31 Ocak 2013 Perşembe

Düşünmeden konuşanlara dersler

Önce rubai nedir, açıklamak gerekir. Rubâi, özellikle divân edebiyatında dört dizeden oluşan ve belirli aruz kalıplarıyla yazılan şiire deniyor. Geçmişten günümüze sayısız şair rubai usulü şiirler yazmışlardır. Nedendir bilmem, benim de hafızamda en çok yer tutan şiirler genelde rubâiler oluyor. Bu teknik ve faydası meçhul açıklamadan sonra Ömer Hayyam'a geçelim diyeceğim ama nasıl geçelim, bilmiyorum. Zira daha ne zaman doğup öldüğü bile kesin olarak bilinmiyor. Hatta dörtlüklerinin birçoğunun sahibinin o olmadığı yazılıyor. Zira Hayyam'dan sonra "Hayyam tarzı dörtlük yazımı" popüler olmuş, o dönem her dörtlük yazan altına Ömer Hayyam imzası atar hale gelmiş. Atmıyorum, eseri çeviren Sabahattin Eyüboğlu da bunları yazmış.

Abdülbaki Gölpınarlı da "Hayyam rubaileri çevirmişler"den. O da çevirisinde Hayyam'ın hayatı konusunda birçok yanlış olduğuna değinmiş. İranlı şair hakkında bu kadar yalan yanlış şey olsa da, tek doğru Hayyam'ın hem batıda hem de doğuda çok sevildiği. Yaşasaydı kendisi için "çok tutulan" veya "popüler" şair diyebilirdik, demiyoruz. İyi ki demiyoruz, diyemedim.

"Mal mülk düşkünleri rahat yüzü görmezler
Bin bir derde düşer, canlarından bezerler
Öyleyken, ne tuhaftır, yine de övünür,
Onlar gibi olmayana adam demezler."


Paul Valery şiiri tanımlarken "çeviride kaybolan şey" der. Yalan değildir. Hayyam'ı çevirenlere baktığımızda Abdullah Cevdet, Hüseyin Rifat, Rıza Tevfik, Abdülbaki Gölpınarlı, Yahya Kemal ve Sabahattin Eyüboğlu isimlerini görürüz. Çevirilerinde büyük farklar olmasa da, herkesin kendince ve dil bildiğinde yorumları oluyor. Şair, yazar, matematikçi, filozof ve astronom Hayyam'dan bahsediyoruz. Dolayısıyla bazen Hayyam'ı anlamak çok zorlaşabiliyor. Zihnimiz ve şiir tecrübemiz ne kadarsa, o kadar anlayabiliyoruz. Sağlık olsun. İşte Sabahattin Eyüboğlu'nun Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'ndan çıkan çevirisi de, Hayyam çevirileri arasında en sevilenlerden biri.

"Ben kadehten çekmem artık elimi
Tutmam senin kitabını, minberini
Sen kuru bir softasın, ben yaş bir sapık;
Cehennemde sen mi iyi yanarsın, ben mi?"


Özellikle sanal alemde bu ve buna benzer Ömer Hayyam dörtlükleri paylaşılır. Burada zihniyet ve fikriyat önemli. Fakat sanılmasın ki Hayyam'ın ağzından sadece şarap damlıyor veya softalara sövgü var. Bana kalırsa Hayyam'ın en büyük derdi ölüm. Bunun arkasında ise yoğun pişmanlıkları ve gelgitleri yatıyor.

"Neylesem bu benim iç kavgalarımla?
Pişmanlığım, kendime düşmanlığımla?
Sen bağışlasan da ben yerim kendimi:
Neylesem bu yüzkaram, bu utancımla?"


Sadece bunlar da değil; aşk, özlem, toplum ve elbette doğa da Hayyam'dan nasibini alanlar arasında.

"Yalnız bilgili olmak değil adam olmak;
Vefalı mı değil mi insan, ona bak.
Yücelerin yücesine yükselirsin
Halka verdiğin sözün eri olarak."

Kısacası Ömer Hayyam'ın dörtlükleri bir kez değil çok kez okunmalı. Arkadaş meclislerinde ezbere okumak için değil, şairi daha iyi anlamak için. Son çıkıştayken söyleyeyim: bazen kendimizi ve en yakınımızdakini anlamak bile zorken, şairleri anlamak oldukça zordur.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

26 Ocak 2013 Cumartesi

Ciddi bir portre

"İktidar kurduğu, oluşturduğu birey üzerinden işler."
- Michel Foucault, Entelektüelin Siyasal İşlevi

Gençlik; bir devletin, bir milletin, bir kültürün baş tacıdır. Öyle olması gerekir. Bu yüzden iyice incelenmesi, üzerine titrenmesi, sorularına cevaplar verilmesi ve hatta dertlerine deva bulunması gerekir. Bunlar zor şeyler değildir. Zor olan, bunları önemsememektir. "Nereye gidiyoruz?" sorusuna verilecek en güzide cevap, gençliktedir. Zira bir ülkenin gençliği nereye gidiyorsa, o ülkede kaçınılmaz biçimde oraya gidecektir.

Özlem Avcı, yıllardır ülkemizde pek önemsemeyen ama aslında çok önemli olan bir konuyu ele almış bu araştırmasında. "İki Dünya Arasında", İstanbul'daki dindar üniversite gençliğini farklı kategorilerde değerlendirerek önemli bir sonuç ortaya çıkarıyor. Dini bir cemaat veya tarikatla doğrudan ya da dolaylı bir şekilde bağlantısı olmuş, büyük bir kısmı ise bu bağlantıyı devam ettiren 60 üniversite öğrencisiyle yapılan derinlemesine görüşmeler, ortaya çok ciddi bir portre çıkarıyor: Öteki olma ve ötekileştirme.

"Bazen bizim uzaydan gelmiş olduğumuza inandıklarını düşünüyorum; bakışlarıyla, sözleriyle ve bize karşı önyargılı tavırlarıyla..."

Araştırma kapsamında İstanbul'daki devlet ve vakıf üniversitelerinden, belli başlı cemaat veya tarikatlardan öğrencilere birçok soru yöneltilmiş. Bu soruların neler olduğunu kitabın sonunda okuyabiliyorsunuz. Öğrencilerin yorumları ülkemizdeki dindar üniversite gençliğini hem dertlerini hem de ne kadar ötekileştirildiklerini çok iyi ortaya koyuyor. Bunun dışında öğrencilerin dine olan yaklaşımları da değerlendiriliyor. Bazı öğrenciler rasyonel bir bakış açısına sahip, bazıları dini temsil etme görevini edinmiş, kimisi teslimiyet içinde, kimisiyse "önce ahlâk" diyor. İbadetlerini eksiksiz yerine getiren ve dini tebliğ etmek için mücadele eden büyük bir kitle de mevcut.

"Aynı düşünce biçimine, yaşam tarzına ve dindarlık ölçüsüne sahip olduğunuz kişileri çok büyük kalabalıklar içinde hemen ayırt edebilirsiniz. Öyle somut görünümlere, sembolik araçlara da ihtiyacınız yoktur aslında. İlk göz teması, selamlaşma ya da kullanılan tek bir sözcükle bile bunu hemen anlayabilirsiniz."

Kitapta öğrencilerin kanaat önderi olarak gördüğü yazarlardan bazılarının yorumları da var. Mustafa Kutlu ve Dücane Cündioğlu bu isimlerin başında geliyorlar. Her ikisinin yorumları kitaba zenginlik katmış, okurken öğrencilere de eleştiri yapmak okuyucunun hakkı olabiliyor. Zira çoğu öğrenci neyi savunduğunu bilmiyor. İsraftan ve gösterişten bahsederken, son model cep telefonu kullanan erkek öğrencilerin ve rengarenk, ilgi çekici, hatta mümkün mertebe iddialı giyinen bayan öğrencilerin fazlalığı kafa karıştırıyor. Ama bu karışıklık, güzel bir sonuç bölümüyle gerçeği gözler önüne seriyor.

"Sizin bildiklerinizi ve daha da fazlasını biliyoruz. Peki, sizin bizden, bizim inancımızdan, dini bilgilerimizden haberiniz var mı?"

Modernlik ve gelenek arasında, dindarlık ve laiklik arasında, öteki olma ve ötekileştirme arasında, dindar üniversite gençliğinin yaşam biçimleri, hayat algıları ve gelecekten beklentileri bu kitapta. Sadece aynı dertlerden muzdarip olanlar değil, her dert meraklısı okumalı. Özellikle de gençliğe değer verenler.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

25 Ocak 2013 Cuma

Bir yazarın zihninde dolaşmak isteyenlere

"Selim gibi, günlük tutmaya başlayalım bakalım. Sonumuz hayırlı değil onun gibi herhalde. Bu defteri bugün satın aldım. Artık Sevin olmadığına göre ve başka kimseyle konuşmak istemediğime göre, bu defter kaydetsin beni; dert ortağım olsun. 'Kimseye söyleyemeden, içimde kaldı, kayboldu," dediğim düşüncelerin, duyguların aynası olsun. Kimse dinlemiyorsa beni - ya da istediğim gibi dinlemiyorsa - günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız."

1970 yılında yazılan bu cümlelerle açılıyor Oğuz Atay’ın Günlük’ü. Günlük’te mahrem bir dünyanın kapılarını aralıyor okuyucuya, Oğuz Atay. Yazının mahremiyetinin. 7 yıl boyunca, düzensiz aralıklarla yazdığı Günlük’te, yazarın yazıyla ilişkisi, karakterleriyle ilişkisi ve kurgu süreci olanca şeffaflığıyla yer alıyor. Bir yandan da yazın dünyasıyla ilişkisi ve neredeyse her kitabında yer verdiği Türk aydının sorunları üzerine düşüncelerini içeriyor.

"Tehlikeli oyunlar oynanmıştır. İnsanın içinde ifade edilmez bir eksiklik duygusu kalır. Her şey başka türlü olabilirdi sanki. Bütün bu oyunlar bu kadar da kötü oynanmayabilirdi."

Atay’ın hikayeleri ve romanları üzerine notlarının dışında okudukları, izledikleri üzerine yorumları da yer alıyor Günlük’te. Yazarın ne denli iyi bir okuyucu olduğu ve sistematik bir okuma alışkanlığı olduğunu görebiliyorsunuz. Türk yazarları, arkadaşlıkları ve yazın dünyası üzerine yorumları da dönemin edebiyat dünyası hakkında fikir veriyor. Atay’ın notlarında en çok yer verdiği üç yazar, Halit Ziya Uşaklıgil, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Kemal Tahir.

"Eddington’u (The Nature of the Physical World) okuyorum. Yıllar önce okumuş olduğum ‘entropi’ sorunu yine ilgimi çekti. Benjamin’in Kafka’yı anlatırken, Eddington’un sözleriyle benzetme yapması ve entropi. Einstein’a göre milyarlarca yıl sonra evren bir ısı ölümüyle karşılaşacak –maksimum entropiye ulaşacak. Bize ne? denebilir. Kafka’nın dehşetinde entropiyi sezmesinin payı var. Ayrıca insan yaşarken ‘sezgi’ ile bu, milyarlarca yıl sonra olacak sıcak ölümün dehşetini duyabilir."

Ve bütün notlar boyunca, Oğuz Atay’ın okunmadığını, anlaşılamadığını düşünmesinin onu ne denli üzdüğü hissediliyor. İlk kitabı Tutunamayanlar yayınlandıktan 7 yıl sonra kaybettiğimiz Atay, bugün, kitaplarının onlarca baskı yaptığını görseydi keşke, diye düşündüm okurken.

"Belki henüz gerçekleri okuyarak, düşünerek, kendi bilinci ile sezecek insanlar vardır bu ülkede. Belki kitabı karşısına alıp, araya hiçbir bezirgan sokmadan, kitapla tek başına hesaplaşacak insanlar vardır."

Günlük, Oğuz Atay’la yüzleşmeye cesareti olanlara ve bir yazarın zihninde dolaşmak isteyenlere iyi gelecek bir kitap...

"Düşüncem geç gelişti, biraz geç başladım; biraz da erken bırakmak zorunda kalıyorum."

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

İnsan insanın sığınağıdır

Başlığı Burhan Sönmez’in bir röportajından aldım. Sebebi açık; “İnsan insanın sığınağıdır”, Masumlar’ı en iyi anlatan cümledir.

Romanda, Sönmez’in de bahsettiği üzere üç tür sürgünlük var. Birincisi yetişkin insanın sürgünlüğüdür. İnsanın masum çocukluk yıllarına bir daha asla ulaşamayacağı bir sıladır bu; büyümek ise mecburi istikamet olan gurbettir. Zaman hep ileriye doğru akar ve bu sürgünlük hali insanda baki kalır.

İkinci sürgünlük politik özellikler taşır. İnsanın yurdundan, memleketinden daha büyük güçler tarafından zorla koparılması ve artık orada barındırılmamasıdır. Geri dönüp memleketin havasını almak, suyunu içmek mümkün değildir.

Üçüncüsü daha felsefi anlamlar taşıyarak bir varoluş meselesi olarak sürgünlüktür. Bunu şu basit ve gündelik anlamında da okuyabiliriz: İnsanın memleketinden uzakta ayakta kalma çabası... Yabancılar sizin kültürünüzü bilmeyen insanlardır, bu insanlar arasında hayat mücadelesi vermektesinizdir. Arkanızı kimseye dönemeyeceğiniz bir süreçtir.

Haymana Ovası’ndan kopup Cambridge’e gelen, şansı yaver giderek İran asıllı Feruzeh’le tanışan Brani Tawo’nun hikâyesidir Masumlar.

Karakterler en az masallardan çıkıp gelen Feruzeh kadar samimidir, gerçektir. Romanda Kewê vardır, Pençeyüzlü kadın vardır, kendini kaderin kollarına bırakan Tatar fotoğrafçı vardır… Oyunlar oynamayı seven bir anne olan Azita Hanım’ın kızı Feruzeh sırlar kitabı taşıyarak kitap falı bakmaktadır, Brani Tawo’nun sığınağı olacaktır. Gözlerini kapatıp mezarlıkta türküler söyleyebilir Brani Tawo. Özellikle gittiği mezar Wittgenstein’ınki ise bu adamın kafasının başka türlü çalıştığını görebilmek mümkündür. Uykusuzluk hastalığı vardır Brani Tawo’nun. Olmadık zamanlarda uykuya gömülebilmektedir de aynı zamanda.

Masumlar, yalın bir dille yazılmış iyi bir romandır. Okuyan bizlere “kendi sürgünlüklerimizi” hatırlatır. Bu yüzden de yaralayıcıdır. Şairin dediği gibi:

"Kalplerdeki küfü haber vermek için çalardı
Kimse kalkmaz kimse koşmazdı pencerelere
O zaman Deniz’le beraber yola çıkıp bir seher vakti
Uykuya doymamış çocuklar da gitti aynalar ülkesine
Ve soğukta tek kalmış ağaçlar gibi yüreğimizi
Ayazlar dövdü
Ayazlar dövdü."

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

21 Ocak 2013 Pazartesi

İsimlerin önemini bilenlere

2009 yılında bir arkadaşım bana bir kitap getirmişti. Yazarın adı Jose Saramago, kitabın adı Körlük. O zamanlar edebi metinlerde patetik kelimesinin anlamını ve kullanımını bilmediğimden, bu etkili ve dokunaklı yazarın kitabını “sonra tekrar bakarım” düşüncesiyle arkadaşıma geri vermiştim.

2012 yazında kafama hayali bir tuğla düşünce Saramago’yu hâlâ okumamış olmanın utancı içerisinde gittim üç kitabını aldım. Okuyanlar hatırlayacaklardır, “Kabil”in yazısını daha önce yazmıştım. Şimdi ikinci kitap “Bütün İsimler”le baş başayız.

Don Jose, Nüfus Kayıt Merkez Arşivi’nde 25 yıldır çalışan bir yazıcıdır. Günleri, sağ olanların ve ölenlerin belgelerini düzenlemekle geçmektedir. Münzevi bir hayat yaşamaktadır. Sessiz, sakin, dikkat çekmeyen, bekâr ve yalnız... Ancak Don Jose’nin kimsenin bilmediği bir özelliği de vardır: Ünlü kişilerin gazetelerde çıkan haberlerini biriktirmek. Don Jose bu yüzden, o kişilerle ilgili bir koleksiyon yapar ve bu koleksiyonu için Nüfus Kayıt Arşivi’ndeki bilgileri gizlice alıp, dosyasına eklemekten çekinmez.

Bir gün yine ünlü birinin dosyasını alırken başka bir dosya da almak istediği dosyaya yapışır. Yanlışlıkla aldığı dosyada bir kadının adının yazdığını görür. Bu rastlantısallık içerisinde o kadının kim olduğunun, şu an nerede ne yaptığının peşine düşer kahramanımız.

Bu peşine düşme hâli Don Jose’nin 50 yıllık hayatında, hiç yaşamadığı olayları yaşamasına ve başına türlü işler açmasına da yol açacaktır. Artık o kadının kim olduğu ve neden dosyasının yanlışlıkla da olsa eline geçtiği Don Jose için çözülmesi gereken bir düğümdür. Kahramanımız araştırmasını sürdürürken hem kadınla ilgili hem de kendisiyle ilgili çarpıcı gerçekleri öğrenecektir.

Don Jose’nin adımlarını bilen, izleyen, takip eden gizli Don Jose hayranını ise kitabın sonuna kadar öğrenemiyoruz. Öğrendiğimizde de tam anlamıyla şok oluyoruz. Tekrar edelim öyleyse; Saramago, söylememize gerek yok çok büyük bir yazar. Kelimelere istediği gibi hükmedebilen bir dil dâhisi. O istediği zaman üzülüyor, sinirleniyor, hüzünleniyor, geriliyoruz… Yani o ne isterse onu yaşıyoruz. “Bütün İsimler” de tekinsiz, ne zaman ne yapacağı belli olmayan bir yazarın ellerine kendini emanet etmek isteyenlere çok iyi geliyor.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

20 Ocak 2013 Pazar

Evde ayak altında dolaşmasın diye sokağa salınan çocukların öyküleri

Sokakların, çocukların ve bu ikisinin belki kaçınılmaz sonucu olan hoyrat duyguların belki küfürlü belki ayıp ama bir o kadar samimi ve içten sözcüsüdür Emrah Serbes. Bu kitabında eğer bir başlık altında toplamak gerekirse, "evde ayak altında dolaşmasın diye sokağa salınan çocukların öyküleri"ni anlatıyor.

Toplam sekiz öyküden oluşan kitapta vurgu erkek çocuklarının üzerinde de olsa, bu erkeklerin mahallenin güzel kızlarıyla hatta kadınlarıyla ilişkileri öykülere hem erkekler hem kadınlar açısından bakabilme yetisi kazandırıyor. Hepimizin ucundan kıyısından belki de tam ortasından geçtiği yolları görebiliyoruz, ben "Erken Kaybedenler"i bir cümle ile tanımlayacak olsam ilk öyküdeki şu cümleyi kullanırdım: "Münakaşa edemeyecek kadar kırılmıştı kalbim."

Kızmaktan korkan, tartışmaktan çekinen, sevdiği kızı motosikletli bir delikanlıya kaptıran, ve buna sadece hayıflanabilen 13-14 yaşındaki çocuklar, erken kaybedenlerdir.

Bir başka öyküsündeki şu cümleler ilk gençliğine henüz ulaşmış bu çocukların neden kaybettiklerine dair birer ipucu:

"Silgisini ısırıp ikiye bölmüş, yarısını bana vermişti. Ben de ona aşık olmaya karar vermiştim."

"Niye yalan söylesin ki?"
"Kadınlar böyledir"

"Kadınlar daha fazla zevk alıyorsa neden isteyen taraf hep biziz?"

Gündemimizle ilintili olan "Üst Kattaki Terörist" öyküsü bir yandan gözlerinizi nemlendirirken diğer yandan yüzünüzü gülümsetecek ama en önemlisi içinde bulunduğumuz duruma çok farklı ve bir o kadar hakkaniyetli bir bakış açısı sağlayacaktır.

Son öykü erken kaybeden çocukların anne ve babalarıyla ilişkilerini inceliyor diyebiliriz, erken kaybeden çocuğun kendisi ve babasını anlatan şu cümlesi ise oldukça manidar.

"Bizim aile böyle, güzel kadınlar karşısında elleri ayaklarına dolaşan adamlar yardımlaşma ve dayanışma derneği."

Belki de şark kültürünün getirdiği duyguları gizleme hastalığı çocuk ve babası arasında acı bir şekilde tezahür ediyor.

"Babama sarıldım, yıllar sonra."

Yazarın emeğine haksızlık olmayacak olsa bütün tatil boyunca tek tek sayfalarını bilgisayara girip herkes okusun diye paylaşıma açabileceğim kadar güzel bir kitap, şiddetle tavsiye edilir.

Yavuz Selim Elmas
twitter.com/yselmas

17 Ocak 2013 Perşembe

Bıkmadan mücadele edenlere

Ruhuna Kitap'ta yazmaya başladığımdan beri hep aklımda olan kitaplar var. Ancak ben biraz da günceli yakalamak ve sıcağı sıcağına aktarmak adına yeni okuduklarımı yazdım çoğu zaman. Evin kitapların kapladığı bölümünde ne zaman bir kitap aramaya kalksam “Bir Türk Ailesinin Öyküsü” hep kucağıma, kafama, omzuma, ayaklarımın önüne düşerdi. Sanırım bu kitabın zamanı geldi...

Geldi de bu kitabı asla nesnel bir açıyla okuyamam, okuyabilsem da yazamam. Bende anısı çoktur. Bırakığı izler hâlâ yüzümde duruyordur. Belki de bu kitabı okuyanlar yakalayabilirler o izleri, bilemiyorum.

Lisedeydik, 2003 – 2004 yılları... Şans eseri kültürlü arkadaşlarım vardı. Birbimize kitap, film, müzik tavsiyelerinde bulunuyorduk. Bir gün içimizden biri bir kitap keşfetmişti. Hangi arkadaşımdı hatırlamıyorum, ancak yorum yapmayacağını, bizim okumamızı bekleyeceğini söylemişti sanırım. Tabi yorum yapmamasından ve gözlerinin uzaklara bir yerlere dalmasından bu kitaptan çok etkilendiğini biz çoktan anlamıştık.

Bunun için “Bir Türk Ailesinin Öyküsü”nün o zamanlar Ana Yayıncılık’tan çıkan yeşil kapaklı edisyonu hepimizin masasından geçmiştir. Lise yılları boyunca etkilendiğimiz birkaç sanatsal olaydan biri buydu. İrfan Orga’nın, Türkiye’deki anılarını İngiltere’ye yerleştikten sonra güzel ve akıcı bir İngilizce kullanarak yazdığını öğrenince epey şaşırdığımı hatırlıyorum. Kitabı ilk elime aldığımda “Çeviren: Arın Bayraktaroğlu” yazısı beni nasıl şaşkına çevirmişse artık, hâlâ unutamıyorum.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi, Cumhuriyet’in ilk 25 yılı diyebileceğim bir zamanda geçiyor bu anılar. Bu anılardan hangi birini yazsam buraya yetmeyecek, biliyorum. Lisede bu kitabı okuyan arkadaş grubumuzda şöyle bir hava oluşmuştu, hepimiz bu anılardan bir bölümünü kendi hayatlarımızda da yaşamıştık. Hepimiz bu anıların bir kısmını fazlasıyla benimsemiştik. Orga’nın yaşamındaki bazı şeyleri biz yaşamışız gibi sahiplenmiştik. Hepimizin kitaptan unutamadığı favori bir sahnesi vardı mutlaka. Mesela benimkisi, İrfan Bey’in annesiyle vedalaş(ama)masını içeren sahneydi. Çok acı bir gidişti, o sahneyi asla unutamam...

Fazla uzatmak istemiyorum da, söz konusu kitap “Bir Türk Ailesinin Öyküsü” olunca saatlerce konuşabilirim. Everest Yayınları 2009’dan beri bu kitabı yeniden basıyor. Hatta Ocak 2011’de cep boyda da basmaya başladı. Bu kitabın her edisyonunu alan biri olarak cep boydaki ilk baskısını da aldım ben. Ne yapalım, benim de kusurum bu sanırım.

İngiltere’deki ilk baskısı 1950’de yapılmış, kısa zamanda İngiltere ve Amerika’da yeniden baskılarla o zamanki Batı gazetelerinde övgü dolu eleştiriler almış bu kitap. Türkçeye ilk çevrilmesi ise 1994 yılına denk geliyor. Dileğim, daha geç olmadan henüz okumayanların bu kitabı keşfetmesidir. Bu kitaptaki anılar o kadar bize ait ki, sahiplenmeden yapamayacaksınız.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar