30 Haziran 2013 Pazar

Zaman nasıl da çabuk geçiveriyor diyenlere

"Yaşa, işe güce, itibara en ufak hürmeti olmayan bu acıya aşka acısı diyorlar. Kim olursan ol, seni saklandığın yerde er ya da geç buluyor, gelip göğüs kafesini ateşle sıvazlıyor ve sen içeride kapkara kurum tutuyorsun. Ağzını açsan, alevler püskürüverecekmişsin gibi, ciğerlerine damla damla kurşun eritiyorlarmış gibi. Kolay kolay geçmiyor, geçtiğinde de sen geçmiş olduğunu bile fark etmiyorsun. Yağmurlu havalarda sızlayan eski bir kırık gibi sızlayıp duruyor, kendini hatırlatıyor. Bir tadı, bir kokusu, bir eti var hatta, bir kütlesi; gelip göğsüne oturmasından belli."

Mahir Ünsal Eriş, Ankaralı ve Gençlerbirlikli, naif ve güçlü bir kalem. İlk hikaye kitabı Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde ile, biraz Barış Bıçakçı biraz da Turgut Uyar esintisi yaratmış; aklımda kendine has bir yer edinivermişti. Yeni kitabını sabırsızlıkla, hevesle beklemekteydim ki Haziran günlerine denk geldi kavuşmamız.

Yine çocukluktan, yaz öğleden sonralarından, dostluktan ve aşktan dem vuran sekiz sahici hikaye yer alıyor, Olduğu Kadar Güzeldik‘te. Yine, insanı durduruyor; geç-me-miş zamanlara ve kendi içine döndürüyor Eriş’in sözcükleri.

"Babaların çocuklaştığını görmenin nasıl sıcak ve üzgün bir havası var. Babayla oğul bir kum saatinin iki haznesi gibiler çünkü; bir vakit gelince, zaman, mukadderat, Tanrı ya da her neyse bir şey, kum saatini ters çeviriyor. Tam tersine akmaya başlıyor ondan sonra her şey. Babanın çocuklaştığını gördükçe oğlun içine dolan o sıcak üzüntü de sarı, ılık, kumun aşağı akışı belki."

Yaz öğleden sonralarının o tatlı ve içe dönük esintisi var hikayelerde ve yaz akşamlarının o kalabalık, o keyifli tadı.

Mahir Ünsal Eriş hikayelerinin insana iyi gelen, içimizde bir yere şefkatle dokunan bir yanı var. Böyle uyuyakaldığınızda üstünüzü örtüveren yakın bir arkadaş eli gibi...

“Meydandaki çay bahçelerinden birine oturmak geldi içimden sonra. Çünkü Erdek bir kitap olsaydı, bu çay bahçeleri ilk cümlesi olurdu onun. Gelindi mi oturulmalıydı. Bir çay, birkaç sigarayla, kıyıda kayığında ağ onaran, çapari kösteği hazırlayan balıkçıları seyretmek, bir tost isteyip, bacaklarıma sırnaşan kedilere atmak, yakın masalarda konuşulanları dinlemek, birini bekliyormuş gibi ikide bir saate bakmak iyi gelebilirdi. Gelmeliydi en azından.”

Olduğu Kadar Güzeldik, “zaman nasıl da çabuk geçiveriyor” diyenlere ve biraz soluklanmak isteyenlere iyi gelecek bir kitap...

“Fakirin umudu kazancından çok, borcundan az işte, ne yaparsın.”

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

29 Haziran 2013 Cumartesi

Umutlu olmanın karşılığında ödül beklemeyenlere

"Her geçen gün kalbimizi karartan ve katılaştıran bir hayatın boynumuza taktığı zincirleri sürükleyip duruyoruz."
- Mustafa Kutlu, Şehir Mektupları

Tıpkı geçen yılın mayıs ayında olduğu gibi, bu yıl da bir Mustafa Kutlu kitabını okumak nasip oldu. Her yıl bize bir hikâyesi ile nefes aldırıyor. Bunun yaz günlerine gelmesi de ayrı bir tevafuk. Benim için Mustafa Kutlu hikâyesi demek; serinlik, ferahlık, huzur demek. Birey üzerinden değil, toplum üzerinden akan hikâyelerine aynı tutarlılıkla devam eden usta edebiyatçımız, bu kez daha da günümüzden haber veriyor. Yerel yönetimler, yoksulluk, umut, eğitim, ilim insanlarına verilen değer, şairlerin her an kafalarını yemeye hazır halet-i ruhiyeleri, dernek-ödül-hırs üçgeni, medyanın sunum kepazelikleri ve elbette her geçen gün azalan doğa güzellikleri, unutulan atasözleri, asla unutulmayacak Türk Sanat Müziği... "Sıradışı Bir Ödül Töreni", ismi gibi samimi, yalın ve gerçekçi.

"Umut sen ne renkli bir kuşsun.
Umut sen ne sesli bir kuşsun.
Umut seni gözünden öpüyorum."


Hikâyenin ana kahramanı Nezaket, kasabalı bir kız. Yoksul. Fakat kendini işine gücüne veriyor, okumaya adıyor, bir kasabayı kalkındırmak için sadece kaymakamlara ve yerel yönetime iş düşmediğini gösteriyor. Keza işin asıl düştüğü makamlar her zaman farklı işlerde iş tutarlar, işletirler, işittiniz mi? İşte Nezaket, tek başına ama dimdik vaziyette göğüs geriyor zorluklara. Her zaman da başarılı oluyor, fakat çevresinde öyle şeyler oluyor ki insan umutsuzluğa kapılıyor. Ama burada da imdadımıza Mustafa Kutlu'nun hikâye formülü yetişiyor: samimiyet.

"Nezaket sık sık tek başına sahile iniyor, uzun yürüyüşler yapıyordu. Dilinde hep o şarkı:
Beklerim her gün bu sahillerde mahzun böyle ben
Gün batar kuşlar döner dönmez bu yoldan beklenen.
Yorulunca nasılsa oralara kadar gelmiş iri bir kayanın üzerine oturup dalgaların sesini dinliyordu. Bu mânâsız bekleyişe bir son vermeli, silkinmeliydi. Ama nasıl?
"Aramakla bulunmaz, ama bulanlar ancak arayanlardır" denilmiş."

Hikâyede çok ilginç, Kafadanbacaklılar Derneği var. Nedir kafadanbacak? Ahtapot. Çünkü kasabanın ahtapotları meşhur. Böyle bir dernek var, önceleri çok iş yapıyor fakat sonra kör topal kalıyor. Nezaket orayla da ilgileniyor. Albeni El Sanatları Merkezi var, Nezaket'in yıllarca hayalini kurup gerçekleştirdiği... Nihayetinde bir ödül töreni planlanıyor. Kasaba kalkınacak, turist çekecek, medyayı merak ettirecek, halka kendini gösterecek çünkü... Maliyeci Aziz Bey var, kaç yaşına gelmiş fakat önemi yeni anlaşılmış. Genç bir şair var kafayı yemekle yememek arasında kalmış. Esnaf var, bir ayağı toprakta ama öteki ayağı parada. Hırs var, dünyanın en tehlikeli hastalığı. Umut var, dünyanın tek hakiki tedavi yöntemi. Daha neler var neler, tören bu. Havai fişekten bol makara var, araya gizlenmiş nefis bir hüzünle.

Okudukça, bunca zaman bize ne nanelerin yutturulduğunu da tadabileceksiniz yeniden. Belki bir daha yememek için. Daima umutlu kalmak için, daima Mustafa Kutlu.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

28 Haziran 2013 Cuma

Akşam serinliğine kavuşmak isteyenlere

Yaz geceleri şiir borçludur okura. Akşam serinliğinde hafif esen rüzgâr eşliğinde okunası şiirler vardır. Sardunyalara yakışan şiirler… Şiir iyidir. Yaşamı ve anı sevdirir.

Tanrı Görmesin Harflerimi” şairin ikinci şiir kitabıdır. İki kez okudum kitabı, iki kez de faklı yerlerin altını çizdim. Şiir işte böyledir, anlıktır. Farketmezseniz yanınızdan geçip gider göremezsiniz, sakinlik ister.

“Şimdi hatırlıyorum
Zayıflamışsın, kendine bakmalısın
Derkenki yalınlığın,
Hatırladığım ne?
Anne oldum Deniz’e
Onun çocukluğunu emzireceğim
Ona içimi göstereceğim
Aklımı kaybetmediğimin hesabını vereceğim
Aklımı neden tuttuğumun hesabını
Bedenimde.”

“Hayat ne kadar karmaşıksa, iyilik o kadar yalın.”

“Zaman hızla geçiyor sanıyordum.
Yalan.
Geçmiyor,
Birikiyor acısı kavimlerin
Tarih bırakmıyor zamanı kuyusundan."

Hayat sizden arda kalanları aslında ardında bırakmaz, sürünerek yanınıza getirir.

Kitapta tabi ki bolca kadın öğesi ve hüzün var ama ondan daha çok; bir bahçede arkası dönük çiçeklerini sulayan bir ev sahibi var, yerleşik, gidememiş biri var. Bunları düşünürken dua eden biri. Size ortak, acılarından bile güçlenecebileceğiniz biri var “Şair” böyledir; kimi zaman kendi yalnızlığı ile sizi besler.

“Her şeyim benim olmasa da
Bu acı benim diyor insan.”

“İnsan bir yanılgıdır diyor tanrı.
Ve düzeltmek için varım,
Ama geciktim.
...
Tanrı görmesin harflerimi
İnsan bir hata diyor durmadan
Ve hatasını düzeltmek için acı veriyor
Sadece acı.”

Bejan Matur, şiirlerinde hem “Allah” hem de “Tanrı” terimlerini kullanıyor. Çocukluğu ile anneliğini, acıları ile anlık mutluluklarını okuyucuya fazla sezdirmeden karşılaştırıyor. İnanç ile kaderi iyi sentezliyor. “Acıysa da bizim, hepsi hayat, hepsi biziz” diyor.

“Diyorlar ki
Bir insanı yerin yedi kay dibine sallayın
Yine de Allah’ın üzerine düşecektir.
Dilerim öyledir.
Ve biliyorum ki
Yüceltir varlığı Allah
Düzende tutar
Ve aşkı biliyor olmalı ki
Kaosu öğretir.”

Sizi bilmem ama perdeler uçuşurken hafif müzik eşliğinde Matur’un dizeleri bana çok iyi geldi. Şiir ruhu dinlendirir. Ruhunuzu, hele ki bu karmaşık ve zor günlerde sıkı besleyin derim.

Esin Bozdemir
twitter.com/karakarabatak

14 Haziran 2013 Cuma

İmkansız sevdaların karşılıksız âşıklarına

Aşk imkansızdır. “Toza sor” ise imkansız bir aşkın romanıdır. Aşk karşılıksızdır. Sevgi tek taraflıdır. “Toza sor”, sürüklenip gitmenin, toza bulanmanın resmedildiği romandır.

Bir karakter vardır Arturo Bandini diye adı olan. Camilla'ya aşık olur. Ama onu aşağılamaktan geri durmaz. Arturo Bandini sadece kendine değil egosuna da aşıktır çünkü... Kendisine göre yazardır. Sadece yazar değil büyük yazar. Roman yazar. Ama Camilla yoktur. Yazılanlar önemsiz hale gelir eğer Camilla onları okumazsa. Bandini aşkı içine atar, yazar. Romanını imzalar. Çölün sonsuzluğuna fırlatır. Camilla belki bir gün tozun içinde görür, farkeder ve okur diye...

John Fante, 1939 yayınlanan “Toza Sor” romanında şöyle der:

Uzun parmaklarını aç ve yorgun ruhumu geri ver. Ağzınla öp beni çünkü açım ekmeğe. Burun deliklerime yitik kentlerin kokusunu üfle ve ellerim unutulmuş bir güney sahilini andıran beyaz gerdanında, ölmeme izin ver. Şu uykusuz gözlerimdeki özlemi al ve bir güz tarlasında uçuşan kırlangıçları besle onunla çünkü seni seviyorum, ve adın dönmeyen sevgilisi için son nefesini verirken gülümseyen cesur prensesin adı kadar kutsal...

Beynimin pimini çeken romanlardan biri olan “Toza Sor” yazarı Fante'ye bir gün sordum. Kitabın adını açıklığa kavuşturması gerekliliğini. O da bana cevap verdi. Rüyamda: “Dünya tozdan geliyordu ve yine toz olacaktı...

Arkasına yaslandı, parmaklarını ensesinde kavuşturdu ve dramatik ses tonu ile tavana bakarak konuştu:
Seveceksin beni bu gece aptal yazar bozuntusu; evet -bu gece beni seveceksin.
Nedir bu?” dedim.
Gülümsedi.
Ne önemi var? Sen bir hiçsin, bense bir zamanlar biri olmuş olabilirim (...)

Charles Bukowski'nin önerdiği şahane kitaplardan biri olan “Toza Sor” için Henry Chinaski şöyle sesleniyor kitabın girizgahında: “...derken bir gün bir kitap çektim, açtım ve kalakaldım. Birkaç paragraf okudum. sonra çöplükte altın bulmuş biri gibi kitabı masaya götürdüm. Cümleler sayfada yuvarlanıyordu, kayıyorlardı. Her cümlenin kendine özgü bir enerjisi vardı. Cümlelerin özü sayfaya bir biçim veriyordu. Sayfaya oyulmuşlardı sanki. Duygusallıktan korkmayan birini bulmuştum sonunda. Mizah ve acı olağanüstü bir kolaylıkla iç içe geçmişti. O kitabın ilk sayfaları benim için çılgın ve büyük bir mucizeydi. Evet, Fante beni çok etkiledi. O kitapları okuduktan kısa bir süre sonra bir kadınla yaşamaya başlamıştım. Benden daha ayyaştı ve korkunç kavgalar ederdik. Bazen ona, “Bana orospu çocuğu deme! Bandini'yim ben, Arturo Bandini” diye bağırırdım. Fante benim tanrımdı ve tanrıların rahatsız edilmeyeceğini, kapılarının çalınmayacağını biliyordum. ama “Angel's Flight”ın neresinde oturduğunu tahmin etmeye çalışır, hala orada yaşadığını tahayyül etmeyi severdim. Hemen her gün ordan geçerdim. Camilla'nın tırmandığı pencere bu muydu? Lobi bu mu? Hiçbir zaman emin olamadım.

Immo Guitti
twitter.com/immoguitti

6 Haziran 2013 Perşembe

Heveslerinden kopmak istemeyenlere

"Suavi'nin fikir ve sanat hayatımızın geniş yelpazesinde her zaman söyleyecek bir sözü vardır. Şiire gelince. Sanıyorum, köşesine çekilip iç dünyasına dalıyor."
- Mustafa Kutlu

Kıymetli ağabeyim -kitabın da isim babasıİbrahim Tenekeci ile şiir üzerine yaptığım bir telefon konuşmasında, ondan, "Şiir meşguliyetin, şiir sevgin heves olarak kalmasın" nasihatini almış ve hemen "heves" kelimesini hafızamın "demirbaş" kalemine not etmiştim. Şiir geçici bir heves olmaması gerektiği gibi, aynı zamanda bir gençlik meşgalesi de olamaz. Gençlik aşkı ise hiç olmamalıdır. Şiir ayın 1'inde çekilen maaş da değildir, bir görev karşılığı beklenti değildir çünkü. İçten gelen, içle alakalı, içsel bir şeydir şiir. Suavi Kemal Yazgıç ağabey de içten, kalıcı bir heves yazıyor şiirlerini. Onu daha çok kitaplar üzerine yazdıklarından biliyor, şiirlerini de es geçmiyordum. Enerjisini ve üretkenliğini de takdir ediyordum, çünkü yeterince bezmişlik hakim çağımıza, toplumumuza. Ağabey dedim, çünkü kendisiyle tanıştım, görüştüm. Bu 4-5 saatlik görüşmede onu aklıma şöyle kazıdım: Sessiz ve sakin. Ve bu yüzden de kendime yakın buldum.

"Kapanan bir şeydim ben -ama ne?
Sımsıkı kilitlenen, ışık sızdırmayan
Soru sormayan, cevap vermeyen
Perdelerin, duvarların, örtülerin, panoların ardında
Karanlığa koyuverilmiş
Koyu karanlığa gömülmüş."


Profil Yayıncılık'tan mart 2013'de çıkan "Heves"in açılış şiirleri Münacaat ve Naat. Tıpkı İsmet Özel'in "Bir Yusuf Masalı"ndaki gibi. İsmet Özel'in Münacat'ı "Bu yaşa erdirdin beni, gençtim almadın canımı, ölmedim genç olarak" diye, iç dökerek başlıyor. Suavi Kemal Yazgıç ise Münacaat'ında çare arıyor, şöyle diyor:

"Rabbim bana bir cümle
Öğret ki amel edeyim
Bir cümle
Yorgunluk şeytanına karşı
İçimdeki firavuna
Kulluğumu hatırlatan bir cümle."


Şairin her şiirinde mutlak bir dert var. Her bir derdin ise çok güzel başlıkları. “Kandil İçin Sms, Baharatlı Bahar, Zur Judenfrage, Hükmen Mağlup, Şair Cenin Pozisyonunda, Sus Payı” adlı şiirler, adlarına sahip çıkarcasına başlıyor ve bitiyor. Suavi Kemal Yazgıç ne Türkçeyi ne de şiirini yormadan aktarıyor, heveslerimize yeniden göz atmamızı sağlıyor.

"Bir hevesle geçtim
Bir hevesle bıraktığım dünyadan
Bir hevesle yazıldığım listeden
Düşürüldüm bir başka hevesle."


Şiirsiz müzik, müziksiz şiir, bir el şakası gibidir. Ritm bu muhteşem ikiliyi dengeleyip bizi sofraya oturur, sofrayı kuran şairdir, fakat kaldıran okuyucu olur. Suavi Kemal Yazgıç'ın şiirlerinde ritm yüksek, kelime oyunları yok ve her şey bir ana haber bülteni sıcaklığında.

"Biz ki unuttuğumuz doğruların tahtına
Kendi uydurduğumuz yalanları oturtmuşuz
Biz ki kredi kartı borcunu patlatıp
Yaşama sevincimizi söküp atmışız kalbimizden."


Suavi Kemal Yazgıç'ın bir "Heves"le anlatmak istediği hiç şüphe yok ki dünya hayatının faniliği, sade ve iddiasız olması gerektiği. Ama bunu bir heves uğruna yapmıyor, hevesini ciddiye alıyor. Tıpkı yaşayışı ve mizacı gibi. Heveslerine yeniden sahip çıkmak isteyenlere, "bellidir bir parabellumun anlatacakları"...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

3 Haziran 2013 Pazartesi

Amerikalı olmak istemeyenlere

"Bugün insanların önünde iki seçenek var: Türk olmak ya da Amerikalı olmak. Modern dünya denilen şey, anti-Türk dünyadan başka bir şey değildir. Türk için Batılılaşma bâtıllaşmadır."
- İsmet Özel

Lütfi Bergen'in kitaplarının isimlerini yan yana koyalım: Azgelişmişlik Üstünlüktür, Ahlak Ayaklanması, İsyandan Dirliğe. Yani ortada çok ciddi bir dert var. Bu derde başkaldırıyor yazar. Önümüze adeta zorla konan "gelişme ideolojisi"ni reddediyor, masumiyetimize sahip çıkmamız gerektiğini belirtiyor. bu masumiyetin Anadolu'da yattığını söylüyor. Tüm bunları söylerken de çok ciddi örnekler ve verilerle kafamızdaki "batılılaşma"yı yerin dibine batırıyor. Batılılaşma safsatası düşüyor, bir tekme de okuyucu atmış oluyor.

"Modern teknoloji bize ahlâk bahşetmez. Dahası bize ahlâk ve erdem sahibi insanlar olarak yaşama imkânı vermez. Teknik çalışmalar, ahlâki yönelişimizi kısırlaştırmaktadır... Bize yeni bir çevre sunan teknik; makinaların, işleyişin, tiktakların, telaşın yapay ritmini icra eder."

Yeni dünya ve onun daima sığındığı teknolojik gelişmeler, ülkemizde de son yıllarda iyice yaşadığımız parksız kalma, yeşili görememe ve hava alamama gibi çok ciddi sorunları da beraberinde getiriyor. Özellikle plazalar, ve alışveriş merkezleri, yürüyeceğimiz kaldırımlarla beraber içimizi de daraltıyor. Gün geliyor, kaldırımlarda yürüyemiyoruz. Bunda elbette otomobillere olan amansız merakımız da rol oynuyor.

"Yeni teknik dünya kır yeri olarak bana iki saat süren motorlu taşıt yolculuğundan sonra bulabileceğim sahalar gösterir."

İşte Lütfi Bergen, elimizden alınan tüm doğal haklarımızdan sorumlu tuttuğu "doyumsuz gelişme" anlayışına modernizm penceresinden bakarak hem çare üretiyor hem de "hayır" dedikten sonra "neden"ini de öğrenmemiz için çırpınıyor. Aydınlar ve teknik, ilkel adamın yaşamı, kapitalizme müstehak olmayışımız gibi meseleler, "Azgelişmişlik Üstünlüktür"de otopsi yapılarak irdeleniyor. Kitabın sonunda Alper Gürkan ve Suavi Kemal Yazgıç'ın Lütfi Bergen ile yaptığı söyleşiler, hem yazarı hem de yazarın modernizm karşıtlığındaki gerçekçiliğini öğrenmek için oldukça faydalı. Bu tip kitaplarda nadir görülen bir fikir olmuş söyleşilerin eklenmesi.

"Günümüzde üniversite eğitimi hem ara eleman denilen meslek yapılarına sekte vuruyor hem de genç bir nüfusu üretim dışı bırakıp tüketici kılıyor... Mesleki uzmanlaşma, üretimin yoğunlaşması, lüks tüketimin engellenmesi modern dünyaya cevabımızdır."

Bir kitabın kaynakçasından faydalanmak da son derece önemlidir. "Azgelişmişlik Üstünlüktür"ün kaynakçası son derece ciddi eserlerden oluşuyor. Çok özel isimlerin en ciddi eserlerinden istifade edilmiş, bunu görünce kitabın değeri de okuyucu da artıyor. Kitap daha da kıymetleniyor. Zaten bir kitap, yeni kitaplara kapı açıyorsa, doğru bir okuma yaptığınızın göstergesi oluyor. Kaynakçada sıklıkla dikkatimi çeken isimler: İsmet Özel, İlber Ortaylı, Ali Şeriati, Arnold Toynbee, İsmail Kara, Niyazi Berkes, Jean Baudrillard, Fernand Braudel, Ali Bulaç, Jürgen Habermas, Dostoyevski, Turgut Cansever, Halil İnalcık, Şerif Mardin, Nurettin Topçu, J.J. Rousseau, Mete Tunçay, Mümtaz'er Türköne, Hilmi Ziya Ülken, Max Weber, Paul Wittek ve niceleri.

"Önceleri tren yolunun Anadolu'yu kalkındıracağını ummuştuk. Ne kadar aldanmışız. Tren Anadolu'nun mahsullerini şehirlere getirecek bir millî istihsal muvazenesi yaratacaktı. Öyle olmadı. Tren mahsulü getirecek yerde, Anadolu'nun insanını İstanbul'a ve birkaç büyük şehre akın ettirmektedir."

Herkesin iyi dediği iyi olmadığı gibi, her gelişme de üstünlük değildir. İyi gibi görünen çok gelişme, her şeyi çökertebilir. Çökmemek ve güncel anlamda da olan bitenin farkında olmak için ciddi bir denemeye zihninizi hazırlayın.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

29 Mayıs 2013 Çarşamba

Yeniden sevmek isteyenlere

Kitap karşımıza bir kostüm ile sunulur. Romain Gary, Emile Ajar kostümünü giyer. Bir başka yüzünü. Goncourt Akademisi Edebiyat Ödülünün bir yazara birden fazla verilmemesi kuralını bu kostüm ile aşmıştır, Romain Gary. 1956'da kendi adıyla aldığı ödülü ikinci kez 1975'te Emile Ajar kostümüyle yazdığı bu romanıyla almıştır. Bu gerçek yazarın ölümünden sonra vasiyetname olarak basılan kitapta şu yalın cümleyle ifade edilmiştir: “Yalnızca kendim olmaktan bıkmıştım”.

Kitap, eski bir fahişe olan Madam Rosa ve ona bağlı yetimhanede büyüyen Momo'nun öyküsünü anlatır. Annesi hayat kadını olan küçük Momo, hayata dair çıkarımlarda bulunur. O bulundukça, okuyucu sarsılır. Bir kez daha dünyaya lanet ederek... Momo, en büyük çıkarımı ise gözyaşları üzerine yaparken hayatsal yorgunluk beyinde toplanır: “Bana hep garip gelen gözyaşların doğmadan önce programlanmış olmasıdır. Bu demektir ki ağlayacağınız önceden saptanmış. Bunu hiç düşündünüz mü?

Mutluluk bir alışkanlıktır. Altı çizilesi cümlelerden birinde öyle bir çıkarım vardır çünkü: “Kendilerine eroin iğnesi yapan bütün veletler mutluluk alışkanlığına tutulurlar, bunun da hiç acıması yoktur, çünkü mutluluk özellikle yokluğuyla tanınan bir merettir. Ama ben pek öyle mutluluk meraklısı değilimdir, yaşamı yeğlerim yine. Mutluluk bir süprüntü, acımasızın tekidir, ona asıl yaşamasını öğretmek gerekir”.

Bazı romanlar hayata muhteşem bir pencereden bakar. Her şeyin güzel olduğu. Bazı romanlarsa karanlıktır. Bu kitap ise öylece yaşayanların sevinci de, hüznü de abartmayanların edebiyatı ile çerçevelenir. Momo çocuktur. Momo varlık yolculuğundadır. Madamı da öyle sever. Bir çocukmuşcasına.

Hayat devam eder. Tabii kitapta geçen kimi diyalogları sindirebilenler için:
- Ağlama yavrucuğum, yaşlıların ölmesi doğaldır. Senin önünde daha koskoca bir hayat var.
Beni korkutmaya mı çalışıyordu bu namussuz ne boktur? Kalktım.
- Tamam...
Biliyordum, daha koskoca bir yaşam vardı önümde, ama bu yüzden kendimi hasta edecek değildim.

- Yahudi barınağım orası Momo.
- Eh peki, iyi öyleyse.
- Anlıyor musun?
- Hayır, ama yok zararı, alışığım.

Konuşmalar karabasan olur, hayatımıza siner. Ne de olsa Madam Rosa, “karabasanlar düşlerin yaşlanmasıdır” derdi hep. Momo aşıktır. Kadına. Kadın ise Momo'ya. Sevgi yakındır artık... Sevgi, umuttur. Umutsa, hayat...

İşte tam bu raddede başlar Momo'ya ait olan yalnızlık: “Yere yattım, gözlerimi kapadım. Ölmek için birtakım hareketler yaptım, ama çimento soğuktu, hastalanmaktan korktum. Böyle bir durumda eroin alan bir sürü herif tanıyorum, ama ben mutlu olmak için yaşamın kıçını yalayacak değilim. Yaşamı süslemek istemiyorum ben, bok yesin o. Birbirimize karşı hiçbir şey hissetmiyoruz. Yasal erginliğe kavuşacağım zaman televizyondaki gibi uçaklar kaçırıp, rehineler alıp, birşeyler istemek için tehditçilik yapacağım belki, henüz ne isteyeceğimi bilmiyorum, ama boktan bir şey olmayacak. Esaslı bir şey olacak yani. Şimdilik ne istemek gerektiğini söyleyemeyeceğim, profesyonel eğitimden geçmedim çünkü”.

Momo cümleler kurar. Biz okuruz. Sarsılarak. Şaşırarak...

“İnsanların kendi söylediklerine inanmayı başardıklarını sık sık fark ettim, yaşamak için gereksinirler bunu. Filozof olmak için söylemiyorum, gerçekten böyle düşünüyorum.” (s. 41)

“Şimdi çocukları yaşama karşı korumak için yasal doğum kontrol hapı da vardı, gerçekten istekli olmak gerekiyordu.” (s. 58)

“Bambaşka şeylerle dolup taşan çok uzak bir yere gitmek isterdim. Bunu düşlemeye bile çalışmıyorum, berbat etmeyeyim diye.” (s. 79)

“Bana kalırsa kendini savunmaktan aciz ve artık hizmet görmek istemeyen insanlara yaşamı zorla burunlarına sokmak kadar rezil bir şey yoktur.” (s. 183)

Madam Lola ise Senegalli eski bir boksördür. Travestidir. Madam Rosa'yı ve Momo'yu anne şefkati ile besler. Madam Lola, bir erkek olarak çok güzel bir kadın sayılır, ağır siklet şampiyonluk döneminden kalma sesini bir yana bırakırsak... Fahişelik ise kitapta şöyle tarif edilir: “kendini hayatın zorluklarına karşı kıçıyla savunmak”. Momo, çocukları olmayı reddeder. Hatta bir çocuk olmayı. Bir fahişenin çocuğudur çünkü... Babası, annesini öldürmüştür ve bunu öğrendiğinizde her şeyi öğrendiğinizi anlatır Momo... Ve artık hiç çocuk değilsinizdir.

Romanı okuyanların ödülü ise, son söz ile açıklanır: “Sevmek gerek”.

Immo Guitti
twitter.com/immoguitti

27 Mayıs 2013 Pazartesi

Hâlimize gülelim mi, somurtalım mı?

"Wer sind wir? Wo kommen wir her? Wohin gehen wir? Was erwarten wir? Was erwartet uns?"
- Ernst Bloch

1885-1977 yılları arasında hatırı sayılır bir ömür yaşamış Alman filozof Ernst Bloch'un sıraladığı soruları Kalın Türk de soruyor: "Biz kimiz? Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz? Beklentimiz ne? Bizi ne bekliyor?". Peki kitap bu soruların tümüne cevap verebiliyor mu? Elbette hayır. Bunu kimse bir konuşmadan ve nihayet 53 sayfalık bir kitaptan bekleyemez. Bir kitabın boyutunu sayfaları değil, muhteviyatı belirler. Ve: "O boyut olmadan kalınlık da olmuyor". Kim düşünebilirdi ki İzmir'de 1993'de yapılmış bir konuşmanın, aradan tam 20 yıl geçtikten sonra da aynı geçerliliğini koruyabileceğini? Evet İsmet Özel, bu yüzden özel. Ve evet; İsmet Özel, daima.

Kitabın "Temizinci Baskı Önsözü"nde İsmet Özel; "Ne desem? Tereddüt içindeyim. Türklükten söz etmek açacağım. Türklük beni tereddüde sevk ediyor" diyor ve bundan sonra, pek alışık olmadığımız bir biçimde, yalın bir üslupla derdini anlatıyor. Aslında hepimizin derdi. Birçok insanı öyle ve böyle takip ediyoruz. Peki ne olduklarını biliyor muyuz? Onların görüşlerini ezbere söylüyoruz. 20. yüzyılın başından beri süregelen bu hercümerç durum, en nihayetinde bir medeniyet çatışması yaşanmasına sebep oluyor. Zaten kitabın bilhassa son bölümleri, Samuel Huntington'ın "Medeniyetler Çatışması"na sille tokat giriyor. İşte bu tokatların izleri, birlikte okuyalım:

"Bir ben miyim insan dediğimiz varlıkların şahısları ve şahsiyetleri arasındaki mesafenin hergün biraz daha büyümesinden korku duyan, rahatsız olan? Ülkenin bölünmesini dillerinden düşürmeyenler, şahsiyetlerinin bölünmesinden, içinde çırpınarak yaşadıkları, şahsiyet kopuşundan habersizler mi? Hastalıklarını ciddiye almadıklarını ve bu yüzden şifa beklemediklerini görüyorum... İnsanı ruh bütünlüğünden alıkoyan ortama aldırmıyorlar."

Samuel Huntington tezinde, "kimlik arayan ülkeler" diye başlıyor, biz de hasbinallah diyoruz. İsmet Özel de tam bu anda yetişip "Millet olma bilinci, millet nasıl olunur, millet olmanın faydaları nelerdir, olmazsak cehennemin dibinde yerimiz hazır mı?" gibi son derece önemli ve sürekli hatırlatılması gereken bir kavrama el ense çekiyor. Türkiye'deyiz fakat Türkiyeliliğimizde ısrarcı mıyız? Ortada bir tarif yok. Bize kimse millet tarifi yap(a)mamış, dolayısıyla baş edeceğimiz meselenin çapını bilmiyoruz. Dolayısıyla inceliğin de kalınlığın da bir önemi kalmıyor. Peki bu durumda ne şekilde hazırlanacağız ve nasıl davranacağız?

"Nerede olduğumuzu bildiysek, orada olmayı seçmişizdir aynı zamanda. Konu ne olursa olsun cehalet içine gömülüşümüz seçme yapmaya güç yetiremeyişimizin bir sonucudur. Neredeyiz? Olduğumuz yere bir ad verilmemişse ne orada, ne bir başka yerdeyiz."

Neden bu topraklardayız? Sonradan mı geldik? Bunu biz mi seçtik? Neden ve niye? Sonuç? Sorular uzuyor. Ancak bu soruları cevapları için bir ipucu var: Evvel refik, bad'el tarik. Önce yoldaş, sonra yol... Dünya savaşlarında sonra sadece dünya haritası değil, zihin haritaları da değiştirildi. Yoksa değiştirildi mi denmeli?

"XIX. asırdan itibaren dünyadaki bütün kültürler Batı medeniyeti tarafından darbeye maruz bırakılmış, güdükleştirilmiş, üreme organları kesilmiş kültürlerdir. Bu kültürlerin içinde hareket edenler sadece şaşkın şaşkın bakmayı bilirler; uyuşamadıkları için."

Uyumamak için, körleşmemek için -Elias Canetti'nin "Körleşme"sine selâm olsun!-, nereden gelip nereye gittiğimizi bilmek ve bu gidişe müdahale edebilmek için okunacak bir kitap Kalın Türk. Bunları bilmeden geçirilecek her uyku tehlikeli olduğu gibi, bizi de tehlikenin içinden çıkarmayacaktır. Zaten İsmet Özel'in 2007'de kurduğu ve başkanı olduğu İstiklal Marşı Derneği'nin de kuruluş sebebi buydu: Türkiye'nin ve Türklerin varlığının tehlike altında olması.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

23 Mayıs 2013 Perşembe

Her dize bir çâredir arayana

"Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum."
- Turgut Uyar, Geyikli Gece

İkinci Yeni dendiğinde akla gelen trio bellidir: Edip Cansever, Özdemir Asaf ve Turgut Uyar. Sonrasında gelecek olan isimler de malumdur: Ece Ayhan, İlhan Berk, Ülkü Tamer. İnatla Sezai Karakoç'u dahil etmiyorum bu akıma, edemiyorum. Haddim değil ama vicdan çoğu zaman hadden önce gelir. Gerçi Sezai Karakoç'un İkinci Yeniciler arasında gösterilmesi için nedenler olduğu gibi, onlardan çok ayrıştığı nedenler de vardır. Her neyse, konumuz Turgut Uyar şiiri ve YKY'nin Doğan Kardeş serisindeki seçme şiirlerden oluşan Göğe Bakma Durağı adlı kitabı.

Dönemin en haşmetli şiir eleştiricisi Nurullah Ataç tarafından takdir ve takdim edilen Turgut Uyar Kaynak Dergisi'nin şiir yarışmasında ona ikincilik kazandıran Arz-ı Hal adlı şiiriyle ile tüm gözleri dizelerine doğru çevirdi.

"Benim gibi kulun çok dünyada, Allahım!...
Eğer bilmiyorsan işte, haberin olsun.
Ekmek derdi, aşk derdi unutturdu seni.
İnsan hatırlamıyor dün ne yediğini.
Zaten yediğimiz ne ki hatırda dursun.
Benim gibi kulun çok dünyada, Allahım!..."


1949'da yayımlanan Arz-ı Hal kitabından sonra sırasıyla Türkiyem (1952-1963) ve Dünyanın En Güzel Arabistanı (1959) kitaplarıyla zirveye ulaştı Turgut Uyar. İlk kitabındaki hece ölçüsüyle yazılmış toplumsal konuların ağırlıklı olduğu şiirleri, sonraları içe dönülmüş yalnızlığın, çaresizliğin ve sıkıntının şiirleri olarak zuhur etti. Her ne kadar yenilikçi olsa da Turgut Uyar'ın gönlünde vazgeçilmez bir eskinin olduğuna inanıyorum. 1970'de yayımlanan Divan kitabı bunun ispatı gibidir. 1974'te Toplandılar ve 1982'de Kayayı Delen İncir'de bu kez sınıfsal mücadeleleri irdeledi şair. Halkın nefesi olmaya çalıştı sayfalarda.

"Tavrım bir çok şeyi bulup coşmaktır
Sonbahar geldi hüzün
İlkbahar geldi kara hüzün
Ey en akıllı kişisi dünyanın
Bazen yaz ortasında gündüzün
Sevgim acıyor
Kimi sevsem
Kim beni sevse."


1966'da eşinden ayrılıp Ankara'dan İstanbul'a gelen Turgut Uyar, Cemal Süreya ile ilişkisi bitme aşamasında olan Tomris Uyar ile şiir üzerine mektuplaşmaya başlar. Sonrasında ise evlilik ve bir çocuk: Hayri Turgut Uyar. Şimdilerde İTÜ'de öğretim görevlisi olan Hayri Turgut Uyar'a, babası Turgut Uyar "Yapı" adlı bir şiir yazmıştır.

"Bir çocuk -adı hayri'ydi onun
Bir çocuk için hayli büyük bir ad
Ama büyüyecekti nasılsa
Severdi adını ayrıca
-görmediği dedesinin adıymış-."


Bir bireyin mutlu olabilmesi, toplumun da mutlu olabilmesi anlamına geliyordu önceleri Turgut Uyar için. Sonraları ise tam tersini; mutlu bir toplumun mutlu bir bireyi yetiştireceğini dile getirmeye çalışıyordu. Çaresizliğe en büyük tepkinin şiir olduğunu düşünürsek, her dize bir çaredir de aynı zamanda.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Modernitenin kafesinden kurtulmak isteyenlere

Bir çocuk dünyaya geldiği andan itibaren bir yetişkinin kaderini ne kadar değiştirebilir? Başarılarla dolu bir hayata daha fazla ne katabilir?.. Müzik insan ruhunu nerelere taşıyabilir?.. Peki insan ruhu nasıl özgürleşir?..

"Musikimiz, bizim için, varlık felsefemizin aynası olmuştu. Hatta, pusulamız!"

Prof. Dr. Mim Kemal Öke tüm bu soruların cevabını “Aşkla Dans/ Türkler, Tasavvuf ve Musiki” kitabında veriyor merak edenlere.

Down Sendromlu bir evlat sahibi olarak yaşamında zorlu bir dönemece giren Öke, kızının özel hastalığı sayesinde bu zorluğu çok önemli bir avantaja çevirir edindiği tecrübelerle.

Aynı kaderi deneyimleyen pek çok ebeveyn gibi ilk zamanlarda “vurgun” yemiş hissi yaşayan Öke, kendi tanımınca “ilahi bir tecelli” sayesinde kızıyla farklı bir yolculuğa çıkar ilerleyen zamanlarda. Asıl kimliğini, kişiliğini ve ruhunu bulduğu bir yolculuğa...

"İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır?”
- Yunus Emre

Ailecek çıkılan bir Ege yolculuğunda, kızının Yunus Emre'nin biri ilahisi vasıtasıyla müzikle arasında kurduğu bağı farkeder; o andan itibaren müzik (Türk Tasavvuf Musikisi) hayatlarının en seçkin kısmına oturuverir. Terapi amaçlı beraberce katıldıkları müzik, ritim ve raks dersleri yaşadıkları dramı büyük bir keyfe dönüştürür. Mim Kemal Öke, siyasetçi kimliğinden sıyrılıp müzikolojinin içinde bulur kendini. Yaptığı incelemeler sonucu, âlemde her şeyin bir titreşim hali içerisinde olduğu ve bu titreşimlerden enerjinin ortaya çıktığı bulgusuna varır. Ona göre ilahi güç kendisini ritim ve ton, diğer bir deyişle müzik aracılığı ile kendini belli eder.

“Tanrı en büyük müzisyendir.”
- Yunan Hermetik Kozmolojisi

Dramatik bir şekilde başlayıp, keyifli bir yolculuğa dönüşen bu deneyimlerini “Aşkla Dans” kitabında çeşitli başlıklar altında anlatan Öke; Uygarlık, çağdaş dünyanın yalnızlığı, değişen zamanlar ve insan ruhunun arayışı üzerine yoğunlaşır. Nietzsche, Goethe, Mevlâna, İbn-i Arabi, Lao-Tzu gibi geçmiş zamanlara damga vuran önemli filozofların yanı sıra, şimdiki zaman ilim insanlarından alıntılarla iddialarını desteklerken, müziğin kökenine inerek Orta Asya'dan Afrika ve Amerika'ya kadar uzanan bir müzikal keyfi yaşatır okuruna.

“İnsan ne olduğunu, gerçek varlığını inkâr eden tek yaratıktır.”
- A. Camus

İnsanlığın varoluşsal ıstırabının ilacının tasavvuf, musiki ve raksta olduğunu iddia eden yazar, insanın metafiziksel derinliğe Aşk'la varabileceğini öne sürer. Aşkın insanoğlunun uygarlaşma misyonunun “burağı” (aracı) olduğunu vurgular. Birlik görüşünün (Vahdet-i Vücut) Organik Dünya Görüşü'nü, dünyanın ezeli ve ebedi mükemmelliğini sağlayabileceğini dile getirir.

“Katreler ırmağa, ırmak erdi bahre, cem olup, karışup birbirine hâlâ o derya olmuşuz.”
- Niyazî-i Mısri

Mim Kemal Öke, bu denemesiyle zamanın ruhu olarak “Organik Dünya Görüşü” yerine, “Mekanik Dünya Görüşünü” ikame edenlere karşı bir duruş sergiliyor. Ona bu duruşu sağlayan ise kızıyla birlikte yaşadığı müzikal, ruhsal, manevi deneyimler oluyor.

“Modernite dediğimiz dünyaya bakış açısı bir anda değil, yüzyılları deviren bir süreç şeklinde Avrupa'da gerçekleşmiş ve oradan bütün dünyaya yayılmıştı. Ve modernleşme uzmanların da kaydettiği gibi Batı'nın geçmişinde üç büyük devrimin birbirlerini tetiklemeleri sonucunda karşımıza yeni insanı çıkartmıştır: Modern insan! Daha doğrusu modernitenin kafesindeki insan!”

Modernitenin kafesinden kurtulup musiki ile ruhunu özgür bırakmak isteyenlere...

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia