5 Mart 2014 Çarşamba

Aydının hakikatle ilişkisine dair

"Şimdi de mağarada seslerin yankılandığını düşün…Dışarıdan biri konuştu mu, esirler gölgelerin konuştuğunu sanır, öyle değil mi? Kısaca onlar için tek gerçek var: Gölgeler."
- Eflatun, Devlet

Cemil Meriç’i sistemli bir fikir adamı gibi görmekten ziyade meraklı bir araştırıcı, analist ve iyi bir aktarıcı olarak nitelemek daha münasip görünüyor. Bir fikir adamı olarak Türkiye’nin, dünyanın, insanın sorunlarını ele alıp tartışma gayreti de elbette gözden kaçmaz. Ancak Bu Ülke gibi Mağaradakiler de bir savunu eseri olmaktan fazla olarak derleme yaklaşımlar içermesiyle önem kazanıyor. Bu yazıda bu sebeple Meriç’in çok zaman çaydaki şeker gibi görünmez hâle gelmiş kendi fikirlerinden ziyade Avrupa’lı düşünürlerden derlediklerine odaklanılacak.

Mağaradakiler’de aydın, intelijansya, entelektüel gibi bazı anahtar kavramların tartışılması en azından bir sınıf ya da grup olarak düşüncenin üreticisi ve tartışmacılarını tek bir kanaldan sunulmuş mutlakî bakıştan arındıracaktır. İktidarların kendi söylemlerine katkı sağlamayla ölçtükleri –Althusser’in ideolojik aygıt dediği- aydınlar, ticarî ilişkilerin temsilcisi olarak medyanın ve medya gücünün kültürel biçimlendirmesi ie topluma aydın diye sunduğu kişiler, kapalı devre bir sistem içerisinde üniversitelerin kristalize ettiği çevreler, ideolojik grup ve hareketlerin öne çıkardığı kişiler… Toplum için “aydın” kavramı da bu kavramın somut hâli olan kişiler de doğal olarak böyle bir çerçevenin içinde inkişaf etmekte ve aydın, kişi ya da toplumun zikrettiği/yüklediği bir sıfat olmaktan fazla olarak dayatılan bir gerçekliğe dönüşmektedir: İktidar/devlet, meşruiyeti veya uygulamak istediği bir politika için aydını kendi söylemi içinde bir yere yerleştirip kitlelerde bir rızâ üretmek gayesiyle, medya ve kültür çevreleri iktidarla ekonomik işbirliği ya da ideolojik hesaplaşma veya endüstriyel imkânları kullanmak amacıyla; aydını kutsamak, onu akıl ile özdeşleştirerek çoklu gerçekliği mutlak hakikat biçiminde sunmak yolunu tercih etmektedir. Bu yönden bir araç olarak aydın; sadece siyasî yönelimlerde değil, dinî, ahlakî, kültürel, hukukî vs. her sosyal konuda payanda hizmeti görmek zorundadır.

Fakat aydın bu yaklaşımla tanımlamayla sınırlı mıdır? Nihayetinde bugün, düşünce kuruluşu adı altında entelektüel kuru sıkı çalışmaları yapanlar yanı sıra sırça köşkünden derinden akan düşünce ehli de aydın kategorisi altında birleştirilmektedir. Cemil Meriç’in eseri bu yönden kıymet taşımakta, aydınlar hakkında farklı bakış açılarını bir araya getirerek daha geniş bir açıdan da bakabilmek olanağı sunmaktadır.

Örneğin “entelektüel” kelimesi solun bayrağı olduğu biçimde şöyle tanımlıyor; “Yazı veya söz aracılığı ile toplumun şuurlanmasına yardım eden kişi. Yol gösteren, aydınlatan, itham eden kişi…” (syf.16) Kopuk kopuk entelektüel tanımları, tabirleri, yakıştırmaları; sağdan, soldan, içerden, dışarıdan…

Aron: “Gelişmemiş bir memlekette her diplomalı entelektüeldir.”

Schumpeter: “Her tabakadan kopup gelirler, kendi sınıfları olmayan sınıfların çıkarlarına öncülük ederler. Entelektüelin üzerinde anlaşmaya varılan bir vasfı var: Eleştiricilik. Eleştiricidir çünkü olayları yaşamaz, dışarıdan seyreder. Sonra, kendini kabul ettirmenin en kolay yolu çevresinde şaşkınlık uyandırmak…” (syf.17)

Sartre: “Atomun parçalanması üstüne çalışan bilginlere entelektüel denmez onlar sadece bilgindir. Ama aynı insanlar imaline yardım ettikleri büyük tahrip gücünden korkarak efkar-ı umumiyeyi atom bombasının kullanılmasına karşı uyarmak için bir araya gelir ve bir bildiri imzalarsalar entelektüel olurlar.” (syf.20)

Nihayet derli toplu bir görüş çıkarıyor karşımıza Meriç.

Toker Dereli: “Entelektüeller, somut olayların üstüne yükselip soyut kademede düşünebilen, toplumun temel yapısı, meseleleri, değerleriyle meşgul olup başlıca ekonomik, sosyal ve politik gelişmeleri eleştirebilen, genellikle kabul edilmiş görüşleri, izah tarzlarını, tahlil ve tenkit edebilme, bunlara bir şeyler katabilme veya hiç olmazsa bu görüşlerin izah tarzlarını veya faraziyelerini yorumlama gücüne sahip kimselerdir. Entelektüel sayılabilmek için formel bir öğrenim görmüş olmak şart değildir. Edebi üslup, mesleki sıfat veya roller, siyasi ya da idari sorumluluklar entelektüel sıfatından ayrı tutulmalıdırlar.” (syf. 23)

“Dereli entelektüelleri liberal ve radikal olarak ikiye ayırıyor: Liberaller; geniş düşünceli, tenkitçi, hürriyetçidirler. Radikaller ise; umumiyetle sosyalist, komünist, anarşistler gibi ihtilal taraftarları…” (syf.23)

Esasen doğru gibi gözükse de C. Meriç bu sınıflandırmayı pek tatminkâr bulmuyor. Çünkü tenkitçiliği, geniş düşünceyi (diyalektik) ve hürriyetçiliği sadece liberaller ve liberalizme has bir olgu olarak düşünmek yanlışı okura daha baştan sunuluyor.

“Schills’e göre entelektüel faaliyet iki merhalede tecelli eder: 1. Mevcut bilgilerin fethi (tekrarlama) 2. Mevcut bilgilerin aşılması için yapılan çalışmalar (yaratma) yani gelenek ve yaratıcılık.” (syf.23)

C. Meriç “Hülasa edersek” başlığı altında gösterdiği onlarca tarifin altında her çağ, ideoloji, ülke ve sınıfın bu kavramı başka başka yaklaşımlarla kullandığını belirterek tekrar sağ-sol cephesinden yaklaşmaya çalışıyor; “Sağ entelektüel çoban köpeğidir. Esasen entelektüelin sağı olmaz. Entelektüel yükselen bir sınıfın şuurudur yani devrimcidir. Ayırıcı vasfı: Tenkit.” Devamında da; “Şöyle taslak çizmek kabil: 1.Entelektüel zamanının irfanına sahip olacaktır, ülkesinin dilini, edebiyatını tarihini bilecek, dünyadaki belli başlı düşünce akımlarına yabancı olmayacaktır. 2. Peşin hükümlere iltifat etmeyecek, olayları kendi kafasıyla inceleyip değerlendirebilecektir.” (syf.24)

Elbette onca tarifte bu iki temel anlam ve tenkitçilik vasfı var, esasen sağlam bir tabir denilebilir. Kitapta bir devrin gerçek entelektüelleri olarak kabul edilen sofistlere dair Meriç’in ilginç bir sözü var, sofistlerin oportünizmle çökmeye yüz tutmuş eğilimleri değil gelecek vadeden fikirleri savunduklarını belirtiyor. Yani para karşılığı birilerine (öğrencilerine) yaptıkları hitaplarda onları coşturmak niyetiyle hareket ettiklerini belirtiyor.

“Meçhulün fethi maziye bağlı olanları rahatsız eder, her tecessüs tehlikelidir.” (syf.26)

“Masal deyip geçmeyelim. İnsan, kaba kuvvetin hükümran olduğu bir devirde hayata katlanmak için bambaşka bir dünyanın varlığına inanmak zorundadır.” (syf. 32)

Burjuva ideolojisi ile intelijansya arasındaki ilişkiye de doğru bir yönden yaklaşmış Meriç ve devrimci burjuvanın son kuşağının yani 18. yy. burjuvazisinin ideolojisini bilimsel araştırmanın prensiplerinden doğurduğunu/oluşturduğunu belirterek günümüz burjuvazisinin bugünkü intelijansyasının bilgi ve metoduna ters düştüğünü gösteriyor. Entelektüalizm ve orta sınıf ilişkisi…

“Kitapla hayat, nazari bilgi ile günlük rutin arasındaki uçurum doldurulmadıkça tefekkür iki kutuptan birine yönelecektir: Ütopya veya beyin yıkama (ideoloji.)” (syf.39)

“Marksist teoriye göre: Namuslu aydınlar işçi sınıfının saflarına karışacak, ona strateji ve taktik hocalığı yapacaktı. İntelijansya korkak veya ehliyetsiz olduğu için mi yapamadı bunu? Hayır, 1848′de işçi ve öğrenciler yan yana dövüştüler barikatlarda; Paris komünasında. Almanya’da son savaşı izleyen devrimci hareketlerde, Avusturya, Macaristan, Bulgaristan’da hatta İspanya’nın milletlerarası tugaylarında başarılı bir tecrübeden geçti intelijansya. Ne var ki 1850′den bu yana merkezi ve Batı Avrupa’nın işçileri örgütlerini, partilerini, sendikalarını hızla geliştirdiler. Kendilerine mahsus liderler, kendilerine mahsus bir bürokrasi buldular. Çelik iradeli ve odun kafalı liderler.” (syf.40)

Bu konuda düşünülecek ilk şey; “ezilenlerin yanında veya karşısında bu kavgaya bulaşmak bir aydının görevi midir?” sorusu.

“Nazizm Avrupa kıtasının intelijansyasını yok ederken ne yaptığını pekâlâ biliyordu.” (syf.41)

“Tarihi bir kanun bu; sınıf kavgalarını körükleyenler kendi sınıflarına karşı savaşanlardır.” (syf.47)

“Sosyal İlimler Ansiklopedisi sosyalizme katılan aydınları üç zümreye ayırır:
Ahlakçılar: Toplum vicdanını temsil etmek iddiasındadırlar.
İlimciler: Sosyalizmin kaçınılmazlığına, hiç olmazsa gerçekleşebileceğine inanırlar.
Demagoglar: Karışık bir zümredir; şarlatanlar, ideoloji bezirgânları, toplumdan öç almak isteyenler, sınıflarından kopmuş olanlar, insanseverler vs. Daha genel bir deyimle sosyalist aydınları misyonerler, çıkarcılar diye ikiye ayırabiliriz.” (syf.47)

“Orospulaşmak veya yalnız kalmak: İşte fikir adamının kaderi.”(syf.53)

Meriç’in Batılı yazar diye bahsettiği şey bugün evrensel bir olgu: “Batılı yazar ya görevine ihanet edecek yahut da tanınmadan yaşayıp ölecektir.”(syf.52)

Meriç, ilk Hıristiyanlığın clerclerine (rahiplerine) özendiğini belirtiyor bir yerde entelektüellerin. “Yeryüzünde işlenen bütün cinayetlere karşı bildiri imzalamak, rahipliğin gülünç bir taklidi değil de nedir?” (syf.53) Bunu yazarken ne kadar ciddidir bilinemez ama ne kadar eksik de olsa entelektüellerin bu tür çalışmalar yapması gülünç görülecek bir şey değil…

Benda : “Önce hakikat vardı sonra vatan.

“Kurallara başkaldıranla yarı deli (eksantrik) arasında bir adım mesafe var, toplumun düşmanca baskısı bu mesafeyi hemen aştırır insana.” (syf.54)

“Lenin’e göre aydın kendini dünyanın tuzu biberi sanır ama pisliğidir sadece.”(syf.56)

“Herkes tarafından kabul edilen bir haksızlığa isyan etmek kolay mı?” (syf.55)

“Sınıf kavgası tarihi bir tespitten çok Hegel diyalektiğine gösterilen aşırı bir saygı. Kabul edelim Marx’ın incelediği çağ için faydalı bir ipucu ama yetersiz. XX. Asrın ilk yarısına ait bütün hadiseleri aydınlattığı söylenemez hele Rönesans’ı anlamaya çalıştık mı hiçbir işe yaramaz, Ortaçağ için büsbütün manasız, Mısır’a gelince lütfen sus.” (syf.60)

Rus atasözü: “Çalan çalana, elleri çarmıha çivilenmemiş olsa İsa da çalardı.” (syf.66)

“İntelijansyanın insanlık ülküsü, hakla kaynaşmak gibi demokratik bir coşkuyla sona erdi: Popülizm.” (syf.77)

“Dostları genç Hegelci’ye (Belinski) Hegel’i yanlış anladığını izah etmişler; büyük usta var olan her şey akla uygundur, diyor ama mühim olan düsturun ikinci kısmı: Akla uymayan hiçbir şey reel değildir.”(syf.84)

Herzen: “Sopa halkın elinde olmuş, soyluların elinde olmuş ne çıkar, yığınlar dayak yedikten sonra!”

“Bir çift çizme Shakespeare’in bütün eserlerinden daha değerlidir hazrete (Çernişevski’ye) göre.” (syf.97)

Çernişevski: “Şiirden sokaktaki insana ne?” (syf.97)

“Aramızda açlar, çıplaklar varken sanattan ne zevk alınabilir (mi)?” (syf.97)

Belinski: “İnsanoğlunun gelişiminde üç aşama vardır: Hayvanlık, düşünce, isyan.” (syf.100)

“İnsanlar sorumlulukları ölçüsünde büyürler, sorumlulukları kalmayınca değerleri de kalmaz.” (syf.102)

Mağaradakiler’de yapılan aydın tasnifleri bir sorgulama için işlevseldir, ancak denildiği gibi bütüncül ve kavrayış sahibi demek zor. Ne var ki şöyle bir çıkarsama için ipuçları da barındırıyor: Aydın denildiği vakit onu dünya içinde bir algılama gereği görülüyor; eleştirel düşünce, sorgulama gibi esas insanî nitelikleriyle dünyaya karşı, işleyişe, düzene karşı mevzilenme bilinci onu egosunun dışında değerlendirmekle mümkün. Aydının dünya içindeki yeri, diyalektik gereği: Hakikatle yalanın çarpışmasında bir hesaplaşma unsurudur aydın. Bildiri dağıtmak, nümayiş etmek, protestolar yapmak aydın niteliğini belirtmiyor, sadece bir aktivite hâlinde olmaya işâret ediyor. Bunları yapmayıp eserler kaleme alan ya da günlükleriyle yarından geçmişe bakma olanağı da aydın için bir işlev. Eleştirel düşünce olmadığı takdirde aydın diye tesmiye edilenlerin sadece mevcut iktidar düzeni ve onun yandaşları için bir değeri olacaktır. Elbette alacağı ulufe nedeniyle bu durum o kişiler için de anlam taşıyacaktır. Ne var ki hakikatle ilişkisi hiç de müsbet olmayacaktır.

Alper Gürkan
twitter.com/gurkanalper

Siz de okuyup mahvolun

1995 filan. Onu ilk kez Kocaeli’nin Gölcük ilçesindeki Dünya Kitabevi’nin raflarında gördün. Katilin Temizliği. Halen de aynı gezegende yaşadığımız Amelie Nothomb’un Türkçeye çevrilen ilk romanı. Kendisi şu sıra Belçika yöresindeki evinde harıl harıl roman yazmakla meşgul. Bugün bilgisayarım yarım kalmış hikâye ve roman çöplüğüne dönüşmüşse bunda birinci dereceden sorumlu olan kişi Nothomb’dur. Bunu söyleyerek beceriksizlimi konudan haberi bile olmayan bir Belçikalı yazarın sırtına yıktığımın farkındayım. Ancak bunca beceriksizliğime rağmen dinmek bilmeyen bir heves sahibi isem ve yenilgiye doyamadıysam bunda Nothomb okumalarımın büyük bir payı vardır. Ne yapayım. “Yine yenileceğim. Her seferinde daha iyi yenileceğim.” diyerek Beckett’ten apartma bir söze iltica edip yazıma devam edeyim.

Katilin Temizliği benim için Nothomb okuma miladı oldu. Bütün kitaplarını okudum ve hiç pişman olmadım. Körfez Savaşı esnasında 120 saatte yazılmış 150 küsur sayfalık bu kitap, Nothomb’un yazdığı 11. kitap olmakla beraber yayınlanmaya uygun bulduğu ilk kitap.

Amelie Nothomb, romanlarında bıçak sırtı karşılaşmaları anlatır. Mesela “Katilin Temizliği” nadir rastlanan ve tedavisi olmayan bir hastalığa yakalanmış yazar ile onunla röportaj yapan gazeteci arasındadır. Merkür’de ise bir adada dünyadan soyutlanarak yaşamış ve kendisine çok çirkin olduğu telkin edilmiş, bu yalana inanması için de etrafta bakabileceği bir ayna bulundurulmayan bir kızla ona bakıcı olarak tutulan kadın anlatılır. Nothomb, bu karşılaşmalardan kimi zaman gerilimli, kimi zaman şiddet yüklü ilişkiler ve çelişkiler inşa eder. Bütün bu ilişki ve çelişkilerden ise insanın ne menem bir şey olduğu Nothomb’un gördüğü pencereden anlatılmış olur. 100-150 sayfayı geçmeyen kitaplarda dinamik ve sürükleyici bir anlatım ve kurgu yakalayan Nothomb’un romanları için romandan ziyade belki de novella demek daha uygun olur. Ancak biraz basitleştirerek “uzun hikâye” yahut “kısa roman” olarak adlandırabileceğimiz bu tür bizde pek bilinmediği ve ticari bir isimlendirme olmayacağı için Nothomb’un yazdıkları roman olarak yayınlanmakta. Bu çok da önemli değil. Nasıl isimlendirildiği sonuçta ticari kaygıların bir sonucu ve ne Nothomb ile ne de yazdıklarıyla zerre kadar ilgisi yok. Gelin biz de yayıncıların paketlemelerine ses etmeyelim ve Nothomb’un yazdıklarını roman deyip, bıyıkaltından gülümseyelim.

Katilin Temizliği’nden sonra yayınlanan Kıran Kırana'da ise Nothomb, bir Japon firmasının en alt kademesinde çalışan bir Belçikalı’nın hikâyesini anlatıyor. Otobiyografik bir roman ve Nothomb’un ilk romanı Katilin Temizliği’ni yazmasından hemen öncesini anlatıyor. Japonya’da doğan bir Belçikalı olan ve Asya’yı iyi bilen Nothomb’un Japonya ile ilgili keskin gözlemleri var. Ancak roman hiç şüphesiz sadece Japonya ya da doğu ile ilgili değil. O zaman çok işlenmiş ve hatta bayatlamış bir konusu olurdu kitabın. Sade, berrak bir anlatımla derin ve tekrar tekrar okumalarla tükenmeyecek bir hikâyeye imza atıyor Nothomb. Nothomb “birinci tekil şahıs”la konuşan insanda otobiyografik metinler duygusunu uyandıran kitaplara imza atıyor. Bazı kitapları ise otobiyografiye çok yakın. Mesela Yağmuru Seven Çocuk, Ne Adem Ne Havva

Mesela Kış Yolculuğu, karşılıksız bir aşk hikâyesinden şiddet yüklü bir netice çıkmanın arifesindeki bir iç hesaplaşmayı anlatıyor. Bir “iç muhasebe”, “yüzleşme” hikâyesi değil anlatılan. Zira anlatıp, rahatlamayı; yüzleşme ile azat olunmayı konu dinmiyor. Bir saatin kaçta çalacağının ayarlanması gibi “mekânizması”nın kurgulandığı, zembereğinin gerildiği anı anlatıyor Kış Yolculuğu. (Kış Yolculuğu ile Kara Sohbet havalimanında geçen iki kitap. Arasındaki farklar ve benzerlikler ayrı bir yazının konusu olacak derecede ilginç.)

Kameraya Gülümse” ise seyretmenin ve seyredilmenin trajedisi üstüne kurulmuş bir roman. Esir kampı biçiminde dizayn edilmiş bir Biri Bizi Gözetliyor Evi tahayyül edin. Rastgele toplanmış ve isimleri yerine kendilerine takılmış harf ve rakamlarla hitap edilen bu esirlerin başında ise gönüllüler arasından özenle seçilmiş gardiyanlar bulunuyor. Gardiyanlar esirlere sürekli işkence yapıyor ve bu programdan tiksinenler dâhil herkes büyülenmiş gibi ekran başına geçip reyting rekorlarının altüst olmasını sağlıyorlar. İnsanın televizyon karşısında ne kadar düşebileceğini, alçaklaşabileceğini ve bu alçaklığa karşı nasıl direnilebileceğini direnişin dilinin nasıl kurulabileceğini anlatan bir roman “Kameraya Gülümse”.

Kameraya Gülümse”yi okuyunca Karl Marx’ın ihtarı geldi aklıma. Karl Marx, baş yapıtı Kapital’in girişinde “Anlattığım senin hikâyendir.” diyerek okuruna rastgele bir metin değil kendisini anlatan bir kitap ile karşı karşıya olduğunu hatırlatma ihtiyacı duyar. Reytingin yegâne değer olarak empoze edildiği yaşadığımız çağda “Kameraya Gülümse” tarzı kitapların da başında da böylesi ihtarlar bulunmalı bence…

Özel İsimler Sözlüğü’nün sonunda maktul olan, Bir Yaşam Biçimi’nde ise bir obezin mektuplarına maruz kalan Nothomb’dan ise hiç bahsetmeyelim. (Katilin Temizliği’ndeki yazarın da obez ve asosyal olması dikkat çekici.)

Nothomb’un kitapları arasında kurduğu dolaylı bağlardan ördüğü labirent en az kitapların kendisi kadar spekülasyona açık bir oyun. Böylece kitaplardan oluşan bir yapbozun birleşmesine ve dev bir tablonun oluşmasına şahit oluyoruz. Ancak bu tablo ne kadar büyürse büyüsün yarım kalmaya mahkûm. Tıpkı Balzac’ın İnsanlık Komedyası gibi. İlk önce 12 cilt halinde 1834-1887 yıllarında basılan proje daha sonra Balzac'ın eser vermeye devam etmesi ile toplam 95 roman ve öyküye kadar çıktı. Balzac öldüğünde geriye 50 tane yarım kitap taslağı bırakmıştı ki, onları da yazmaya fırsatı olsaydı bir yandan da yarım kalacak başka taslaklara başlayacağı için İnsanlık Komedyası yarım kalmaya mahkûmdu.

Nothomb Katilin Temizliği romanında okuruna şu dikkat çekici ve sarsıcı soruyu yöneltmişti: "Yapmacığı okumadan okumaya kadar vardıran okurlar vardır; tıpkı balıkadamlar gibi dalgıç kıyafeti kuşanıp, üstlerini tek damla ıslatmadan kitapların içinden geçerler. Bunlar balıkokurlar olarak adlandırılabilir. Ve iki tür okuma vardır: iç organlarıyla okuma, temiz okuma. Peki ya siz? Etobur okurlardan mısınız? Vejetaryen okurlardan mı?"

Bu soru bile Nothomb okurken, nasıl bir yazarla karşı karşıya olacağımız konusunda yeteri kadar ipucu veriyor sanırım.

Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
* Bu yazı daha önce izdiham'da yayımlanmıştır.

3 Mart 2014 Pazartesi

Tam uyanırken kalpten çıkan ses

Bülent Parlak "Mezar taşında ne yazsın isterdin?" diye sorduğunda, "Bir rüyaydı, uyandım" demiştim. Muzaffer Serkan Aydın'ın ilk şiir kitabı "Gerçek Rüya"da böylesine bir etki gördüm.

Şair sanki bir sürü rüyadan (savaştan), ilk adı olan muzaffer bir komutan edasıyla uyanmış gibi. Unutulmamalı ki ganimet dediğimiz şeyler aslında mağlubiyetlerde yatıyor. İnsana ne öğretirse mağlubiyetleri öğretiyor, zaferleri değil. İşte tam da burada yenilmekle kabullenmek arasındaki farkı öğrenmiş oluyoruz. Nedir o fark? Kader.

İtibar dergisi vasıtasıyla şiirlerini okumuş ve daha sonra aramızda 1 yaş olduğunu öğrenince kendi kuşağımdan bildiğim Muzaffer Serkan Aydın'ın dizeleri ne mağrur ne de mağdur. Kendi uyanışına okuyucuya da dahil etmek istiyor ve aslında rüyanın, asıl gerçeği görmek için bir vesile olduğunu da anlatmak istiyor. Bu anlatış tekniğinde bazen kafiyeye, bazen de seri benzetmelere başvuruyor. Sade ve güçlü. Bu ikisi, ateşle barut gibidir oysa. Şair ansızın yakalandığı kabuslara, okuyucuyu da yakalatıyor. Birlikte düşüyor göz kapakları, belki bir şekerleme belki de bir iç geçiş.

Kitaptaki ilk şiirinin adı "İçindekiler", adeta diğer şiirlerin de içeriğini açık ediyor:

"Ben, hep kalbimin sesini dinledim - kırılırken çıkardığı..
Bir sona götürdü bu, işte bu beni; her şeyin baştan başladığı.."

"Mehter Gambiti" şiirinde yukarıdaki ses devam ediyor sanki:

"Konuşmuyorum, haşa!
Yüzümdeki çatlaktan
Sızıyor sesler.."


"Koşma Hissi" şiirinde kendiyle konuşuyor şair:

"Sorun sende değil, bende dedim kendime..
Sıkıntıdan bir zırhım var, kaşındırır, neşe işlemez..
Yaşamıyorum artık, böylece kimse beni öldüremez."


"Karıncanın Rüyası" şiirinde ise kelime oyununun içine zorlukları gizliyor:

"Eski fotoğraflar çekilir gibi değil..
Kalbim bir halifedir geceleri,
Sanrının yeryüzündeki gölgesi.."


Kitaptaki en sevdiğim dörtlük ise "Gölgeden" şiirinde:

"Yoruluyor kapıların artık açılmaktan.
Yazgın bile yadırgıyor tüm bu olanları.
Kendini çıkartamıyorsun bir camın ardından bakınca.
Üzülme, herkes kendine dönüşür hikâyenin sonunda."


Yazının başındaki mezar taşı isteğimi, Muzaffer Serkan Aydın'ın kitabının arka kapağı tamamladı. Şu dizeler vedalaşıyor okuyucuyla kitap bittiğinde: "Yaşadı denemez, bir müddet ölmedi sadece.."

Rüyadan uyanmak, sanıldığı gibi kolay değildir. Neler gizlidir onun içinde kim bilir? Belki bu hırpalanmış ip gibi dizeler, okuyucuya bir şeyleri izah eder...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

20 Şubat 2014 Perşembe

Son büyük Türk şairinin portresi

"Yaşamak için midesine indirdiği şeyin karşılığını alnının teri ile elde etmeyen bir yurttaş asalak bir varlıktan başka bir şey değildir."
- Jules Romains, Dirilen Şehir

"Bir yerde, bir noktada duramaman:
Seni büyük yapan da bu değil mi?
- Goethe, Doğu-Batı Divanı

Başlarken Mustafa Kutlu'nun sözlerini kullanmak isterim. İsmet Özel son büyük Türk şairidir. Şiiri, Türk sözüdür. Bu yüzden ne sosyalist taraftayken ne de kendi deyimiyle ihtida ettikten, yani Müslüman olduktan sonra şiirlerine bir itiraz dahi olmamıştır. "Türkiye’nin bugün geldiği değil, getirildiği noktada şiirlerimi okuyabilecek narodnik kalmadı" diyerek şiiri bırakmasının ardından bir dönem Halkın Dostları dergisinde yol arkadaşı olan Ataol Behramoğlu şöyle demiştir: "İsmet Özel gerçek bir şairdir. Şiir her zaman onun için ciddi ve varoluşsal bir yaratıdır."

Daha önce İbrahim Tüzer'in oldukça geniş biyografisi "İsmet Özel: Şiire Damıtılmış Hayat"tan daha farklı bir deneme çıkarmış Reşit Güngör Kalkan. Tüzer'in biyografisinde şairin sadece yaşamının değil, şiirlerinin üzerinde de (teknik, üslup vb.) ciddi çalışmalar yer alır. İkincisinde ise tam bir portre denemesi okuruz. Roman tadında akıcılığı, fotoğraflarla zenginleşmiş sayfaları ve belli bir kronolojisi vardır. Önce uzun sayfalar boyunca İsmet Özel'in hayatını başından sonuna kadar ne çok derinlemesine kazıyarak ne de üstünkörü geçerek izleriz. Tam tadındadır. İsmet Özel'in aile, öğrencilik ve edebiyat yaşamını takip ederken aynı o zamanda o dönemlerin genel düşünce dünyasını, edebiyat çevresindeki ilişkileri, siyasi açmazları da öğrenmiş oluyoruz. Şu iki güzel anıyı hemen kitaptan almam icap ediyor:

"1966 Sonbaharı... Zarifoğlu anlatıyor: Bir tek ilginç şey oldu. Rasim'le camın kenarında duruyoruz, içki bardakları ve çörek tepsilerinin uzağındayız. Toplantıyı izlemek için Ankara'dan gelen İsmet Özel yanımızda. Birileri tanıştırdı. İsmet tebrik etti bizi. "Toplantının yıldızıydınız" dedi. Birkaç cümleden sonra "Bizim safımızda olmanızı isterdim" dedi. "Allah korusun" dedim. İsmet Özel'in yanında nursuz bir yüz belirdi. Hâşâ, "Ne karışır" dedi. Ve ben "Yalnız O karışır" dedim. Böyle oldu."

"Mülkiyeliler Birliği'nde de Cemal Süreya ile karşılaştık. Ayrılırken Edip Cansever'e "Size şiirlerimi göndereceğim" dedim. Dediğimi de yaptım. Edip Cansever'den heyecan ve övgü dolu bir mektup aldım. Mektupta diyordu ki "Bize şiirlerini gönderen çok olur, sanma ki herkese böyle sözlerle cevap veririm.". O mektup çok hoşuma gitmişti, hep yanımda taşıyor çıkarıp okuyordum. Böylece, Edip Cansever'le yazışmamız başladı."

Ailesi, 1944'de Kayseri'de doğumu, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF), Halkın Dostları dergisi, 12 Mart 1971 dönemi, Sosyalizm-İslâm-Türkçülük, İstiklâl Marşı Derneği, şiir kitapları ve yankıları, düzyazılarındaki derinlik, gazete yazarlığı deneyimleri... İsmet Özel'in hayatındaki önemli çizgiler ve kendi çizgileri Reşit Güngör Kalkan'ın bu portre denemesinde bir roman tadıyla akıyor. Okur Kitaplığı'ndan Eylül 2010'da çıkan kitap, İsmet Özel'in anlamaya çalışmak yolunda önemli bir adım. Zira şahsiyetlerin yaşamlarını da iyi bilmek gerekir ki fikirlerinin arkasında neler olduğunu bilebilelim.

Kendi işini kendi görmekten vazgeçmeyen, Kur'an ve sünnet ölçülerini kendine yegane kılavuz belirleyen, temel meselesini ahlak üzerine kuran, emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i anil münker çizgisinden şaşmayan şairden etkilenme konusunda ise Reşit Güngör Kalkan müthiş bir açıklama yapıyor: soylu bir akrabalık kurmak.

Evvel refik, badel tarik. Önce yoldaş, sonra yol. Bu yüzden her yolun başı, dertdaş olmak. İsmet Özel de buna bir hayli değer verir. "Ve'l-Asr"dan:

"Sözün özü; anladıklarımızla dost oluruz, ancak dostlarımızı anlarız. Artık anlayamadığımız dostlarımızı kaybederiz."

Anlamadığımız ne çok şey var. Ve hiç anlamayacağımız. Niyet iyi olunca akıbet de iyi oluyor anlayış hususunda...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

19 Şubat 2014 Çarşamba

Dünya ağrısı, çekmeyen kaldı mı?

"Burada dünya ağrısını dindirecek bir yer var mı? Dünyada dünya ağrısını dindirecek bir yer var mı? Yok. Dünyanın kendisi ağrı."

Ayfer Tunç, Suzan Defter ile kalbimi fethetmiş, kütüphanemde kendine yer etmiş bir yazar. Yeni kitabı, Dünya Ağrısı, hem yazarlığının 25. Yılını kutlaması, hem de Can Yayınları’ndaki değişimin ilk kitabı olması sebebiyle oldukça ilgimi çekmişti. Ve elbette, ismiyle…

Gitmek isterken, İstanbul’da felsefe okumaya niyetliyken, taşrada bir otelde kalakalan bir adamın, Mürşit’in hikayesini anlatıyor, Ayfer Tunç, Dünya Ağrısı’nda. Madenci’nin ve Şükran’ın ve Özgür’ün ve Türkiye’nin ve bizim hikayemizi.

“Böyle bir şehirde sır saklamanın imkânsız olduğunun farkında değil. Öğrenecek elbet; bir gün şehir dediği şeyin birbirini gözleyen sayısız gözden ibaret olduğunu o da anlayacak. Ama buna çoktan alışmış olacak ya da daha fenası başkalarını gözleyen sayısız gözden biri haline gelecek.”

Hüzünlü ve gri bir tadı var Dünya Ağrısı’nın. İnsanın içinde var olanlar ve etrafında olup bitenlerin örtüşmediği o “an”ların fotoğrafını çekiyor Ayfer Tunç. Hani, hayatı bir perdenin ardındaymışcasına uzaktan ve yabancı hissederiz ya bazen, işte o “bazen”lerle yaşamaya mahkum insanlardan bahsediyor.

Mürşit ve Madenci dünya ağrısından birbirlerine sığınmaya çalışıyorlar sessizce.

“Ama insan, hayatın bir yerinde iyi kötü bir bütün olmak istiyordu, kırık dökük de olsa bir bütün ya da ona yakın bir şey. İnsan bu yüzden hatırlıyordu her şeyi, zamanı gelince istemese de parçaları bir araya getiriyordu. Ama zaman içinde pek çoklarının ruhu taşlaşmış oluyordu, çoğunluk bir şey hissetmiyordu, çoğunluk aynada kendine baktığında gördüğü sahte bütünden hoşnut kalıyordu.”

Dünya Ağrısı, altı çizilecek satırlarla dolu; Ayfer Tunç’un güçlü kaleminin izlerini taşıyor. Ancak, hikayelerin geri planında Türkiye meselelerine, gündelik sorunlara değinirken, her şeyden biraz bahsetme çabasıyla olsa gerek biraz aksak kalıyor. Romanın sosyal mesajları zaman zaman zorlama kalıyor ve hikayeyi baltalıyor. Yine de dilin lezzzeti, kurgunun önünde duruyor çoğu zaman.

“Gerçeğin kuyusu bir cehennem. Ömrümüz gerçeğin kuyusuna inmemek için mücadele etmekle geçiyor. Sen bu yüzden kendini başkalarının kuyusuna atıyorsun, ben bu yüzden başımı alıp gidiyorum. Kendi kuyumuza inip kendimizi tanımak istemiyoruz. Biliyoruz çünkü ne kadar aciz, zavallı, korkak, tiksindirici olduğumuzu. Ama bilmek istemiyoruz.”

Dünya Ağrısı, kendi ağrısını dindirmek için bir ortak arayanlara, sessizce şifa bulmayı dileyenlere iyi gelebilecek bir kitap…

"İnsan öyle filmlerdeki gibi dersini alıp değişmiyor, kafaya darbe yiyip aklı başına gelmiyor. İnsan hamurundaki mayayı değiştiremiyor, hamur bir parça sakinleşiyor sadece, o kadar, belki de yaşlandığın içindir.”

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

18 Şubat 2014 Salı

Soluklanmak isteyenlere

"Bir hikâye vardı orada, tam karşımda, gündelik hayatın hengamesi içinde bana değmiş, koluma yapışmış, ‘gel’ diyordu. Hepsi bu."

Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz, daha önce kitap yazılarıyla tanıdığım Melisa Kesmez’in ilk öykü kitabı. 25 kısa öykü yer alıyor kitapta ve hiçbiri kitabın adını taşımıyor.

"İnsan uzak olunca eksik yerleri kendi tamamlıyor ya, ben onu kocaman yapmıştım içimde."

Melisa Kesmez’in öyküleri, yalın, duru ve sahici. Bugünün insanını anlatıyor çoğunlukla. Karakterleri genel olarak, şehirli ve “güçlü” kadınlar…

“Masanın bir ucunda hayatlarında hiç kaybetmemiş, aslında sırf bu yüzden hiç kazanmamış erkekler, diğer ucunda onları hak eden kadınları. Tek taşsız parmağım ve fönsüz saçlarımla resmin kusursuzluğunu bozuyorum gibi geldi, hoşuma gitti. Tehlikeli sularda olduğunu bilip de, bundan tuhaf bir haz duyduğun ve hiçbir önlem almaya tenezzül etmediğin, içinde bulunduğun duruma ters düşecek bir şeyin yaklaştığını gördüğün halde kılını kıpırdatmadığın anlar vardır ya.”
Hani böyle durduğumuz zamanlar vardır ya; etrafımızın ve kendimizin farkına vardığımız, soluk aldığımızı tüm hücrelerimizde hissettiğimiz… Melisa Kesmez, böyle anların fotoğrafını çekiyor öykülerinde. Kısa, akıcı ve fazlasıyla gerçek hikayeler yer alıyor kitapta.

"Karşı apartmanda akşam telaşı vardı. Sarı ışıklı pencerelerde gidip gelen, oturup kalkan siluetler. Bütün günü şehrin başka köşelerinde geçirip bu saatlerde evlerde toplaşan kalabalıklar. Aileler, öğrenciler, hiç evlenmemiş yalnız bekarlar, herkesi göçüp gitmiş yalnız ihtiyarlar. Gözüm alt katlara kaydı. Günün hiçbir saatinde televizyonun ışığının söndüğünü görmediğim girişteki dairede yaşayan yaşlı kadın, kucağındaki tepsiden akşam yemeğini yiyordu. Kocası yok. Ölmüş diyorlar. Geleni gideni olduğunu da görmedim hiç. Çoluğu çocuğu da yok belki. (...) Gözlerimi beşinci kata çevirdim. Sadece mutfağın ışığı açıktı. Diğer pencerelere koridorun loş ışığı vurmuş. Genç bir kadın hummalı bir yemek hazırlığına vermiş kendini. Bir şeyleri karıştırıyor, buzdolabının kapağını açıyor, kapıyor, suyu açıyor, bir şeyler yıkıyor. Tabak çanak sesi bizim balkona kadar geliyordu. İncecik bir kadındı. Çocuk gibi. Taş çatlasa 25 yaşında. Kocasının eli kulağında, gelirdi birazdan. Yeni evlilerdi. Geçen ay taşınmışlardı mahalleye. Günler sürmüştü çeyizin taşınması, yerleştirilmesi. Henüz bir tuhaflıklarını görmemiştik. Kadın, bir yandan ocağın üzerindeki yemeği karıştırırken, camdaki yansımasında saçlarını düzeltti. Seviyordu onu belli. Elini özenle taradığı saçlarında gezdirişinden, kayık yaka bluzunu düzeltişinden, evde giydiği terliklerden. Her şey onun için daha yeni başlıyordu. Filmin en heyecanlı yerindeydi. İkinci katın penceresinden yarı beline kadar bir kadın sarkıp, seslendi: ‘Emre! Haydi eve! Baban geldi!'"

Ve elbette yalnızlık… Şehirli ve güçlü kadının en azılı düşmanı. Öykülerin geri planında çocukluğa özlem ve kesif bir yalnızlık kokusu yer alıyor. Ve damağımızda buruk bir “balık kraker” tadı…

"Bir banka oturmuşum misal öğle vakti, boş salıncaklara bakıyorum, güneşin altında parlayan kaydırağa falan, güvercinlerin kabara kabara dolandığı suyu çekilmiş süs havuzuna, arka arkaya sigara içerken bir yandan, yapamazken burada, gidemezken bir türlü. Ya da Kuğulu Park’ta kar yağarken. Yalnız başıma oturmuşum. Elim ayağım donmuş soğuktan. Eve gidesim de yokmuş hiç. Boşmuş ki ev. Boş eve gitmesi zormuş."

Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz, zamanın duraksız koşturmacasından yorulup biraz soluk almak isteyenlere iyi gelecek bir kitap. Ve dahi, iyi bir yazarla tanışmak isteyenlere…

"Ben çayın altını yakayım, siz oturun, geliyorum hemen” demişti halam. Sanki mutfakta bütün soruların cevaplarını fısıldıyordu biri kulağına. Ocağın üzerinde parlayan mavi alev bir aydınlanma anını temsil ediyordu. Aramızdan üç beş dakikalığına ayrılıyor, çayın altını yakıyor ve yüzünde o hiç eksilmeyen ışıkla aramıza cevaplarıyla dönüyordu halam. Buydu sırrı."

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

16 Şubat 2014 Pazar

Dilce susup bedence konuşulan bir çağa dair

"Çok yorgunum beni bekleme kaptan
Seyir defterimi başkası yazsın."

- Nâzım Hikmet

"Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma
Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir."

- Mehmet Âkif

Zannedilmesin ki bu kitap bir biyografi kitabıdır. Zannedilmesin ki bu kitap, içinde barındırdığı isimleri övmek veya yermek üzre yazılmıştır. Zannedilmesin ki bu kitap fikirden uzak bir magazin derlemesidir. Son olarak, zannedilmesin ki bu kitaptaki isimler aynı saftadır yahut her zaman yan yanadır. Elbette onların ortak paydaları olabilir lakin birbirlerinden ayrıldıkları çok keskin konular da bir hayli fazladır. Ümit Aktaş'ın tamamen kendi fikirleriyle harmanlayarak isimlerin üzerinde durduğu "Çağımızın Tanıkları", hayata nereden baktığı önemli olmadan fikir, düşünce ve kendi alanında becerisini ciddi manada konuşturmuş isimlerin tezahürüdür.

Kimler vardır bu kitapta? Mücahid bir bilge olan Aliya İzzetbegoviç, Fransız Komünist Partisi'nden ayrıldıktan uzun bir süre sonra 69 yaşında Müslüman olmaya karar veren Fransız düşünür ve yazar Roger Garaudy, "Sizi rahatsız etmeye geldim!" diye bas bas bağırmış olan ve İran istihbarat örgütü tarafından öldürülen Ali Şeriati, toplumsal düşünce üzerine ciddi emekler vermiş olan Seyyid Kutub, devrimci bir âlim ve mümin Humeyni, Rus anarşist yazar Lev Tolstoy, Hindistan Bağımsızlık Hareketi'nin unutulmaz lideri Gandi, Modern Türk Şiiri'nin iki büyüğü Nâzım Hikmet ve Mehmet Âkif, Türk düşüncesinin ve şiirinin yaşayan efsanesi İsmet Özel, birbirine uzak gibi görünen iki yakın İbn-i Haldun ve Karl Marx, kitabın misafirleri.

Kitap her şeyden önce lezzetli, fakat her okuyucuya akıcı gelmeyebilir. Yazar Ümit Aktaş, 1980'lerin sonundan itibaren ortaya koyduğu araştırma, deneme, düşünce kitaplarıyla bu konularda konuşacak çok şeyi olan bir kalem olduğundan, isimler üzerinde yazarken bol miktarda fikriyat sunumu yapıyor. Bu durum, normal bir biyografi bekleyenleri hüsrana uğratabilir. Lakin lezzetli bir kitap okumak isteyen düşünce meraklılarını ise kâfi miktarda doyurabilir. Popüler bir yorum olarak şu yapılabilir: Bol not aldıran fakat altı çizilecek cümleler barındırmayan bir kitap. Mühim olan bir şeylerin altını çizmek değil oysa, altını üstünü kazıyacak kadar beyni yormak.

Yazının başlığını İsmet Özel'in ihtida ettiğinin beyanı olan 1974 tarihli "Amentü" şiirinden seçtim. Zira bu kitaptaki tanıklardan yaşayan sadece kendisi. Kitabın arka kapak yazısı ise kitabı anlatmak babında güzel bir paragraf. Onunla bitirelim.

"Tıpkı suratına geçirilmek istenen o "beyaz" maskeyi reddeden Malcolm X gibi, tıpkı asimilasyonu ve teslimiyeti reddeden Aliya gibi, tıpkı üzerine doğru yürüyen teknolojizmin ölüm makinesi karşısında geriye çekilmeyi insanlık onuru adına reddeden Rachel gibi, tıpkı "bizim amacımız hükûmete değil, marifetullaha ulaşmaktır" diyen ve İslam'ı siyasallaştıran mollalara karşı İslamî siyaset perspektifini ortaya koymaya çalışan Humeyni gibi, tıpkı zalimlerden özür dilemektense ölümü seçen Seyyid Kutup gibi, tıpkı üzerine doğru hınçla yürüyen o konformizme gömülmüş kalabalıkların aymaz suratlarına karşı "sizi rahatsız etmeye geldim" diyen Şeriati gibi ve tıpkı "doğrulukta sebat"ı ve "nefssiz, (yani nefsini gözetmeyen) eylem"i kendisine ilke olarak benimseyen Gandi gibi. Çünkü ancak bu yüreği deli, aklı dolu olanlar sayesindedir ki insanlıktan umut kesilmeyecektir."

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

6 Şubat 2014 Perşembe

Zaman mı insanı, insan mı zamanı değiştirir?

"Dün ve Ferda", Orhan Kemal Roman Ödülü, Haldun Taner ve Yunus Nadi Öykü Ödülü sahibi, literatürde "Modern zamanların romancısı" şeklinde tanımlanan usta kalem Erendiz Atasü'nün Kasım 2013 çıkışlı son romanı.

Atasü’nün metni yoğun bir metin, güçlü duyguları ve zor bir dönemi 213 sayfada yormadan, sıkmadan, başarılı bir şekilde toparlayan bir anlatımla kaleme alınmış. Okuruna bir mesele veriyor ve o meselenin parçalarını sunuyor. Yanlış bilinen doğruları karakterleri vasıtasıyla okuyucusuna taşıtıp bırakacakları yeri kendilerinin bulmasını bekliyor. En önemlisi anlamalarını istiyor.

"Dün ve Ferda" için anlatırken anlaşılmak isteyen bir roman denilebilir. İsminden yola çıkıldığında dünü, bugüne ve geleceğe devşirerek anlatan 60’ların başı ile 2000’lerin başı arasında gerçekleşmiş olan darbeler, siyasal dalgalanmalar, aşklar, aile ilişkileri, beklentiler hayal kırıklıkları, başarısızlıklar, ülke gündemi gibi pek çok konuya dokunarak yol alıyor. Sol-Sağ, Liberalizm, Kapitalizm, Sosyalizm, Proletarya, Özelleştirme, Neoliberalizm, Faşizm, Laiklik, Milliyetçilik, Cumhuriyetçilik gibi ana kavramların 60'lar Türkiye’si ile 2000’ler Türkiye’si arasındaki değişim ve dönüşümünü sorguluyor. Bunu yaparken aralara girerek bu kavramları en olağan şekilde yalın haliyle açıklamaya çabalıyor.

Atasü incelediği meselelerin merkezine Ferda karakterini koyuyor. En azından hikayeye giriş yaparken okurun böyle hissetmesini sağlıyor. Zira usta romancının hiçbir karakteri olay içerisinde yan karakter olma özelliği göstermiyor. Prof. Dr. Kazım Beyazıt, Prof. Dr. Hürriyet Berkman, Ferda’nın eşi Özdemir ve kızı Barış için teker teker ayrılmış bölümler mevcut. Yazar tüm karakterlerine aynı şiddette bir önem dozu biçiyor, ancak olayların akış grafiği içerisinde hepsini birinin duygusal ve fiziksel dünyasına Ferda Başarır’ın dünyasına bağlıyor.

Hikaye henüz 21 yaşındaki Ferda’nın üniversiteden mezun olmasıyla başlıyor. Başarılı bir öğrencilik hayatından sonra kendisini kızı gibi seven hocası Prof. Dr. Hürriyet Berkman’ın desteğiyle akademik hayata atılan genç karakterimiz burada kendisinden kırk yaş büyük ve sağlam bir sağcı olan Prof. Dr. Kazım Beyazıt’la yakınlaşıyor. Solculara beslediği nefret ve sert mizacıyla üniversite ortamında terör estiren kürsü başkanı Kazım Beyazıt ve Ferda kendilerini umulmadık bir aşk serüvenin içinde buluyorlar. Yazar Ferda ve Kazım aşkı üzerinden fikir ve görüşlerin sevgi üzerindeki geçersizliğini, yaşını başını almış eğitimli bir adamın katılaşmış yüreğinin genç ve naif bir "yeleli tay" karşısında eriyişini anlatıyor ilk bölüm boyunca. Hürriyet Hanım ve Kazım Beyin çekişmeleri arasında görüşleri şekillenen Ferda, aşkı tattığı Kazım beyden çok büyük beklentiler içerisine girmemesi gerektiğini öğrenirken, Hürriyet Hanım’dan ise gururun her zaman işlevsel bir araç olmadığını öğreniyor.

"Bir limanı olmalı insanın, Ferda. Yakın ilişkilerde onur, yararlı bir şey değildir. Onurun çok keskinse sonunda limansız kalırsın."

Ferda karakterini çok iyi bildiği bir meslekte "eczacılık" mesleğinde kurgulamış yazar. Kendisi de eczacı olan Erendiz Atasü belki de zamanında yaşadığı sıkıntıları eczanelerin devlet elinden çıkması, tekelleşmesi, özel sermayenin yarattığı yıkım gibi ara konular açarak Ferda ve ailesi üzerinden aktarmış.

Darbeler sırasında işinden olan Ferda’nın eşiyle sıkıntılarını, Almanya da sığınmacı olarak kalmak zorunda oldukları sıralarda doğan kızının anavatana dönüşte yaşadığı kültür şokunu, subaylıktan görüşleri yüzünden atılan babasının yıkımını, annesinin görmezden gelişlerini… sol ve sağ görüşü açık açık çarpıştırmadan vermeyi başarması bakımından da önem taşıyor "Dün ve Ferda" Romanda dikkat çeken belki de en önemli nokta Atasü’nün 2.bölümden itibaren anlatının aralarına sıkıştırdığı "Sanal ortamda…" başlıklı bölümler. Yazar bu bölümlerde karakterlerini, kendisini, hikayeyi ve gelinen son noktayı özeleştiriyor. Ferda karakterinden neden hoşlanmadığını (veya öyle sanılmasını istediğini) Kazım Hocanın kaybettiği oğlu Selim yüzünden içinde bulunduğu ruh halini, Ferda’nın Eşi Özdemir’in neden silik bir karakter olarak çizildiğini, kızı Barış’ın "demir leblebi" annesinden farklı olarak neden kolayca pes edip kaçan bir karakter olduğunun art hinterlandını gözler önüne seriyor. Bu noktada Dün ve Ferda’nın romancılık tekniğine getirilmiş yeni ve ilginç bir soluk olduğunu söylemekte oldukça mümkün.

Genç Ferda, orta yaşlı Ferda, yaşlı Ferda ve değişen Ferda olarak bölümlendirilebilir roman. Zira yazarın anlatmak istediği şey: Ferda karakterinin kalanıyla gideniyle, aşkıyla ihanetiyle, meselesiyle en önemlisi kendisiyle son noktada nasıl ters düştüğü. Zamanı değiştirmeye çalışan bir anti kahramanın, ruhtan muhalif bir bedenin uğradığı hüsran. Hiçbir şeyin aynı kalmadığı, ne kadar direnilse bile bir noktadan sonra görüşlerin saptığı, insanın değiştiği, zamanın acımasız dozerlerinin saldırısı karşısında ne kadar çaresiz kalındığı ve dahası… Kitabın son sayfalarında Ferda’nın kendisine itiraf etmeyi başardığı gibi…

"Kötü bir evlattım, iyi bir anne olduğumu iddia edemem, başarısız bir devrimciydim, her şey yarım kaldı hayatımda. Gereksiz atılımlar…Ama belki de gerekliydiler, çok da emin değilim. İnsanlık komedyası… Çok doğru. Ben de rol aldım bu komedyada, sonu dramdı benim için….Uzaktan bakınca bana da komedya gibi görünüyor…Uzaktan. O zaman da insana yakın bir şey kalmıyor. Kimseyi aşkla sevmedim, kimse beni aşkla sevmedi. Nasıl bir eştim ,bilemiyorum. İyi bir eş olduğum günler de oldu. Şimdi işte burdayım ülkemden, düşüncelerimden uzak, tek başına yalnız ve yaşlı bir kadın."

"Dün ve Ferda" en genel anlamıyla darbelerin gölgesinde yolunu bulmaya çalışan özgür bir birey olmak için çoğu zaman limanlarını ilgisiz bırakan bir kadının öyküsü. Fikir ve meseleler kitabı. Ancak bu fikir ve meseleler üzerine ince ince düşündüren okurun kendisine ait olanları bir kez daha gözden geçirmesine yardımcı olan bir metin. En yıkılmaz görünen duvarların bir anda nasıl paramparça olabileceğini gösteren, en güçlü iradelerin başka iradeler karşısında boyun eğişini tüm çıplaklığıyla betimleyen son dönemin en güçlü romanlarından.

Erendiz Atasü’nün bir solukta okunan ama bir solukta sindirilemeyen anlatımıyla... Meseleler ve fikirler, dün bugün ve gelecek üzerine kafa yormak isteyenlere...

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

3 Şubat 2014 Pazartesi

Dünya, ağrıyor, ağrıtıyor

"Dertleri zevk edindim bende neş'e ne arar
Elem dolu kalbimden gitmiyor hatırâlar
Mâziden kalan her iz beni içten yaralar
Elem dolu kalbimden gitmiyor hatırâlar."

- Sırrı Uzunhasanoğlu (Selâhattin İnal, Kürdîlihicazkâr)

Her yazarın ve şairin, dünyayı kendine göre bir yorumlayışı, katlanışı ve o dünyayı seslendirişi var. Mesela Albert Camus "Ben umutsuzluğu ve bu dertli dünyayı kabul etmeyerek, insanların birleşmesini ve kötü yazgılarına karşı savaşmalarını istiyordum" demiş. Şule Gürbüz "Hayatı pek hayatıma sokmaya niyetim yok. Onun seyrinden ziyade kendi seyredişime tabiyim" der. Yazma amacını Sartre "Hiç kimsenin dünyadan habersiz kalmamasını ve bu yüzden kendini suçsuz hissetmemesini sağlamak" şeklinde özetlerken İsmet Özel'e göre "Dünyaya gelmek bir saldırıya uğramaktır" zaten. "Dunya" bu. Dun. Yani; aşağılık, alçak, bozuk, kirli.

Son romanını 2011'de (Suzan Defter) yazmış olan Ayfer Tunç'un 2012'de Memleket Hikayeleri yayımlanmış olsa da, üç yıllık aradan sonra yeniden okuyucusunu selâmladı diyebiliriz. Çünkü Ayfer Tunç'un romanlarında en dikkat çeken unsur, yazarın konu ne olursa olsun dünyaya nasıl baktığını gösterebilmesi hiç şüphesiz. Kendisi, "Yazıyorum, çünkü bana bahşedilen tek bir hayatla yetinemiyorum, aynı anda ben ve başkaları olmak için yazıyorum. Hayat iki büyük yalnızlık olan doğum ve ölüm arasındaki kısa maceradan ibarettir, insanın hikayesi ise varlığımızı oluşturan bütünden kopmanın hikayesidir" der. Bu da yazarken romanlarındaki kendi iç sesini ne doğrultuda aktardığının ipucu gibi.

"Dünya Ağrısı"nda bu daha da aşikâr oluyor. Gerek Mürşit'in kalbinden, gerek Madenci'nin sözünden, gerek Özgür'ün davranışlarından, gerekse Şükran ve Elvan'ın yaşamından. Araya sıkışmış, televizyon tabiriyle "üçer beşer dakika rol bulmuş" karakterlerde bile bir ağrı var, dünya ağrısı. Ama herkesin ağrısı farklı. Kiminde kariyer, kiminde şöhret, kiminde yalnızlık, kimide hafıza, kiminde aşk, kiminde sessizlik, kiminde vicdan, kiminde hesaplaşma. Hep bir ağrı, her biri bir ağrı, hepsi ayrı birer ağrı:

"Hayatta nefes almaktan başka hiçbir şeye ihtiyacı yokmuş gibi yaşıyor."

"Hafızası insanın düşmanıdır," dedi aynı gece. "Unuttum, kurtuldum sanırsın ama öyle bir şey yok. Yaşanmıştan kurtulmak yok. Toprağa girene kadar takip eder seni olmuş olan."


"Sıkışan insan ne güzel yalanlar söylüyor ne tuhaf şeyler buluyor diye düşünüyor. Hikâyelerden çok hikâyelerine inandırmak için ayaküstü uydurdukları ayrıntılar hoşuna gidiyor. Onu ikna etmek için sahte kalp krizi geçirenler bile oluyor. Hiçbir ayrıntının üstünde fazla durmuyorlar, inandıramadıklarını anlayınca hızla başka bir yalana geçiyorlar, birer cümlelik uydurma hikâyelerini zincir gibi birbirine bağlıyorlar. Tutarlılık gibi bir dertleri yok."

Oğlunun istikbaliyle oynayan daima iddialı babalar, hayatın ağırlığını ve dünyanın ağrısını bünyesinden bir an olsun çıkarmayanlar, oteller, küçücük bir şehir, maden, altın umudu, toplumsal baskılar, ülke gündemi, erkek ve kadın arasındaki o hiç bitmeyen hasret, karakterlere dağılmış vaziyette yer buluyor "Dünya Ağrısı"nda. Ayfer Tunç'un fevkalade akıcı ve yalın üslubu ise 331 sayfalık bu romanın kısa sürede bitmesini sağlıyor. Ne hikâye ne de metin, okuyucunun gözünde büyüyor. Okuyucu, daha ilk sayfalardan yazarın ağrısına ortak oluyor, karakterlerin bu ağrıyı gerçekçilik içinde aktaran birer oyuncu olduğunu çok iyi anlıyor.

Romanda fazla karakter olmaması, mekanların sürekli değişmemesi, yaşadığımız hayatın içinden ve tanıdığımız insanların yüzünden olması; romanı okurken hikâyeden kopmamayı sağlıyor. Fakat yer yer eklenmiş siyasal kaygılar, sosyal mesajlar her ne kadar demagojiden uzak olsa da, maalesef romanın kalitesini düşürüyor. Özellikle hiç beklenmeyen bir son var ki, okuyucunun hayal kırıklığına uğraması doğal karşılanmalı. Öte yandan romanın içindeki "dünya ağrısı" algısı, günümüzdeki kozmopolit şehirlerin ve materyalist insanların neresine nasıl bakılacağını da bir inceleme misali aktarıyor, anlatıyor.

"Yaşadıklarını hatırlamak istemiyordu, bu yüzden içini uyutuyordu. Sonunda öldü."

"Anlatabilmek için anlatılacakların olgunlaşmasını beklemek lazım. Bir acıyı zamansızca anlatmak dokusunu bozar, beklemek lazım."

"Ama insan, hayatın bir yerinde iyi kötü bir bütün olmak istiyordu, kırık dökük de olsa bir bütün ya da ona yakın bir şey. İnsan bu yüzden hatırlıyordu her şeyi, zamanı gelince istemese de parçaları bir araya getiriyordu. Ama zaman içinde pek çoklarının ruhu taşlaşmış oluyordu, çoğunluk bir şey hissetmiyordu, çoğunluk aynada kendine baktığında gördüğü sahte bütünden hoşnut kalıyordu."

Ayfer Tunç tüm romanlarıyla hem memleketin hem insanın, geçmiş-gelecek arasındaki nabzını tutuyor, tansiyonunu ölçüyor, dünya karşısındaki durumunu sergiliyor. Yaşam üzerine asla öğüt vermiyor, yaşamı örgü gibi işliyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

2 Şubat 2014 Pazar

İçimizdeki şeytan ya da acziyeti kabul

"...bir gece aynaya baktığımda, kıpkırmızı gözlerim bana bütün dünyayı ve iğrençliklerini hazmedebileceğimi söylemişti."
- Hakan Günday, Kinyas ve Kayra

"İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir."
- Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan

Türk edebiyatında Sabahattin Ali denince akla iki roman gelir, en azından benim için durum böyle. Biri elbette Kürk Mantolu Madonna, bir diğeri ise İçimizdeki Şeytan. Klasik edebiyat yazarları arasından Ali'ye öyküleri nedeniyle ayrı bir sevgim vardı, bu sevgi Kürk Mantolu Madonna ile bir hayranlığa dönüşmüştü. İçimizdeki Şeytan'ı da bu beklentiyle okumaya başladım ancak beklediğimi buldum diyemem. Bu, romanın Kürk Mantolu Madonna'nın gölgesinde kalmasının yanı sıra içerik, üslup vb. açısından aynı paralelde yer almamasından kaynaklanıyor.

İçimizdeki Şeytan çok fazla konuya gönderme yapan bir anlatı niteliğinde, merkez öykü ve tema çevresinde farklı sorunsalları dert edinmiş bir eser. Anlatıcı; Macide karakteri üzerinden "Türk toplumunda kadınlık" konusuna, Nihat üzerinden daha siyasi bir olay örgüsüyle "hırs ve piyon olma" kavramlarına, Bedri karakteri ile Türk edebiyatına sıkça kullanılan ve şeytanın tam da karşısında yer alan, tertemiz, günahsız "melek" karakterine, Emine Hanım ve ailesi ile "pragmatizm"e, Ömer'in vakit geçirdiği ahbapları ile "züppe Türk aydınları"na ve Veznedar karakteri ile "çaresizlik ile mecburiyetten kirlenme" durumlarına göndermeler yapıyor. Kitabın ikinci ana kahramanı Ömer ise Bedri'nin karşısında yer almasına rağmen salt kötülüğe batmayarak insanın içindeki şeytan ile mücadelesi fikrini yaratıyor.

Ancak romanda tüm bu temaların önüne geçen bir konu ve tüm karakterlerin hatta Ömer'in bile önüne geçen bir başka karakter vardır: Şeytanın ta kendisi. Anlatı boyunca bu ana karakter "romanın kötüleri" diye ayırabileceğimiz sınıfa türlü türlü ahlaksızlıklar yaptırmaktadır. Örneğin veznedar karakteri aslında temiz, kendi halinde bir adamcağız olmasına rağmen etrafındaki şeytanların oyunlarına alet olur ve kendisinin de daha fazla "melek" kalamayacağına inanarak saf değiştirir. Ömer ise sürekli bir çatışma halindedir; eşi Macide'yi ve anlatımızın günahsız karakteri Bedri'yi kendisini aldattıkları gerekçesiyle suçlar ve her ikisini de yerin dibine sokacak sözler sarfeder. Ancak durumun sandığı gibi olmadığını idrak edince “Kendi ruhunun pisliğini bu kadar yakından gören bir adam başkalarının temiz olacağına inanabilir mi?” diyerek suçu her zaman olduğu gibi içindeki şeytana atar. Ömer'in içindeki şeytanla mücadelesi anlatının önemli bir unsurudur zira bu çatışma şeytanın biçim değiştirmesine ve Ömer'in bir gerçeği kabul etmesine vesile olur: “İçimizde şeytan yok... İçimizde aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var...”. İşte, bence romanın tüm kurgusu da tam da bu cümlelerde saklı.

"İçimizdeki Şeytan" kendi ruhunuzdaki şeytanlarınız, öfkeniz, bahaneleriniz en çok da kendinizle yüzleşebilmeniz için kütüphanenizde hazır olduğunuz an için sizi beklemesi gereken bir roman. Bir an önce edinin ve kitaplığınıza yerleştirin. Yüzleşme vaktinin ne zaman geleceğini kim bilebilir ki?

Feyza Andaş
twitter.com/feyzandas