleyeceklerinin öneminin keşfedilmesinin “dünyada” varoluşunun garantisi olarak algılanmasını besler.

Müslüman âlimlerin Mısır konusunda çalışma yapması belki İbn-i Haldun’un şu düşüncesinde gizlidir desek tarihsel olana uygun düşmez, fakat Müslümanların zihinsel tarihlerinin gerçekleşmesi olarak görülebilir; “Mısır’ı görmeyen İslam’ın gücünü anlayamaz.

Batılı bilim insanları her konuda olduğu gibi hiyerogliflerin çözümlenmesini de kendileriyle başlatırlar. Bu yazıların kendileri tarafından okunup “bilim dünyasına” katkı sağladıklarından dem vururlar. Aslında gerçekler hiçte onların anlattığı gibi değildir. Ortaçağ Arap âlimleri Mısır üzerine kafa yorup, Mısır’ın tarihini açıklamaya çalışırken, olmazsa olmazı olan bu şekilleri okumaması düşünülemezdi. İnsaflı Oryantalistlerden bazıları bu konuda Ortaçağ Arap âlimlerinin yaptığı çalışmaları İngilizceye kazandırmışlardır. Joseph von Hammer, Londra’da İbn Vahşiyye’nin hiyeroglif yazılarının çözümlenmesi üzerine bir kitabını (900 sayfa) Arapça metin ve İngilizce çevirisiyle birlikte yayınlamıştır. Bir başka insaflı oryantalist Blochet 1909 ‘da Ortaçağ Arap âlimlerinin bazı hiyeroglif harflerini çözmeyi başardıklarını söylemiştir. Daly, okumalarına dayanarak bu harflerinin yarısından fazlasını Arap âlimlerin çözdüklerini söylüyor.

Ortaçağ Arap âlimlerinin Mısır Hiyerogliflerinin okunması çalışmalarını yaparken bunu Kuran-ı Kerim’deki Hurûf – u mukatta harflerin anlaşılmasına yönelik bir çalışma olduğunu söylemek, gerçeklerle bağdaşmayan bir yaklaşımdır. En azından bir tek bu nedene bağlamak ilmi bakımdan doğru olmadığı malumdur. İlim adamlarının yapacakları çalışmalarının yönünün buraya uğraması, yani Hurûf-u mukatta harfleri mevzuuna gelmesi, kaçınamayacakları bir durum olarak görülmeli ve böyle anlaşılması halinde ilmi bir tavırdan söz edilebilir. Meseleyi, batılılar “doğuluların” yaptıklarını “küçük” görme alışkanlıklarının bir sonucu olarak görmek daha doğru olsa gerek.

Kitap, Mısır hakkında birçok konuda bilgi vermektedir. Onlardan biride devlet idaresinin nasıl yapıldığıdır. Ülkemizde özellikle bir dönem çok tartışma konusu olmuş “toprak rejimi” Mısır’da nasıl olduğu ilginç detaylar kitaba alınmış. “İbn Zahire, firavunun her sene iki yöneticisinden, birini Yukarı Mısır’a diğerinin Aşağı Mısır’a gönderdiğini, bunların tarım tohumları taşıdığını belirtir. Tarım yapılan toprakların kontrolü sırasında ekilmemiş bir yer bulunursa, kral görevdeki yerel memurun infazını emrederek, kendisinin ve ailesinin mallarını müsadere ediyordu.

Batı’nın Egzotik Dünyası

Kitabın en ilginç bölümünden biri Kleopatra’nın Orta Çağ Arap kaynaklarından nasıl geçtiğiyle ilgili bölümdür. Batılı kaynakların aksine Kleopatra’nın baştan çıkarıcı fiziksel güzelliğine dair Arap kaynaklarında hiçbir emare yoktur. Hatta sikkelerdeki görüntüsüne bakılırsa Kleopatra, batılıların hayal ettikleri gibi güzel bir kadın da değildir. Batılıların zihinleri Doğu dendiği zaman fantastik ve egzotik hikâyelerle süslü bir yer tasavvur edilir. Kleopatra’da batılıların “fantastik doğu” algısından payına düşeni almış görünüyor!

Batılıların her konuda öncü olduklarını inandırmak istemelerinin hiçbir tarihsel dayanağının olmadığını göstermesi açısından güzel bir çalışma. Ortaçağ Arap âlimlerin Mısır hakkındaki bilgilerinin dönem itibariyle bakılacak olursa üst düzeyde olduğunu gösteren çalışma, Müslümanların erken dönem denilecek bir zaman diliminde Mısır hakkında ciddi bir birikime sahip olduğunu kitabı okuyup kapattıktan sonra anlıyoruz. Her bilim dalının kendilerinden neşet ettiği “doğru”suna sımsıkı sarılmış batılı yazarlar, tarihin derinlikli incelemesinin nasıl yapıldığını görmek istiyorlarsa, biraz daha çalışmaları gerekecek. Bu çalışmalara bizim unuttuklarımızdan başlamaları kaçınılmazdır!

Mısır batılılar için her zaman merkez bir ülke olma vasfını korumuştur. Batılılar Mısır tarihini Mısırlılara bırakılmayacak kadar önemli ve öncelikli olduğunu erken keşfettiler ve Mısır üzerine çalışmalar yaparak ön kabuller oluşturdular. Son dönem Mısır siyasetindeki gelişmelerde gösteriyor ki batılılar Mısır’ı Mısırlılara bırakmamakta “tarihi” devam ettiriyor.

Atilla Mülayim
tyb.org.tr

9 Aralık 2014 Salı

İstanbul'u meydanından dinlemek

"Hatırla mazi-i mesudu, sen de ben gibi yan
Tulûğa bak beni yâd et, guruba bak beni an."
- Münir Nûrettin Selçuk, Nihâvend

"Bizim bütün sıkıntımız, muhafaza etmemiz gereken tarihi ve milli değerlerimizi ziyan etmemizdir. Biz, bahâ biçilmez bir hazineye sahip olduğumuz halde onun içinde kapalı kalıp açlıktan ölen milyarderler gibiyiz.”
- Sâmiha Ayverdi, Milli kültür mes'eleleri

Benim gibi 1980 sonrası doğan kuşak, Sultanahmet'te gezintiye çıktığında mâziden kalan sayfaları arayıp bulmakta zorlanabilir. Elbette bunlar anılar, hatıralar ve hikâyeler değil. Niteliği bozulmamış, ilk günkü gibi kalmış yapılar. Burada ihtiyacı giderecek şey olsa olsa tarihtir. Tarihten istifade ederek belki Sultanahmet'i daha iyi kavrayabilir, anlayabilir ve dolayısıyla sahip çıkabiliriz. Elbette otomobiller, kaldırımlar ve birbiri ardına yükselen yapılar karşısında ne kadar sahip çıkabilirsek...

Biz "Sultanahmet Meydanı" deriz. Daha evvelinden "At Meydanı" demişizdir çünkü Bizans "Hipodrom" olarak tanımlamıştır burayı. Onların büyük sarayı, zafer takı, dini mabetleri ve diğer kültürel yapıları burayı doldurmuştur. Hipodrom'un planlaması öyle yapılmış ki, bazı kitaplarda burada başlayan caddelerin Roma'ya çıktığı belirtilmiştir. Gerek Bizans gerekse Türk hakimiyetinde İstanbul her zaman kutsal bir şehir oldu. Hipodrom da kutsal bir meydan. Bizans'ın araba yarışlarıyla başlayan hikâyesi İstiklâl Harbimizin görkemli işgal protestolarına ve mitinglerine kadar uzandı. Şimdilerde bakımlı bir parktan ve Ramazan "eğlencelerinin" sahne aldığı bir turistik mekandan gayrı niteliği kalmasa da, tarihin büyük bir tanıdığır At Meydanı. Örme Sütun, Burmalı Sütun ve Dikilitaş; meydanın gizemli tarihini teşkil eder. Dikilitaş'ın kaidesindeki kabartmalarda Hipodrom'daki araba yarışlarının tasvirini görmek mümkündür. Hipodrom'un tarihe olan şahitliğini anlatmak güç, lâkin Nika İsyanı'ndan bahsetmek gerek:

"11 Ocak 532 tarihinde, o gün koşulacak yarışlarla ilgili olarak İmparator İustinians'un açıkça Mavileri desteklediği açıklaması Yeşilleri harekete geçirir. Taraftarları yatıştırmak üzere imparator, "mandator" adındaki görevliyi Yeşillerin liderleriyle görüşmeye yollar. Theophanes'in yazdıklarından öğrendiğimize göre aralarında geçen dialog sırasında Yeşiller Calopodios adında bir kişi hakkında şike yaptığı iddiasıyla şikayette bulunurlar. Onu, ihanet etmiş Yuda soyundan gelen ve Tanrı'nın cezalandıracağı bir kişi olarak tanımlarlar. Sinirlenen mandator onlara "Yahudiler-Samaritenler" diye bağırır, Yeşiller de kendilerini Theodokos Meryem'in (Tanrıanası Meryem) koruduğunu söylerler. Konuşmaya Maviler de katılır. Mandator'un Mavileri kayırmasına daha da öfkelenen Yeşiller, "Mavilerden olmaktansa Yahudi olmayı tercih ederiz" derler. Bu konuşmalardan ve mandatorun tavrından hoşnut kalmayan Maviler de Yeşillere yandaş çıkarlar. Yarışlar iki gün ertelenir, fakat olaylar yatışmaz. 17 Ocak günü halkın "Nika", yani "zafer" diye bağırışları sırasında çıkan bir yangın Ayasofya da dahil olmak üzere kentin dörtte birini tahrip eder. 18 Ocak günü, halkı yatıştırmakta çaresiz kalan İmparator İustinians, kaçma planları yapmaktadır. Ancak Theodora onu hiddetle durdurur ve Prokopios'un kaleme aldığı şu konuşmayı yapar: "Belki kadınların erkekler önünde konuşması ve korkaklara cesaret vermesi doğru değildir. Ama tehlike anında herkes elinden geleni yapmalıdır. Bence bu durumda kaçmamız bize hiçbir şey kazandırmaz. Kaçarak kurtulsak bile bunun sonu yoktur. Hükümdar olan bir kimse sürgünde yaşayamaz. Ey İmparator! Kaçarak kurtulmak istiyorsan bunda bir güçlük yok. Hazinen var, gemilerin hazır bekliyor. Ama sarayından ayrıldığın zaman hayatını da yitirmiş olacaksın!". Bu konuşma İustinians'u yüreklendirmiş olmalıdır ki, komutanlarından Belisarios'u ayaklanmayı bastırmakla görevlendirir. Belisarios ve Narses askerleriyle hipodroma gidip tüm kapıları kapattırırlar ve hipodromu ateşe verirler. Kaynaklarda, bu yangında 30 bin kişinin öldüğü yazılmaktadır."

Kadınların zor anlarda nasıl sorumluluk aldığına yine At Meydanı'ndan bir örnek verebiliriz. 23 Mayıs 1919 tarihinde İzmir'in işgalini protesto amacıyla yapılan Sultanahmet mitingi mesela. Kürsüde Halide Edip vardır. Bu mitingleri takip eden diğer mitinglerden sonra meydanın adı Sultanahmet olarak kalır. Ta ki 1994 seçimlerinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'nı Refah Partisi kazanana kadar. O tarihten sonra Osmanlı kültür mirasını yeniden canlandırmak adına meydanın girişine ve bazı yerlerine "At Meydanı" yazan tabelalar asılır. Meydanda Ayasofya ve Sultanahmet Camii dışında en dikkat çeken yapılardan biri 1901'de İstanbul'a gelen Alman İmparatoru Kaiser II. Wilhelm'in hediyesi olan Alman Çeşmesi. İlk yapıldığında burada bir kitabe varmış, şimdilerde duruyor mu bilmiyorum. Bu kitabede Ahmet Muhtar Paşa’nın beyitleri, sülüs yazıyla Kazasker Mustafa İzzet Efendi tarafından yazılmıştır. Şöyle başlar: "Hazreti Wilhelmi Sani kamuranı nizigar / padişahı ali Osmani ziyaret kasdidüb / mahdemiyle eyledi İstanbulu pirayedar."

Seza Sinanlar'ın bu kısa çalışması (88 sayfa) At Meydanı'nı Bizans araba yarışlarından Osmanlı şenliklerine kadar izliyor. Bilindiği gibi Sultanahmet Meydanı'nında Osmanlı şehzadelerinin sünnetleri, düğünler ve Ramazan şenlikleri tarihimizde büyük yer tutar. Kitapçıkta şu konu başlıkları yer alıyor: Bir Roma şehri kurulurken, Hipodrom demek yarış demek, bir yargı ve infaz mekânı, meşruiyet Atmeydanı'nda kazanılır, seyyahların gözünden Atmeydanı, Konstantinopolis'ten Konstantiniyye'ye, Hipodrom'dan Atmeydanı'na, sarayın ve halkın eğlencesi, şenlik alanlarının gözdesi, ayaklanmalar, cezalandırmalar, meydan okumalar, şenlikler çayırlara sultanlar boğazlara taşınırken, bir dönem kapanıyor: şehre nazım plan, Atmeydanı'nda ilk kazı, ek: Atmeydanı'nda yapılan düğünler.

Kitabı bitirdikten sonra okuyucunun Sultanahmet Meydanı'nda daha fazla tefekkür hâlinde gezeceğini düşünüyorum. Belki de düşlüyorumdur. Bilmiyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

30 Kasım 2014 Pazar

Ahmet işte, bizim Ahmet

Son zamanlarda hikâye kitaplarına merak sardım. Nedense farklı farklı hikâyelerden oluşanlar değil, birbiriyle ilintili kısa öykülerden oluşan kitaplar geldi önüme. Hani şu görünce herkesin düşünmeden aldığı, birbirine tavsiye ettiği, inceliği nedeniyle bir solukta okunan ama siz daha ne olduğunu anlamadan hemen bitiverenlerden. Eh tabii haliyle birbirinden çok da farkı olmayanlardan.

İnsan bir süre aynı türde kitaplar okuyunca bütün yazarların aynı yazdığını, aynı sorularla boğuştuğunu, aynı hapsolmuşluklardan kurtulmaya çalıştığını düşünüyor. Takdir edersiniz ki bu da okuyucuyu bir süre sonra uzaklaştırıyor bu yazarlardan. Ben de bu aralar tam bu tekdüzelik sıkıntısına düşmüştüm ki bir tavsiye üzerine Hüseyin Kıyar'ın Hisar'dan Ahmet kitabını okumaya başladım.

Hisar'dan Ahmet bir babanın anıları. Hayatı kendince yaşayan, yıllarca Ankara'daki dairede odacı olarak çalışıyor olsa da iç dünyasını devlet dairelerinin griliğine teslim etmemiş, Ankara'nın sokaklarında kendince eğlenen bir babanın hikâyesi. Mukavva kutularını toplayıp kömürlükte tavana kadar istiflemekten gurur duyan, bir gece yürürken tek başına lunaparka girip eğlenebilen, yanına gelen fahişeyi evine bir tas sıcak çorba içmeye davet eden Ahmet'in anıları.

Açıkçası kitabın muhteşem bir tekniği yok, kusursuz inşa edilmiş bir karakteri de. Hüseyin Kıyar'ın kendi babasının hikâyesi midir bilmiyorum ama kitabı okuyup bitirdiğinizde "Ahmet işte, bizim Ahmet" dedirtmeyi başarıyor Kıyar. Tam da okura bu samimiyeti verdiği için okunmayı hak ediyor.

Ümran Kio
twitter.com/umrankio

22 Kasım 2014 Cumartesi

Bir İstanbul âşığının hisleri

"İstanbul! Müminlerinin o kadar sevdiği Eyüb servilerinin altında kendini senin ölülerinle kardeş hissettim!"
- Henri de Régnier

"Gökle toprak arasında dalgalanan en güzel hat budur."
- Théophile Gautier

Bebek ve Rumelihisarı arasında, sahile doğru uzanan Aşiyan Mezarlığı'nda metfundur Yahya Kemal. Vasiyetinde bunu istemiştir. Kabrinin, sadece mezar taşına bakılarak sade olduğu söylenebilir. Fakat hemen yanındaki, boylu boyunca dikilmiş çirkin, parmaklıklı, dokunulsa yıkılacak izlenimi veren taş duvar bu sadeliği bozuyor. Şairin, Şirazlı Hafız'a yazdığı "Rindlerin Ölümü" şiiri yazıyor bu taş duvarda. "Ve serin serviler altında kalan kabrinde / her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter" dizeleriyle biten bu şiirin aksine, son gittiğimde merhum şairin kabrinde bir gül yahut bülbül sesi duyamadım. Ölülerimizin ardından sade bir enstitü kurmak, kitaplarını yeniden basmak yetmiyor. Şairin de üzerinde önemle durduğu gibi anlamak gerekiyor, hissetmek, düşünmek ve üzerine koymak... Asıl hayatın mezarda başladığına inanan nesilden beklediği hep buydu şairin. İstanbul Boğazının en sakin seyredilebileceği bu mezarlıkta çok sevdiği dostu Münir Nurettin Selçuk'un da kabri yer alır. Orhan Veli, Edip Cansever, Ahmet Hamdi Tanpınar, Attilâ İlhan, Tevfik Fikret ve daha nice İstanbul âşığı şair de yine komşuları arasındadır.

1884 Üsküp doğumlu Yahya Kemal -ki doğum adı Ahmed Agâh'dır- tam manasıyla bir İstanbul âşığıdır. Kimilerine göre fazla romantik, kimilerine göreyse tarihi hülyalarla yazan ve yaşayan biridir. Merhum büyük tarihçimiz Yılmaz Öztuna, Yahya Kemal için "Tarihi en iyi bilen ve tarihle en iyi düşünen şairimizdir" der. Hakikaten "Aziz İstanbul"daki metinleri okuyucunca, Yahya Kemal merhumun çok iyi bir tarih okuyucusu olduğunu görüyoruz. Tenkitleri ve yorumları kendine mahsus bir havada. Lakin kitabın ilk makalesinin "Türk İstanbul" olması, Yahya Kemal'in İstanbul'un özünü çok iyi bildiğini de gösteriyor. Yaşamının son döneminde yaptığı milletvekilliğinde, bu özü korumanın gerektiğini mecliste kendince açıklamış, İstanbul'un bir sanayi merkezi ve turizm merkezi olarak konumlandırılmasının çok doğru bir şey olmayacağını da belirtmiştir.

"Türklük, beş yüz seneden beri İstanbul'u ve Boğaziçi'ni bütün beşeriyetin hayaline böyle nakşetti. Mimarîsini bu şehrin her tepesine, her sahiline, her köşesine kurarken güya: "Artık bu diyar dünya durdukça Türk kalacaktır." dediği hissedilir."

Yıllar geçtikçe İstanbul'un eski ruhunu kaybettiğini yaşayan, gören bir şair Yahya Kemal. Metinlerinde yer yer bu durum hakkında sert yorumlar da yapıyor, gelecek nesile çok umutla bakıyor, bir umutsuzluğa kapılmıyor bu yüzden ve fakat derhal önlemler alınması gerektiğini ve İstanbul hakkında kalbi düşünmeyenlerin bu şehire zarar vereceğini düşünüyor.

"İstanbul'un başına çöken bu şeameti acaba kim defedecek? Kim kalkıp da bu halkı civardan cetlerimizin külleriyle yoğrulmuş bu şehre tekrar getirecek? İstanbul, eskisi gibi Türk ve Müslüman bekliyor. Acaba bir daha bütün payitaht, Türklüğünü yaşayabilecek mi? Acaba türbesinin etrafı günden güne tenhalaşan şanlı Fâtih'e: "Durmuş başında bekler bir kavm türbedârın" diyebilecek miyiz?"

İstanbul'un semtleri arasındaki farkı Yahya Kemal gayet iyi görmüş. Hangi semtin İstanbul'un geçmişi ve geleceği olduğunu biliyor. Bu farktan dolayı da Türk çocuklarının ne kadar hassasiyet sahibi olup olmadığını sorguluyor, buna bir cevap arıyor. Mesela şair için Kocamustafapaşa ve Üsküdar ezelden beri sâkindir, bu iki semtin iklimine de yine bu iki semtin var olan mimarisinden ve halkından başka bir şeyde yaraşmaz. Çünkü bir iklimin manzarası, mimarisi ve halkı arasında tam bir ahenk arar, bu ahenk kalıcı ve güçlü olduğu vakit Yahya Kemal için bir vatan tablosu görünür.

"Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköyü ve Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen ve oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerde ki minareler görülmez, ezanlar işitilmez, ramazan ve kandil günleri hissedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler?"

Yaşadığı ve gördüğü tarihi eserlerin günümüzde de korunmasından çok etkilenmiştir Yahya Kemal. Mesela Hırka-i Saâdet Dairesi'nde dört asırdan beri okunan Kur'ân onu derinden sarsmıştır. Yavuz Sultan Selim'in Hırka-i Saâdet'i Mısır'dan getirip bu odadaki mevkiine koymasından itibaren kırk hafızın nöbetle, hiç ara vermeden Kur'ân okuması karşısında şöyle der:

"Gezintilerimde bir hakikat keşfettim. Bu devletin iki manevî temeli vardır: Fâtih'in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ki hâlâ okunuyor! Selim'in Hırka-i Saâdet önünde okuttuğu Kur'ân ki hâlâ okunuyor! Eskişehir'in, Afyonkarahisar'ın, Kars'ın genç askerleri siz bu kadar iki güzel şey için döğüştünüz!"

Bestelenen şiirlerinden yaptığı tarih okumaları ve yazdığı makalelere kadar Yahya Kemal'in bir İstanbul âşığı olduğunu görmemek mümkün değil. Kültür ve medeniyete verdiği önemli İstanbul'un manasını kavrama üzerinde mühim metinleri var ve bunlar hâlâ geçerliliğini koruyor, fakat tesirini? Şairi bir dev aynasında görmek yahut romantikleştirmek yerine onu daha iyi anlamak gerekiyor. İstanbul Fetih Cemiyeti'nden neşrolunan kitapları okuyucuyu bekliyor. Bilhassa İstanbul ve vatan arasında mana kurmak ve bunu çok lezzetli bir üslupla okumak isteyenler için.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

18 Kasım 2014 Salı

Seyr-i Sülûk'ta adım adım

"Bir ben vardır bende, benden içeru."
- Yunus Emre

"Ben taşrada arar iken, ol can içinde can imiş."
- Niyâzî-i Mısrî

Modern insanın içine dönme, hakikati bulma ve ne amaçla yeryüzünde zuhur ettiğini anlama çabasının izlerini birçok alanda görmek mümkün günümüzde. Bu alanlardan biri de edebiyat. Daha genel bir söyleyişle yayıncılık sektörü. Hangi kitapçıya girseniz "best-seller"lar listesinde özellikle Hz. Mevlânâ üzerinden yürütülen bir tasavvuf "satışı" karşınıza çıkacaktır. Acı olan, bu kitaplarda söz edilen tasavvuf anlayışının Hz. Mevlânâ ve Hz. Şems'in neredeyse beşeri aşklarından öteye gidememesidir. Aşkın kurallarının elle sayılıyor olmasıdır. Daha da kötüsü, bu kitapları okuyan birçok insanın tasavvuf hakkında bilgi sahibi olduklarını zannetmesidir.

Bu alana ilginin büyük olması güzel bir gelişme. Demek ki modernite ile beraber bilimin her şeyi açıklayabileceği pozitivist bir görüşten insanın ruhunun, maneviyatının aslında bilimden çok öte bir yere sahip olduğu inancına küçük adımlarla da olsa yaklaşılıyor. Bu da elbette kendini unutan insanın, özüne dönme ihtiyacından ortaya çıkıyor.

Mahmud Erol Kılıç hocamızın Tasavvufa Giriş kitabı kurmaca bir eser değil. Mevlânâ ve Şems Hazretleri'nin aşkını da anlatmıyor. Ancak, "Ben tasavvuf deryasını, seyr-i süluk yolculuğunu anlamak, biraz da tasavvufun özünde yer alan isimler hakkında bilgilenmek istiyorum." diyorsanız bu kitap yola çıkmak için doğru bir rehber. Hocamız, dimağımızda bulunması gereken bilgileri sonsuz bir deryadan seçerek ve arıtarak damlalar halinde sunuyor bize.

330 sayfa olan ve Sufi Kitap'tan çıkan bu eserin çok hızlı ilerleyeceğini düşünmeyin. Doğru okuma, sabır ve konsantrasyon gerektiriyor. Aynı tasavvufta olduğu gibi, durup içinize dönmenizi sağlıyor bu eser. Bazen bir cümleye takılıp bir saat elinizde kitapla tefekkür ederken buluyorsunuz kendinizi.

Sekiz bölümden oluşan kitaba kısaca bakacak olursak;

İlk bölüm Tasavvufa Giriş. Burada bir metot olarak tasavvuf bize ne ifade etmelidir sorusuna cevabın hemen ardından günümüzde tasavvuf deyince ne anlıyoruz konusuna değiniliyor. Modern dünya ve pozitif bilimler arasında tasavvufun yeri sorgulanıyor ve aslında olması gereken anlatılıyor. Tasavvufun Varlık Görüşü ismini taşıyan ikinci bölümde artık tasavvufun biraz daha içine giriyoruz. İnsanın mertebelerini, mutasavvıfların hangi makamlardan geçerek insan-ı kâmil olduklarını, bir sûfînin hangi aşamalarda yol alması gerektiğini, özetle hakikati aramanın metodunu öğreniyoruz.

Sıradaki bölüm olan Tasavvufun Bilgi Görüşünde aslında kitap boyunca mükerrer olan bir bilgi ışığında hareket etmemiz gerektiğini görüyoruz; ilk madde Hakikat-i Muhammediye'dir ve yaratılanların tümü, buna nebiler ve insan-ı kâmiller de dahil, nurlarını o ilk maddeden, Nur-u Muhammedi'den, dolayısıyla Allah cc'den alırlar. Bölümde ayrıca şeriat ve tasavvufun birbirini tamamlayan kavramlar olduğu hatırlatılıyor. Tasavvufun, zahirde görülen ibadetlerin batınında olan gizlerini ortaya çıkarma yolu olduğunun ve bu mana arayışı içinde hareket edildiğinde İslam'ın en güzel haliyle yaşanabileceğinin okumasını yapıyoruz.

Kitabın daha sonraki bölümleri olan Tasavvuf ve Dini İlimler ile Tasavvuf ve Felsefe-Sanat başlıkları altında disiplinlerarası bir konumlandırma çalışması çıkıyor karşımıza. Tasavvufun hadis, kelam, fıkıh gibi bir dini ilim, amacının esas bilgiye ulaşmak yani marifetullah, bu bilgiye ulaşmanın yollarının inziva ve halvetten de geçtiğinin bilgisini ediniyoruz. İslam sanatına kaynak olan, ezoterik bir hikmet felsefesi olan bu metedolojinin aleme nasıl sirayet ettiği de anlatılıyor.

Felsefe-Sanat bölümünün ardından bu iki disiplinle paralel olarak İbn-i Arabi, Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Yunus Emre gibi kaynak kabul edilen isimlerin öğretilerinin ve Niyâzi-i Mısrî, Şeyhülislâm Yahyâ, Melâmi İbrahim Efendi'nin örnek niteliğinde gösterilebilecek eserlerinin şerhlerinin yer aldığı bölümler geliyor.

Son olarak, Bir Toplumsal Uzlaşı Modeli Olarak Tasavvuf başlığı ile kapatıyor Kılıç kitabını. Sosyolojik bir inceleme ile Aristotelesçi mantığın tasavvuf ile ilişkisi, modern dünyada yoğunlaştırılmış tabiatımızın içinde tasavvufun nereye ait olduğu ve nasıl yaşanabileceği gibi konulara değiniyor.

Özetle, raflarda boy gösteren tasavvuf dünyası kitaplarından yola çıkarak insanımızın manevi bir yolculuğa çıkmak isteyişi aşikâr. Ancak yolunuzun nereye gideceğini kestirebilmeniz için yola nerden başladığınız da önemlidir. Mahmud Erol Kılıç'ın Tasavvufa Giriş kitabı, bu anlamda tam da bir tanıtım metni, yolculuğa çıkarken edinilmesi gereken bir kılavuz diyebiliriz. Objektif ve kurmacadan uzak. Yine de unutmamak gerek "Samimi kişiye tasavvuf kapısı mutlaka açılır."

Önemli olan ısrarınızdan vazgeçmemek...

Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler

14 Kasım 2014 Cuma

Sahafların dört yüz yıllık öyküsü

"Sahaflardan geçmediğim gün, diyâr-ı gurbette bulunuyorum zannederdim." 
- İbnü'l Emin Mahmud Kemal İnal

Günümüzde sahaflık, dışarıdan bakıldığında alım-satım işleriymiş gibi gözüküyor. Bunda artık sözde sahafların raflarını dolduran sınav kitapları, eğitim broşürleri ve elbette içinde insana dair hiçbir şey olmayan popüler kültür kitaplarının yeri büyük. Oysa sahaflık başlı başına bir sevda işi, gönül işi. Sadece okuma yazma sevdası değil ticaret ahlâkı da gerektiriyor. Asırlarca Türklerin esnaf dayanışmasını oluşturan ahî teşkilatının Türk esnafına kazandırdığı ahlâk, sahaflarda kitap terbiyesi olarak daima can bulmuştur. Eski maarif bakanı Hasan Ali Yücel'in “İnsan bir şey alacaksa kitap almalı, bir şey satacaksa kitap satmalı" sözünden çok etkilenmiş son büyük sahaflardan İbrahim Manav anılarında, kendisi siftah etmiş bir sahafın komşu sahafların da siftah etmesi için gelen müşteriyi hemen onlara yönlendirme geleneğinden bahseder. Öte yandan bazı sahaflarında müşterisinin bir kitaba yüksek ilgisi olduğunu fark ettiğinde derhal fiyatı yükselttiğinden söz eder: Evliya Çelebi bayram namazındadır. Hoca duaya başlar: “Allah yorgancı esnafının ecdadına rahmet eyleye.”. Kunduracı esnafı, bakırcı esnafı, derici esnafı derken sıra sahaflara gelir. Cemaatten biri çıkar ve “Hocam durun. O sahaflar ki, es-sahaf bî-insaftırlar. Onlara rahmet okumayın” der.

Her yazarın olduğu gibi her kitabın da kendi başına bir tarihi, yazım öyküsü ve hayatı vardır. Dolayısıyla her kitabın alışının ve satışının da bir hikâyesi oluşuyor. İşte İsmail E. Erünsal'ın "Osmanlılarda Sahaflık ve Sahaflar" kitabı da tabiri caizse son 400 yılın sahaflık öyküsünü anlatıyor. Ülkemize gerek arşivcilik gerek araştırma hususlarında büyük hizmetleri olmuş yazarın Timaş Yayınları tarafından basılan kitabı 600 sayfaya yakın ve ciltli. 1500'lü yıllardan bu yana hem Osmanlı sahafçılığını hem de sahaflık kültürünü irdeliyor. "Orta çağ İslâm dünyasının sahafları: verrâklar" bölümüyle açılan kitap, İstanbul'da ve imparatorluğun diğer bölgelerinde kitap ticareti ve sahaflar" bölümüyle derinleşiyor. Bu bölümde Bursa, Edirne, İstanbul sahafları anlatılıyor, kitap ticaretinden bahsediliyor, sınırlamalar ve yasaklamalar konularına değiniliyor. Sonraki bölüm ise okuyucu için oldukça lezzetli: Sahaflar çarşısı, sahaf dükkanları ve sahaflar. Bu bölümde hayırsefer sahaflar, sahafların ilim ve kültür hayatına katkıları ve sahafların müşterileri gibi konular var.

Sahafların faaliyetleriyle ilgili yapılan düzenlemeler, teşkilatları, şeyhi, tellalları, kethüdası, sahafların ekonomik durumları, kitapların kimlerden geldiği, sarayın rolü, müstensihler, hattatlar, kitap müzâyedeleri, muhallefat listeleri veya tereke kayıtları, yangınlar ve kitaplar diğer bölümler. Kitap aynı zamanda zengin tablolarla, belgelerle ve listelerle de son derece zengin.

Zamanında birçok sahaf, yaptığı veya baktığı hayır eserleriyle her zaman yâd edilmiş. Mesela Sahaf Emin Efendi, Kasımpaşa'daki Eburrıza Tekkesi'ni 1264 (1847) tarihinde yeniden inşa etmiş ve şöyle bir not düşülmüş:

Ashâb-ı hayrın oldu âlemde ercümendi
Tekke binâ itdi bak Sahaf Emin Efendi.


Sahaflardan kitap alanlar arasında medrese öğrencilerinden yabancı seyyahlara, okur-yazarlardan tekke mensuplarına kadar toplumun birçok farklı kesiminden insan bulunuyor. Özellikle saray, bütün mensuplarıyla asırlar boyunca sahafların en önemli müşterilerinden biri olmuş. Bu hususta İsmail E. Erünsal şöyle diyor:

"Padişahlar ve sadrazamlardan sonra hanedana mensup kadınlar ve özellikle de valide sultanlar büyük bâniler ve hayır sahibi olmalarının yanı sıra kütüphane kurucuları olarak da kitap piyasasının belli başlı müşterileri arasında yer alıyorlardı. Valide sultanlar kadar olmasa da padişahın eşleri ve kızları arasında da kitapla ilgilenenler mevcuttu." 

İsmail E. Erünsal, matbaanın girişi sırasında İstanbul'da hayatını kitap istinsâhı ile kazanan hattatlarının sayısını haklı olarak abartılı buluyor. Marsigli'ye göre bu sayı doksan bin, Jorga'ya göre ise seksen bin. Zaten bu meseleyi de D'Ohsson ateşlemiş ve "Osmanlılarda matbaacılığın gecikmesinin en önemli sebebinin ülkedeki yazma eserlerin bolluğu ve hayatlarını bu yolla kazanan sayısız derecede kitap müstensihinin bulunması" diyerek matbaanın geç gelmesini doğrudan hattatlara yüklemiştir. Yazar, bu sayıdaki hattat esnafının yazdıkları kitapları muhafaza etmek için sadece Osmanlı değil Avrupa kütüphanelerine de gereksinim duyacaklarını, bunun da yeterli olmayacağını söyler. Söz konusu hattat sayısıyla ilgili en sağlıklı veri olarak Viyana'da yayımlanan bir gazeteye İstanbul'dan gönderilen haberi işaret eder. "İstanbul'da kurulan matbaanın gelişme vadettiği ancak sayıları bini bulan müstensihlerin geçim endişesine düştüklerinden dolayı huzursuz oldukları" belirtilir bu haberde. İsmail E. Erünsal'ın konu hakkındaki yorumu dikkate değer:

"Matbaanın açılışı, müstensihleri etkilememiş olmalıdır. Kitap piyasasında talep daha ziyade dinî kitaplara olduğu, Kur'ân ve dinî kitapların basımının da XIX. asrın ortalarına kadar yasaklandığı göz önüne alınacak olursa, müstensihlerin Kur'ân ve dinî kitapların istinsâhı yoluyla hayatlarını kolaylıkla kazanmış olmalarının münkün olduğu görülür."

Kitapta XIX. asrın başlarında İstanbul'a gelen J.C.Hobhouse'un Kapalıçarşı hakkındaki sözleri de okuyucuyu derinden etkileyecektir:

"Doğu'nun bu başkentinin Charto-Pratia'sı Küçük Pazar'dır (Tusuk-Bazar). Buradaki dükkânlarda kâğıtçılar ve kitap kopya edenler (müstensihler) bulunurlar. Müstensihlerin hepsi Türk'tür. Biz onları çalışırken gördük. Bazıları kitap kopya ediyorlar, bir kısmı da tezhibini yapıyorlardı. Birçoğu da kâğıtları aharlamakla meşguldüler... Doğu edebiyatlarıyla meşgul olanlar doğal olarak Küçük Pazar'daki dükkânlara gelecekler ve Şark'ta meşhur olan kitapları burada bulacaklardır."

Kitap okumaya her zaman ihtiyacımız var. Kitap okumamızı sağlayan en büyük emekçiler, sahaflar hakkında da öğrenmemiz gereken çok şey var. Prof. Dr. İsmail E. Erünsal'ın "Osmanlılarda Sahaflık ve Sahaflar" kitabı bu açığı kapatan nadide eserlerden.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

10 Kasım 2014 Pazartesi

Sen bu İstanbul'un neresindensin?

"Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını "yaşanmaz"laştıranlardır."
- Cemil Meriç

"Türkiye hakkında kötümser olanlar çok defa kötümserliğin şartlarını kendileri yarattıktan sonra geriye çekilip "bu millet adam olmaz" demişlerdir."
- Erol Güngör

"Bazıları memleketi kurtaracak duruma sokar ve sonra "memleket elden gidiyor" diye bağırır."
- Mustafa Kutlu

Yazıma üç büyük ismin sözlerinden alıntılar ile giriş yaptım. Eminim, iyi bir literatür taraması ile benzer fikirler rahatlıkla çoğaltılabilir. Ne de olsa aklın yolu bir. Bence, gönlün de öyle.

Huzursuz Bacak, Türk Edebiyatı'nda uzun öyküye yepyeni ve oldukça samimi bir soluk getirmiş olan Mustafa Kutlu'nun -bence- en iyi eserlerinden biri. İlk baskısı 2008'de yapılan kitabı okumak bana henüz kısmet oldu. Bir solukta deriz ya çok sevdiğimizi anlatabilmek için, ben "soluk bile alamadan okudum" diyeceğim. Aynı heyecanla da bilgisayarın başında "bu kitap mutlaka okunmalı, yazmalıyım" derken buldum kendimi. "Siz bu hikâyeyi daha önce okumuştunuz" diye başlar Huzursuz Bacak. Evet, okumuştuk ve her gün okumaya devam ediyoruz. Çok uzaklardan değil, bizden bahsediyor kitap. Ülkemizden, ülkemizi kasıp kavuran zihniyetten. Aynı her gün birçoğumuzun kapıldığı karamsarlık içinde, yine de ümitvar. Anlatıya sadece kurmaca olarak bakmak mümkün değil. Kutlu, büyük bir ustalıkla "Türkiye'nin üzerine tam oturmamış" sağlam bir modernizm eleştirisini hayali karakterler ile önümüze getiriyor.

Olaylara tam ortasından başlıyor anlatıcı. Yurtışında eğitim gördüğünü anladığımız Ömer Faruk doğup büyüdüğü şehir olan İstanbul'a dönüyor. Karekterin adı, öykü boyunca eşlik ediyor bize. Ömer: canlılık, hayat. Faruk: Haklıyı haksızdan ayıran. Biz Ömer Faruk ismini, İslâm halifelerinden adaleti ile ün salmış olan Hz. Ömer (ra)'den biliriz. Kahramanımız da öyle. İsmiyle müsemma. Anadolu'dan gelmiş esnaf bir ailenin doktor babası ve doçent annesinin oğlu. Bir kültürel çatışmanın meyvesi. Ancak o seçimini daha çok babası üzerinden kendini tanımlamakta kullanıyor. Kitapta, muğlak hatta kaypak bir ifade olduğu belirtildiği paralelde "muhafazakar" olduğunu söylemekten imtina eden biri. "Garip bir tutumla, bağımsız ama kendine uygun bir ideoloji bulamamış, inançlı bir tip olarak tanınmıştım. Ne onların safındaydım. Ne de onlardan ayrı." şeklinde tasvir ediyor kendini. Devam ediyor: "Peki, benim bir tezim var mıydı? Bir üstadım, bir teorim. Yoktu. Sadece ilkeleri savunuyordum. Adalet, ahlâk, merhamet, eşitlik, otoriter demokrasi (Bunu bir türlü formüle edemiyor, olumlu bir şey olduğunu hissediyor, ancak ifadeye güç yetiremiyordum. Bu yüzden kimi beni faşist, kimi sosyalist sanıyordu.)." 

Okul yıllarında bu dik ve farklı duruşuyla nasıl olduğunu kendi de anlamadan bir lider olan Ömer, ülkesine döndüğünde İstanbul'un acı manzaralarıyla yüzleşiyor sık sık ve her seferinde memleket meselelerinin derdine tıklayan huzursuz bacağı eşlik ediyor: "Bacağımı seviyorum. Her gece uyandırıp beni memleket meselelerini düşünmeye sevkediyor. Bu huzursuzluğu duymak bile bir şeydir."

Önce köprüden atlamaya çalışan bir Roman vatadandaş, ardından derdini anlatmaya çalışan ancak gırtlak kanseri olduğu için sesi bile çıkmayan işsiz adam. Bir gazete haberi ile veriyor ikinci olayı, sonunu bağlıyor. "Devlet bu asil millete layık olmalıdır."

Ülkesinde kalmaya karar veren Ömer, geçmişteki bağlantılarının kapılarını çalar yavaş yavaş. Her çaldığı kapıda da ülkesinin içinde bulunduğu durumu görür. Önce bir üniversiteye gider, rektör babasının eski arkadaşlarından. Aldığı tavsiye ilk darbedir onun için: "Artık üniversitelerin bir kıymet-i harbiyesi kalmadı. Hocalık da öyle. Kendini mektebe hapsedip harcama. Senin gibi donanımlı bir elemanı piyasalar arasa bulamaz." Üniversiteden çıktığı sırada yine babasının eski arkadaşlarından biri olan Bahtiyar'la karşılaşır. Bahtiyar, ithal ürünlerin ikinci el olarak satıldığı bir dükkana götürür onu. İnsanların Avrupa markası meraklarından söz eder. "Çıkara çıkara Türk Einstein'ını, Sivaslı Sindi'yi çıkarıyoruz. Gelişen bir şehrimizi 'Doğu'nun Paris'i' ilan ediyoruz. Kendi varlığını, inancını, kültürünü, tarihini inkar eden, redd-i miras edenin sonu budur." diye düşünür Ömer de.

Anlatıda bu yeniden buluşmalar ve bıraktığını ayrıldığından çok daha farklı bulma üzerine örnekler çoğaltılabilir. Buradaki en çarpıcı iki örnekten biri Ömer'in dava arkadaşlarından biri olan Dadaş Mehmet'in politikaya girmesi ve savunduklarından "çok da mantıklı" sebepler ile uzaklaşması; bir diğeri ise büyük bir şirketin yöneticilerinden olan Kemal'in kapitalizmin aşamalarını normalleştirmesi ve içselleştirmesi. Ömer Faruk'un bu durumlar karşısındaki ifadesi oldukça manidardır: "Memlekete geldiğimde ilk duyduğum dedikodu 'Mücahitler müteahhit oldu' sözüydü.". Ömer Faruk, tüm bu sukut-ı hayalin nihayetinde babadan kalma çiftliğe giderek orada organik meyve ve sebze işine girer. Bunu elbette bir çözüm olarak okuyabileceğimiz gibi ben bir kinaye olarak okumayı tercih ediyorum. Organik tarım, sizce de içinde yaşadığımız modern dünyanın ve tüketim toplumunun oyunlarından biri değil mi?

Huzursuz Bacak, Ömer Faruk karakterinin İstanbul'u gezmesiyle Türk İstanbul'una getirdiği eleştiriler ve yan karakterler aracılığıyla "Neydik, ne olduk" sorusunun cevabını açıkça dile getiren, kütüphanelerde mutlaka yer alması gereken eleştirel bir kurmaca. Okuyun ve düşünün; siz bu İstanbul'un neresindensiniz?

Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler