29 Eylül 2012 Cumartesi

Kendimizi en iyi tanımlayan kelimeleri asla bulamayız

J. L. BorgesRagnarök” adlı öyküsünde (Yaratan, sf 40, 2011, İletişim), sürgünden dönen Tanrıları rüyasında gördüğünü, onları bir amfiteatrın platformuna çıkarıp gözyaşlarıyla alkışladıklarını; ancak onların düzenbaz, cahil, acımasız olduklarını ve kendilerini korumayıp onlara merhamet ederlerse kendilerini yok edeceklerini bildikleri için, rüya bu ya, koca koca revolverlerini çıkarıp keyifle Tanrıları öldürdüklerini yazar.

Jose Saramago’nun Kabil’ini okurken neredeyse her sayfada Borges’ın bu öyküsünü anımsadım. Kabil; Tanrıya savaşın açıldığı, pratik anlamda dünya tarihinin başladığı, Saramago’nun ölmeden hemen önce tamamladığı Hristiyanlığa karşı bir hiciv romanıdır.

Saramago, kitabın 2009’daki basın tanıtımına: “İncil’in Tanrısı güvenilir değil, kötü biri ve öç almaya kararlı. İncil’de acımasızlık, zina, her türlü şiddet ve kan dökme var. Bu inkâr edilemez” demiş.

Saramago Kabil’de öyle bir zaman kurgulamış ki, zamanın içinde hem şimdi var hem de gelecek... Kabil’in, kardeşi Habil’i (romana göre Habil’in küçümsemelerine artık dayanamayarak) öldürdükten sonra, Tanrı, sevgili kulunun ölümüne çok bozulur, Kabil’in alnına da hiç çıkmayacak bir işaret koyarak onu bir anlamda lanetler.

Bu cinayetten sonra Kabil, annesinin ve babasının, yani bildiğimiz adlarıyla Adem ile Havva’nın yanlarından ayrılarak yollara düşer. Lilith’le, oğlunu kurban etmek üzere olan İbrahim’le, Sodom şehrinin yok edilişiyle, tufan öncesi hazırlıklarına devam eden Nuh’la karşılaşır.

Kabil yaşadığı her macerada kendini tanımlamayı, adlandırmayı dener; ancak hepimiz gibi o da doğru kelimeleri bulamaz. Bu maceraları okuduktan sonra artık ne olacak diye merak ederken Kabil, ne Nuh’un ne de Tanrının tahmin edebileceği bir sürpriz yapar. (Tabi bu arada siz ne zaman romanın sonuna geldiğinizi anlamazsınız, kitabın çevirisi orijinalini aratmayacak kadar çarpıcıdır. Bu sayede kitabın çevirmeni Işık Ergüden’e selamlarımızı yollayalım.)

Kabil’in yayımlanmasının ardından bir teolog Saramago için şöyle demiş: “Ciddi biri değil. Bir romancı milyonlarca Hristiyan’a, Yahudi’ye, Protestan’a hakaret edemez. Saramago, İncil ile oynayan bir komedyen.

1998’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan, daha öncesinde de 1991’de yayımlanan “İsa’ya Göre İncil”den sonra ülkesini terk etmek zorunda kalmış olan Jose Saramago, cesareti ve kaleminin keskinliğiyle okunmayı kesinlikle hak ediyor.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

28 Eylül 2012 Cuma

Narsizminden aşık olarak intikam alanlara

“Aşk lunapark trenleri gibi: Önce yükseliyor, sonra birden iniyor, sonra tekrar çıkıyor, geri iniyor ve sonunda içine kusuyorsunuz!”

Hepimizin aşk üzerine söylenecek birkaç cümlesi muhakkak vardır. Kimisi için heyecan, kimisi için korku ve nefret olan aşk Frédéric Beigbeder için tam bir can sıkıntısı. Egomuzu romantizmle doldurarak narsistliğimizden intikam alma çabası…

“Aşk acısı çekme korkusundan, kadınlar da erkekler de farkına varmaksızın, aşkı can sıkıntısına tahvil etmeye çalışıyorlar.”
diyor yazar. Gerçekten kaybetme korkumuz yüzünden aslında hiçbirimiz aşkın ne olduğunu öğrenemiyor muyuz? Terk eden kişi için mi üzülüyoruz, yoksa terk edildiğimiz için mi?

Frédéric Beigbeder Romantik Egoist kitabında umursamaz gibi görünen gerçekçi çizgisinden ayrılmadan bu soruları irdeliyor. Aslında işin özü başka biri için üzüldüğümüzü sanırken sarsılan egomuza ağladığımız gerçeğini pek de bilimsel olmayan bir formüle dönüştürüyor. Özlem dediğimiz şeyin büyük bir boşluktan kaynaklandığını savunuyor. 
   
Her bilimsel formül mutlak doğru olacak diye bir kural yok, dolayısıyla bilimsel olmayan formüllerin de yanlış olduğunu söyleyemeyiz. Bu yüzden Beigbeder’a kulak verin derim ben. Belki de gerçekten aşk sandığınız aynadaki yansımanızdan başka bir şey değildir.

Ümran Kio

Bir koruma kılavuzu, bir sığınak arayanlara

"Şiir, bu milletin ve bu vatanın kurucu unsurlarından birisidir. Sadece Yunus Emre'ye bakmak bile bize çok şey söyleyecektir. İsmail Kara, "Yunus olmasıydı işimiz kötüydü" der. İsmet Özel, "Türk şiiri Yunus Emre'yle başladı ve Türkiye'de din, ilk hızını şiirle aldı" tespitinde bulunur. Bu da Süleyman Çobanoğlu'na ait: "Türkçe, Yunus Emre'nin huzurunda diz çökerek Müslüman olmuş bir dildir."

Bu güzide paragraf, İbrahim Tenekeci'nin "Herkes gider, şiir kalır" başlıklı yazısından. Yazıyı okuduktan hemen sonra kütüphanemde bekleyen "Yunus Emre Divanı"na yöneldim ve her gün tadımlık ölçeklerde okuyarak bitirdim. Şunu rahatlıkla anlayabiliyoruz ki Yunus Emre, şiire -okumaya ya da yazmaya- yeni başlayanlar için ilk ve en önemli ders. Dilimizin güzelliği, duruluğu ve akıcılığı onunla şekil buluyor zihnimizde. Tarihten, halktan ve tasavvuftan kıymeti tarifsiz hoşluklar iniyor kalbimize. Şiirle haşır neşir olmam 10 yıla dayanıyor, dolayısıyla daha çok yeni olduğumu söyleyebilirim. Ancak Yunus Emre için hiçbir vakit, geç değildir. Derhal okunması ve daima dönülmesi gerekir.

"Ben sevdiğimi demez isem, sevmek derdi boğar beni."

"Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil."

"Dervişlik baştadır, tacda değil. Kızdırmak oddadır, sacda değil."

Eylül 2007'de Profil Kitap'tan çıkan ve Demet Küçük tarafından hazırlanıp günümüz Türkçesine uyarlanan "Yunus Emre Divanı", çevrenizdeki samimiyetsizlikler karşısında yıldığınız her anda koruma kılavuzunuz, sığınağınız olacaktır.

"Bir gez gönül yıktın ise
Kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil."


Yunus Emre, şiirde, hem başlangıç hem de çıkış noktasıdır.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

27 Eylül 2012 Perşembe

Umutsuzlar için

“Umuttan yoksun bir dünyada yaşıyoruz ama sakın umutsuzluğa kapılmayın.”

Yengeç dönencesi Henry Miller’ın ilk kitabı. Yayınlandığı zaman birçok ülkede yasaklanmış, döneminin toplumsal ve ahlaki olguları için çok sert ve çok müstehcen bulunmuş. Kitap, açılan davalara ve maruz kaldığı yasaklara rağmen etkileyici ve sağlam metniyle hepsini mağlup etmiş.

Yengeç Dönencesi'nde 1930’ların Paris’ini anlatır Miller. Paris, kir ve günah içinde bir kent. Yaşam zor, insanlar acımasız… İşsizlik kol geziyor her yerde. Yalnız bir adam geziyor Paris’in sokaklarında. Kah tanıştığı birkaç Amerikalı arkadaşı ile kah tek başına… Tek derdi karnını doyurmak gibi görünse de açlığın ötesine geçmiş bir yaşam. Varoluşun özü: insan ve açlık.
Bir yaşam kavgasıdır aslında tüm konu, başka bir şey değil. Kendi yaşantısını anlatan Miller kendinden yola çıkarak tüm insanları anlatıyor aslında. Dünyadaki tüm yıkımların ve insanlığın çürümüşlüğünün karşında bir adam: H.Miller. Yaşama dair olan her şeyi çekinmeden, korkmadan anlatır. Okurken ruhunuz engin denizlere açılır. Zaman gelir deniz dalgalanır ve kendinizi kaybedersiniz; zaman gelir bir çarşaf gibi olur, güneş açar. Yaşamın normale döndüğünü hissedersiniz. Yeri gelecek kendinizi dünyanın en derin yerinde, pis bir çukurda, her yeriniz pislik içindeyken bulup oradan kurtulamayacağınızı sanacaksınız. Umutsuzluğu tüm benliğinizde yaşarken bir sabah güneşi gibi yaşamın yeniden nasıl her yanı onardığına şaşacaksınız.
Kokuşmuş düzene, yoz insana ve tabulara karşı elinde bir sürü okla çıkagelir Miller.

Dünyadaki tüm kötülük ve olumsuzluklara rağmen insanın ayakta kalacağını ilan eder bu kitap. Geçmişin üzerimize çoğu zaman fırtına bulutlarını çektiğini ve hüzün yağmurları yağdırdığını ancak insanın her ne olursa olsun şimdiyi yaşamaya devam edeceğini duyurur yazar.

“Her taş yüreğin dibinde birkaç damla sevgi bulunur- kuşları beslemeye yetecek kadar.”

Ozan Şen

Bazı izler şiirlerde nefes alır

“Hoş geldiniz
 (…)
Terk edildiğinizin ertesi günü
Deftere yüz kere bir daha âşık olmayacağım yazınız.”

Her şiirde çoğalan, derinleşen hikâyelere ve insanlara dokunmak içinse Efe Duyan’ın kelimelerine kulak veriniz. 


Bu bir aşk şiirleri derlemesi değil. İçinde terk edemeyişlerin, “hoşça kal”ların, öğrenilen ve yaşanılan sevgilerin şiirleri olsa da değil… Bu bir toplumcu şiir derlemesi değil.  İçinde “bir doğum izi” gibi olan yoksulluğumuzun, değiştikçe yabancılaştığımız şehirlerin, işgallerin, sıkıyönetim çocuklarının yarım kalışlarının şiirleri olsa da değil.

Bu, tenimizde, ruhumuzda, saçımızda iz bırakan hikâyelerin şiirlerde nefes aldığı bir sandık. Sevmeyi iyi bilen bir şairin yokuş aşağı hızla giderken heybesine doldurduğu her şeyin kelime izleri… Özlediğimiz, seslendiğimiz çocukluğumuzun, işçilerimizin, aşklarımızın, dostlarımızın şiirleri.

Bazı kitapları okurken yazarla/şairle konuşmak ister, onların kelimelerinin yanına notlar alınız. Şimdiden bu kitapla birlikte yanınızda bir kalem bulundurmanızı ısrarla öneririm.

Tez: “Aşkın birçok türü vardır: devrime duyulan aşk, bir insana duyulan aşk, çocukluğa duyulan aşk.” 
Kanıtı: Tek Şiirlik Aşklar.

Ümran Kio

26 Eylül 2012 Çarşamba

Aşk bağışlanmış hüzündür

"Bana roman demişti. Meğersem şiir yazıyormuş. O kadar kısa bir şey yazdığını bilseydim, kapısını çalmaz mıydım, kırmaz mıydım ben o kapıyı... Ah abla. Ah Selin Abla!"

Yıllardır roman okuyorum, fakat hiçbirinin son sayfasını okurken -üstelik bir halk otobüsünde- gözlerimin dolduğunu hatırlamıyorum. Kitabı bitirdiğim gibi otobüsten inip nasıl sigara yaktığımı ve yazara öfke duyduğumu anlatamam. Bu öfkemde samimiyet vardı, bu yüzden de yazarın hüznünü, hüzün dolu romanını bağışladım.

İmge Kitabevi'nden 2010 yılında çıkan ve aynı yıl 3 baskı birden yapan bu roman, Nevzat Çelik'in ilk romanıydı. Yazar daha önce şiir kitaplarıyla çıkmıştı okurlarının karşısına ve derin izler bırakmıştı. "Bağışlanmış Hüzün" de ise bu izlerin altını çize çize ilerlediğini göstermişti. Okuyanlar, tüm ilişkileri tarafından tedirgin edilmeliydi.

"-Neler oldu anlat bakalım?
-Hiç sorma, çok hoş bir adam. Narkoz enjekte eder gibi yumuşacık konuşuyor. Bir de tuhaf bir mahcubiyeti var ki, kalkamadım yanından."


Bazen bir ilişki yaşarsınız, çok sevdiğiniz halde bir şeyler yolunda gitmez ve yollarınız ayrılır. Sonra hayatınıza biri girer, fakat yanlış kişidir o. Geriye dönmek, o eski sevdiğiniz kişiyi yine sahiplenmek istersiniz. İşte kilit nokta "zaman"dır. Doğru zamanda mı geri dönmeliydiniz yoksa geri dönmeyi hiç düşünmemeli miydiniz? Peki arada yaşanan duygu yoğunlukları, saçmalıklar, hatalar, pişmanlıklar ne olacak? İzah etmek çok güç. Özellikle de bu romandaki hikayeyi.

"Al git
Şehla yürüyüşünü
Yaz deme
Kış deme
Üşürüm deme
Aylardan baharsa
Ay doğarsa
Hiçbir şey deme
Bu senin
Kuşlardan önce kalkan yüzündür
Al git
Sevgili
Aşk bağışlanmış hüzündür."


Kıymetli dostum Immo Guitti benimle bir söyleşi yapmış, "Nevzat Çelik okudun mu?" diye sormuştu. Tanıdığım biri bana böyle sorular sorunca tedirgin oluyorum. "Demek ki okumam gerek, kalbime dokunacak bir şeyler olmalı" diye düşünüyorum. Kısa bir zaman sonra Kadıköy'de ev ziyareti yaptığım dostum Özgür Kayım bu kitabı bana hediye etmiş, çok yorum yapmamıştı. Oysa gözlerinden anlamıştım iç acıtacak bir şeyler okuyacağımı. Her iki dostuma da minnettarım.

Bazı romanlar, sizden bir şey anlatmasa bile içinizi acıtır. Çok acıtır.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

25 Eylül 2012 Salı

Kar yıldızına bir şairin gözünden bakmak

Kendisine adının ve soyadının baş harflerinin kısaltması olan “Ka” diye hitap edilmesini isteyen bir şair. Küçük bir burjuva. Söylemeye gerek bile yok, yine de yazalım: Yalnız bir adam!

On iki yıldır Frankfurt’ta “siyasal sürgün” hayatı yaşıyor. Bir gün, intihar eden İslâmcı kızları araştırmak ve bulgularını Cumhuriyet gazetesine yazmak için kalkıp geliyor: Karın hiç dinmediği, çamurların hiç kurumadığı, insanların hiç gülmediği, havanın hiç ısınmadığı bir şehre. Söylemeye gerek bile yok, yine de yazalım: Yalnız bir şehre geliyor, Kars’a…

Kars’ta işler karışık. Radikal siyasal İslâmcılar, MİT, asker, polis, bürokratlar, Türk milliyetçileri, Kürt milliyetçileri, şeyhler, teröristler… Hepsi hakları olduğuna inandıkları özgürlüklerini istiyorlar.

Tüm bu kargaşanın ortasında, Ka’nın birkaç saat içinde aşık olduğuna karar verdiği İpek!

“Şimdi ikimiz de bir çeşit sürgün hayatı yaşadığımıza ve öyle çok başarılı, muzaffer ve mutlu olamadığımıza göre zor bir şeymiş hayat! Şair olmak da yetmiyormuş…”

Pamuk’un “ilk ve son siyasi romanım” dediği Kar’da, kar yıldızı daha yakından, hatta bir şairin gözünden bakıldığında daha da anlamlı gelmeye başlıyor. Yeniden şiir yazmaya başlayan şair Ka, gelen şiirlerini “yeşil” bir deftere anında ve hızlıca kaydediyor.

Ka, Kar ve Kars bir yerde buluşmakla kalmıyor, kimsenin konuşmak bile istemediği olaylar Pamuk’un kaleminde edebi bir şahesere dönüşüyor.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

24 Eylül 2012 Pazartesi

Susarak anlatmayı tercih edenlere

Emrah Serbes'in "Her Temas İz Bırakır"dan sonra gelen ikinci Behzat Ç ve dolayısıyla ikinci polisiye kitabı; Son Hafriyat. İlk kitapla birlikte aslında Behzat Ç başına gelenlere lanet edip çekip gidiyordu. Hem vazgeçiyor hem de işinin başına geçiyor, ancak bu kez ağzını bıçak açmıyor. Böylece "Bir Ankara polisiyesi" devam ediyor.

"Zaping yaparken Tekel'e yüklendi. Yeşil bir saha görünce durdu, golf maçı olduğunu anlayınca değiştirdi. NTV'de tekrar durdu, hayvani bir belgesel vardı. Daldan dala atlayan çam sansarlarıyla alakalı bir şeydi. Sincaplarla ve kuş yumurtalarıyla beslenen bir hayvandı. Büyük Kedilerin Günlüğü'nde olduğu gibi kovalama, gırtlaktan dişleme, mideye indirme gibi aksiyonlar olmadığı için pek sarmadı. Ama yine de diğer programlardan iyiydi işte. Bir duvar yazısında dendiği gibi, insanları tanıdıkça hayvanları daha çok seviyordu."

Behzat Ç'yi bu kez sadece el işaretleriyle, göz hareketleriyle konuşurken görüyoruz. Yani susarak anlatırken. Susarak anlaşılmayı beklerken. Çaresiz gibi görünebilir, sakın aldanmayın. Zira çarenin adı Behzat Ç'dir.

"Aslında bütün kent, insanların diri diri gömüldüğü bir tabuttu. Farklı olan ebattı, yoksa mantık üç aşağı beş yukarı aynıydı. Senin için ayrılan hava bitince ölüyordun, bir daha gömüyorlardı."

İster takdir edin ister etmeyin, "hafriyat" kelimesi, "kazı" anlamına gelir. Kitapla alakası için şunu belirteyim; Red Kit adlı karakter sürekli çukur kazıp duruyor. Öldürdüklerini tabuta koyup o çukura gömüyor. O sırada da polise haber veriyor. Hem deli-manyak, hem de zeki bir adam anlayacağınız. İsterseniz anlamayın, onun dilinden Behzat Ç ve ekibi anlıyor. Kötü bir Reno'yla Ankara'da fink ve hatta fonk atıp Red Kit'i arıyor.

"Hayalet, "Oğlum yeter lan!" diye bağırdı. "Yeter lan! Bir rahat durun!" Behzat Ç. on dört yıl sonra ilk defa Hayalet'in sesini yükselttiğini duyuyordu. Sakin bir adamın çileden çıkması, ortamlarda her zaman etkileyici bir unsudur."

Şimdi bir koli bandını alıp ağzınıza yapıştırın; evde, iş yerinde veya okulda sadece bir gün öyle gezin. Susarak derdinizi anlatmaya çalışın. Ne oldu, zor mu geldi? Behzat Ç: Susarak anlatmayı tercih edenlere...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

22 Eylül 2012 Cumartesi

İhsan Sait ve fantastik anları

Yedi tepeli şehir, yedi harfli sokak, yedi enerji merkezi, yedi deniz, yedi bilge, cennetin yedi kapısı derken hayatıma bir yedi daha girdi İhsan Oktay Anar sayesinde. Fantastik Türk edebiyatının temsilcisi olarak gösterilen yazarın merakla beklenen kitabı “Yedinci Gün” yakın bir zaman önce raflardaki yerini aldı ve sevenleri tarafından çoktan hatim edildi bile. Kitabın ismini ilk duyduğum an “benim için yedili günler tekrar başlıyor” demiş ve çok heyecan duymuştum. Her ne kadar beni heyecanlandıran o bağı kitapta tam anlamıyla bulamasam da Uzun İhsan yine yapmış yapacağını dedirtti.

Anar’ın kendi lakabıyla yer verdiği ve bütün romanlarının ortak karakteri olan Uzun İhsan bu sefer ufak bir isim farkıyla karşımıza çıkmakta; İhsan Sait olarak. İhsan Sait de diğer kitaplardaki karakterler gibi hırsa, şehvete, açgözlülüğe yenilen; amacına ulaşmak için iyilikle-kötülük arasında gidip gelen ama sonunda aldığı dersle doğru yolu bulan; ona ayna tutan, iyi tarafını temsil eden oğul Ali İhsan ve gariban İdris Âmil vasıtasıyla İnsan-ı Kâmil’e ulaşan bir anti-kahraman.

“-Nereye?”
“-İnsan olmaya!..”

“Onun üstünlüğü, hiçbir üstünlüğünün olmaması. Dâima ortada, yani merkezde durması. O derin değildir. Ama derinlik denen şey, satıhtakiler dahi bir mânâ taşır. Dolayısıyla Kâinat’ın derinliğini ancak o görebilir.”

Bir de tabii ki ana karakterleri destekleyen ve hepsinin arkasında ayrı öyküleri bulunan, hırsız, bıçkın, kumarbaz, dilenci, üçkağıtçı, deli gibi pek çok yan karakter (Kumarbaz Paşaoğlu, dini bütün Aman Baba, gelecekteki sevgili Dojira…) yine hayalle gerçek arasında bir maceraya çıkarıyor okuru. Günlük hayatın sıradan insanlarına öykünün akışında gerçeküstü özellikler atfediliyor.

Kitap, Baba-Oğul-Hayalet isimleri altında üç ana bölümden oluşuyor. Anar daha önceki romanlarında olduğu gibi kutsal kitaplardan, mitolojik olaylardan göndermelerle ilerliyor ve tarih, din, tasavvuf unsurları destekleyici olarak kullanıyor. “Yedinci Gün” ismi de Allah’ın yeryüzünü 6 günde yaratıp 7. günde dinlenmeye çekildiği inanışına dayanıyor. Kitabın son cümlesinde bu gönderme bariz bir şekilde görülebiliyor. Yazarın yedi rakamıyla olan bir ilişkisi de romanlarındaki tüm karakterlerin, semavi dinlerde bahsi geçen 7 Ölümcül Günah (kibir, açgözlülük, şehvet, kıskançlık, oburluk, öfke, tembellik) dan en az birine sahip olması.

Yazarın hayal dünyasının ürünü olan mekanik aletlerin detaylı anlatımı, okurun bunlara inanması, dini, tarihi ve felsefi birikimin metnin tabanına yerleştirilmesi, ağdalı fakat sabırla okumaya devam ettikçe su gibi akan dili, asıl öykünün ardında saklı duran birbirinden güçlü başka öykülere yer verilmesi, insanlığın ortak problemlerinin ele alınması, fonda Osmanlı Dönemi ve çok katmanlı öykü yapısıyla “Yedinci Gün” tipik bir İhsan Oktay Anar romanı. Bir de M.Ö.’sinden günümüze belli başlı tarihi olayları, siyasi yapıyı mizahi bir dille, alttan altta eleştirdiği bölümler yok mu, işte onu okumanın verdiği keyfe diyecek söz yok. İhsan Sait'in yedinci gününde yaşadığı fantastik anlara tanıklık etmek isteyenlere...

“Artık yoruldum ve yarın dinleneceğim, siz de öyle yapın.”

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

21 Eylül 2012 Cuma

Kışa hazırlanmak için

Didem Madak'ın "Şimdi mucizevi bir yerdeyim" dizesiyle açılıyor Ahmet Büke'nin, "Ekmek ve Zeytin"i. Birbirinden geniş yaşamlar birden gözünüz önüne geliveriyor. Argonun, en ustaca kullanımını gördüm diyebilirim bu kitapta. Ali'nin yerine Veli'yi, Ayşe'nin yerine Fatma'yı koymaya çalışıyorsunuz, kafanızda karakterler ve yaşamlar biçimleniyor, o zaman daha fazla anlıyorsunuz kitaptaki öykülerin kıymetini.

"İnsanları hapsedebilirsiniz. Bu güvenli bir yol değildir. Bütün duvarların ve demirden perdelerin bir çatlağı bulunur. Ama insanı insana kilitlemek en iyi yol. Birbirlerini boğazlayamazlar. Çünkü kimse yanında bir cesetle yürüyemez."

Ahmet Büke'nin "Kumrunun Gördüğü" adlı öyküsü 2010'da yine Can Yayınları'ndan çıkmış ve 2011 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı kazanmıştı. "Ekmek ve Zeytin"de yazarın daha sırlı ve daha geniş bir bakış açısıyla yazdığı öyküler hemen dikkat çekiyor. Üzerinde uzun süre düşünülmüş metinler, öyküler, yaşamlar depolanmış sayfalara. Ayrıca izlenilen filmlerden kesitler bulmak da mümkün. Tıpkı çok sevdiğim "Los Lunes Al Sol" gibi. Yani; Güneşli Pazartesiler.

"İnsan kendi kendine iyi gelir."

Kitapta ruhumu sarsan bir olayı da yazmak isterim. Aslında olayı ben yaşıyorum. Sayfa 89'da kalmışım, vapurdayım ve çayımı içerken devam etmek istiyorum bir taraftan denize bakıp. Şöyle yazıyor:

"Şimdi şunda anlaşalım: Vapurlar hüzünlü olmaz. İçindekiler hüzünlü olur. Ya da içlerinden birisi o kadar ağır bakar ki hayata, keder ağır bir bulut gibi kendini ortaya koyar ve tahta oturma sıralarından yalancı direğin en tepesine kadar kirli beyaza keser kız."

Ekmek beyaz, zeytin siyahtır. Ruhunuzu kışa hazırlamak için bu iki renkle bezenmiş öyküler size iyi gelecektir.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler