14 Ocak 2013 Pazartesi

Kediler korkuları kadar yaşar

"Korku örtmeye en yakın olduğumuz kirimiz, gizlemeye en çok uğraştığımız kokumuzdur."

Gözlerinizi kapattınız ve işte bahçenizdesiniz, burası sizin bahçeniz; terk ettiğiniz, terk edildiğiniz, gittiğiniz, gidemediğiniz, tekrar döndüğünüz, artık çok uzaklarda olduğunuz, oturup soluklandığınız, bazen korkudan aylarca uğramadığınız, duvarlar ördüğünüz o duvarları bir gecede yıktığınız, ölüp dirildiğiniz, bir türlü ölemediğiniz, hâyâl ve gerçeklerle sıkışıp kaldığınız yer, işte orası.

Bilge Karasu, masal tadında 13 tane öykü sunuyor ve 12’sinde değindiği tema ve imgeleri 13. öyküsünde birleştiriyor kitabında. Kitap başlar başlamaz içinizdeki asansörün düğmesine basıyor ve siz inmeye başlıyorsunuz, evinizin tüm katlarında dolaşıyorsunuz, her odada yaşadıklarınız, yaşayamadıklarınız ve korkularınızla yüzleşiyorsunuz.

"İnsanın düş dünyası ne kadar derin olabilir, düşler gerçeğe ne kadar yakındır?" sorularını sorup duruyorsunuz okurken çünkü düşlerden yaşama o kadar keskin geçişler yapıyor ki kitap, bazen geriye dönüp tekrar tekrar okuyorsunuz. Bana kalırsa kesinlikle birkaç kez okunmayı hak eden kitaplardan ki altını çizdiğiniz yerleri bir zaman sonra tekrar okuduğunuzda hissettirdiklerini görünce hak vereceksiniz.

"Herkesin,
kim bilir, belki de ancak -çoğu insanın- demeli ya,
giyinmek için uğraşıp didindiği bir dünyada,
insanların,
arkasını kat kat kalınlaştırmak için olmasa bile,
kış aylarının acı soğuğu estiği zaman sırtını pek tutabilmek için çalışıp yaşadığı bir ülkede
soyunmaktan başka bir şey dilemeyen bir adamın masalı bu.
...
İnsan soyuna soyuna deriye varır, onura öz saygısına varır. Bunları yüzmek, koparıp atmak, güçtür ya soyunmayı yürekten benimsemiş kişi, sırası geldiğinde bu son adımı atmayı değer bellediğinde, ölmesini bilir. Ne ki, bir tek kez yapılabilecek bu işi, böyle bir eylemin değerini anlayacak kişiler karşısında yapmak ister. Yanılır da sırası geldi diyerek, olmayacak yerde girişirseniz bu işe, acı bir masal olur çıkarsınız."

Kelimeleri insanın gözün sokmadan anlatan cümleleri seviyorum. Bilge Karasu öyle bir dil zenginliği ile anlatıyor ki; "Türkçe" anadili olduğu için insan mutlu oluyor.

Ölmek nedir? Sadece ölenin toprak olması mı, kalana ne olur peki?

"Kentin sinliğinde, üzerine toprak dökülürken, "ben hangimizim, gömülen hangimiz?” diye sordum kendime, alçak duvarın üstünden o demir rengi denize bakmadan. Sorunun yanıtını bulamadım daha. Kollarımda can verdi. Şimdi ardından yaşayıp gitmek neye yarar."

Gözleriniz bulutlara takılıp kalmışken kaç kez gözden yitirdiniz sizin için uçan uçurtmayı?

"...ama sevildiğinin söylenmesini istemezsin. Beni söylenmemiş bir sevgide boğabilirsin.
Evet.
Çünkü...
Çünkü?
Bilemiyorum. Galiba... Korkuyorsun."

Bahçelerindeki her şeyle ya da hiçbir şeyi ile yüzleşmeye hazır olanların hikâyeleri.

Esin Bozdemir
twitter.com/karakarabatak

13 Ocak 2013 Pazar

Görülen geçmiş zamanın aşırı uçları

"Ben sadece iyi bir insan olmak istedim Muhittin.
Sadece iyi bir insan."

- Takva, 2005

Dava nedir, dava arkadaşlığı nedir? Medrese nedir, ocak nedir? Tedavülden kalkan değerlere dair sorulara cevap vermeyi de tedavülden kaldırabilir miyiz peki? Kaldıramayız. Hepimizin bir davası mutlaka vardır. Kimimiz bir kalem açmayı dava edinebilir, kimimizse masa başında bir ülkeyi kurtarmayı. Gayet mütevazı ve sade bir yaşam, şaşaalı bir hayata dönüştüğünde sürüklenme de beraberinde gelebilir. Manevi bir sürüklenmedir bu. Vicdan buna ya tahammül eder, ya da sefere çıkar.

"Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz."

Mustafa Kutlu'nun Dergâh Yayınevi'nden ilk baskısını Ekim 1983'te yapan bu önemli eseri Ağustos 2012 itibariyle 14. baskısına ulaşmış, Boşnakçaya çevrilmiş. Yazarın yabancı dile çevrilen ilk eseri. Her ne kadar "Mustafa Kutlu üslubu" olan sadelik yazarın her kitabında ortada olsa da, bu eserde "mesele"yi anlamak için tecrübeli bir okur gerekiyor. Zira uzak olduğumuz yahut yaşa(ya)madığımız bir mesele bu. Anlamak için çırpınmak da gerekebilir, yeniden ve yeniden okumak da.

"Bir kere taviz verildi mi, asla çiğnenmemesi gereken unsurlar bir kere gözden çıkarıldı mı, kalbin aynası bir yerinden çizildi mi, kefareti büyük oluyor."

Asım Bey, Kerim, İlhan, Murat, Fetanet Hanım, Nalan, Cevat, Yunus Bey ve diğerleri... Derinlikli hikâyelerin derdi, okuyucu her zaman çarpıyor. Burada mühim olan ciddi bir okuyucu gözü. Çünkü sade bir dilin arkasında her zaman şatafatlı bir dert yatabiliyor. Mustafa Kutlu eserleri, konusu ne olursa olsun süratle okunabiliyor.

Kitabı "yaşam tecrübesi"ne göre önermek daha doğru olabilir. Derin bir of çekenler, parasız yatılı günlerini hatırlayanlar, gençliğinde "dava" peşinde koşanlar, tüm bunların içinde ve dışında olanlar. "Ya Tahammül Ya Sefer" aslında birçok davanın acı neticesini içeriyor...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

12 Ocak 2013 Cumartesi

Eski bir dostu yeniden duymak isteyenlere

Bazı kitaplar çocuklukta bırakılmamalı, José Mauro de Vasconcelos'un yazdığı Şeker Portakalı da öyle. Hepimizin çocukluk anılarının bir yerinde muhakkak vardır Zeze’nin maceraları. Hepimiz öyle çok sevdik ki diğer maceralarını da bir solukta okuduk. Zeze elimizde büyüdü desek çok da abartmış olmayız esasında. Onun sürekli konuştuğu bir şeker portakalı vardı, bizimse dinlemekten keyif aldığımız bir Zeze’miz...

Vasconcelos’un 12 günde yazdığı söylenen kitap bizim haftalarca elimizden düşmemiş belki uzun süre de belleğimizden silinmemişti. Hatta belki de hepimizi çocukken ilk ağlatan kitap olma özelliğini taşır Şeker Portakalı.

Şimdiyse kitabı okuduğumuz yaşta anlamının ağırlığını bilmediğimiz bir kelime ile anılıyor dostumuz, “sansür” kelimesiyle. Öğretmeninin masasına gizlice çiçekler koyan, işsiz babasının mutlu olması için sabahtan akşama kadar boyacılık yaparak babasına sigara alan Zeze hepimizin arkadaşı, onu bizden daha iyi koruyacak kimse yok. Bize sormadan kimse şüphe bile duyamaz Zeze’nin dostluğundan. Umudu da, iyi niyeti de, ilgisizliği de onun gözünden öğrendik. Şimdi eski dostumuzu yalnız bırakmak herkesten önce bize yakışmaz. Onun için yapabileceğimiz en iyi şey hemen bir kitap edinip yeniden sesini duymak, eski dostumuza bir cümle okuyarak bile olsa yalnız olmadığını hissettirmektir. Kim bilir belki de bu sayede çocukluğumuz da yanı başımızda gülümser bize.

Ümran Kio
twitter.com/umrankio

10 Ocak 2013 Perşembe

Kuş gibi berhudar olun

"Bizim kültürümüzde, kuşun bir diğer özelliği de ağırlık birimi olarak kullanılmasıdır. En çok da serçeyi kullanırız. Kullanmasına kullanırız da, bir serçenin kırk sene yaşadığını pek bilmeyiz."
- İbrahim Tenekeci

Kuşları anlatmak, oldukça zor bir sanattır. Gökyüzünün bu irili ufaklı misafirleri, yaşamımızın her anında bizlerle birliktedirler aslında. Hemen birkaç örnekle süsleyeyim. Âşık olunca ya da olduğumuzu sanınca "kalbim kuş gibi çırpınıyor" deriz, çok zayıflamış bir arkadaşımı görünce "kuş kadar kalmışsın" deriz, bir sorumluluğumuzu yerine getirdikten sonra "kuş gibi hafifledim" deriz, bir kuşkuya düşerken "her kuşun eti yenmez" diyebiliriz.

Deriz demesine de, kuşların tüm bunlardan haberi var mıdır? Yoktur ve açıkçası umurlarında olacağını da sanmıyorum.

Öte yandan kuş; iç donun arka tarafına, ağının dar olmaması için konulan parçaya da denir.

"Şimdi geçiyorlar,
Doldurup uzaklığı
Işıkta zar zor çırpınan kanatlar,
Bir yürek vuruşunda birleşmiş."


Şili'nin ve elbette dünyanın en önemli şairlerinden biri olarak kabul edilen Pablo Neruda, bu kitabında türlü türlü kuşları anlatıyor bizlere. 3 bölüme ayırdığı kitabının sonuna doğru ise kendini kuş yapıyor, süzülüyor göğüs kafesimize. Dünya şiirinde pek de örneği görülmemiş bir deney ve Neruda estetiği "Kuşlar Sanatı"yla cıvıldaşıyor kulaklarımızda.

"Uçuyor göğe demirden tüyler
Ve seyrediyor sessizlikte sessizlik
Dinsel bir gemi gibi."


Manevi değerlerden gittikçe uzaklaşan insanlığa, çok klas bir çalım atıyor Neruda. Bari diyor, kuşlardan ibret alın. Bunu yapmak için de Şili de görülebilecek kuşları anlatıyor. Çevirisi'nin Alova'nın yaptığı "Kuşlar Sanatı"nı okurken dilimizle de övünebilir ve hatta şükredebilirsiniz. Zira biz hepi topu "Siyah Göğüslü Kartal" derken, buna başka bir dilde "Geranoaetus Melanoleucus Australis" denebilir. Biz de buna "yuh" diyebiliriz. Oysa edebimizle karşılayıp, dememeliyiz.

"Bir mutluluğu öbürüyle değiştim
Ama derinlerde, içimde, o yitik göldeki gibi
Bir kuşun hayali yaşar, unutulmaz bir meleğin
Gün ışığını dönüştüren göz alıcı varlığıyla
Gülden devinimiyle."


1971 Nobel Edebiyat Ödülü ile onurlandırılmış bu eseri elinize alın ve kanat çırpmaya başlayın.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

Yoksuluz çok şükür

Eskiden çok "moda"ydı. Bir şeyleri sürekli 3 kelimeyle özetlerdik. Türk öykücülüğünün en önemli isimlerinden Mustafa Kutlu'nun "Yoksulluk İçimizde" adlı hikâyesini 3 kelimeyle özetleyeyim: Heves, huzur, hidayet. Yazarın genel özellikleri arasında da bu üçlüyü sayabiliriz aslında. Okuyanlar, gayet iyi bilirler.

Dergâh Yayınları
'ndan 1. baskısını 1981'de yapan kitap, 13. baskısına Ağustos 2012'de ulaşmış. Hak eden her zaman hak ettiği değeri görüyor.

"Bir elinin ucu ile alnına düşen terli perçemleri geriye atıyor. Bir kediyi okşar gibi kalem uçlarını itinayla açıyor. Koridorlardan geçerken içinde mütemadi şakıyan bir kuş."

Bir insandan uzaklaştıkça, nereye gidersiniz? Ne kadar gidebilirsiniz? Bu gidişinizde geride bıraktıklarınız neler olur? İstanbul'daki karbondioksit miktarı ruh sağlığımızı bozmak için yeterli seviyede midir? Bu son soru hariç güzel cevaplar barındırıyor "Yoksulluk İçimizde" ve ağır bir sorumluluğu göğsünde yumuşatarak bize sunuyor.

"İçimizin mikropları içimize bir aykırı çöp uzanmayagörsün, hep birden o çılgın danslarına başlıyorlar. Şerha şerha yararak kalbimizi, yeniden ve bir daha bedi uykusuna, sevgili gafletine terk ediyorlar. Hakikata yeniden ve bir ilâhî vesile, bir lütuf ile tutununcaya kadar."

2011'de Eğitim-İş Trabzon Şubesi tarafından "zararlıdır" raporu tutulmuştu kitap için. Biz "Mustafa Kutlu, daima" diyenler ise gülüp geçmiştik. İyi okunamamış her şey zararlıdır çünkü. Bu lüzumsuz ve içi boş konunun üzerine eğilmektense, kitaptan 3 güzel cümleyi peş peşe paylaşmak isterim.

"İnsanoğlu putunu kendi yapar."

"Hayatım üzerine kiminle konuşabilirim?.."

"Yüzler neler neler anlatır."


Maddî telkinler ve tedbirlerle mutlu olmayı ister bedenler. Nefsin ihtirasları gözlerimizi kör eder. Sadece gözlerimiz değil kalplerimiz de kör olur. Kör olası "vahşi ve moderen dünya" alıkoyar vicdanımızı. Bunlara izin vermemek lazım. Bunun için de bol miktarda okumak ve "iyi görebilmek" lazım. Olanı biteni değil, kaçanı gideni. Hayatın gerçeklerini görmek o kadar da zor olmamalı bizler için... Kazanma hırsı ile vazgeçme arasında; Engin ile Süheylâ'nın "birbirlerinin gözlerine bakma dansı" bu kitapta. İster alkışlayarak, ister ağlayarak tempo tutabilirsiniz.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

8 Ocak 2013 Salı

Kendini normal zannedenlere

Kare kaldırımlardan yürümeye çalışmak mı, hayatın her yerinde tek bir sayıyı aramak mı, yeni tanıştığı insanların gözlerinde onlara uygun mesleği görmek mi, kendi kendini öpmek mi yoksa duvarlarda girinti çıkıntı saymak mı?.. Bunlardan hangisini tercih ederdiniz ya da hangisini kendinize yakın hissederdiniz? Yoksa siz de kendini normal zannedenlerden misiniz? O zaman bir daha düşünmelisiniz!

Dışarıdan bakıldığında gayet normal ve sıradan görünen insanların kaçı gerçekten normal ve sıradan acaba hiç merak ettiniz mi? Tanıdığınızı düşündüğünüz insanları acaba ne kadar tanıyorsunuz? Peki ya kendinizi?..

Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı” bu soruların hepsine bir cevap niteliğinde raflardaki yerini aldı 2012 senesinde. Ve kısa bir süre önce geride bıraktığımız yılın en tuhaf ve eğlenceli kitabı olarak hafızalara kazındı. Farklı meslek gruplarından, bambaşka dünyalardan 126 yazar günlük hayatları içerisinde olağan bir şekilde tekrarladıkları garipliklerini paylaşarak, normal ve sıradan bir şekilde aktığını sandığımız hayatımıza farklı yerlerden bakmamıza sebep oldu. Hepimiz yakın çevremizdekileri, en önemlisi de kendimizi bir daha inceleme ihtiyacı hissettik.

Yitik Ülke Yayınları büyük ilgi gören 90 yazarlı “80’lerde Çocuk Olmak Kitabı” ve 111 yazarlı “90’lar Kitabı”nın ardından bir kez daha kalemine güvenen tüm sosyal medya kullanıcılarına kapılarını açarak bu enteresan projeye imza attı ve 2012'de de adından söz ettirmeyi başardı.

Yüzleşmeye hazır mısınız? O zaman bu tuhaf yolculuğa başlayabilirsiniz, keyifli okumalar...

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

1 Ocak 2013 Salı

Gerilimli ruhlar birbirini iyi tanır

Ters köşeler, sürprizler, konyak şişeleri, yalan söyleyen insanlar, yalan söylemeyen insanlar, toplanan bavullar, unutulan paketler, çıkılan yolculuklar, terk edilen evler... Keskin gözlem gücü ve kıvrak kalemiyle karşınızda J. Mario Simmel’in medar-ı ifhitarı "Güneşten de Sıcak".

"Güneşten de Sıcak" kapkara, tekinsiz bir sokakta başınıza bir şey geleceğini düşündüğünüz bir anda ana caddedeki kalabalığa karışıp olayı sorunsuz atlatmanıza; aynı zamanda da başınıza hiçbir şey gelmeyeceğinden emin olduğunuz çok güvenli bir yerde yumruğu suratınıza yemenize benziyor. Zıtlıklardan doğan hayret duygusuna bu romanda teslim olacaksınız.

Simmel, ’80 darbesi sonrasında kitaplarının Türkiye’de yayımlanmasına izin vermemiş, 2008’de bu yasağı Everest Yayınları aracılığıyla kaldırmış. Everest de Simmel’in külliyatını 2008’den beri yayımlıyor. “Güneşten de Sıcak”ın çevirisini ise emin ellere emanet etmişler. Size bilmem; ama Almanca çeviri dendi mi benim aklıma; Kâmuran Şipal, Ahmet Cemal ve Ahmet Arpad gelir. Bu kitabın çevirmenleri olan Cemal ve Arpad’a saygılarımızı buradan iletmiş olalım.

Bu kitabı okuyan birisiyle ya da birileriyle sabaha kadar konuşabilirim. Kitapta insan hayatına dair çok fazla detay var. Simmel, hatasız yazmış bu kitabı. Bazı yerlerde tıbbi terimler ve eğitim üzerine konuşmalar geçiyor. Yazarımız ödevine çok iyi çalışmış. Öğrendiği terimleri olayların müstesna yerlerine çok iyi bir şekilde yerleştirmiş.

Peki “Güneşten de Sıcak” neyin romanı?, diye sorarsanız bana, size cevap olarak; “Güneşten de Sıcak yaşamak, sevmek ve ölmek üzerine bir romandır” derim. Yazarımız da bize bunu soruyor: “Hepsi sıcak ve yakıcı. Ama hangisi güneşten de sıcak?” Kitabın tek paragraflık ana düşüncesinin ise 345. sayfaki 19. bölümde olduğuna inanıyorum.

Güneşten de Sıcak” gerilimli ruhlara zaten iyi gelecektir de, şahsi kanaatim kitap olan her evde mutlaka bulundurulması yönündedir. Başyapıt!

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar